İNSAN-ESMÂ-İ İLÂHİYE MÜNASEBETİ

Soru: “İnsan yaptığı işte ne ölçüde esmâ-i ilâhiye ile münasebet hâlinde ise, neticede elde ettiği faydalar da aynı nisbette olacaktır.” buyuruyorsunuz. İzah eder misiniz?

İnsan, esmâ-i ilâhiyenin bir nokta-i mihrakiyesi ve bir yörüngesidir. Bütün insanlar, “alâ külli hâl” Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine mazhardırlar. Ancak bu isimlerden bazıları, insanda “galip isim” olarak tecellî eder ve bu galip isim insandan insana da değişiklik arz eder.

Konuya ışık tutması açısından Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ben enbiyâ-yı izâm arasında Hz. İbrahim’e benzerim; Hz. Ömer, Hz. Nuh ve Hz. Musa’ya; Hz. Ebû Bekir de Hz. İbrahim ve Hz. Mesih’e benzer.” sözlerini örnek verebiliriz. Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisini Hz. İbrahim’e; Hz. Ömer’i, Hz. Nuh ve Hz. Musa’ya; Hz. Ebû Bekir’i de Hz. İbrahim ve Hz. Mesih’e benzetmesi, ahlâk, huy, karakter, yapı, duygu, düşünce ve insanlarla münasebet açısından milimi milimine bir benzetme demek değildir. Bu sözler, “Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer illa da birine benzetilecek olursa, bu şahıslara benzetilmelidir.” mânâsını taşır.

Benim burada esas vurgulamak istediğim farklılık, başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere, Sünnet-i Sahiha ve evliyâullahın ilham ve keşif kaynaklı ifadelerinde ortaya konmaktadır: Hz. İbrahim’de halîliyet, Efendimiz’de (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise habîbiyet hâkimdir ki, bu da bize, nebiler dahil, Cenâb-ı Hakk’ın her insanda farklı, galip ve hâkim bir isminin tecellî ettiğini göstermektedir.

Mevlâna’nın dediği gibi, insanlar ve insanların içinde birer çiçek mahiyetindeki bu başyüce kametler, Cenâb-ı Hakk’ın esmâ hazinesini aksettirir. Esmâ-i ilâhiye, kâinatın bağrında gizli bir definedir ve bu define, insanı bir damar ve kanal hâlinde Zât-ı Ulûhiyetin mârifetine götürür. O kenzin bir ucu da, fihrist olarak insanın mahiyetine dercedilmiş bulunmaktadır.

“Sığmam dedi Hak arz u semayaKenzen bilindi dil madeninden.”(İbrahim Hakkı)

mısraları, bu mânâyı ne güzel ifade eder!

Öte yandan insanda hâkim olan bu isimler, seyr-i ruhanî ile hükümlerini icra ede ede daha belirgin bir hâle gelirler. Tasavvufî bir üslûpla ifade edecek olursak, daha sonra hangi isim insanda hâkimse, o isme, mürebbi mânâsına o zatın Rabbi denir. Meselâ, bir insanda “Cemil” isminin hâkim olduğu takdirde Cemil isminin terbiyesinde yetişen ve seyr ü sülûkünü tamamlayan insanın Rabbi, yani mürebbisi, Cemil ismi olur.

İnsanda hâkim olarak tecellî eden bazı isimlerin, insanın mânevî terakkisi adına da birtakım hususiyetleri vardır. Meselâ “Vedûd” ismine mazhar olan zatlar, umumiyetle sekr içinde yaşar ve âdeta ellerinde ilâhî aşk kâseleriyle kâinat meşherinde hep mest ü mahmur dolaşırlar. İşte bu hâl, o isme mazhariyetin bir ifadesidir. Sekir içinde yaşamak, mutlak büyüklük demek değildir. Her zaman onlardan daha büyük kametler olabilir ancak, bahsini ettiğimiz insanlar, enbiyâ-yı izâm gibi veya vilâyet-i kübrâyı temsil eden sahabe-i kiram gibi tam yakaza ve temkin insanı değillerdir.

Zannediyorum, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) kadar Allah Resûlü’nü seven ikinci bir insan yoktur. Oysaki canından daha çok sevdiği Efendisi vefat ettiği zaman, o büyük temkin insanı, üzüntü ve kederden bayılıp kalması, kendini yerden yere vurması gerekirken, hiç kimsenin söylemeye cesaret edemediği, “Her kim Hz. Muhammed’e inanıyorsa –yani ölmez zannediyorsa– işte o öldü. Her kim de Allah’a inanıyorsa bilsin ki O, Hayy ve Bâki’dir.” sözlerini söyleyerek, insanları temkine davet etmiştir.

İşte bu durum, bir temkin insanı olmanın ifadesidir. İnsan ağlayıp sızlayabilir, ama sürekli temkinli, dikkatli ve teyakkuz içinde olmak, ayrıca Allah’ın, her lahza her yerde hâzır ve nâzır olduğu şuuru ile yaşamak.. evet, işte bu hâl, Cenâb-ı Hakk’ın, sadece kullarından bazılarına bahşettiği isimlerinin birer tezahürüdür.

Her insanın mayasında hâkim unsur olan bu isimler, tecellî ettikleri insanın benliğinde de bir ip ve bir hat gibi kendilerini hissettirirler. Bunu bazıları keşfen, bazıları da etrafındakilerle kendisini mukayese ederek onlarla kendisi arasındaki farkı kavrayabilir. Hiç olmazsa vicdanıyla sezebilir.

Evet, insan esmâ-i ilâhiye ile münasebettardır. Onun esmâ-i ilâhiyeye dayanarak, kendisinde hâkim olan ismi vird edinip her gün çekmesi, o insanın dualarının kabulüne ve mânevî terakki adına ilerlemesine vesile olabilir.

İnsanın, kendi mahiyetine konan esmânın hususiyetlerini, renklerini aşması mümkün değildir. İnsan, ister esmâya sığınsın, ister varlık içindeki tecellîlerini değerlendirsin, o ancak bir yere kadar ulaşabilir.. evet, herkesin bir arş-ı kemalâtı, bir müntehâ noktası vardır. O, kabiliyetlerini kullanarak o noktaya ulaşınca, “Artık benim ilerleyecek hiçbir şeyim yok, ben de müntehâya ulaştım.” der.. der ve müntehâya ermiş olmanın haz, neşe ve zevklerini duyar. Kendi müntehâsından başka müntehâların olup olmadığını da bilemediğinden, kendi zirvesinin zevklerini müntehiyâne bir hisle duyar. İnsanın Cennet’teki hâli de böyledir. Orada herkes hâlinden memnundur ve hiç kimse şikâyette bulunmaz.

Burada sabır ve tahammülle elde edilmeye çalışılan mazhariyetler, orada maiyyetin açık olduğu terakkiyi sonuna kadar yakalamış olmakla elde edilir. Başı kendi arş-ı kemalâtının kubbesine değen bir insana, “Mahlukat içinde senden daha büyük var mı?” diye bir soru yöneltilse, “Ben çevremde görmüyorum. Şayet varsa benim bilmediğim âlemlerdedir.” şeklinde cevaplandırır. Çünkü o insan, kendi arş-ı kemalâtının zirvesindedir. Onun için İmam Rabbânî’ye kadar gelen pek çok veli, kendini velilerin en büyüğü olarak görmüştür. Bu açıdan insanın, mazhar olduğu esmânın terakkisi ile de çok alâkası vardır.

İnsanın terakki adına vird-i zeban ettiği esmânın, yine onun, mahiyet, kabiliyet ve gerçek kimliği ve Allah tarafından onun mahiyetine konan renklerle çok alâkası vardır. Meselâ ben ne kadar çok istesem de bir başkasının seviyesini yakalamam mümkün değildir. Çünkü o, doğrudan doğruya duru ve berzahsız esmâ-i ilâhiye, sıfât-ı ilâhiye ve şe’n-i Rubûbiyet’e açık bir insandır ve âdeta peyke binmiş gibi Allah’a yükselir. Bu hakikat, 24. Söz’deki Zühre, Katre, Reşha meselelerinde ifade edilmiştir. Zühre yırtılsa, dökülse ve parçalansa da güneşle olan münasebetini değiştiremez. Çünkü güneş, onun renklerinde istihale ederek kendisini ona hissettirir. Yine katre, ne yaparsa yapsın bir reşhanın güneşle münasebetini yakalayamaz. Çünkü o bir cisimdir ve onu, ancak gözbebeğinin içine alabilir.

Hâsılı, esmâ-i ilâhiye çok önemlidir ve kat’iyen ihmal edilmemelidir. Fıtratlarda hâkim olan isim tespit edilerek o vird edinilmelidir. Susuzluktan yanmış ve kavrulmuş bir insan suyu nasıl yudumlarsa, esmâ-i ilâhiye de öyle yudumlanmalıdır. Böylece her insan, mânevî terakkisi adına adım adım yükselir ve kendi kemalâtının arşına ulaşır.

-+=
Scroll to Top