ALLAH (celle celâluhu)

Soru: Rabbimiz’i anlama ve anlatma mevzuunda malumat verir misiniz?

Cenâb-ı Hakk’ın bilinmesi, yaratılışımızın hedefi ve fıtratımızın da gayesidir. Her şeyden önce O’nun yolunda olmak, ancak O’nun tam bilinmesiyle devamlılık kazanır. Onun için öncelikle fert planında gönüllerimizin onarılması, donatılması ve itminana ermemiz hatta zevk-i ruhanî ile kanatlanmamız, sonra da toplum hâlinde, o toplumun hücreleri sayılan aileler planında huzura kavuşmamız bu yolla mümkün olabilecektir.

Bu sayededir ki insan, kendisi için mukadder olan ufka ulaşabilir. Ancak bütün bunlar, O’nu azametiyle kavramaya, O’ndan gelen sinyallere devamlı açık bulunmaya, O’nun bu mevzudaki ihtarlarına kulak vermeye bağlıdır. O (celle celâluhu), kendi beyan-ı sübhanisiyle anlattığı gibi كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ “Her an O, kemmiyetsiz, keyfiyetsiz ayrı bir hâl ve ayrı bir şe’ndedir.”1 Yani O, her an yaratmakta, her an, yarattığı şeyleri en mükemmele irca etmekte, onlara yeni yeni suretler, keyfiyetler giydirmekte.. ve tabiî her an Kendisini değişik dillerle mahlukatına anlatmaktadır.

O, bir kere anlatmış da sonra kitabı kapatmış, “Bildiğinizle amel edin!” dememiştir. İnsan, zamanın ve mekânın hangi parçasında bulunursa bulunsun, istediği takdirde, bu kudsî dersten bir kısım paragraflar, cümleler, kelimeler duyabilir, anlayabilir. Bu sayede hayatının gayesi, fıtratının neticesi olan bu yüce hakikati, bir kere daha idrak eder, onunla dolar, itminana erer, kalbî huzura kavuşur, zevk-i ruhanî ile kucaklaşır ve daha dünyadan göçmeden Cennet’in bir çekirdeğini içinde inkişaf ettirerek Cennet hayatını dünyada –Allah’ın izniyle– yaşayabilir.

Aslında, Zât-ı Ulûhiyet hakkında verilecek her malumat, bilhassa mübtedî insanlar için, onların elinden tutup ve önlerindeki mâniaları bertaraf ederek, onları âdeta güneşle yüz yüze getirme ameliyesi ve gayreti demektir. Güneş, bizim kendisini göstermemizden çok çok muallâ ve mübecceldir. Hemen herkes, gözünü açtığı ve nazarını ona tevcih edebildiği ölçüde onu görebilir ve ondan istifade edebilir. Ancak bazı kimselerin gözleri küsûfa tutulduğundan onların rehbere ihtiyaçları vardır.. ve ellerinden tutulup, güneşi görebilecekleri bir ufka götürülmeleri gerekmektedir.

İşte bunun içindir ki bizler çok defa deliller âleminde dolaşırız.. dolaşır ve etrafımızdan Allah’ın varlığına şahitler ararız. Aslında bu da Kur’ânî bir yoldur. Allah, yüce kelâmında, yer yer eşya ve hâdiseleri ele almış, onun sinesinde Kendisine giden yolları bizlere göstermiştir. Yüzlerce yerde, Kur’ân elindeki asasını yere vurmuş, oradan su fışkırtmış ve bu “âb-ı hayat”ı çıraklarına, çömezlerine içirmiş ve “Unutmayın O’nu!” ihtarında bulunmuştur. Dahası hedefe varılacak yolun en kestirmesini göstermiş ve herkesin “mârifetullah” balını ve peteğini kolaylıkla elde edebilmesi için âdeta bir reflektör vazifesi görmüştür. Aslında bir çiçeğin gamzesinden, bir rüşeyme uzanan yolda Cenâb-ı Hakk’a giden yolu hemen her zaman bulmak mümkündür.

İşte, günümüzün irşat kahramanları da, insanları, güneşi rahat görebilsinler diye delâil ve şevâhid ufkuna götürüyor, hem kendileri hem de başkaları görsün, bilsin diye avaz avaz O’nu (celle celâluhu) ilan ediyor, O’nu haykırıyor ve “Biz bu yollarda Senin şahidleriniz.” diyorlar…

Evet, öteden beri gözleri küsûf tutmuş, bakışları maddeye takılıp kalmış olan bazı kimseler, göremedikleri şeyleri inkâr edegelmişlerdir. Hâlbuki “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiştir. Göz ise mânâya karşı kördür.”

Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: Her şeyin bir arama yolu vardır. Bizler, maddeyi, duygularımızdan akseden düşüncelerimizle, vicdanlarımızla değerlendirebiliriz ama madde ötesi şeyler ve metafizik hâdiseler, daha başka şeylerle değerlendirilmelidir. Binaenaleyh maddeyi ararken kullandığımız usûl ve metotlarla mânâyı anlamak istersek, araştırma adına dökülür yollarda kalırız. Hatta delillerle Allah’ı (celle celâluhu) anlatırken, maddeyi kendi karakteristiği, kendi hususiyetleri içinde ele alırsak maddeye saplanır kalır, metafizik hâdiselere onca ehemmiyet vermemize rağmen, bir çeşit maddeci veya natüralist oluruz. Bu yüzden, önce her şeyin usûlünce araştırılması çok önemlidir.

Şimdi zannediyorum göremediklerini inkâr edenlerin, o delilsiz iddiaları kendiliğinden çürümüştür. Evet onlar, mânâyı, hep maddeci usûllerle arıyorlar.. arıyorlar sonra da dökülüp yollarda kalıyorlar. Hâlbuki bizler, cazibe kanununu göremiyoruz ama kabul ediyoruz. Mıknatıs hakkında mahdut bilgimize rağmen, âsârını tespit edebiliyor ve onu da kabulleniyoruz.

İnsanoğlunun eliyle tutabileceği, gözüyle görebileceği, kulağıyla duyabileceği şeyler gayet mahduttur. Röntgen ışınlarını göremediğimiz gibi, karıncanın ayak seslerini de duyamıyoruz. Aslında her var olanı görüp her sesi de duysaydık, bu hayat bizim için yaşanmaz hâle gelirdi. Mahdut görüş ve duyuşlarımız da, Rabbimiz’in bize olan lütuflarının ayrı bir derinliği olsa gerek.

Öyleyse bizler, her şeyi kendi yolunda araştıracak, delillere başvuracak ve her objeyi kendi laboratuvarında denemeye tâbi tutacağız ki, Allah mârifetine –inşâallah– ulaşabilelim.

Ne var ki –insanlığın tali’sizliği– beşer, kadimden bu yana hep aynı vartalarla Allah’tan uzaklaşmış ve küfür bataklığında boşu boşuna çırpınıp durmuştur.

Evet, bir kere daha hatırlatalım ki, neyin, nereden, nasıl alınacağı bilinemediğinden dolayı hep yanılmalar olmuş ve ardı ardına inhiraflar meydana gelmiştir. Biz buna bakış zaviyesinin bozukluğu da diyebiliriz. Evet, ilk başta bir sapmanın meydana gelmesi, bunu zulmün, haddi aşmanın takip etmesi ve kendini bilememe gibi hâllerin eklenmesiyle hep hak ve hakikat körü körüne inkâr edilegelmiştir. Yani ta baştan bir yanlış yola girilmiştir ki, yanlış yolun encamı da elbette yanlış olacaktır.

Kur’ân, “Allah bizimle konuşmalı değil miydi?”2 diyenleri anlatır ki, bunlar bakış açıları yanlış insanlardır.. girdikleri yol da, ulaştıkları netice de yanlıştır. Biz buradan şunu anlıyoruz; inhiraf sadece bize ve bizim dönemimize has değil; o, bugünün ateist ve inkârcıları gibi dünün kâfirlerini de benzer şekilde aldatmıştır ki, bu da “küfür tarihî tekerrürleri” demektir. Hz. Salih, Hz. Lut, Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâm) hep benzer şeyleri söylemiş. Ve tarihî tekerrür açısından aynı cevapları almış, aynı akıbetleri paylaşmışlardır. Evet, Rabb’i tanımaya gidilen yolda, bakış açısının da çok iyi seçilmesi şarttır. Firavun, Allah’ı ararken yüksek kuleler yapıp, çıkıp o kulelerin başından Allah’ı bulmaya çalışırken hata ediyor, kendini, bir olmazlar “fasit daire”sine salıyordu. Gökyüzüne ok atarak onu vurmaya çalışan Nemrut da aynı varta ile kendi iflasını ilan ediyordu.

Evet O (celle celâluhu), zâhiren nazarlardan saklıdır ama her şeyden daha ayandır. O, yarattığı şeylerin diliyle, rengiyle, şekliyle, hâliyle, tavrıyla her zaman kendini bize okutturur.. okutturur ama şiddet-i zuhurundan gizlidir. Aslında her şeyde, O’na ait değişik cilveleri görmek mümkündür. Ancak, öyle bir Hâlık’tır ki, sadece bizim görebileceğimiz şekilde, bizim temas edebileceğimiz şekilde cisim olmadan, herhangi bir yer tutmadan da münezzeh ve müberradır. O, bütün sistemleri, kâinatları elinde tutar, onlara hükmeder ve aynı anda bizim soluklarımıza, teneffüsümüze de nigehbandır.

Binaenaleyh, zerreden sistemlere kadar her şeye hükmü geçen bir Zât’ın –hâşâ– bir balon gibi yerden müşâhedesi mümkün değildir ve böyle bir davranış, yanlış bir bakış açısı ve niyet bozukluğunun göstergesidir. Gagarin, küre-i arzın etrafında tur atıp geriye döndüğü zaman, “Allah’a rastlamadım!” sözüyle 20. asırda, firavunca bir düşünceyi ifade etmişti. Allah’ın, küre-i arzın etrafında bir peyk olduğunu kim söylemişti ki, böyle gülünç bir yaklaşımda bulunuluyordu..!

Kendini kibre kaptırmış olanların da Allah’a ve Peygamber’e inanmaları çok zordur. Mekke kâfirleri, kibir ve gururlarından, Mekke’de Velid b. Muğire’yi, Taif’te de Urve b. Mesud’u kastederek, “Bu Kur’ân, Mekke’de veya Taif’teki iki şerefli insandan birine inmeli değil miydi?”3 diyorlardı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), maddî açıdan fakir birisiydi. Ebû Talib’in himayesinde yetişmişti. Dolayısıyla O’nu, o günkü toplum telakkisine takılarak kabullenemiyor ve hazmedemiyorlardı.

Evet, onların kibirleri de inanmalarına mâni oluyordu. Zaten kibir, bir Cehennem zakkumu gibidir, her gafil gönülde neşv ü nemâ bulup gelişebilir. Öyleyse insan inanmayı düşünüyorsa kibirden de sıyrılmalıdır. Hatta Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla hidayete ermiş kibirli bir insan, şayet kibrini terk edemezse kat’iyen yükselemez, iki adım öteye gidemez, hakikat ona inkişaf etmez, o imanda derinleşemez, zevk-i ruhanîyi idrak edemez, hatta hadisin ifadesiyle “Kalbinde zerre miktar kibir varsa, Cennet’e giremez.”

Rabb’i tam bilip tanımada, insanların zulümden de sıyrılmaları lâzımdır. Kur’ân’da: “Allah zalim kavimleri hidayet etmez.”4 buyrulur. Haddini aşma, zulmün değişik bir şeklidir. Haddini aşan İsrailoğulları “Allah’ı bize açıktan göstersene!”5 derken zulmediyorlardı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kâfir cemaat tarafından bazı şeylere zorlanıyordu ve sürekli zulme maruz kalıyordu. Evet, zulüm de diğer unsurlar gibi insanı, küfre perçinleyen bir marazdır.

Bu olumsuz sıfatlara karşılık bir de, insanı imana götüren, onu arş-ı kemalâta ulaştıran ilim, akıl, tevazu gibi vasıflar vardır.

Kur’ân birçok âyetinde âyât-ı tekvîniyeden bahseder. Nazarları göklerdeki âhenge, o âhengin, yerdeki nizamla uyumlu bütünleşmesine ve insanın bu âhenkler kuşağındaki zuhuruna çevirir. İnsan-varlık ve kâinat üzerinde düşündürür; sonra da: “İşte bunlarda ilim erbabı için ibretler, dersler vardır.”6 der. Kerrat ile kâinat kitabının müşâhede edilmesini ister. Böyle bir yaklaşım ise ancak ilimle mümkündür. Öyle ise ilim, cehalet ve inhirafa karşı, insanı imana götürücü yolların başında gelir.

Bir diğer yol da insanın aklını kullanmasıdır. Üstad’ın yaklaşımıyla “Allah kelâmı, kâinat mescid-i kebirinde, kâinatı okuyor.” İnsan, okunan o kitaba, aklıyla bakmalı ve tefekkür etmelidir. Meselâ, “Semavat ve arzın yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akıl sahipleri için âyetler vardır.”7 buyuruyor Kur’ân. Öyleyse insanların yaratılmasından ayrı ayrı dilleri kullanmalarına, yüz çizgilerinin farklılığından seslerine kadar her şey muhakeme edilmeli, akıl süzgecinden geçirilmeli ve bir neticeye varılmalıdır. Evet, bütün bunlar tesadüflerle tekevvün edecek şeyler gibi değil. Bilakis ancak irade ile, meşîetle olabilecek şeylerdir.. evet, işte bu mülâhazalar insana, Allah’a ulaşma yollarını açar ve onu mârifet semalarında gezdirir.

İnsanın düşünmesi, mevcut ve hâlihazırdaki vak’aları çok iyi değerlendirmesi, iman adına atılmış çok önemli ayrı bir adımdır. Şöyle ki, her zaman vak’alar çok iyi rapor edilmeli, sebepler ve neticeler arasındaki münasebetler araştırılmalı ve bu kabîl ameliyelerle sürekli yeni komprimelere ulaşılmalıdır. Ulaşılmalıdır ki imanın vaadettikleri çok iyi bilinsin, iman koridoru hızla geçilsin ve varılması istenilen ufka varılsın.

Bir üçüncü yol, kibrin kalbten çıkarılıp atılması, başka bir ifadeyle tevazudur. Kendini beğenmiş insanların inanmaları çok zordur.. ve bu hüküm Kur’ân’a aittir: “Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri, âyetlerimden uzaklaştıracağım.”8

Yani bunlar kitabımıza bakmak istedikleri zaman, o kitabı kapatacağız. Bir yerde semayı ve zemini müşâhede ettikleri zaman, biz kâinat kitabının ifade ettiği mânâları onlara duyurmayacağız. O, arz u semaya hep başka bir mahluk gibi bakacak, doğruluğa götürücü yolu bulsa bile kat’iyen bu yolda mesafe alamayacaktır. Çiçeklerdeki nağamatı, suların akışındaki hemhemeyi ve demdemeyi duyamayacak, tatlı korolardaki duygulara, ilhamlara… ulaşamayacaklardır.

Evet, kendi içinde mağlup düşmüş ruhların, kâinat baştan sona delil olsa da hatta nebiler gelse ve gürül gürül konuşsalar da onlar yine inanmayacaklardır. Bilakis taşkınlık ve inkâr yolunu, Allah’ı tanımama yolunu bulduklarında, bu sarp yola revan olacak, “Yol budur!” deyip kendilerini boşluğa salacaklardır. Zaten âyetin devamında da öyle buyrulmuyor mu? “Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler de onu yol edinmezler. Şayet azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve gafil olmalarından ileri gelmektedir.”9

Hidayete götüren yollara karşı zulüm, büyük bir mânia teşkil eder.. evet, hidayet kapıları böylesi zalim insanlara hep kapalıdır. Kur’ân, “Allah, kezzap ve inkârcı kimselere hidayet etmez.”10 buyuruyor. Aslında Allah (celle celâluhu) böylesi insanları asla sevmez. Haddini aşmış, mütecaviz, saygısız, terbiyesiz olanlara karşı o, kapıları sürmelemiş ve onların kalblerini mühürlemiştir. Bu demektir ki, onların içlerine, iman ve irfan adına hiçbir şey girmeyecektir. İman ve irfan sahipleri bu tablo karşısında içlerine akıp akıp gelen ışık hüzmelerini müşâhede edecekler ama, ötekiler aynı tablodan hiçbir şey anlamayacaklardır.

Tıpkı zulüm gibi, gaflet de insanın, inanmaya giden yolunu kesen bir devdir. İnsan bunu aşmadıkça iman ufkuna ulaşamaz. İnsanların hesaba çekilecekleri gün yaklaştı. Hâl böyle iken onlar gaflet içinde ve yüz çeviriyorlar.”11 diyen Kur’ân-ı Kerim, sık sık bu canavara karşı bizi uyarır. Evet, insan, gaflet içinde ellerini kaldırıp dua ediyorsa, kabul olunmasını Allah bilir, ihtimal böyle bir dua, döner o insanın yüzüne çarpılır. İşin doğrusu, ne dediğini bilmeyen, dediğinin şuurunda olmayan kimselerin duasına cevab-ı savab verilmez. Öyleyse duaların en mühimi, insanın bizzat gafletten kurtulup hidayet için yaptığı duadır. Aksi hâlde kırık plakta iğnenin hep aynı sesi çıkarması gibi, gaflet içinde bulunan insan da, çok iş yapabilir, çok söz söyleyebilir ama kat’iyen mesafe alamaz.

Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, zâhiren ve madde planında zirveleri tutan pek çok kimsenin niçin hidayete eremediği kendi kendine anlaşılır.

Belli bir noktaya ulaşmış, belli bir makama gelmiş ama aramayı bilememiş, bilip hak yola revan olamamış, olamamış da kalbine mühür vurulmuş ki böylelerinin hidayete ermeleri imkânsız olmasa da çok zordur. Bunların, hidayete ermeleri ancak kitle ruh hâleti içinde olabilir. Evet, İslâm seylapları, bir gün her şeyi önüne katıp sürükler ve bu müthiş akış ve vakum karşısında herkes imana koşarsa, işte o zaman bu tipler Müslüman olabilirler. Devr-i Risaletpenâhî’de sonuna kadar direnen Ebû Süfyan, Safvan b. Ümeyye, Akra b. Hâbis ve hatta Hz. Ebû Bekir’in babası Ebû Kuhafe bu şekilde İslâm’la şereflenmişlerdi.

Buraya kadar anlatılanlar ana hatlarıyla Allah’a varmadaki âdâb ve erkâna ait hususlardı. Şimdi Allah’ın varlığının canlı misallerinden bir ikisini arz etmek istiyorum ki, bunların birincisi hudûs nazariyesidir.

Hudûs, eşyanın sonradan var edilmesi demektir. “Eşya kadimdir.” diyenler Allah’a (celle celâluhu) verilmesi gerekli olan ezeliyeti, eşyaya veriyorlar. Ezeliyet ise, zamanda sonsuzluğun adıdır.. ve ebediyetle iç içedir.. onda zaman yoktur. Şayet yeryüzündeki bütün kumlar, çakıl taşları sıfır olsa ve bunların sol taraflarına en büyük bir rakam gelse, bu müthiş sayı, ezeliyetin yanında hiçbir şey ifade etmez. Ayrıca eşyaya ezeliyet damgasını vuranlar, her şeyi kadim görmenin yanında diyorlar ki, bir gün kâinat sönecek, her şey bir humûdet içine girecek. Hâlbuki termodinamik kanunu, onların bu hükmünü tekzip ettiği gibi, hareket kanunu da onları yalanlamaktadır.

Termodinamik kanununa göre bir gün, kâinattaki hareket müsavi hâle gelecek. Bir maddenin sıcaklığı, diğerinden fazla olmayacak ve bu, umumî bir ölüme sebebiyet verecek ki, varlıkta pozitif-negatif diye bir şey kalmayacak.. ve kâinat işlemeyen bir saate dönecek. Eğer kâinat, sonunda yok olacaksa, demek ki, onun ezelî olması mümkün değildir. Evet, her şeyin bir mebdei, her mebdein de bir mübdii vardır. Allah (celle celâluhu), her mebdein Mübdii’dir.

Hareket kanununa göre eşyada asıl olan atâlettir. Hâlbuki biz görüyoruz ki, her şeyde bir hareket var. Atom çekirdeğinin etrafında dönen elektronlardan korkunç büyüklükteki sistemlere kadar müthiş bir hareket, ürperten bir tahavvülat müşâhede edilmektedir. Hareket için bir zaman ve bir mekâna ihtiyaç vardır. İşte bu ihtiyaçları karşılayan, her şeye gücü yeten de Zât-ı Ecell-i A’lâ yani Allah’tır. Evet, hareket edeni durduran, duranı da hareket ettiren yine O’dur.

Evet, sistemlerden zerrelere kadar her şey Allah’a verilmedikçe hiçbir problem izah edilemez. Eşya, sonradan meydana gelmiştir, hâdistir. Her hâdisin bir muhdisi vardır. O da ezelî ve ebedî Allah’tır (celle celâluhu).. ve O, bütün göklerin ve yerin yaratıcısıdır.

Allah varlığının sabah aydınlığı gibi olan münasebetlerinden bir ikincisi de her şeyin çehresinde bir meşîet ve iradenin müşâhede edilmesidir.

İnsanların ağzından çıkan, dinsizliği işmam eden ve ehl-i imanın da bilmeden kullandıkları, eşyanın ortaya çıkışıyla alâkalı –Üstad’ın tabiriyle– üç kelime vardır ki, eşya ya kendi kendine meydana gelmiştir (abiyogenes) ya onu sebepler icat etmiştir veya her şeyi tabiat yapmaktadır. Aslında bu üç dehşetli kelime, doksan muhâlâtı içine alır. Biz, bu üç kelimenin tersine olarak diyoruz ki, her şey irade ve meşîet sahibi bir zat tarafından, onun program, plan ve hesabına göre vaziyet almış ve yaratılmışlardır ki o da mutlak kudret sahibi olan Allah’tır (celle celâluhu).

Yukarıda zikredilen üç kelimeyi kullanan, bunlara veya bunlardan birine inanan ve bu şekilde kendini teselli edenler, esasen kendilerine karşı tenakuz içerisindedirler. Eşyayı tesadüflerle yorumlayanlar, amipe tesadüflerle oldu diyorlar. Hâlbuki bu hücre, o büyülü yapısıyla ve devlet gibi işleyişiyle bir harikadır. Evet, “Hücrenin yapısına şaşakaldık.” diyen Engels, kendisiyle tenakuz içindedir. Hücreye tesadüf diyen, güneşe de tesadüf diyor. Şuursuz atom parçacıklarının biraraya gelerek güneş olmalarına, ısı ve ışık kaynağı hâline gelmesine “Evet” diyenler tenakuzun katmerlisini yüklenmişlerdir. Bütün bunlar, “Kendi kendine oldu.” diyenler, kendi kendileriyle müzaaf çelişki içerisindedirler.

Düşünün ki, biri size bir şiir söylese, meselâ Hüseyin Efendi’nin,

“Derd-i hicrana tabibim bir devâ bilmez misin? Göz ucuyla bir nigâh-ı âşinâ bilmez misin? Hep cefa dersin talim etti üstad sana! Ey cefa-cû nidüyüm semt-i vefa bilmez misin?”

güzel güftesini ele alalım. İster güftesi, ister bestesi kendi kendine, sebepler dairesinde oldu diyenler, “Bu şiir, harflerin yuvarlana yuvarlana bir araya gelmesiyle olmuştur.. bestesi, ağaçların nağmelerinden bulunmuş, ona göre tespit edilmiştir.” demek gibi bir garabet içindedirler.

Hâlbuki daha sırrını tam olarak çözemediğimiz göz, bundan daha basit değildir. İnsanın kalbi, beyni hâlâ tam keşfedilememiş birer muamma gibidir. Evet, insanın bir muhteşem âbide hâlinde yaratılışını tabiata vermek, kendi kendine oluyor demek veya sebeplere bağlamak, kâinattaki âhenk ve nizamı görememe değil de ya nedir?..

Atmosferdeki oksijen nisbeti, dünyamızın dönmesi ve dönerken de bir meyille dönmesi, güneşin bize olan uzaklığı.. ve daha neler neler… hepsi o muhteşem Hâlık’ın, o tesbihe, takdise şâyeste Allah’ın icraatı, O’nun sanatı, O’nun meşîeti, O’nun yaratması değil midir?

Hayat da, başlı başına bir muamma ve Cenâb-ı Allah’ın varlığının delillerinden bir diğeridir.. evet, hayat, öyle bir muammadır ki, onu da kuru maddiyecilikle izah etmek mümkün değildir. Hayat, bilhassa üç nokta itibarıyla apaçık Allah’ın varlığına delâlet eder.

Birincisi, hilkatin mebdei yani hayatın başlangıcı itibarıyla. Evet, Allah (celle celâluhu) Hayy’dır. Hayat kaynağı ve hayatı veren, verdiği gibi de alacak olan O’dur. O, “Yuhyî ve Yumît”tir.. ve aynı zamanda Kayyûm’dur. Yani verdiği hayatı âhenk içinde devam ettiren ve her an her şeyi görüp gözeten O’dur. Biz bir organizmanın hayatı gittikten sonra bütün teknik imkânlarımızla seferber olsak bile, onu yeniden hayata döndüremeyiz. Öyle olsaydı, herkes kendi yakını vefat ettiğinde, onu tekrar hayata döndürürdü. Hâlbuki etrafımızda devamlı ölümler cereyan ediyor. Ve biz bu geliş-gidişin muamması karşısında, olup bitenleri sadece şaşkın şaşkın seyrediyoruz. Allah (celle celâluhu), hayatı, varlığına bir ayna yapmış, Kendini bir kere de onda göstermektedir. Zira hayatın mülk ve melekût yönleri, doğrudan doğruya Cenâb-ı Allah’a bakmaktadır. Onun için evvelâ, kâinatın hilkatı mevzuu, hilkatin nizam, rahmet ve adalet buudu, yeryüzünde hayatın zuhuru sebeplerle izah edilememiştir. Evet, bunları sebepler dairesi içinde izah etmek imkânsızdır. Gerçi sebepler vardır ve Allah (celle celâluhu) icraatını ona göre yapmaktadır ancak ilk hilkat, mucizedir.

Bu mevzuda ikinci nokta, tenevvuattır. Ayrı ayrı varlıkların meydana gelmesi diye ifade edebileceğimiz tenevvuat, hayat muammasının ikinci buudu, Allah’ın varlığının önemli bir delilidir. Allah (celle celâluhu), dilediğini dilediği gibi yaratır. O, mahlukatı farklı farklı yaratmış ve nevilere ayırmıştır. İnsanlar bile ayrı ayrıdır. “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık.”12 âyeti bunu açık olarak ifade eder.

Bu meselenin bir diğer yönü de ahlâk mevzuudur. Psikolojinin ve pedagojinin ilgi alanı olan bu mesele, insanın faziletiyle alâkalıdır. İnsan, benliğinin sırlarını kavrayarak ubûdiyet şuuruyla kanatlanabiliyor ve cismaniyetinden uzaklaşabiliyor. İnsanlar içinde şehevî duygu ve düşüncelerini arkada bırakabilen öyle rabbânîler var ki melekleri bile geride bırakabiliyorlar.

Evet, hiçbir kabiliyet ve istidadı olmayan cansız ve camid maddede ahlâkın bu ölçüde bulunması dahi başlı başına bir harikadır ki, o da yine Allah’ın varlığına bakar. Demek ki, etten kemikten ibaret olan insan, bu ölçüdeki ahlâkıyla da yine Rabbinin varlığının delillerinden oluyor. Ahlâk mefhumu, insana has bir keyfiyettir. Bunu taşta toprakta bulamayacağımız gibi, etrafımızdaki diğer canlılarda bulabilmemiz de mümkün değildir.

İşte, yukarıda zikredilen bu üç yolla hayat dediğimiz muamma, Cenâb-ı Hakk’ın varlığına delâlet eder ki, Allah (celle celâluhu) her varlığı, hangi kalıp içinde, nasıl programlamış ve sahneye sürmüş ise, o öyle devam edegelmiştir. Ne evolüsyonla ne mutasyonla ne de başka bir şekilde bir canlının meydana gelmesi, hatta cins değiştirmesi mümkün değildir. Güvercin, güvercin olarak yaratılmış ve öyle kalmıştır. Tavuk, tavuk olarak yaratılmış ve öyle devam etmektedir. Hatta bunlardan kısmen değişikliğe uğrayan melezler her zaman akîm kalmış, başkalaşma süreci bir yana, tabiî tenasül sistemini bile koruyamamıştır.

Bu itibarladır ki Cenâb-ı Hak, bir bakıma meydan okuyor gibi, “Ey insanlar dikkat edin, size bir misal verildi, şimdi onu dinleyin: Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) onun için biraraya gelseler bile, bir sineği dahi yaratamazlar.”13 buyuruyor. Burada, bir tek sineği bile yaratamazlar demek suretiyle hayatın ve hilkatin Allah’a (celle celâluhu) ait olduğuna parmak basılmaktadır. Bu mevzuda şimdiye kadarki araştırma ve tecrübeler şunu göstermiştir ki, bu kapı daima kapalı kalacaktır, hayat, bir muamma ve hem mülk hem de melekût yönleriyle daima Allah’ı gösteren bir ışık kaynağı olarak devam edecektir. O devam edecek, biz de bunlardan istidlâlde bulunarak önümüzdeki perdenin verâsında O Ezel ve Ebed Güneşi’ni görmeye çalışacağız.

Ayrıca, rahmet de yine her iki yanının nuraniyeti cihetiyle O’nu gösterir ve O’na imada bulunur.

Evet, rahmet, gayet geniş olarak Hâlık-ı Âzam’ın varlığına delâlet eder. Bu mevzua kavlî dua açısından yaklaşılırsa mesele daha iyi anlaşılabilir. Kavlî dua, esbap dairesi dışında Allah’a teveccüh etmek demektir. Dua, insanlardan, insanların güçlerinden, esbap ve esbaba isnad edilen her şeyden sıyrılarak, her şeye gücü yeten bir Zât-ı Ecell-i A’lâ’ya teveccüh etmek demektir. Bakınız Hz. Nuh (aleyhisselâm), “Allahım, yurt ve yuva tutacak şu kâfirlerden bir tanesini bırakma, bir tane kalırsa yine kâfir, yine facir doğuracaktır.”14 diye beddua etmiş.

Evet, o kavmini şu kadar sene irşat etmesi, hak ve hakikati anlatmasına rağmen, onların inanmamaları karşısında rahmetten gazaba yönelmiş.. ve neticede ortalığı seller almış.. yer kaynamış.. batan denizler olmuş.. yeni denizler meydana gelmiş.. zirveler dahi insanlara vefa etmemiş.. ve Allah, kulunun duasını kabul buyurmuş.

İbrahim (aleyhisselâm), çölün ortasına hanımını, çocuğunu bıraktıktan sonra, Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. (…) Ey Rabbimiz! Ey Sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, çocuklarımdan bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve meyvelerden onlara rızık ver. Umulur ki, bu nimetlere şükrederler.”15 diye dua etmiş. Allah (celle celâluhu) bu duayı öyle bir kabul buyurmuş ki, o gün-bu gün insanlık akın akın o emin beldeye gidiyor, Kâbe’yi tavaf ediyor.. ve orası öyle mukaddes bir yer oluyor ki, Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar meleklerin ve ruhanîlerin metafı hâline geliyor.

Devr-i Risaletpenâhî’de de dualar edilmiş ve bu dualara cevap verilmiştir. Daha Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlik gelmeden O’nun yüzü suyu hürmetine yağmur istenmiş; istenilmiş ve daha eller aşağıya inmeden bardaktan boşanırcasına yağmur yağıvermiştir. Bi’setten sonra da bu ve benzeri duaların tesiri hep devam edegelmiştir.

Duada azim bir tesir vardır ve dua mahz-ı ubûdiyettir. Evet “Dua edin, icabet edeyim.”16 demek suretiyle Cenâb-ı Hak, bizlere aynı zamanda dua ile Kendi varlığına istidlâl yolunu göstermektedir.

Kur’ân, “Darda kalan, dua ettiği zaman, ona icabet eden kimdir? Düşündünüz mü?”17 diyor. “Kullarım Beni sana sordukları vakit, de ki, Ben onlara yakınım, Bana dua ettiği zaman dua edenin dileğine karşılık veririm.”18 buyuruyor. Öyleyse insanlar, her zaman Cenâb-ı Hakk’a duada kusur etmemelidirler ki, aslında öyle dua edenlerin alınları ve çehreleri Allah’ı gösteren birer mücellâ ayna hâline gelir.

Bazen insanın başından geçen şeylerin, onun kendi nankör nefsini ikna etmesi bakımından da ayrı bir önemi vardır. Bakın bir misal arz edeyim. Bir yerde arkadaşlar bir araya gelmiş, kitap okuyorlar. Hodfuruş, gaddar bir kesimin bazı planlar çevirdiklerini duyunca da toplanıp dua ediyorlar. Bunlardan bazıları Ashab-ı Bedir’i okuyor. Bedir Ashabı ki, onlar kimsenin kendileriyle boy ölçüşemeyeceği kimselerdir. Şöyle ki, harbin, vuruşmanın ne demek olduğu bilinmediği bir dönemde, kendilerinden kat kat üstün bir düşmanla yaka-paça olmuş ve din-i mübin-i İslâm’ı, onun yüce peygamberi Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) savunmuşlardır. Ve hele onların arasında, Uhud’da da bu kahramanlığına ayrı bir buud kazandıran Hz. Hamza (radıyallâhu anh) vardır ki, o bir aslanlar aslanıydı.

Evet, işte bu sıkışık zamanda bu insanlar Hz. Hamza’ın ruhaniyetine tazimat ve tekrimatlarını arz ediyorlar. Oradakilerden birisi çadırında uyku-uyanıklık arası, birdenbire bir manzarayla karşılaşıyor. Başlarında miğferleri, ellerinde tuğları, sırtlarında zırhlarıyla müthiş bir ordu tarrakalar çıkararak oraya geliyor, kim oldukları sorulunca da Ashab-ı Bedir oldukları söyleniyor. Hatta onlardan biri, Cenâb-ı Hakk’ın kuvvet ve kudretini temsil etme bakımından, elindeki mızrağı, delinmez gibi görünen kapıya vurunca, kapının bir tarafından giriyor, öbür tarafından çıkıyor. Tam o mızrağın atılması esnasında, başka bir yerde başka bir hâdise cereyan ediyor. Kötü düşünce ve kötü duyguların esiri bir kısım sefil ruhlar, tam onların bulunduğu yere gelirken, virajda kaza yapıyor ve bu kazada arabaları yanıyor, dolayısıyla da mızrağın nereye atıldığı tebeyyün ediyor.

Bu ve buna benzer hâdiseler o kadar çoktur ki, omuz omuza verip biraraya geldikleri zaman, Allah’ın varlığına ve birliğine delâlet eden kocaman bir projektör ve bizi O’na bağlayan kocaman bir halat ya da O’na götüren ışıktan bir helezon hâlini alır. Ve biz bütün bunlardan, rahmetin cilvelerini görüyor, Rabbimiz’in inayetini müşâhede ediyor gibi oluruz.

Rahmetin bir diğer delâlet yönü de, Cenâb-ı Hakk’ın, yarattığı her varlığı, o varlık için hedef olan noktaya sevk etmesidir. Allah (celle celâluhu) sade yaratmakla kalmaz, aynı zamanda herkesi istidadı ölçüsünde, onun için mukadder olan hedefine ulaştırır. Bu çizgide, her uzuv âdeta bu şevkle işler. Ağzımıza lokmayı koyduğumuz zaman beyine hemen bir şifre, beyinden mideye ayrı bir şifre gönderilir. Mide yemeği hazmetmeye hazırlanır ve bir kısım asitler ifraz eder.

İşte bütün bunlar birer şevktir. İnsanın içinde hissettiği bir kısım duyguların onu belli hedeflere yöneltmesinden, arının gidip çiçeklere konmasına, çiçeklerin özlerini alıp bal üretmesine, bu uğurda mesafeler katetmesi, bu upuzun yollarda şaşırıp kalmadan geriye dönmesine kadar hepsi birer şevk içinde sevktir. Giderken bir hesap için gidecek, dönerken bir hesap içinde dönecek ve bütün bunları o küçücük kafasındaki programa göre gerçekleştirecek…

İnsan da bu programı koyan eli görür, o programı işletmek için, arının içine bir şevkin atıldığına şahit olur ve “Lâ ilâhe illallah” der.

Rahmâniyetin ayrı bir cilvesi de Cenâb-ı Hakk’ın zemin yüzünü bin bir güzelliklerle tefriş edip önümüze sermesidir. Evet, göklerde ve yerde ne varsa hepsi, en iç açıcı şekilde tanzim edilmiş ve en göz kamaştırıcı hâliyle nazarlara arz edilmiştir. Her şey o kadar güzeldir ki, insan başını kaldırıp semalara baktığı zaman şairane ilhamları coşar, dönüp yeryüzündeki güzellikleri görünce de ayrı bir ruh hâleti yaşar.

Denizler çok güzeldir. Onların rüzgârla cilveleşmeleri ondan da güzeldir. İnsanın kaşı, gözü, kulağı, ruhu, ahlâkı çok güzeldir. Allah yarattığı her şeyi çok güzel yaratmıştır.”19 Ve bütün bunlar hiç de tesadüfe verilmeyecek kadar, insanın en ince zevklerini okşayacak ölçüde güzellerden güzeldir. Her şey bir tatlılık ve güzellik içinde iç içedir. İşte bu mükemmel âhenk ve nizam, bir Nâzım-ı Âzam’a delâlet etmektedir.

Rahmetin bir diğer buudu da hikmettir. Cenâb-ı Hak, abes hiçbir şey yaratmamış, aksine her şeyi yerli yerince halketmiştir. Kâinatta ne eksiklik ne de fazlalık vardır.. onun içindeki varlıklarda da her şey tam bir tenasüp içindedir: Denizlerin tuzlu olması, güneşin bize olan uzaklığı, yer kabuğunun kalınlığı, atomların sayılarına göre dizilişi hep hikmettir ve Cenâb-ı Allah’ın rahmetinin sâdık birer şahitleridirler.

Gözlerimiz, her yönüyle tam bir harikadır.. ve onlarda her şey yerli yerincedir. Âzamî tasarruf prensibi bakımından hem korunması hem de insan hayatı adına, gözler için bundan daha mükemmel bir konum düşünülemez. Kulak da burun da dudak da yanak da öyledir. Bunlardan bir tanesinin yeri değişse, ahsen-i takvîmin önemli bir buudu olan çehre, sevimsiz bir hâl alır. Eller, ayaklar ve vücudumuzdaki bütün mafsallar da böyledir. Onun için Muhbir-i Sâdık (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İnsanın vücudunda şu kadar mafsal vardır, hepsi de hamd ü sena ister. Binaenaleyh siz sadaka verdiğiniz zaman, Rabb’in size bahşettiği bu nimetlere şükürle mukabele etmiş olursunuz. Şayet bunları yapamazsanız, kuşlukta kılacağınız iki rekât namaz, bu nimetlerin bütününe karşı iyi bir şükür olabilir.” mealiyle bu gerçeği hatırlatır.

Ölüm de yine hikmet buudlu bir nimettir. O olmasaydı, bir evde anne-babaların yanında, nineler, dedeler, bunların da nineleri dedeleri… Onların hastalıklarla mücadeleleri, onlara hizmet edenlerin durumu bu hayatı yaşanmaz hâle getirecekti. Bırakın onları, sinekler devamlı yavruladıkları hâlde ölmeselerdi, bir-iki sene içinde dünyanın etrafını birkaç santim kalınlığında sinek kaplayacaktı.

Evet, ölümde bile bir vech-i rahmet vardır. Ölümü de hayatı da birer nimet olarak yaratan ve varlık içinde onları derin bir hikmetle sürdüren Allah (celle celâluhu), hiç abes iş yapmamış, her şeyi yerli yerinde ve tam bir mükemmeliyet içinde yaratmıştır. Bizler neyi tahlil edersek edelim, her şeyin çehresinde engin bir rahmetin parladığını müşâhede edecek ve Allah’ın inayet eline şahit olacağız.

Haddizatında inayet de rahmetin ayrı bir derinliğidir. Allah’ın (celle celâluhu), her şeyi bizim emrimize sunması, imdadımıza koşturması, her hâdisede Kendisine giden bir yol açması… hep O’nun inayetinin eserleridir. Kur’ân, Allah’ın inayetini anlatırken “Âdetleri üzerine seyreden güneşi ve ayı size faydalı kılan, geceyi ve gündüzü istifadenize veren yine Allah’tır. O size istediğiniz her şeyden verdi. Eğer Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız! Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!”20 buyurur. Evet, bir nefeste iki şükrü eda etmesi gereken insan, bunca nimetler karşısında, Mün’im-i Hakikî’yi vicdanında bulup şükranla iki büklüm olmalı değil midir?

Buraya kadar anlatılanlar, istidlâl yoluyla elde edilen küçük delillerdir. Bize Rabbimiz’i anlatan dört mühim unsur vardır ki, esas söz onlara aittir ve bu hususlar Nur’un temel konularıdırlar.

Bunlardan birincisi, kâinat kitabıdır ki, yukarıda tafsilatıyla anlatılmaya çalışıldı.

İkincisi Kur’ân-ı Kerim’dir. Tebliği, o Nebiy-yi Ümmî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) esas vazifesi sayılan harikalar kaynağı, erişilmez bir ulu beyandır. Dünden bugüne, varlık ve onun esrarını en mâkul ve insanın içini okşayıcı mahiyette en tatlı bir dille bize anlatan Kur’ân-ı Azimüşşân, Allah’ın varlığına öyle bir delildir ki, onu anlatma imkânı olsa, kâinat kitabının parlak dili, aydın çehresi gibi, onda da bir parlaklık ve aydınlık zuhur edecek, onunla da herkes “Lâ ilâhe illallah” diyecektir.

Bize Rabbimiz’i anlatan üçüncü ışık kaynağımız da Nebiy-yi Ekrem Efendimiz’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). O’nun huzurunda yaşayanlar, her zaman sihirli iklimine kapılarak semada yaşıyor gibi yaşadılar. Biz O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem), beyanlarıyla, yolunda hırz-ı can eden ashabıyla (radıyallâhu anhüm) ve ortaya koyduğu sistemiyle, din-i mübin-i İslâm ile tanıyor, ilklerin mazhariyetini paylaşmaya çalışıyoruz.

Bir Ümmî’nin bu kadar sağlam bir yolu getirip beşere hediye etmesi, başlı başına tam bir hediye olduğundan, Allah’ın varlığına da başlı başına bir delildir. Efendimiz, maddî-mânevî bütün hayat-ı seniyyelerinde, ahlâk-ı âliyeleri ve secâyâ-yı galiyeleri ile gökyüzüne âdeta açıktan açığa لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ yazan bir kalemdir, bir dildir. Kâinata bir kitap nazarıyla bakılsa, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.” Evet, “O ki, onun için varız.”

Bir dördüncüsü de insanı hiçbir zaman aldatmayan, onun vicdanıdır. Evet, vicdan bir ibredir ve devamlı Allah’ı gösterir. Kâinattaki nizam bize Nâzım’ı; hayat, hayat sahibi olan Allah’ı; varlık, vücudu olan Allah’ı; her şeyin görülüp bilinerek yapılması ise bize, Semî ve Basîr bir Zât-ı Ecell-i A’lâ’yı anlatmaktadır. Öyleyse bizler, bu delille uğraşırken aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın zâtının gereği bir kısım sıfatları da istinbat etmiş oluruz. Meselâ, Allah’ın varlığı, O’nun vücud sıfatına, işaret eder. Allah’ın varlığının evveli olmaması, O’nun kıdem sıfatını gösterdiği gibi, her şey sona erdikten sonra O’nun devamı da O’nun bekâ sıfatının göstergesidir. “Her şey fenâ olup gidecektir ama, fenâ ve zeval şaibesinden münezzeh Allah (celle celâluhu) bâkî kalacaktır.”21 O (celle celâluhu), mahlukatta hiçbir şeye benzememektedir. “O’nun benzeri gibi bir şey bulamazsınız.”22 Evet, O’nun gibi bir şey yoktur. O’nun zıddı da niddi de yoktur ki, bunlar da, “muhalefetün li’l-havadis” sıfatının tarifleridir.

Bazen bu sıfatlara, kâinat kitabını mütalâa ile ulaşırız. Şöyle ki, Allah Alîm’dir, her şeyi bilmektedir. Çünkü bu kâinat ilimsiz, programsız, düzensiz olacak gibi görünmüyor. Semî’dir, her şeyi duyar. Dua ederiz, icabet eder. Basîr’dir, mahiyetlerimize bakar, çeşitli hâllerimize göre ihtiyacımız olan lütuflarda bulunur. En küçük bir şey bile O’nun görmesinden gizlenemez. Hâdiselerin akışına bakıldığı zaman bunlar, kör ve sağır tabiata verilemez.

Evet, bunlar, görüp bilen o Zât’a verildiği zaman izah edilebilecek şeylerdir. Bizler etrafımızda her şeyin bir irade ile sevk ve idare edildiğini görmekteyiz. Bu, bize Allah’ın iradesini gösterir. Aynı zamanda Allah (celle celâluhu), kudret sahibidir. Ayrıca, şu muhteşem varlıklar ve yapılan baş döndürücü işler, zerreden seyyarata kadar ne varsa hepsi, Allah’ın kudretini anlatan delillerdir.

Sadece Allah’ı bilmek değil, O’nu evsaf-ı kemaliyesiyle bulmak ve idrak etmek, eşyasından istinbat ederek, istidlâl yoluyla O’na ulaşmak, O’nu noksan sıfatlardan münezzeh ve müberra görmek, bunların yanında kâinat kitabını müşâhede etmek için bir de kelâm sıfatı vardır. Körler, sağırlar bile anlasın diye, en saf ve en temiz kullarını göndermiş, kitaplarla makasıd-ı Sübhanî’sini bize anlatmıştır.

Allah’ın varlığına götürücü delillerden veya konu ile ilgili yapılan araştırmalardan maksat önümüze çıkan bir kısım engelleri, mâniaları bertaraf etmek, temiz vicdanları, vicdandaki nokta-i istimdat ve istinadı işlettirmek, onu semt-i ezel ve ebede tevcih etmek, kişiyi vicdanıyla o ışık ve şualarla baş başa bırakmak ve yüz yüze getirmektir. Yoksa deliller Cenâb-ı Hakk’ın zâtının ve sıfatlarının kayyimi olamaz. Biz O’nun fiillerinden isimlerine, isimlerinden sıfatlarına, sıfatlarından mevcud-u meçhul olan Zât’ına intikalle, Kendisini tanımaya çalışırız. Bununla beraber, Zât-ı ilâhî kat’iyen idrak edilemez. Biz, her zaman مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ sözüyle bunu itiraf ederiz. O’nun Zât-ı ulûhiyetine karşı tam bir ibadet de yapılamaz. مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ beyanıyla da bunu dile getiririz. Verdiği nimetlerin binde birine bile şükredemez مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ itirafıyla bunu mırıldanırız ve مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ ebedî ahd ü peymânımızla da aczimizi, fakrımızı, zaafımızı terennüm eder, O’nun dergâh-ı nimet perverânesine sığınırız.

1 Rahmân sûresi, 55/29.

2 Bkz.: Bakara sûresi, 2/118.

3 Zuhruf sûresi, 43/31.

4 Bakara sûresi, 2/258; Âl-i İmrân sûresi, 3/86; Mâide sûresi, 5/51; En’âm sûresi, 6/144; Tevbe sûresi, 9/19, 109; Kasas sûresi, 28/50; Zuhruf sûresi, 43/31; Saf sûresi, 61/7; Cuma sûresi, 62/5.

5 Nisâ sûresi, 4/153.

6 Bkz.: Nûr sûresi, 24/44.

7 Âl-i İmrân sûresi, 3/190.

8 A’râf sûresi, 7/146.

9 A’râf sûresi, 7/146.

10 Zümer sûresi, 39/3.

11 Enbiyâ sûresi, 21/1.

12 Hucurât sûresi, 49/13.

13 Hac sûresi, 22/73.

14 Nuh sûresi, 71/26-27.

15 İbrahim sûresi, 14/35-37.

16 Gâfir sûresi, 40/60.

17 Neml sûresi, 27/62.

18 Bakara sûresi, 2/186.

19 Secde sûresi, 32/7.

20 İbrahim sûresi, 14/33-34.

21 Rahmân sûresi, 55/26-27.

22 Bkz.: Şûrâ sûresi, 42/11.

-+=
Scroll to Top