Meleklerin Tesbihi

Soru: Rivayetlere göre, Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) Efendimiz, meleklerin tesbihini işitince çok heyecanlanmış ve onu tekrar dinleyebilmek için malının önemli bir bölümünü vermeyi teklif etmişti. Halilürrahman’ı hayran bırakan o tesbih ne ifade etmektedir; ondan bizim anlamamız gereken mânâlar nelerdir?

Cevap: Hazreti İbrahim Efendimiz’in meleklerin tesbihini dinleyişi bir menkıbede anlatılır. O menkıbenin gerçekten vaki olup olmadığı hakkında tereddütler varsa da ondan alınacak ibretler çok önemlidir. Rivayetlere göre; Hazreti İbrahim, kendi döneminin en zenginlerinden sayılacak kadar servet sahibidir. Fakat dünyanın ömrünün kısa olduğunu ve süratle zevale gittiğini, dünya lezzetlerinin zehirli bala benzediğini, burada güzel addedilen dünyevi zinetlerin kabirde çirkin sayıldığını, oraya götürülemeyeceğini ve şu imtihan yurdunda bir saatlik lezzeti terk etmeye bedel ahirette senelerce dostlarla beraber olunacağını yakin derecesinde bilen Halilürrahman, dünyayı kesben olmasa da kalben terk etmiştir. Onun çalışıp kazanması, dünyayı imar etmek ve din-i mübînin yeryüzünün dört bir yanında şehbal açmasını sağlamak içindir.

Bir gün, bazı melekler, Cenâb-ı Hakk’a, hullet ve dostluk kahramanı olarak tanıdıkları Hazreti İbrahim’in mal mülk sahibi olması hakkında istifsarda bulunur; peygamberlik mesleğiyle onca servetin nasıl telif edilebileceğini sorarlar. Onların maksadı –hâşâ– itiraz değildir, o zenginliğin hikmetinin açıklanmasını istemektir.

Melekler, Allah’ın izniyle, Hazreti İbrahim’i ziyaret ederler; uzun bir yoldan gelmiş, saçı sakalı dağınık, üstü başı perişan birer misafir edasıyla İbrahim Nebi’nin yanına varırlar ve onun duyacağı şekilde سُبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبُّ الْمَلٰئِكَةِ وَالرُّوحِ derler. Kalbi ötelerden gelen esintilere açık olan İbrahim (aleyhisselâm), Cenâb-ı Hakk’ı tesbih u takdis etmek için çok iyi seçilmiş bu kelimeleri ve onların seslendirilişindeki lâhûtîliği duyunca pek sevinir; “Aman Allahım, bu ne güzel bir söz!” diyerek hayranlığını ifade eder ve “Servetimin üçte biri sizin olsun, yeter ki o tesbihi bir kere daha söyleyin!” der. Melekler, kendilerine has bir ses ve eda ile o tesbihi tekrar edince, Allah’la alâkası açısından tesbih u tazime ve vahye aşina olan Halilürrahman, o sözdeki derinliğin kendi ruhunda hâsıl ettiği tesir neticesinde, bir kere daha aynı tesbihi duymak için malının tamamını vermeye de razı olur. Nihayet, “Değil mi ki bana bu tesbihi dinletip öğrettiniz, ben de size köle oldum!” diyerek meleklere mukabelede bulunur. Bu davranışıyla da, sahip olduğu her şeyi, hatta canını bile Cânân yolunda feda edebileceğini gösterir.

Evet, Seyyid Nigarî ne hoş söyler:

“Cânân dileyen dağdağa-i câna düşer mi;

Cân isteyen endişe-i Cânâna düşer mi?”

Cânân’ı diliyorsan, kalbinde can dağdağası olamaz, mal sevgisi orada yer tutamaz. Gerekirse her şeyini, malını, mülkünü ve hatta canını bir keseye koyar; “Maksud O’dur, matlup O’dur, mahbub O!” dediğin Allah uğrunda tereddüt etmeden verirsin. Aksine, “malım mülküm” diyor ve can derdine düşüyorsan, Cânân’a ayırdığın gönlünü fâni şeylere kaptırmış ve O’na karşı gereken teveccühü gösterememiş sayılırsın.

Tesbih

İhtimal, سُبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبُّ الْمَلٰئِكَةِ وَالرُّوحِ sözü umumi mânâda meleklerin tesbihidir. Kur’ân-ı Kerim, yerde ve gökte bulunan her şeyin Allah’ı tesbih ettiğini haber vermekte1; meleklerin de Arş’ın etrafını çevirmiş olarak hamd ü senâ ile Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ettiklerini anlatmaktadır.2 Ayrıca, Allah Teâlâ meleklere insan neslini yaratacağını haber verdiğinde, onlar “Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın? Oysa biz hamd ü senâ duygusuyla dopdolu olarak Seni tesbih u takdis etmekteyiz.” demişler3; bunu söylerken de نُسَبِّحُ ve نُقَدِّسُ kelimelerini kullanarak kendilerinin sürekli Allah’ı “tesbih” ve “takdis” ettiklerini belirtmişlerdir.

Tesbih, Cenâb-ı Hakk’ı tenzih etmek, yani Zât’ını itikat, söz ve amel bakımından şanına lâyık olmayan her türlü kusurdan yüce tutmaktır. Diğer bir ifade ile, tesbih, layık olmayanı reddetmek; takdis ise, layık olanı ispattır. Dolayısıyla, tesbihde bir çeşit takdis, takdisde de tesbih vardır.

Müslim, Ebû Dâvûd ve Nesâî gibi muteber hadis kitaplarında, Peygamber Efendimiz’in rükû ve secdede سُبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبُّ الْمَلٰئِكَةِ وَالرُّوحِ “Ey bütün eksik ve kusurlardan münezzeh bulunan Sübbûh ve bütün üstün vasıfları, kemâl, fazilet ve güzellik sıfatlarını Zâtında cem eden Kuddûs; ey meleklerin ve Ruhun Rabbi! Seni tesbih u takdis ederim.” dediği rivayet edilmektedir.4 Dolayısıyla, bu tesbih, rükû ve secdede tekrarlanabilecek güzel bir zikirdir. Şu kadar var ki, bir rivayette سُبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبُّنَا وَرَبُّ الْمَلٰئِكَةِ وَالرُّوحِ denmekte ve رَبُّنَا kelimesi ilâve edilmektedir. Hanefi mezhebine göre; beşer kelâmı olma ihtimali bulunan sözler namaz içerisinde okunmadığı için, “Sübhâneke” duasındaki وَجَلَّ ثَنَاؤُكَ bölümü cenaze namazı haricinde terk edildiği gibi, رَبُّنَا ilâvesinin rükû ve secdede söylenmemesi evlâdır. Evet, bu tesbihin namazda okunması Hanefiler arasında yaygın değilse bile, onu özellikle rükûda okumayı Efendimiz tavsiye buyurduğuna göre, biz de Rabbimiz karşısında iki büklüm bulunmamızın sesi soluğu olarak سُبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبُّ الْمَلٰئِكَةِ وَالرُّوحِ diyebiliriz.

Sübbûh

سُبُّوحٌ kelimesi Cenâb-ı Hakk’ın bir ism-i şerifidir; O’nun noksan sıfatlardan uzaklığını, şirkten tenzihini ve varlığın bütünüyle O’na ait olduğunu ifade eder. Sübbûh, sebeplere tesir-i hakikî vermeme ve esbâbı birer perde görme hakikatine bakan bir isimdir. سُبْحَانَ kelimesi de ondan gelir ve aynı mânâyı bildirir. Bundan dolayı, zifiri karanlık bir gecede, uçsuz bucaksız bir denizde, köpürüp duran dalgalar arasında ve sebeplerin bütün bütün tesirsiz kaldığı bir anda, Hazreti Yunus (aleyhisselâm) “Yâ Rabbi! Senden başka ilâh yoktur, ulûhiyet tahtının yegâne sultanı Sensin. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, yücesin. Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!”5 derken “Sübhan” ismine sığınmıştır. Hazreti Yunus İbn Metta, bu sözleriyle, “Sebeplerin hakikî tesiri yoktur; Sen esbâbı, izzet ve azametin için perde yapmışsın; fakat dilersen her şeyi sebepsiz yaratırsın. İşte, bütün sebeplerin bana sırtını döndüğü şu anda, ey Müsebbibü’l-esbab, sebepler üstü olan azametine, her şeyi muhit bulunan güç ve kudretine, ilminin ve meşîetinin enginliğine sığınarak sadece Senden yardım dileniyorum!” mânâlarını kastetmiş ve bunları bütün samimiyetiyle gönlünün sesi olarak dile getirmiştir. O, bütün benliğiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edince de, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet inkişaf etmiş; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye ve hem de gökyüzüne geçen Allah Teâlâ, geceyi, denizi ve balığı onun hizmetine vermiş ve Hazreti Yunus’u sahil-i selâmete çıkarmıştır.

Sübbûh ismi bir mânâda tevhid-i hakikîyi işaret etmektedir. Yani, her şeyin üstünde Cenâb-ı Hakk’ın kudretini ve rubûbiyet mührünü görmek, her şeyden O’nun nuruna karşı bir pencere açmak, her şeyin O’nun birliğine delil olduğunu müşâhede etmek, ulûhiyetinde, rubûbiyetinde ve mülkünde hiçbir ortağı ve yardımcısı olmadığına tam inanmak ve böylece bir çeşit daimî huzura ulaşmak, kısacası O’na isim, sıfat ve şe’nleri muvacehesinden iman etmek demek olan hakikî tevhide bakan bir isimdir.

Evet, sadece ilmi açısından bile kâinata bakacak olsak; O’nun ilmi bütün varlığı kuşatmıştır. Hatta, olmamış şeyler de ilm-i ilâhîye aittir. Cenâb-ı Hakk’ın ilmi muhittir. O’nun ilmi, “vacib”e taalluk ettiği gibi “mümkin”e ve aynı zamanda “madum”a da taalluk eder. Haddizatında, ademin vücuda gelmesi de mümkündür. Öyleyse, –Bediüzzaman’ın ifadesiyle– adem âlemleri de Cenâb-ı Hakk’ın ilim, kudret ve iradesinin taalluk sahası sayılır.6 İşte, her şeyi irade, meşîet, kudret ve ilim açısından Cenâb-ı Hakk’a verme ve aklen, kalben, ruhen, hissen, fikren her yönüyle tam tevhide ulaşma neticesinde سُبُّوحٌ deme ve سُبْحَانَكَ diye zikretme meleklerin şiârıdır. Çünkü onlar bütün bu hakikatleri şeksiz, şüphesiz görmekte ve sürekli tesbihle bu müşâhedelerini dillendirmektedirler. “Sübhansın yâ Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin.”7 sözü de bu tesbihlerinin ayrı bir terennümüdür.

Aynı zamanda, Sübbûh ismi, Cenâb-ı Hakk’ın, mahiyet-i nefsü’l-emriyesi itibarıyla Zât’ına bakan yanı açısından şerik kabul etmemesini ifade eder. Üstad’ın yaklaşımıyla, bir köyde iki muhtar, bir nahiyede iki müdür, bir kasabada iki kaymakam, bir vilayette iki vali ve bir memlekette iki hükümdar olmaz.8 “Eğer gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı oraların nizamı bozulurdu. Demek ki o yüce arş ve hükümranlığın sahibi Allah, onların zanlarından, yakıştırdıkları vasıflardan münezzehtir, yücedir!”9 mealindeki âyet-i kerime de bu hakikate dikkat çekmektedir. Eğer öyle bir şey olsaydı eşya da herc u merce uğrar ve mahvolurdu. Her ilâh kendi arzu, istek ve iradesine göre icraatta bulunur ve kâinatta önü alınamaz bir dağınıklık, büyük bir karmaşa meydana gelirdi. Hâlbuki, kendine has bir münezzehiyet, mukaddesiyet ve muazzeziyet içinde Cenâb-ı Hak Zât’ında şeriki nefyeder; bir ortak ya da yardımcıya meydan vermez.

İşte, meleklerin “Sübbûh” ismini zikretmeleri, hem Zât-ı Ulûhiyet’e bakan yanıyla, hem de kendileri dahil, esbâbın değişik şeylere sadece birer perde olduğunu çok iyi bilmeleri açısından, O’nun noksan sıfatlardan uzaklığını, şirkten tenzihini ve varlığın bütünüyle O’na ait olduğunu ikrar etmek demektir.

Kuddûs

Kuddûs ismine gelince; Üstad Hazretleri 30. Lema’da, Esma-i Hüsnâ’dan Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl ve Kuddûs’ü anlatırken, Kuddûs ile alâkalı olarak “Bir İsm-i A’zam veyahut İsm-i A’zam’ın altı nurundan bir nuru.”10 demiştir. Kuddûs, Zât’ına yakışmayan her şeyden münezzeh bulunduğu gibi, bütün güzel vasıflarla muttasıf, tahdit ve tasvire sığmayan kemâl, fazilet ve güzellik sıfatlarını kendisinde cem’ eden Zât demektir.

Kuddûs, Cenâb-ı Hakk’a bakan yanıyla, Zât-ı Ulûhiyet’in münezzehiyetine delalet eden; kendisinde kusur sayılabilecek hiçbir şey olmadığı gibi, en mükemmel sıfatların da sahibi bulunan münezzeh, mukaddes ve muallâ Zât’ı gösteren bir isimdir. O öyle bir Rabb’dir ki, O’nu bilseniz, mutlaka seversiniz; O’nu sevince vuslat arzusuyla yanıp tutuşursunuz; O’nu bir de görseniz, artık kat’iyen O’ndan ayrılamazsınız. Bed’ü’l-emâlî sahibinin ifadesiyle “Mü’minler keyfiyetsiz, idraksiz, ihatasız ve misalsiz olarak, her türlü tarifin üstünde “bî kem u keyf” O’nu müşâhede edeceklerdir. O’nu görünce, artık Cennet’te olduklarını ve Cennet nimetlerini de unutacaklardır.”11 Yazık o inanmayanlara, onlar öyle büyük hüsran içindedirler ki, mü’minler Cenâb-ı Hakk’ın cemaliyle sermest olarak Cennet nimetlerini bile unuturken, onlar pişmanlık ve hasretle vurunup dövüneceklerdir. Evet, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini görenler Cennet nimetlerini dahi unuturlar. Zira, yine Üstad’ın ifadeleri içinde, dünyanın binlerce sene mesudâne hayatı, Cennet’in bir saatine mukabil gelmez. Cennet’in de binlerce sene mesudâne hayatı, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini bir dakika görmeye karşılık olamaz. Hele bir de, O’nun bizzat “Ben sizden hoşnudum!” demesi vardır ki, o hiçbir nimetle kıyas edilemez.12

Cennet’teki o büyük mazhariyet bir yana, daha dünyadayken o hakikate birazcık aşina olan âşıklar bile âdeta O’ndan başka hiçbir şeyi görmezler. Gözlerini o ufka diktikleri için dünyanın bütün güzellikleri önlerine serilse de mâsivâya nazar etmezler. İşte, Kuddûs ismi görüldüğü zaman insanları kendine âşık eden, “Ey Cânân” dedirtip ardından koşturan böyle bir güzelliğe, böyle bir mukaddesiyete, böyle bir münezzehiyete ve hakikî matlub, hakikî maksud ve hakikî mahbuba işaret etmektedir.

Ayrıca, ef’al âleminde de Kuddûs isminin tecellîleri vardır. Yerde ve gökteki bütün nezahet, temizlik, mükemmel dizayn, tertip ve düzen bu ismin birer tecellîsidir. Meseleye Bediüzzaman’ca yaklaşacak olursak; bu kâinat sürekli çalışan büyük bir fabrika ve her vakit dolup boşalan bir misafirhanedir. Aslında, böyle işlek fabrikalar ve misafirhaneler çer çöple, enkazla, süprüntülerle çok çabuk kirlenir. Eğer dikkatle bakılmazsa ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz hâle gelir. Hâlbuki bu kâinat fabrikası ve yeryüzü misafirhanesi, çok işlek olmasına rağmen, o derece parlak, temiz ve naziftir, o kadar kirsiz, bulaşıksız ve ufunetsizdir ki,13 âdeta onda hiçbir lüzumsuz şey, işe yaramaz bir madde ve bir kir bulunmaz. Demek ki, bu fabrikaya ve misafirhaneye bakan Zât, onu küçük bir oda gibi süpürtüyor, temizliyor, tanzim ve tanzif ediyor. Zâhiren çok iç bulandırıcı şeyler bulunması gerektiği hâlde öyle olmuyor; eko-sistemde akılları hayrette bırakan bir mükemmeliyet görülüyor. İnsanların kirleteceği ve berbat edeceği ana kadar tabiatın her sayfası seyretmeye doyulmaz bir güzelliğe bürünüyor. Dağı tepesi, ovası obası, ırmağı deresiyle bütün yeryüzü âdeta bir güzellikler meşheri gibi önümüzde arz-ı endam ediyor. İşte, bütün bu temizlik ve güzellikler, Kuddûs isminin ef’al âlemindeki tecellîlerinden kaynaklanıyor.

Her Şeyin Rabbi

Söz konusu tesbihde, Sübbûh ve Kuddûs isimlerini “Bütün meleklerin ve Ruh’un Rabbi.” ifadesi takip etmektedir. Rab; sahip, efendi, malik, ıslah ve terbiye eden, yetiştiren, herkesi görüp gözeten, her varlığın ihtiyaçlarını karşılayan mânâlarına gelmektedir. Melekler; Cenâb-ı Hakk’a taatle meşgul olan, Allah’ın kendilerine verdiği her emri derhal ve aynen yerine getiren ve kat’iyen itaatsizlik etmeyen, her birinin sabit bir makamı ve muayyen bir rütbesi bulunan nurdan yaratılmış varlıklardır. İnsan su, hava, ışık ve gıda ile beslenip onlardan lezzet aldığı gibi melekler de zikir, tesbih, hamd, mârifet ve muhabbet nurlarıyla gıdalanır ve onlardan tat alırlar. Ruh’a gelince, o, Bediüzzaman’ın tarifiyle, “bir kanun-u zîvücud-u haricî ve bir nâmûs-u zîşuurdur.”14 Ruh denince çokları, Ruh-u Küllî’yi anlamışlar; bazıları da ona, Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) ruhu demişlerdir. Onu “Ruhu’l-Kudüs” ve “Ruhu’l-Emîn” de denilen Cebrail (aleyhisselâm) olarak anlayanlar da olmuştur. Dolayısıyla, melekler, Cenâb-ı Hakk’ın azamet, ceberût ve ululuğunu aksettiren “vâhidî” tecellîleri müşâhede etmiş; O’nun esmâ ve sıfatlarının bütün varlık üzerinde gâlibane, kâhirane ve hâkimane tecellî ettiğini görmüş ve meleklerin, Ruh’un, ruhanilerin, bütün âlemlerin ve o âlemlerdeki her şeyin Rabbi olarak Allah Teâlâ’yı tesbih u takdis etmişlerdir.

Ayrıca, melekler, tesbihin Cenâb-ı Hak indindeki kıymetini ve onun Allah katında en makbul sözlerden olduğunu da biliyor ve o mârifetle tesbihlerini daha bir derin dile getiriyorlar. Nitekim, Resûl-i Ekrem Efendimiz buyurmuşlardır ki; “İki söz vardır ki, onlar Rahman’a sevgili, dile hafîf, mizanda ise pek ağırdır. Bunlar: سُبْحَانَ اللّٰهِ وَبِحَمْدِهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ الْعَظِيمِ cümleleridir.”15 Evet, kabaca “Sübhansın yâ Rab! Hamd ü senâ duygusuyla dopdolu olarak Seni tesbih ederim. Ey yüce Allahım, Sen noksan sıfatlardan, eksik ve kusurdan, şerik ve yardımcıdan münezzehsin, mütealsin.” mânâlarına gelen bu iki cümlenin söylenmesi çok kolaydır, dile ağır gelmez; bunlar boş ve değersiz sözler değildir, bilâkis Hak katında makbul ve kıymetlidir; ayrıca, mizanda da çok ağırdırlar. Gözünüzde çok küçük olan ve belki de çoklarının hafife aldığı bu iki cümle, eğer gönülden söylenmişse, ahirette getirilip mizanda terazinin hasenat kefesine konulunca, yığın yığın günahları havaya kaldıracak kadar ağırlaşacaktır. Çünkü bu söz Cenâb-ı Hak nezdinde çok sevimlidir.

Peygamber Efendimiz’den öğrendiğimiz سُبْحَانَ اللّٰهِ وَبِحَمْدِهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ الْعَظِيمِ tesbihinde aynı zamanda cemal tecellîsine de işaret vardır. Bazı âyet-i kerimelerde tesbih ile hamd beraber zikredildiği gibi bu sözde de Cenâb-ı Hakk’ın celâlî tecellîlerini ifade eden tesbihle, cemalî tecellîlerine imada bulunan hamd beraberce söylenmiştir. Allah Teâlâ’nın kudret, irade ve meşîetinin bütün kâinat çapında hükmünü icra ettiğini gören meleklerin رَبُّ الْمَلٰئِكَةِ وَالرُّوحِ deyip bütün âlemlerin rabbi Allah’ı kastetmeleri vahidî ve celâlî tecellînin ifadesidir. Fakat Allah’ın, lütuf, şefkat, merhamet gibi sıfatlarından yansıyan, Cenâb-ı Hakk’ın herkese ve her şeye, seviye ve ihtiyaçları nispetinde ihsan ve ikramda bulunması şeklinde müşâhede edilen ehadî ve cemalî tecellîleri de vardır. Rahmaniyet ve rahîmiyet dalga boylu tecellîlerden, canlı-cansız her varlığın, kendi kabiliyet, donanım ve istîdadına göre istifadesi söz konusudur ki, işte bunlar cemalî tecellîlerdir. Bu türlü tecellîlerde, mecâlî, yani, tecellî alanı olan varlıklar ya da bir yönüyle mazharlar, kendi donanımları, konumları, seviyeleri, istidatları ve ihtiyaçları nazar-ı itibara alınarak hususi görülüp gözetilirler. Farklı farklı şeylere ihtiyaç içinde oldukları, ayrı ayrı beslendikleri, çeşit çeşit bakım-görüme muhtaç bulundukları hâldehiçbiri unutulmayarak ve hiçbiri terkedilmeyerek hepsine tek tek nimetler verilir ki bu da Cenâb-ı Hakk’ın cemalî tecellîsidir. Meselâ, bir bebeğe önce anne sütü, sonra mama verilir. Çocuk biraz büyüyünce pelte, daha sonra püre, sonunda da ekmek ve katı gıda ile beslenir.

Evet, bütün varlıkların birden görülüp gözetilmesi şeklindeki celâlî tecellînin yanı sıra bir bebeğin kendi durumuna göre ona özel rızık verilmesi de cemalî bir tecellîdir. Celâl ile Cemal’i bir arada müşâhede eden Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) سُبْحَانَ اللّٰهِ وَبِحَمْدِهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ الْعَظِيمِ diyerek bu iki tecellîye birden dikkat çekmiştir. Zaten, Bediüzzaman Hazretleri’nin de ifade ettiği gibi, “İsm-i Celâl, genellikle nevilerde ve külliyatta tecellî eder; ism-i Cemal ise mevcudatın cüz’iyatında tecellî eder. Bu itibarla nevilerdeki cûd-u mutlak, celâlin tecellîsidir; cüz’iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri ise cemalin tecellîyatındandır. Bazen de cemal, celâlden tecellî eder. Evet cemalin gözünde celâl ne kadar cemildir, celâlin gözünde dahi cemal o kadar celildir.”16

Gönlün Sesi

İşte biz, o azametli tecellîler karşısında hayret ve dehşet yaşar, سُبْحَانَ اللّٰهِ deriz. Cenâb-ı Hakk’ın azim icraatını temâşâ eder, اَللّٰهُ أَكْبَرُ’le gürleriz. Bu arada, bir Cemal tecellîsi olarak üzerimize sağanak sağanak nimetler yağmasına mukabil de اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ der, hamd ü senâ duygumuzu seslendiririz.

Tabiî ki, söylediğimiz her tesbih, her tahmîd ve her tekbir gönlümüzün sesi soluğu olmalıdır. Telaffuz ettiğimiz kelimeler şuurumuzdan vize alarak söz kalıbına dökülmelidir. Hazreti Üstad’ın tahiyyât okuyuşunu defaatle arz etmişimdir. O, söylediği her kelimeyi vicdanında tam duyacağı ana kadar sürekli tekrar edermiş. Kendine has edasıyla اَلتَّحِيَّاتُ der, onu gönlüne göre duyamadığına kani olursa, اَلتَّحِيَّاتُ , اَلتَّحِيَّاتُ… diyerek defalarca tekrar eder; istediği kıvamı yakalayacağı ve bütün benliğinde hissedeceği ana kadar diğer kelimeye geçmezmiş. İmam Şâzelî ve Ahmed Bedevî gibi zatların, namazda سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ dedikleri zaman, bütün zerrât-ı kâinatı mülâhazaya alabildiklerini nakleder ve onların seviyesini yakalamak istediğini söylermiş. O ufka ulaşabilmek için yıllarca gayret etmiş, Allah’a karşı teveccühünü derinleştirmiş ve dudaklarından dökülen her kelimeye, vicdanının ve şuurunun mührünü vurmuş. Aslında, böyle bir cehd Allah’ın hakkıdır; her hâliyle Allah’a muhtaç olan zavallı, âciz, zayıf ve fakir kulların da vazifesidir. Nitekim, Hazreti İbrahim’e tesir eden de, duyduğu sözün muhtevasıyla beraber meleklerin kendi ufukları itibarıyla meseleyi melekçe dile getirişleri olmuştur.

Hâsılı, melekler, tesbihle alâkalı olarak arz etmeye çalıştığım hususlardan çok daha fazlasını derince duymuş; topyekün varlığa mahrutî ve bütüncül bir nazarla bakarak tevhid-i hakikîyi tam kavramış ve bu hakikatin fezlekesi olarak سُبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبُّ الْمَلٰئِكَةِ وَالرُّوحِ demişlerdir. Gönlü uhrevî esintilere aşina olan İbrahim (aleyhisselâm) da engin bir mârifet ve derin bir duyuşla dile getirilen bu tesbihe hayran kalmıştır. Bizim de, o ufku idrak etmiş olma düşüncesiyle değil, o ufka talebimizi ortaya koyma mülâhazasıyla Rabbimizi tesbih u takdis etmemiz bir vazifedir. Ümit ederiz ki, bu mülâhazaları nazar-ı itibara alarak rükû ve secdede o sırlı kelimeleri söylememiz bizim içimizde de aynı hakikatlerin inkişafına sebebiyet verir.

1 Hadîd sûresi, 57/1.

2 Zümer sûresi, 39/75.

3 Bakara sûresi, 2/30.

4 Müslim, salât 223; Ebû Dâvûd, salât 147; Nesâî, tatbîk 11.

5 Enbiyâ sûresi, 21/87.

6 Bediüzzaman, Şuâlar s.248 (On Birinci Şua, On Birinci Mesele).

7 Bakara sûresi, 2/32.

8 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.743 (Otuz Üçüncü Söz, Otuzuncu Pencere), Şuâlar s.14 (İkinci Şuâ, İkinci Makam).

9 Enbiyâ sûresi, 21/22.

10 Bediüzzaman, Lem’alar s.380 (Otuzuncu Lem’a, Birinci Nükte).

11 Bkz.: el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.41.

12 Bediüzzaman, Mektubat s.260 (Yirminci Mektup, Birinci Makam, On Birinci Kelime).

13 Bediüzzaman, Lem’alar s.380 (Otuzuncu Lem’a, Birinci Nükte).

14 Bediüzzaman, Sözler s.564 (Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat, Birinci Esas).

15 Buhârî, daavât 65, tevhid 58; Müslim, zikir 31.

16 Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.195 (Onuncu Risale).

-+=
Scroll to Top