Bozuk Kalblerin Hırıltıları
Soru: Bir âyet-i kerimede “Bilmediğin şeyin peşine düşme!”1 dendikten sonra kulak, göz ve kalb gibi organların da yaptıklarından mesul oldukları vurgulanıyor. Bu âyeti nasıl anlamalıyız; bu ilâhî emrin gereği olarak nelere dikkat etmeliyiz?
Cevap: Cenâb-ı Allah, İsrâ sûresinin 36. âyetinde “Bilmediğin şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalb gibi azaların hepsi de işlediklerinden mesuldür.” buyurmuştur. Bu âyet-i kerimeyi doğru anlayabilmek için, dünya ve ahiret hayatımız hesabına faydalı olan bilgiyi öğrenme alanı ile kesin bilgimiz olmayan konularda zannımıza göre hükme varma ve bu zannın peşine takılarak insanların gizli hâllerini araştırma mevzuunu birbirinden ayırt etmemiz gerekir.
Peygamber Mirası
İslâm; ilme, okumaya ve öğrenmeye büyük önem vermiştir. O kadar ki, nazil olan ilk vahiyde okumaktan, kalemden ve talimden bahsedilmiştir. Dinî görevlerini yerine getirecek ve helâl ile haramı, hak ile batılı birbirinden ayırt edebilecek kadar bilgi sahibi olması her Müslümana farz kılınmış; fizik, kimya, tıp ve matematik gibi ilimler de en azından bazı Müslümanlar tarafından öğrenilmesi gereken, aksi takdirde toplumun bütün fertlerinin sorumlu olacağı birer farz-ı kifaye sayılmıştır.
Dinimize göre ilim ve hikmet bizim yitiğimizdir; onun peşine düşmek, her yerde onu aramak ve nerede bulursak bulalım hemen almak da vazifemizdir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ya öğreten, ya öğrenen, ya dinleyen ya da ilmi seven ol. Fakat sakın beşincisi olma; (bunların dışında kalırsan) helâk olursun!”2 buyurmuştur. Bu açıdan ilmin peşine düşmek bir fazilet olarak ele alınmış, ilim talibi alkışlanmış, âdeta göklere çıkarılmış ve bu dairenin dışında kalanların da helâkle yüz yüze olduğu vurgulanmıştır. İlim tahsil etmek için evinden veya yurdundan ayrılıp yollara düşen insanın geri dönünceye kadar Allah yolunda olduğunu söyleyen3 Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bir hadis-i şerifi de şöyledir: “İlim tahsil etmek maksadıyla bir yere giden kimseye Allah Teâlâ Cennet yollarını açar. Melekler, ilme ve onu tahsil edene karşı memnuniyetleri ve tevazuları sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan her şey, hatta su içindeki balıklar bile ilim talibi için Allah’tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden ibadet eden kimseye üstünlüğü, (bizim müşâhedelerimiz açısından) dolunayın, görünen diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, miras olarak altın ya da gümüş değil, sadece ilmi bırakmışlardır. Kim o ilimden nasiplenmişse büyük ve değerli bir şey almış demektir.”4
İlmin ve ilim talibinin faziletine dair daha pek çok hadis-i şerif zikretmek mümkündür. Bunlar da göstermektedir ki; İslâm cehalete razı olmamış, bir insanın kendi hâliyle yetinip ilimden daha fazla nasip almak için gayret etmemesini ciddi bir dûn himmetlik saymış ve öğrenip öğretmenin ömür boyu sürdürülmesini emretmiştir. Dolayısıyla, biz bilmediğimiz şeylerin arkasında olmak zorundayız. Kâinatı doğru okuyamamışsak, onun dilini çözüp ifade ettiği hakikatleri mutlaka anlamaya çalışmak; Kur’ân okumayı bilmiyorsak, hemen öğrenme yolları aramak; Kelâm-ı ilâhî’yi anlayamıyorsak, açıklamalı bir meal okumak ya da daha da güzeli, ciddi bir tefsir kitabı mütalâa etmek ve mutlaka bilmemiz gereken şeylerin peşinde olmak mecburiyetindeyiz.
Suizan ve Tecessüs
Fakat ilim talibi olmak ile insanların gizli yanlarını ve kusurlarını araştırmak çok farklı hususlardır. “Bilmediğin şeyin peşine düşme!”5 şeklindeki emr-i ilâhî “tecessüs”ü, yani, insanların gizli hâllerini araştırmayı ve suizanna dayanarak onlar hakkında hüküm vermeyi yasaklamıştır. Bir başka âyet-i kerimede de “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın.”6 buyurulmuştur.
“Hakkında kesin bilgin olmayan konular arkasına düşme!” mealindeki âyette geçen قَفْوٌ fiili, “bir şeyin izini sürmek, adım adım takip etmek, peşine düşmek” mânâlarına gelmektedir. Eğer, bir insanın ruhunda herhangi bir hastalık varsa, o başkalarında da o hastalığın olduğunu zanneder ve diğer insanları da o marazla değerlendirir. Meselâ, onun bunun malını aşırmaya alışmış bir hırsız, her gördüğü kapıyı nasıl açacağının hesaplarını yapar, önüne çıkan her duvarı nasıl aşacağını düşünür ve karşılaştığı her insanı da kendi mülâhazalarına benzeyen düşünceler içinde zanneder. Yolda yürürken bir dükkânın kepengine göz ucuyla bakan birini görse, onun hakkında hemen “hırsız” hükmünü verir. Çünkü kendi dünyası hep elâlemin kilitli kapılarını açmak ve mallarını çalmak etrafında örgülendiği için başka insanlar hakkındaki değerlendirmeleri de ona göre olur. Aynı türden kalb hastalıklarına maruz diğer insanların durumu da farklı değildir. Onlar her gölgeyi asıl zanneder; her ihtimali vak’a gibi değerlendirirler. Gördükleri ve duydukları en küçük şeyleri büyütür, şişirir ve mübalâğalarla bir balon hâline getirirler; kulak yoluyla içe akan ve göze takılan ham bilgileri kalb kazanında eritir, farklı kalıplara ifrağ eder ve onları kesin bilgi yerine koyarak hükümler verirler. Sonra da daha baştan yanlış olan o hükümleriyle insanları suçlar, yargılar ve değişik şekillerde cezalandırırlar.
Oysa, Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ), “Zandan kaçının. Çünkü zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüste bulunmayın, birbirinizin içyüzünü araştırmayın, birbirinizin sözlerine kulak kabartmayın, birbirinizle rekabete girişmeyin, birbirinizi çekememezlik etmeyin, birbirinize karşı buğz etmeyin ve sırtınızı dönmeyin; ey Allah’ın kulları kardeşler olun!”7 buyurmuş; tecessüsten, suizandan ve kardeşliği zedeleyecek her türlü davranıştan uzak durmamız ikazında bulunmuşlardır.
Öyleyse, gerekirse kulaklarınıza kurşun akıtacaksınız ama mü’minler hakkındaki olumsuz sözlere asla kulak kabartmayacaksınız. İcap ederse gözlerinize mil vuracaksınız ama Müslümanların olumsuz yanlarını araştırmayacak, hatalarını görmeye çalışmayacaksınız. İnanan hiçbir insanı bir sözüne, bir hâline ya da bir tavrına mahkûm edip onun hakkında kötü düşünmeyecek, gönlünüzü suizanlarla kirletmeyecek; gözünüzden, kulağınızdan ve kalbinizden dolayı da hesap vereceğinizi bir lahzacık da olsa unutmayacaksınız.
Bir başka münasebetle de anlattığım gibi, Tarikat-ı Muhammediye üzerine yazılan şerhlerden biri olan Berika’nın müellifi İmam Hâdimî, “Bir mü’mini zina hâlinde bile görsen, hemen onun hakkında hükmünü verme. Gözlerini sil, ‘Allah Allah, bu insan böyle çirkin bir işi yapmaz!’ de; dön bir kere daha ‘O mu?’ diye kontrol et. O ise, ‘İhtimal yine yanlış gördüm’ de; bir kere daha gözlerini yalanla ve onları silip tekrar bak. Eğer hâlâ o insanı o kötü iş üzerinde görüyorsan, ‘Yâ Rabbi! Onu bu çirkin hâlden kurtar, beni de böyle bir günaha düşürme’ deyip çek git.”8 diyor. Hazreti İmam’ı çok severim, ona karşı çok hürmetim vardır ama bu sözlerini fazla bulurum. Bence, gördün ki, bir mü’min bir yerde böyle kötü bir hâldedir; gözüne iliştiği ilk anda, meseleyi tecessüs etmeden, tam teşhis ve tespit peşine düşmeden, o sevimsiz fotoğraflar gözünden gönlüne akarak fuad kazanında eriyip bir hüküm kalıbına girmeden, sırtını dönüp “Allahım günahkâr kullarını hidayete erdir, beni de affet.” demeli, oradan uzaklaşmalı ve gördüğünü de unutmalısın.
Kur’ân Talebesine Yakışır mı?
Evet, günümüzün en büyük dertlerindendir suizan ve gıybet. Öyle ki, bugün imana ve Kur’ân’a hizmet dairesi içinde Müslümanlara ait pek çok problem halledilmiştir. Meselâ, şöyle-böyle bir kardeşlik ruhu teessüs etmiştir; müşterek hareket, paylaşma, yardımlaşma, bir gaye-i hayale bağlı yaşama ve fikir işçiliği peşinde olma gibi çok önemli hasletler, Allah’ın izniyle, herkesin benimseyip kendi hayatında tatbik etmeğe çalıştığı esaslar hâline gelmiştir. Fakat kötü ahlâkın birer parçası olan bazı mezmum fiiller vardır ki, maalesef, onların üstesinden hâlâ gelinememiştir. İnsanların hatalarını arama, gizli hâllerini araştırma, kabahatlerin izini sürme, kulağı olumsuz sözler için kullanma, gözü faydasız resim kareleriyle yorma, dili gıybetle, iftirayla kirletme ve bütün bu menfilikleri kalb mutfağında, fuad tezgâhında kesme, doğrama, pişirme.. böylece çok küçük meseleleri büyütme; bazen bir sözle bir insanı ademe mahkûm etme, bazen de bir başkasının bir anlık hâline bakıp onu defterden silme.. gibi öyle çirkin günahlar vardır ki, herkes için olmasa bile bazılarımız için bunlar hâlâ bertaraf edilememiştir ve bu günahlar, kuyruğunu dikip bir köşede sinsi sinsi bekleyen bir akrep gibi bazı mü’minlerin gönül hayatına zehir akıtmaya devam etmektedir.
Bu meselenin önemli bir yanı da şudur: Bazı insanlar, kendileri aleyhinde konuşulmasından ve gıybetlerinin yapılmasından dolayı mukabele hakkına sahip olduklarını zannediyorlar; birisi onları çekiştirip gıybet edince, onlar da başkalarının gıybetini yapmayı ve kendilerini çekiştirenler hakkında ileri geri konuşmayı mübah gibi görüyorlar. Sanki gıybeti yapılan insanın gıybet etme hakkı varmış gibi hatalı bir yoruma giriyor ve meseleyi çok yanlış algılıyorlar. Oysaki, günahlar zatında günahtır; insanların çoğunun bir günahı işlemesi onu günah olmaktan çıkarmaz ve o cürme mazeret olamaz. Meselâ, Allah korusun, komşu bir ülkenin askerleri ülkenizi işgal etseler; ırz payimal olsa, namus çiğnense; kirli eller anaların, bacıların iffetine dokunsa; yaşlı-genç, kadın-erkek, çoluk-çocuk ayırımı yapılmadan insanlar bir bir öldürülse… bütün bunlar çok büyük günahlardır ve birer zulümdür. Zulüm devam etmez; Allah onları bir gün mutlaka cezalandırır. Başka bir zalimi onlara musallat eder, onları da ezdirir. Fakat, siz kesinlikle onlara karşı aynı şekilde mukabelede bulunamaz, zatında günah olan hiçbir fiili irtikap edemezsiniz. Karşınızdakiler düşman da olsa, siz çocukları öldüremez, hiç kimsenin namusuna yan gözle bile bakamaz, hiçbir kadına el süremezsiniz. Düşmanlarınızın, o günahların hepsini işlemiş olmaları sizin günahınızı tahfif etmez, onları size mübah kılmaz.
Aynen öyle de, biri sizin gıybetinizi etse, aleyhinizde konuşsa, meselâ, size “insan şeklinde yaratılmış bir yılan” dese ve siz de onun hakaretine karşılık meseleyi biraz da hafifleterek, “gibi” şeklinde bir benzetme edatı da ekleyerek “yılan gibi bir adam” sözüyle mukabele etseniz, yine büyük bir günah işlemiş olursunuz. Ahirette, dilinizin ve o gıybetin hesabını da vermek zorunda kalırsınız. Çünkü, başkasının sizin hakkınızda o günahı işlemesi, sizin de aynı günahı işlemenizi mübah kılmaz. Kur’ân-ı Kerim’de, farklı bir üslûpla bu hususa dikkat çekilmiş ve “Bir topluluğun size karşı zalimâne tavrı, kini, nefreti ve sizin de onlara karşı içinizde büyüttüğünüz öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvaya en uygun hareket budur.”9 buyurulmuştur.
Aslında, bir insan büyük bir gayeye kilitlenmişse, hep onunla oturup kalkar ve davasına ait meseleler onu öyle meşgul eder ki, başkalarıyla alâkalı dedikodulara, suizanlara ve gıybetlere ayıracak zaman bulamaz; zaten onun gönlünde kötü şeylere karşı meyil hiç yer tutamaz. Bir noktayı hedefleyen ya da bir uçağa kilitlenen bir füze, onu vuracağı âna kadar sürekli takip eder, hedeflediği uçak eğri büğrü yol alsa, zikzaklar yapsa bile füze onun peşinden ayrılmaz. İşte, yüce bir mefkureye kilitlenen insan da hedefine götürecek vesilelerden başka hiçbir meseleyle meşgul olma ihtiyacı duymaz. O davası adına yapabileceği vazifeleri düşünür, onları eda etmeye çalışır ve sadece gaye-i hayaliyle alâkalı konularla uğraşır.
Bir kitapta okuduğuma göre, bir grup insan, çağımızın önemli bir simasıyla konuşurken, Marmara Kahvehanesi’ndeki insanların akşama kadar onlarca devlet yıkıp yerine ütopyalar inşa ettikleri gibi, milletin kurtuluşundan, nizamdan ve siyasetle alâkalı değişik mevzulardan bahsediyorlar. Bir müddet onları dinleyen o muzdarip insan, sonunda dayanamıyor ve söz istiyor: “Efendiler, efendiler! Çok güzel şeyler söylediniz, mühim meseleleri şerh ettiniz. Fakat, Allah aşkına, davam adına benim yapmam gerekli olan şey nedir, bana onu söyleyin!” diyor. Aslında, O’nun bu sözü ve çıkışı mefkure insanları için güzel bir ölçüdür. Şayet, siz Allah rızası hedefine kilitlenmiş bir insansanız her anınızı o istikamette değerlendirmelisiniz. Yanınıza gelen biri, “aldık, açtık, yaptık” deyince, üslûbunca “Arkadaş, senin şu bahsettiklerin i’lâ-yı kelimetullah yolunda ve Allah’ın rızasını kazanma uğrunda ne ifade ediyor? Şu anlattığın şeyler, ne ölçüde i’lâ-yı kelimetullah’a vesile olacak, kaç yerde ruh-u revân-ı Muhammedî’nin şehbal açmasını sağlayacak ve bizi Allah’ın hoşnutluğuna ne kadar yaklaştıracak?” demeli ve vazifenizle alâkalı olmayan laflara karşı tamamen kapanmalısınız.
Gıybete Karşı Tavır
İman hizmetine çok emeği geçmiş büyük bir insandan dinlemiştim: O, bir gün birkaç hususu haber vermek ve bir meselede de şikayetini arz etmek için Bediüzzaman Hazretleri’ne gidiyor. Tam söze başlayacağı sırada, Hazreti Üstad –o kendine has red ifade eden tavrıyla– “Kardeşim ben bir şey bilmiyorum.” diyor. O zat, bir süre sonra bir fırsatını bulup tekrar söz alıyor; Üstad yine, “Kardeşim ben bir şey bilmiyorum.” diyor. Bir kere daha deneyince yine aynı cevapla karşılaşıyor: “Kardeşim ben bir şey bilmiyorum.” Bir başka zaman, diğer bir abiden de benzer bir hatıra dinlemiştim. O da demişti ki, “Bir gün Üstad’ın yanına gittim. Bir meselenin halli için, belki birileri hakkında zemm de ifade eden bazı şeyler söyleyecektim. Üstad anlatmak istediğim mevzuyu bilmiyordu. Fakat, ben ne zaman söze başlasam, “Kardeşim, ben dinlemek istemiyorum.” deyip meseleyi kapattı. Ben anlatmakta ısrar ettim; ara ara söze girmeye çalıştım ama O her defasında “Kardeşim, bu hususta bir şey dinlemek istemiyorum.” dedi ve bana başkalarıyla alâkalı tek cümle söyleme fırsatı bile vermedi.”
Üstad’ın davranışı, suizanna, gıybete ve insanlar hakkındaki kesin bilgiye dayanmayan hükümlere karşı tavır alma demektir. Zannediyorum, biz de bir kaç yerde böyle ders versek, yanımızda vazifemizi alâkadar eden konular haricinde konuşulmasına fırsat vermesek, suizanları seslendirme ve gıybetlere girmelerin alanı da kendi kendine daralacaktır. O türlü hırıltıların alanının genişlemesi, biraz da bizim hırıltılara müsamahamızdan kaynaklanmaktadır. Kur’ân’ın hâlis bir talebesi, birisi ağzını gıybete açtığı zaman yiğitçe “Allah’a ısmarladık!” deyip oradan uzaklaşmasını bilmelidir. Bu mü’mince tavırla gıybet meclislerini bir kaç defa terk etseniz, suizanlarını dillendiren kimselere “Hoşçakalın!” deyip yanlarından ayrılsanız, zamanla onlar da sizin yanınızda o türlü şeylere teşebbüs etmemeye çalışacaklardır. Maalesef, biz müsamaha gösterilmemesi gerekli olan bir konuda müsamahalı davrandığımızdan, gıybet edenlerin ve müfterilerin hareket alanlarını da genişletmiş oluyoruz.
Haddizatında, Allah’a, Resûl-i Ekrem’e, Kur’ân’a ve ahirete inandığını söyleyen bir insanın, suizan ve gıybetle alâkalı onca ilâhî terhîbi ve tehditkâr ifadeyi duyup bildikten sonra hâlâ o şeni’ fiilleri işlemesi anlaşılacak gibi değildir. Zira dinin emir ve yasaklarını bilmesine rağmen onlardan bazılarını yerine getirip bir kısmını görmezlikten gelen insanların durumu, kendi kitaplarındaki bazı hükümlerle amel eden bir kısmını ise hiç görmemiş gibi davranan bazı İsrailoğulları’nın durumu gibidir ki, Kur’ân onların yaptığını dini tahrif etme olarak anlatmıştır. Onlar, dinin bazı disiplinlerini hayata geçirmiş, diğer prensipleri ise âdeta yok saymışlardır. Doğrusu, bugün bazı mü’minlerin yaptığı da bundan farklı değildir. Kur’ân-ı Kerim, gıybeti yasaklıyor, onu ölü kardeşinin etini yemek olarak ele alıyor, en büyük hayâsızlık ve utanmazlık sayıyorsa; fakat, buna rağmen insanların bir kısmı, onu hükümden iskat etmiş gibi davranıp onun bunun gıybetini ediyorlarsa, bu bir tahrif ve Kutsal Kitab’ın canına okuma demek değil midir? Peygamber Efendimiz’den şeref-südur olmuş dünya kadar hadis-i şerif varken, onları görmezlikten geliyor ve o çirkin cürmü işlemeye devam ediyorlarsa, bu, Allah Resûlü’nün vaz’ ettiği hükümleri değiştirme değildir de ya nedir?. “Bizden önceki bazı kavimler, kendi kitaplarını tahrif etti, Allah’ın kelâmı olmaktan çıkardı ve beşer lafıyla doldurdular.” deyip onları kınarken aynı günahı işleyerek dinin bazı emirlerini yok saymak o kavimlerin yaptığını yapmak değil midir? Öyleyse, meseleye samimiyetle ve hakperestlik mülâhazasıyla bakmamız lâzım. O zaman, birbirimize “Hele gelin, bir kere daha hakikî mü’minler olalım.” dememiz gerektiğini anlayacağız. Evet, imanımız bugüne kadar aksayarak ve sekerek gelmişse, hele gelin, hiç olmazsa bundan sonra aksamayan ve sekmeyen bir imanla Cenâb-ı Allah’a yönelelim. Hele gelin, her hareketimizi ahiret hesabına ve mizana bağlayarak, tartılı ve ölçülü yaşamaya karar verelim.
Ayrıca, tecessüste bulunma, iz sürme, insanlar hakkında kötü düşünme ve ihtimallere hüküm bina etme birer paranoya emaresidir. Hususiyle son zamanlarda bütün dünyayı saran paranoya kabusu en samimi mü’minlere bile tesir etmiştir. Bugün, hissiyatı azıcık kurcalanan hemen her insanın bir sürü şüphe, tereddüt ve suizanla yaşadığı görülecektir. Hemen herkesin “Şöyle demişti, ondan şu mânâ çıkar; böyle söylemişti, demek ki şöyle düşünüyor.” türünden mülâhazalarla yatıp kalktığı ve çeşit çeşit vehimlerle dolu olduğu müşâhede edilecektir. Oysa, Kur’ân, kulağı kîl ü kâle kapamayı, çirkin manzaralar karşısında gözü yummayı, yakışıksız sözler söylemekten dili muhafaza etmeyi emretmektedir.
En Büyük Kahramanlık
Evet, inanan gönüllerin mülâhazaları ve sözleri de imanları çerçevesinde olmalıdır. Onların konuşma ve sohbet mevzularını dedikodular, gıybetler ve vehimler belirlememeli; her muhavereleri dinin emirleri etrafında, harama girmeme sınırları içinde ve rıza-yı ilâhîye vesile olabilecek bir keyfiyette cereyan etmelidir. Unutulmamalıdır ki, vifak ve ittifak tevfik-i ilâhînin vesilesi, ihtilaf ve iftirak da başarısızlığın ve maksada ulaşamamanın sebebidir. Uhuvveti zedeleyecek her mülâhaza, söz ve davranış, hayırlı faaliyetlerinizin bereketini de alır götürür. O hâlde, Allah’ın sizi muvaffak kılmasını istiyorsanız, uyuşmazlık, kırgınlık, kavga ve ayrılık sebebi olabilecek kötü düşünce, çirkin laf ve kaba tavırlardan uzak durmalısınız. İnsanları sizden uzaklaştıracak, size karşı nefret hislerini tetikleyecek hâl ve hareketlerden kaçınmalısınız. Hasımca duygularla yanınıza gelen insana bile bir gül uzatıp “Bunu mu almak istiyordunuz?” demeli ve onu da sıcak bir tebessümle karşılamalısınız. Nihayet karşı taraf da insandır, muhatabınızın gönlündeki buzların eridiğini göreceksiniz. Başkaları size karşı insanca davranmasa bile, siz kat’iyen mukabele-i bilmisil (bir davranışa aynıyla karşılık verme) mülâhazalarına takılıp kalmamalı, ölseniz bile mutlaka Müslüman karakterinin gereklerini yerine getirmeli ve –bir yazıda dendiği gibi– başınıza atılan taşları, atmosfere çarpıp eriyen meteorlar gibi ışığa çevirerek etrafınıza maytap ziyafetleri çekmelisiniz!
Zannediyorum, hakikî yiğitlik ve kahramanlık da budur. Merhum M. Âkif’in dediği gibi;
“Şehamet dini, gayret dini ancak Müslümanlık’tır;
Hakikî Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.
Cebanet, meskenet, dünyada, sığmaz ruh-u İslâm’a…
Kitabullâah’ı işhad eyledim –gördün ya– davama.
Görürsün, hissedersin varsa vicdanınla imanın:
Ne müdhiş bir hamaset çarpıyor göğsünde Kur’ân’ın!”
Dinin emirlerini kılı kırk yararcasına, ciddi bir titizlikle yerine getirmektir yiğitlik. Zulme uğrasan da zulmetmeme, ezilsen de ezmeme, hep Müslüman karakterine yakışan tavrı sergileme, mefkûrenin muhabbetiyle yanarak sürekli onunla alâkalı konuları düşünme, suizan, tecessüs ve gıybet gibi şeytanî tuzaklara düşmemedir en büyük kahramanlık. Buna kıyasla, savaş meydanında ölme çok küçük kalır. Çünkü, bunda dinin için her gün yüz defa ölüp ölüp dirilme ve davan için ayakta durmaya çalışma vardır.
Hâsılı, “Bilmediğin şeyin izini sürme!”10 mealindeki âyet her şeyden önce şüphe, tecessüs ve suizandan kaçmayı ve kesin bilgiye dayanmayan hükümlerle insanları suçlamamayı emretmektedir. Bununla beraber, bu ilâhî kelâm, yeterli araştırma yapılmadan sadece söylentilere göre hiç kimsenin aleyhinde olunamayacağını; yalnızca tahmin, varsayım ve bir kısım teorilere dayanan bilimlerin mutlak doğru olarak kabul edilemeyeceğini; Cenâb-ı Allah ve Resûl-i Ekrem tarafından bize öğretilen ilme dayanarak her türlü hurafe ve batıl inançtan uzak durmamız gerektiğini ve ilmi de bilgi müzahrefatını da alıp işleme vesileleri olan göz, kulak ve kalb gibi organların da yaptıklarından mesul olacağını ifade etmektedir.
1 İsrâ sûresi, 17/36.
2 Dârimî, mukaddime 26; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 5/284; el-Bezzâr, el-Müsned 9/94.
3 Bkz.: Tirmizî, ilim 2; et-Taberânî, el-Mu’cemü’s-sağîr 1/234.
4 Tirmizî, ilim 19; Ebû Dâvûd, ilim 1; İbn Mâce, mukaddime 17.
5 İsrâ sûresi, 17/36.
6 Hucurât sûresi, 49/12.
7 Buhârî, edeb 57; Müslim, birr 28.
8 Bkz.: Hâdimî, Berîka 3/459.
9 Mâide sûresi, 5/8.
10 İsrâ sûresi, 17/36.