TEBLİĞDE VESİLE FAKTÖRÜ
Soru: Günümüzde tebliğ adına yapılan bazı faaliyetler, İslâmî olmadığı şeklinde tenkitlere maruz kalıyor. Bu mevzuda ne buyurursunuz?
Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dedesi Abdulmuttalib, gökçek yüzlü, pırıl pırıl, temiz nasiyeli ve iyi bir sürgüne esas teşkil edebilecek mahiyette bir kök görünümünde idi. Yani o, İnsanlığın İftihar Tablosu’na dede olabilecek maddî-mânevî bir donanımı haizdi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayata gözlerini fakir olarak açmış, fakir olarak büyümüş ve fakir olarak da hayatını idame ettirmişti. Hz. Hatice ile evleninceye kadar da, bu hep böyle devam etti. Zira ne dedesi ne amcası (Ebû Talib) ona bir şey bırakacak imkâna sahip değillerdi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Hatice Validemiz ile evlendikten sonra, Mekke’nin zengin kişilerinden biri sayılabilirdi ama, peygamberliğinin 5. veya 6. senesinde elinde avucunda hiçbir şey kalmamış ve yine eski hayatına dönüvermişti.
Pekâlâ, Nebiler Serveri bu servetini nerede ve nasıl harcamıştı? Siyer kitaplarında verilen bilgiler ve onların satır aralarından anlayabildiğimiz kadarıyla O bu serveti, halkı iman ve Kur’ân’a davet etme yolunda, yemek yedirme, hediyeler verme gibi alanlarda harcadı ve tüketti. Evet, insanları Allah’a çağırmada, en uygun metot ilâhî ahlâkla ahlâklanmadan geçer. İlâhi ahlâk ise bize hep şunu talim eder: “Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Ben bir zirâ, o bir zirâ gelirse, Ben bir kulaç, o yürüyerek gelirse, Ben koşarak gelirim.”
Buna göre, önce siz insanlara yaklaşmadan, böyle bir yaklaşma yolunda bazı şeyleri feda etmeden (toplumların örf ve âdetleri bu noktada mutlaka dikkate alınmalıdır) onları kendinize doğru bir adım dahi yaklaştıramazsınız. İşte Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) yemek yedirmek, hediyeler vermek suretiyle itidalin çerçevelediği sınırlar içerisinde sürekli tebliğ yapıyor ve o koca servetini bu uğurda tüketiyordu.
Geçenlerde bir vesile ile arz etmeye çalışırken, cihadın, Allah ile insanlar arasındaki engelleri bertaraf ederek, onların Allah ile buluşmalarını sağlama ameliyesi diye, yeni bir tarifi üzerinde durmuştum. İşin doğrusu bizim, insanların kalbine hem de zorla Allah’a imanı yerleştirecek hâlimiz yok. Allah dilediği insanın kalbine tecellî eder. Yalnız, insanların gönlünden küfrün baskısını izale etme, onların bakış açılarını düzeltme, gurur, kibir, zulüm gibi imana mâni engelleri bertaraf etme gibi bir sorumluluğumuz söz konusu. Bunun için de toplumun her kesimi ile içli-dışlı olmak şarttır. Bu konuda yemek yedirmek, hediyeleşmek veya toplumun yadırgamayacağı daha başka vesileler de mutlaka kullanılmalıdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde Hudeybiye sulhü, iki toplum arasında kaynaşmayı sağlamıştı. Ve Kur’ân ona “apaçık fetih”1 diyerek, onun ne bereketli bir başlangıç olduğuna bilhassa dikkatleri çekmektedir.
Evet, artık devir akıl, mantık, muhakeme devridir. Üstad’ın dediği gibi “Medenîlere galebe ikna iledir. Söz anlamayan vahşîlere yapıldığı gibi icbar ile değildir.” Şayet bizler, insanları, sapık anlayış ve sapık dinlerin akıl-mantık ile çelişen esaslarından kurtarmayı düşünüyorsak ve Uzak Doğu’da meditasyonlar ile din adına teselli arayan, metafizik duygularını bu yolla tatmin etmeye çalışan insanları kurtarmak istiyorsak –ki bu ortamı hazırlamak evvelemirde bizim vazifemizdir– bunun için mutlaka yukarıda arz edilen esaslar üzerinde ısrarla durulması gerekir.
Bu cümleden olarak bizim hahambaşı, patrik, rahib vs. demeden ve ayırım yapmadan, onlarla münasebete ve diyaloğa geçmemiz şarttır. Bunu yaparken de onların kendi inançlarını terk etmelerini beklemek doğru değildir. Bu onları rencide eder.. ve zaten cihan tarihinin hiçbir döneminde birdenbire böyle seri bir değişim olmamıştır ve olmasını beklemek de hayalperestliktir. Şahsen ben, yukarıda zikrettiğim türden eşhas ile yaptığım görüşmelerde, onları çok sıcak buldum. Eski düşüncem onların Türkiye’ye ve Türk insanına tepeden baktıkları istikametindeydi.. evet, Amerika, Rusya, Almanya, İngiltere gibi dünya siyasetinde, gerçekleştirdikleri lobi faaliyetleri ile söz sahibi olan, dünya ticaret piyasalarında inkâr edilmez ağırlıkları bulunan bu insanların, hakikaten bize tepeden baktıklarını zannediyordum. Ancak beşerî münasebetler açısından onlara doğru bir-iki adım atınca gördük ki, hiç de diyolağa mâni bir yanları yokmuş.
Evet, gördük ki, onlar hâlâ, Endülüs’ten Türkiye’ye getirilmelerinin medyuniyetlerini yaşıyorlar. Ve gördük ki, “En az biz de sizin kadar Türk’üz.” diyorlar. Onların bu tavrını görünce, çok duygulandım, gözlerim yaşardı…
Evet, eğer onlar kendilerini bu şekilde bize yakın buluyor ve bunu çekinmeden itiraf ediyorlarsa, bence bunu değerlendirmek gerekir. Sertlik ve düşmanlıkla hiçbir yere varılmaz. Aramızda uçurumlar olursa, onlarla nasıl bir arada bulunabilir ve dinimizin müsamaha ufkunu nasıl gösterebiliriz ki!
Biz, yine bu münasebetler sonucu öğrendik ki, problem genelde idarî kesimler arasında. Kitlelerin kendi aralarında hemen hemen hiçbir problemi yok gibi. Zaten yabancılarla yapılan onca sınaî, ticarî belki ziraî ortaklıklar bunu göstermiyor mu?
Bu itibarla, işte böylesi birebir ilişkiler ve daha geniş dairede ülkeler-devletler arası münasebetler, Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) genel tavrı ve peygamberliğinin en önemli, en gözkamaştırıcı ve en parlak esprisi olması açısından Sünnet yolu olsa gerek. Kaldı ki, bunun için ortam da eskiye nisbetle fevkalâde müsait durumda. Bizim, sahibi olduğumuz sistem ve onun yeterliliği hakkında hiç şüphemiz olmadığına göre, her zaman, olabildiğince açıklık içinde ve rahatlıkla, ister bire bir, isterse ülkeler arası müessesevî planda herkesle münasebete geçebiliriz.
Son olarak bir şeye daha işaret etmek istiyorum. Son yıllarda herkesi belli bir kap ve kalıp içine koyarak, kimisini kâfirlik, kimisini münafıklık ve kimisini de zalimlik ve facirlikle itham eden çok sert radikal çıkışlar hiç de yararlı olmamıştır. Böyle bir yaklaşım, kitleleri birbirine yakınlaştırmaktan ziyade uzaklaştırmış ve düşman kutuplar meydana getirmiştir. Bu gerçeğin bir an önce görülüp, dine, imana zarar verecek düşünce ve çıkışlara son verilmesi, en büyük dilek ve temennimizdir.
1 Fetih sûresi, 48/1.