BAZI TASAVVUFÎ ESASLARDAN KESİTLER
Soru: Mucize, keramet, istidraç kelimelerini açıklar mısınız?
Harikulâde hâller olarak bilinen mucize, keramet, istidraç ve bir anlamda sihir arasında zâhirî açıdan herhangi bir fark yoktur. Bir kere halk (yaratma) açısından hepsinin kaynağı ve mercii Allah’tır. Bunların değişik ad ve unvan almaları, bu harikulâde hâllere mazhar olan insanlar zaviyesindendir. Gerçi sihir ve istidraca ve insanı yoldan çıkaran keramete, mazhariyet demek doğru değildir. Böyle bir şeye, mâruziyet demek her hâlde daha yerinde olur.
Mucize, bir peygamberin peygamberliğini ispat için, onun eliyle Allah’ın yaratmış olduğu harikulâde hâldir. Keramet, bir Allah dostunun, vilâyetinin remzi ve işareti olmak üzere, o şahsın iradesinin taalluku olmaksızın, yine Allah’ın yarattığı bir harikulade hâldir. İstidraç ise takva, zühd, ihlâs vb. esaslarla hiç alâkası olmayan, belki de metafizik âlemle bile hiç mi hiç münasebeti bulunmayan birinin eliyle gerçekleşen meş’um (uğursuz) bir fevkalâdeliktir.
Bu üç kavramın tariflerinde de görüldüğü gibi, gerçekleşen olay itibarıyla aralarında herhangi bir fark gözükmemesine rağmen, onunla alâkalı yaratıldığı zat itibarıyla sera-süreyya farkıyla birbirlerinden uzak olduğu da bir gerçek.
Keramet ve istidraç için mazhariyet veya mâruziyet ayrımı yapmaya çalıştım. Şöyle ki, İslâm tarihi içinde bazı şahıslar var ki, kendilerine lütfedilen kerametvari şeyler sebebiyle, zamanla doğru yoldan ayrılmış ve dalâlet fırkalarına iltihak etmişlerdir. Her zaman emsalini gördüğümüz bazı metafiziğe açık şahıslar, çevrelerinin kendilerine: “Sen mücedditsin, mehdisin!” ve daha sonraları “Hz. Mesih’sin ve Allah sana hulûl etti!” demelerine inanmış ve geriye dönüşü olmayan bir yola girmişlerdir. Dolayısıyla da bu tür şeylere, mazhariyet demek doğru değildir.
İnsanın sağlam bir akidesi yoksa ve dinî düşüncesi de Kur’ânî değilse, vâridât gibi gözüken bu tip şeyler, onun helâkine sebep olabilir. Onun için insan böylesine kerametler isteyeceğine, her zaman Rabbinden ihlâs, samimiyet, zühd, takva, daha doğrusu rızasının bulunduğu şeyleri istemeli.. Yunus’un dediği gibi “Bana Seni gerek Seni!” deyip sadece Allah’ı arzu etmeli.
Bir veli, kerametinin izharına çalışsa, yanlış mı yapmış olur? Meselâ küfre girer mi?
İslâm’da, insanı küfre sokacak olan düşünceler, sözler ve fiiller bellidir. Yani ıstılahî ifadeyle “ef’âl-i küfür” ve “akvâl-i küfür”, temel kriterleri açısından bellidir. Bu sebeple, veli olsun, olmasın bir Müslüman, mubah çizgide cereyan eden yanlış yorumlamalardan dolayı küfre girmez. Ancak, başta veliler olmak üzere hemen her Müslümanın, dinin usûlü diyebileceğimiz meseleleri çok iyi bilmesi lâzımdır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, mucize nedir, keramet nedir ve onların izharının hükmü nedir, bunların bilinmesi çok önemlidir.
Meselâ mucize Nebinin eliyle Allah’ın gerçekleştirdiği dava-yı nübüvveti isbata râci harikulâde bir hâldir ve nebi bunu, Hakk’ın izniyle izharla mükelleftir. Keramete gelince, onun izharı ne vaciptir ne sünnettir ne de müstahaptır. Hatta tam tersine, ihfâsı, yani gizlenmesi esastır. O bir ikram-ı ilâhîdir. Öyleyse bu türlü şeylere mazhariyete takılmadan ve aldırış etmeden, Üstad’ın yaklaşımıyla “nefis cümleden edna, vazife cümleden a’lâ” demeli ve bunu bir ibtilâ bilmelidir. Aksi, hâlde birtakım yanlışlıkların içine düşülmesi her zaman mukadderdir.
Ayrıca bahsini ettiğimiz türden dine ait usûllerin çok iyi bilinmesi, bizlere üstadlık yapmış İmam Gazzâlî’den İmam Rabbânî’ye varıncaya kadar, birçok rehber şahsiyeti daha iyi anlamamıza sebep olur. Onun için bırakın velileri, üç-beş insana bir şeyler anlatan ve onlara müessir olan kişilerin bile, İslâm’ın temel prensip ve kaidelerini bilmeleri şarttır. Bunları bilmeyen insanlar, daha sonraları kendilerine gösterilen teveccühler karşısında bocalayabilir ve dengeyi koruyamayabilirler. Üstad da böyle bir endişeyi izhar etmiştir. Evet, bazen hüsn-ü teveccüh, usûl-ü İslâmiyeyi bilmeyen insanların yoldan çıkmasına sebep olabilir.
Kalbî istikameti korumak çok zor o hâlde?
Evet, güzel bir noktaya temas ettiniz. İstikamette kalmak ile kalmamak arasında çok ince bir perde vardır. Onun için insan, Allah Resûlü’nün defaatle dediği gibi, “Ey kalbleri eviren-çeviren Allahım. Benim kalbimi dinin üzerinde sabit kıl!” demeli ve Rabbisine dua dua yalvarmalıdır. Hatta bana göre bu dua, değil günde 3 defa, 50 defa okunsa yine de azdır. Çünkü hassaten günümüzde dalâlete giden yollar, mahlukatın soluklarının kat katı adedince. Evet, bugün, kayma noktaları o kadar çok ki, bu ve benzeri dualarla Rabbine sığınmayan insanın istikamette kalabilmesi oldukça zordur.
Öte yandan hiç kimse kalkıp “Ben aklım ve mantığımla doğru yolu bulmuş yürüyorum, kaymam mümkün değildir.” diyemez ve dememelidir de, zira Allah Resûlü o fetanet-i âzamıyla doğru yolu bulabilmeye müsait olmasına rağmen, yine sabah-akşam hep bu duayı okuyordu. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun böyle davranmasını yadırgayıp, “Acaba buna gerek var mı?” gibi düşünen insan, –bana göre– farkına varmadan kendini merede-i şeytanın zimmetine salmış demektir.
Hâsılı, istikamet çok önemlidir. Bunun için de önce usûl-ü İslâmiyeyi bilme ve onun ardından da sürekli Rabbimiz’e yalvarma, yakarma şarttır.
İnsan, bahsini ettiğiniz duaya gerek yok, nasıl olsa kurtulurum düşüncesine neden girmiş olabilir?
Öncelikle şunu ifade edeyim ki, bir insanın kafasında ahirette kurtulma veya kurtulamama mülâhazası yer etmemişse, o insan boşlukta yaşıyor demektir. Dolayısıyla insanın bomboş olmaması, boşlukta yaşamaması güzel ama kendini garantiye almış görmesi de en azından bir küstahlıktır. Bakın Esved b. Yezid –ki Ebû Hanife gibi dâhilerin hocasıdır– bir gecede yüz rekât namaz kılar ve devamlı ağlar. Kendisine sorarlar, “Günahlarına mı ağlıyorsun? “Hayır” der Esved b. Yezid, “Dünyanın ötesinden korkuyorum.” Hâlbuki bu zatı öldükten sonra birisi rüyasında görür ve ona sorar: “Ne muamele gördün?” O, “Peygamberlikle aramda, bir mesafe kaldı.” der.
Bir de Bediüzzaman Hazretlerinden bir misal arz edeyim. Üstad’a Zübeyr b. Avvam misali havarîlik yapmış olan, âbid, sâcid, müttaki Zübeyr Abi bir gün, “Üstadım, akıbetimden çok korkuyorum!” der. Üstad birden sert bir sesle ona “Korkma, titre!” cevabını verir. Evet, ahiret çok pahalıdır ve onun için sadece bir korkma yetmez, titremeli ve gereğine göre hareket edilmelidir.
Bana göre, bırakın akıbetimizden emin olmayı, biz bu eracif içinde nasıl küfre girmiyoruz ve bunca kirlilikler karşısında kalbimizi, iman noktasında nasıl canlı tutabiliyoruz, esas ona şaşırmalı ve Allah’ın ihsan ettiği bu engin lütuflar karşısında iki büklüm olup, şükran secdesine kapanmalıyız…
Gaflet arıyorum diyen velilere ne diyeceğiz?
O, ehlullah arasında geçerli olan bir olgudur. Hayatını daimî mehafet, mehabet altında ve sürekli ciddiyet içinde geçiren insanlar, bazen nefes almak isterler. Yani bunlar, başlarını yastığa koydukları zaman, vicdanî muhasebesinin hâsıl ettiği sarsıntı ile kalbi duracak, çatlayacak hâle gelir, işte bunlar azıcık teneffüs etmek için fâniyat u zâilata yönelirler. Yoksa bizler gibi her gün bin bir türlü inhiraf ile yüz yüze ve zaten gaflet içinde hayatını sürdürenlerin, gaflet-i muvakkate-i sun’iyeye ihtiyaçları yoktur.
Kalbin Allah ile olan irtibatı iradî midir, gayri iradî midir? İkisi de söz konusu ise hangisi makbuldür?
Kalbin Allah ile hem iradî hem de gayr-i iradî irtibatı vardır ve tabiî ki iradî olanı daha makbuldür. Yalnız gayr-i iradî olarak yapılan irtibatlarda da yine Allah (celle celâluhu) mutlaka irtibatın gereğini yerine getirir ve onun sevabını verir. Meselâ, siz “Allah” deseniz, O da size “Kulum” der. Siz Allah’ı sevseniz, O da sizi sever. “Razıyım Senden” deseniz, rızasına ulaştırır.
Fakat bütün bunların iradî olarak yapılması esastır. Meselâ, bir yerde Allah’ı anlatacaksınız. Konuştuğunuz şeylerin onda dokuzu O’nu anlatıyor ama, onda biri kendinizi anlatıyor olabilir. Veya halk içinde Hakk’ın temsilciliğini kendi davranışlarınızla göstereceksiniz. Davranışlarınızın onda dokuzu O’nu gösteriyor, onda biri ile kendinizi ön plana çıkarıyor olabilirsiniz. İşte bunu hissettiğiniz anda, hemen kendinizi sorgulayarak, o onda birlik şeylerden dahi vazgeçmelisiniz.
Bu insanın, O’na ait olmayan şeyleri söylememesi, bakmaması, düşünmemesi, yaşamaması vb. demektir. Fakat takdir edersiniz ki, bu o kadar kolay da değildir. Bunun hayata geçirilebilmesi sürekli irade ve cehd, sürekli azim ve gayret ister. Bir defa yapınca bitecek bir şey de değildir bu. Değişen ve sürekli bir sel gibi akan hayatın bütün saniyelerinde ya da bütün bir ömür boyu yapılması gerekli olan bir mücadeledir. Hatta bu konuda zirvelere çıksanız, peygamberlerin hemen altındaki mertebelere erişseniz dahi, şayet o zirvenin gerektirdiği mücadeleleri vermezseniz, başaşağı, derin bir çukura düşmek ihtimali vardır.. evet, yukarılara doğru tırmandıkça mücadelenin daha da ağırlaşacağı muhakkaktır.
Öyleyse çok sık sözünü ettiğimiz “Halk içinde Hakk’ın temsilcisi olmak” çok zor.
Çok zor tabiri bunu karşılamaz. Daha ağır bir tabir bulmak zorundayız. Zira halk içinde Hakk’ın temsilcisi demek, peygamber mesleğine talip olma ve onu temsil etmek demektir. Onu yapabilmek için de peygamberâne aşk, şevk, gayret, azim, cehd ve irade gerekir.
İnsanın bunu yapabilmesi ise, öncelikle “iç irtibatı” diyebileceğimiz niyete, kararlılığa bağlıdır. Ardından bu iç irtibat, niyet ve kararlılığın fıtratla bütünleşmesi, insanın tabiatının bir yanı hâline getirilmesi gelir ki, siz buna tabiatın ibadetle bütünleşmesi de diyebilirsiniz. Üstad’ın sâika ve şâika dediği latîfeler de bu görevleri yerine getiriyor olabilir.
Evet, düşünme dediğimizde hep O’nun hissedilmesi altında düşünmeli, beyan O’nu mülâhaza ile preslenmiş olarak ağızdan çıkmalı, bakma dendiğinde gözler O’nun rızasına ayarlı şeylere bakmalı.. hâsılı her şeyimizi O yönlerdirmeli ve dahası, insan bütün bunları peynir-ekmek yeme kolaylığı içinde bir tabiî hâdise gibi yerine getirmelidir. Dini duyguların, fıtratla bütünleşmesi ve insan tabiatının bir yanı hâline gelmesi de bu olsa gerek.
Sonra halk içinde Hakk’ın temsilcisi olma, “kavs-i urûc”dan sonra bir “kavs-i nüzûl”dür. Urûcu olmayan birisi için ise böyle bir şey söz konusu değildir. Kavs-i nüzûl, urûcun ötesinde ayrı bir derinliktir ve dava-yı nübüvvetin vârislerine hastır. Yani seyr u sülûkünde belli mertebeleri kat etmiş, cennet kapılarının kendisine aralandığına şahit olmuş, ölümün güler yüzünü görmüş, ondan “Gel, gel!” şeklinde davetiyeler almış ve gördüğü bunca iltifat karşısında iştiyakla oraya gitmek isterken, birden لَا حَوْلَ deyip geriye dönmüş; geriye dönmüş zira burada Hak namına halkın arasında yapılacak daha çok iş var.. evet, gerçek temsilcilik işte böylesi insanlar için bahis mevzuudur.
Bana göre, en azından bu kadarcığı olsun yaşamamış insanların halk içinde Hakk’ın temsilciliğini yapması, Hakla beraber olması düşünülemez. Ve yine bana göre Kur’ân’ın وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ “Şükreden kullarım ne kadar da azdır.”1 Yine ثُلَّةٌ مِنَ الْأَوَّلِينَوَقَلِيلٌ مِنَ الْأٰخِرِينَ “İlklerden bir grup, arkadan gelenlerden ise daha az.”2 âyetleri bu hakikate işaret eder.
Son bir şey daha ilave etmek istiyorum. Bunlar ferdin kendi kendine düşüneceği şeyler. İnsanları böyle düşündürmek elimizden gelmez. Allah’tan hidayet ola! Dolayısıyla hiç kimseye “Sen böyle değilsin!”, “Sen gâfil ü nâdânsın!” demek doğru değildir. Aksi hâlde zorlama olur ki, onunla bir yere varılamayacağı ve varılmadığı da meydandadır.
Halkın temsilciliğini cidden yapmayı isteyenler nelere dikkat etmeli, nasıl bir yöntem izlemelidirler?
Bana göre önce, insanın kendini keşfetmesi lâzım. “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” beyanından hareketle, insan, nerede, hangi seviyede olduğunu bilmeli ki, bu çok önemlidir. Kimseyi aldatmanın bir mânâsı yok. Yorumlara, tevillere girmek kimseye bir şey kazandırmaz. Her insan davranışları ile kendi tabiatının rengini aksettirir. Öyleyse, öncelikle onun keşfedilmesi gerekir. Meselâ, Kur’ân, “Hayır! Siz âcile’yi (peşin olanı) sever, ahire’yi bırakırsınız.”3 buyurur. Evet, peşin olanı, daha sonra verilecek olana tercih etme bizim insanî tabiatımızın icabıdır.
Bunu bilmeli, sonra da bu tabiatı terbiye etme cihetine gitmeliyiz. Bu da, insanın nazarını fenâdan bekâya çeviren mürşitlerin yaptıklarını yapmak demektir. Hakikat-i hâle gelince, çoklarımız günde en az iki-üç saat konuşuruz. Acaba bu iki-üç saatlik gevezelik içinde dinin “ümmehat” dediği ana meselelere ait ne kadar zaman ayırırız? Şayet, futboldan, siyasetten konuştuğumuz kadar, ümmehat hakkında konuşmuyorsak, Hakk’ın temsilciliği makamını yakalamamız çok zordur.
Bütün bunlar başta herkese zor gelebilir. Ne var ki her şey başta biraz da tekellüfle başlar. Öyleyse insan kendini biraz zorlamalı, gayretleri ciddî bir aşk ve şevke iktiran etmese bile, sözü evirip çevirip Allah’ı ve ümmehat dediğimiz meseleleri anlatmaya getirmelidir. Aksi hâlde insanın yollarda takılıp kalması kaçınılmazdır.
Bir üçüncü merhale olarak, nazarî bilgilerin ötesinde bütün bu anlatılanların bir “ilm-i sâni” olarak vicdanda duyulması, hissedilmesi gerekir ki, esas hedef de işte budur. Aslında velinin, zevken ve keşfen elde etmek istediği şey de budur. Ancak bu mertebeye yükselebilmenin yolu, önce de ifade ettiğimiz gibi, her yerde ve her fırsatta Allah’ı anlatmaktan, konuşmaktan, müzakere etmekten geçer. Öyleyse gelin, mukaddes bildiğimiz değerler üzerine yemin edelim; bizim her mecliste birinci meselemizin bu olduğuna.. şayet, dünyaya ait on dakika konuşursak Hakk’a ait yarım saat konuşacağımıza.. aksi hâlde ………..” diyelim, birbirimize söz verelim.. ve İbrahim Hakkı’nın tavsiyeleri çizgisinde, gece-gündüz hep O’nunla olalım:
“Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gâfil
1 Sebe sûresi, 34/13.
2 Vâkıa sûresi, 56/13-14.
3 Kıyâmet sûresi, 75/20-21.