TOPLUMDAKİ ÇEŞİTLİLİK
Soru: Toplumumuzdaki çeşitlilik iki tarafı kesen bir bıçak gibi. Bundan en iyi şekilde nasıl istifade edebiliriz?
Çeşitlilik, bizim toplumumuzun ve coğrafyamızın tabiî bir boyutudur. Anadolu’nun ırkî açıdan safkan Türk olduğunu iddia etmek çok yanlış olur. Çünkü millet olarak, Harbiye Marşı’ndaki “Yıldırımlar saçan bir ırkın ahfadıyız” ifadesinde de görüldüğü gibi, kaç defa Asya’yı çiğnemiş, Anadolu’yu baştan başa aşmış ve Rumeli üzerinden Batı yamaçlarına yayılmışızdır. Dolayısıyla Anadolu, değişik kavim ve kabilelerin yaşadığı bir yer olarak bir renklilik, bir zenginlik coğrafyasıdır. Bu gerçeğin kabul edilip seslendirilmesi, gelecekte bu çeşitliliğin bizim için bir problem teşkil etmeyeceğine dair nihaî bir çözüm istikametinde atılmış önemli bir adım olarak değerlendirilebilir.
Meselenin çözümü bence bir şiirde de ifade edildiği gibi, “Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî” yani, “Sebebi, problemi, rahatsızlığı öğren ve ona göre tedavide bulun” tavsiyesi gereğince, çok değişik ırk, din ve dünya görüşündeki onlarca milleti, geçmişte nasıl bir arada idare edebildiğimizin sırrını kavramada yatıyor.
Bu konunun ayrı bir yanı da, bu çeşitliliğin bir zenginlik olarak kabul edilmesi gerektiğidir. Çok daha eski devirlere gittiğimizde, Anadolu’da Hititler’in, Frigler’in, Lidyalılar’ın, Romalılar’ın ve daha pek çok topluluğun bıraktığı zenginliklere rastlarız. Bütün bunlar, kültürümüze çok farklı zenginlikler katmışlardır. Selçuklular ise, Asya ve Anadolu kültürlerinin bileşimi diyebileceğimiz farklı bir kültür bırakmışlardır ki bu kültür, Osmanlı’yla zirvelere ulaşmıştır.
Bize sözlü ve yazılı olarak intikal eden bu kültür, milletimizi farklı bir toplum hâline getirmiştir. Kanaatimce, bu kültür zenginliğini eşsiz bir hazine ve güç kaynağı olarak gelecekte de çok iyi kullanıp değerlendirmemiz icap edecektir.
Bilhassa son bir-iki asırdır, dünya dengesine hâkim büyük güçler, bilerek veya bilmeyerek onlarla birlikte hareket eden bazı iç mihraklar, toplumumuzun bu çeşitliliğini olumsuz şekilde değerlendirip ondan problemler çıkararak, ülke içinde birbirine düşman kamplar oluşturma yoluna gittiler ve belli kesimleri sürekli birbiriyle vuruşturdular.. vuruşturdular ve Türkiye âdeta bir kavga arenası hâline getirilmek istendi.
Şimdilerde zannediyorum artık, hâdiselerin cenderesinde pişen ve olgunlaşan insanımız, o türlü oyunlara gelmeyecektir. Nitekim milletimizin basireti ve sağduyusu, ortaya konmaya çalışılan bazı bölücü örgüt tezgâhlarını –Allah’ın yardımıyla– bozmayı başarmış, mâşerî vicdan (kamuoyu) basiretli davranmış ve hissîlik aşılarak çok mesele kendi kendine çözülüvermiştir.
Bundan sonra birlik ve düzenimizin devamı ise, hissî kardeşlikten öte, mantıkî esaslarla da beslenmiş bir kardeşlik ortamının oluşmasını gerektirmektedir. Büyük bir mütefekkirin ifadesiyle, Allahımız bir, Peygamberimiz bir, inancımız bir; kitabımız bir, ülkemiz bir, tarihimiz bir, kaderimiz bir.. üzerinde yaşadığımız yer ve altında gölgelendiğimiz göğümüz bir. –Günümüz itibarıyla buna yapacağımız ilavelerle– düşmanımız bir, mazlumiyetimiz bir, mağduriyetimiz bir, mahkûmiyetimiz bir, üzerimize konmaya çalışılan her türden ambargolar, ortak dert ve sıkıntılarımız, çözüm bekleyen problemlerimiz, havamız, suyumuz… gibi daha pek çok bir’lerimiz var. Tarihimiz bir ve aynı ülkede ve aynı şartlar altında birlikte yürüdüğümüz gelecek de bir, yani kaderimiz de bir.
İşte bütün bunlar çok iyi kompoze edilerek, toplumun değişik kesimleri arasında sürekli üzerinde durulmalı ve eskiden beri hissî ve hamasî duygular üzerinde devam edegelen kardeşliğimiz ve birliğimiz, aklî, mantıkî ve fikrî derinliklere ulaştırılmalıdır.
Bunun ilk adımı da, herkesi kendi konumunda kabulden geçer. Herkes, her konuda çok farklı düşünüyor olabilir. Meselâ, birileri, ırken kendini tam millî hissetmiyor olabilir veya inanç açısından, dünya görüşü açısından farklı görüşlere, farklı cereyanlara tâbi olabilir. Artık demokrasinin belli bir seviyeye ulaştığı toplumlarda, insanların, aralarındaki problemleri, vahşiler arasında olduğu gibi kaba kuvvet ve zorla değil, konuşarak ve ikna yoluyla halletmeleri mevsimi gelmiştir.
Evet, herkesin paylaşabileceği ortak bir paydanın söz konusu olduğu, herkese çalışma, düşünme, düşündüğünü ifade etme hak ve hürriyetinin verildiği bir dönemde, hoşgörü ve diyaloğa dayalı, kavgasız ve nizâsız bir dünya kurma hepimizin özlemi hâline gelmiştir. Bugün hepimiz, bu süreci ve onu hazırlayan ortamı âzamî ölçüde değerlendirip, herkesin aynı haklardan istifade etmesinin tabiîliğini kabullenmek mecburiyetindeyiz.
Türkiye’de son yıllarda başlayan bu hoşgörü ve diyalog sürecinde toplumun çok değişik kesimlerinden farklı insanlarla konuşma, tanışma fırsatını buldum. Bu diyaloglardan şahsım adına çıkardığım en önemli tespit, kendi toplumumuza karşı ne kadar kapalı olduğumuz gerçeğidir. Çok defa bizim gibi düşünmeyen biriyle karşılaştığımızda, karşımıza hiç de hoşa gitmeyecek şeylerin çıkacağını zannetmişizdir. Enteresandır ben, hemen hiçbir kesimde, ekşi bir yüz bile görmedim. Hepsiyle çok rahat sarmaş dolaş olabildik.. ve bu farklı zannedilen insanlar birbirlerini sıcak buldular. Hatta bu insanlar birbirleriyle kucaklaşırken gözleri hep dolu doluydu. Bunu yaparken de birilerini idare etme, mümâşaat, yani hislerini okşama düşüncesi söz konusu değildi. Çünkü bir insanı idare ediyoruz düşüncesi, ona karşı yapılmış en büyük bir tezyif ve tahkirdir; hele bu insan aydın birisi ise o, daha ağır bir saygısızlıktır.
Ben şahsen bu kucaklaşmalarda âdeta, hep yitirilmiş cennetimizi bulduğumu zannettim. Ayrıca, toplumumuzun buna hazır olduğunu görmek, benim için ayrı bir sevinç kaynağı oldu. Bu arada sağda-solda marjinal bir kesimin hoşnutsuzluk göstermesini de önemsememek lâzım. Bunlar, her dönemde olmuştur ve olacaktır da.
Şimdilerde toplumumuz, özlediği kardeşliği duymaya ve gerçekleştirmeye yöneliyor. Bu fırsat iyi değerlendirilmeli ve her platformda mutlaka kardeşlik dile getirilmeli ve başlamış bu süreç ne olursa olsun sonuna kadar götürülmelidir.