Ciddiyetin ve Mizahın Bizcesi

Soru: Mü’minlerin hayatında ciddiyetin önemi nedir? Ciddiyet ve vakar, bulunulan yere ve konuma göre değişir mi? Ciddiyetteki ölçülerimiz neler olmalıdır?

Cevap: Ciddiyet; ağırbaşlı, sakin, temkinli ve gayretli olma hâlidir. Ciddiyet, oynak ve sebatsız olmama; iş ve vazifede gevşeklik ve ihmalkârlık göstermeme; davranışlarda lâubâlîlik ve hafifliğe girmeme; hemen her zaman vakur, ciddi, uslu ve oturaklı olma demektir. Lüzumsuz konuşmak ve yersiz gülmek, ölçüsüzce el ve dil şakaları yapmak, âdab ve hürmet kaidelerine uymamak gibi hareketler ciddiyete aykırıdır. Ağırbaşlı olma, temkinli davranma, konuma göre bir duruşa geçerek bulunulan yerin hassasiyetlerini koruma ve asla hafif-meşrep olmama gibi hasletlerin insan tabiatına yerleşmesine de “vakar” denir.

Ciddiyet, bir mefkûre insanının, hayatının gayesi bildiği dâvasını ve vazifesini üstün bir gayretle ele alması, sorumluluklarını derin bir mesuliyet şuuruyla ve fedakârca yerine getirmesi mânâsına da gelir. Bu mânâda, ciddiyetin sistemli düşünmeye, sağlam plân ve projeler ortaya koymaya ve büyük bir azimle sa’y u gayrette bulunmaya bakan yönleri de vardır. Nitekim مَنْ جَالَ نَالَ “Yollar yürünerek alınabilir, zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabilir; azimle yola koyulan ve yolculuğun gereklerini yerine getirenler hedeflerine nail olurlar.”1 ve مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ وَجَدَ “Bir şeyi gönülden dileyen ve onu elde etmek için azim ve iradesinin hakkını vererek çalışıp çabalayan insan mutlaka istediği o şeyi bulur.”2 düsturları bu hakikati ifade etmektedir.

Aslında, bir Müslüman her işinde ve her zaman ciddi olmalıdır. Ne var ki, ciddiyet ve vakarın kibre dönüşmemesi, ciddi ve vakur bir insanın aynı zamanda mütevazi (alçak gönüllü) olması gerekir. Kur’ân-ı Kerim, “Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa “Selâmetle!” der geçer giderler.”3 sözleriyle hakikî mü’minleri anlatır ve onların yürürken dahi sükûnet ve vakar ile hareket ettiklerini; terbiyeli, nazik ve alçak gönüllü olduklarını; cahillere çatmaya tenezzül etmediklerini ve asla mağrur, saygısız, kaba ve haşin davranmadıklarını nazara verir.

Diğer taraftan, mü’minlerin, ciddiyeti bir adım öne çıkarıp tevazuu onun arkasında tutacakları ya da ciddiyeti tevazuun bir adım gerisine alacakları yerler ve durumlar da vardır. Bediüzzaman Hazretleri bu hususa dikkat çeker ve “Meselâ, bir ulü’l-emrin (idarecinin), makamındaki ciddiyeti vakar, mahviyeti zillettir. Hânesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevazudur.”4 der. Sonra da bu sözlerini şerh sadedinde, büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu vakit makamın izzetini muhafaza edecek tavırlar içinde olması ve vakarını koruması gerektiğini; onun her ziyaretçi için tevazu göstermesinin tezellül ve makamı tenzil olacağını; fakat kendi evindeyken, ne kadar mütevazi davranırsa davransın bunun ona daha çok yakışacağını, aksine aile fertlerine karşı vakarın tekebbür sayılacağını ifade eder. Tabiî ki, bu hususta, ciddiyetsiz ve lâubâlî olmakla mütevazi davranmayı birbirinden ayırmak icap eder; tekebbüre girmemek için vakarı terk etmenin, kendini lâubâlîliğe ve sululuğa salmak olmadığının da bilinmesi gerekir.

Haddizatında, insanların hâl ve hareketlerindeki, oturuş ve kalkışlarındaki ciddiyet iman ve mârifet derinliğine bağlıdır. Dolayısıyla, ciddiyetin seviyesi her insana, o insanın iman ve mârifet ufkuna, ayrıca ciddi olması gereken yere ve konuma göre değişiklik arz eder.

Biri Var!

Zât-ı Ulûhiyet’e karşı ciddiyet, her zaman Cenâb-ı Hakk’ın muradını takip etme ve O’nun tarafından takip edilme mülâhazasıyla iç ve dış bütünlüğü içinde, hayatı ve davranışları ciddi bir çizgide sürdürme şeklinde olur. Bu da ancak, Cenâb-ı Hakk’ın, insanın her hâline nâzır bulunduğuna; yani onun sözlerini duyar ve işitir, ahvâlini bilir ve değerlendirir, yaptıklarını görür ve kaydeder olduğuna inanmakla gerçekleşebilir. İnsanlar bazı durumlarda böyle bir görülüp gözetilmeyi muvakkaten unutabilirler; meselâ, yemek yerken, çay içerken kendi âlemlerine dalabilirler… Yatakta o murakabe havasından uzaklaşabilirler. O anlarda, Cenâb-ı Hakk’ın azametine uygun ve kulların küçüklüğüne münasip şekilde Allah’ı hatırlama, ihsan şuuruyla dolma söz konusu olmayabilir. Gerçi, “akrabü’l-mukarrabîn” dediğimiz daha hâlis kullar, o türlü hâllerde bile temkinli davranırlar. Fakat, Allah, bazı beşerî hâllerdeki öyle bir nisyanı ve geçici bir unutmayı bağışlayacağını vaad etmiştir. Belki onlardan dolayı da istiğfar edip Allah’a yeniden teveccühte bulunmak gerekir ama herkesin her yerde aynı ölçüde ciddiyet ortaya koyamayacağı da bir realitedir.

Hak ölçülerine göre iyi düşünen, iyi şeyler plânlayan, iyi işlere bağlı kalan ve bütün sözlerini, hareketlerini, davranışlarını Allah’ın nazarına arz ediyor olma şuuruyla, fevkalâde bir titizlik içinde ortaya koyan insanlar kâmil mânâda ciddi insanlardır. Onlar kiminle otururlarsa otursunlar –Hazreti Mevlâna edasıyla– “Arkadaş, dikkat et! Burada bizi yalnız sanma, bizden başka gizli biri daha var!” der ve o zaviyeden hareket ederler. Zaten Kur’ân da öyle demiyor mu: “Görmez misin ki Allah göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini bilir! Bir araya gelip gizlice fısıldaşan üç kişinin dördüncüleri mutlaka Allah’tır. Beş kişi gizli konuşsa altıncıları mutlaka Allah’tır. Bundan ister daha az, ister daha çok olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, mutlaka O, kendileriyle beraberdir. O, ileride kıyamet gününde, yapmış oldukları işleri onlara tek tek bildirecek, dilerse karşılığını da verecektir. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilir.”5 Evet, biz hiçbir zaman yalnız değiliz; bizi her an gören, hâlimizi bilen, tavırlarımızı değerlendiren ve niyetlerimize göre kalblerimize teveccühte bulunan bir Rabbimiz var. İşte, bu hakikati kim, ne kadar kavrar ve kimin mârifeti ne ölçüde olursa, onun söz, tavır, hâl ve davranışları da o ölçüde ciddiyet televvünlü olur.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) anıldığı yerler ve O’nunla alâkalı meseleler de ciddiyet ister. İslâm’ın ilk senelerinde, henüz edep bilmeyen ve saygıdan anlamayanlar, Allah Resûlü’nün huzuruna geldiklerinde O’na karşı saygısız davranabiliyorlardı. O günlerde, çölden yeni gelmiş bir bedevî, bozuk bir üslûp, çirkin bir eda, yakışıksız bir tavır ve kaba bir ses tonuyla “Muhammed kim?” diyebiliyor ve Efendiler Efendisi’ne, “Abdulmuttalib’in torunu” diyerek hitap edebiliyordu. Fakat bir gün geliyordu ki, herkes, O’nun kim olduğunu, konumunun neden ibaret bulunduğunu, Hak katındaki yerini ve Allah’la münasebetindeki enginliğini duyuyor, görüyor, anlıyordu. Kısa bir süreliğine de olsa, O’nunla oturup kalkanlar, O’nun söz incilerini derme fırsatı bulanlar hemen Resûl-i Ekrem’in boyasıyla boyanıyordu. Öyle ki, O konuşurken, ashab efendilerimiz başlarında kuş varmış da onu kaçırmamak için hiç hareket etmemeleri gerekiyormuş gibi duruyor ve pürdikkat O’nu dinliyorlardı. Bir kelime kaçırma korkusuyla ödleri kopuyor gibi bir tavır sergiliyorlardı. O’nun huzurunda bulunma âdeta bir şok tesiri yapıyordu o seçkin insanlarda.. ve o şokun tesiriyle, fem-i güher-i nebevîden dökülen lâl ü güherin hiçbirinin boşluğa düşmesine meydan vermiyor, hepsini ezberliyor ve hiçbirini kaçırmıyorlardı. Sahabe efendilerimiz biliyorlardı ki, O’nun dudaklarından dökülen sözler vahy-i gayr-i metlûvdu; yani, kelimeler Peygamber Efendimiz’e ait olsa da, onlardaki mânâ ve muhteva Allah Teâlâ tarafından O’nun kalbine ilham ediliyordu. Cenâb-ı Hak, bir metin (vahy-i metluv) gönderiyordu ama onunla beraber o metnin izahını da Resûlullah’a bildiriyordu. O da, Allah kendisine nasıl ilham etmişse, ona göre şerh ve yorumlarda bulunuyordu. Dolayısıyla, O’nun tebliğ ettiği âyetlerde de, onların şerhlerinde de kat’iyen hata yoktu; o her sözünde isabetliydi. İşte bu hakikat ve sahabenin bu hakikati anlayışı, Allah Resûlü’ne ve O’nun ağzından dökülen sözlere karşı lakayt kalmalarına asla müsaade etmiyordu, etmezdi de, zira onlar lügatlerinde lakaytlığa hiç yer vermeyen birer vefa abidesiydi.

Sahabe Efendilerimizin Ciddiyeti

Ashab-ı kiram, O’nu dinlerlerken öyle kendilerinden geçerlerdi ki, çoğu zaman gözleri yaşlarla dolardı. İrbad İbn Sâriye (radıyallâhu anh), “Bir gün Peygamber Efendimiz namazı kıldırdıktan sonra mübarek yüzüyle bize yöneldi ve gözleri yaşartan, kalbleri ürperten çok tesirli bir konuşma yaptı. Öyle ki içimizden biri, onun veda konuşması olduğunu zannederek Efendimiz’e son nasihatlerini sordu.”6 sözleriyle böyle bir anı anlatır. O’nu dinleyenler zamanın nasıl geçtiğini bilemezlerdi. Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) der ki, “Bir gün Allah Resûlü sabah namazından sonra minbere çıktı. Konuştu, konuştu, konuştu… Öğle ezanından sonra, namazı kıldırıp tekrar minbere çıktı ve ikindi oluncaya kadar konuştu. İkindi namazını eda ettikten sonra yine konuşmaya başladı, konuşması akşama kadar sürdü.”7 Evet, o gün Allah Resûlü, ilk hilkatten başlamış, kâinatın teşekkülünden, insanın yaratılmasına kadar bütün yaratılış devrelerini bir bir sıralamış ve daha sonra da kıyâmete kadar insanların başına gelecek hâdiseleri teker teker nakletmişti. Bütün enbiyâyı hem de şemâili ile anlatmış, istikbâle nazarını çevirip mahşere, Cennet ve Cehennem’e kadar her şeyi göz önüne sermişti. Sahabe efendilerimiz de O’nu saatlerce dinlemiş, söylediklerini öğrenmiş ve arkadaki nesillere bildirmişlerdi.

Onlardaki bu öğrenme, ezberleme ve nakletme harikuladeliğini sadece, kadim kitaplarla, o günün dedikodusuyla ve bilgi müzahrefatıyla kirlenmemiş, dolayısıyla nisyana maruz kalmamış tertemiz dimağlarına vermek doğru değildir. Meselenin ciddiyete bakan yanları da vardır. Çünkü onlar, söylenen sözleri kendileriyle çok alâkadâr görmüş, çok iyi konsantre olmuş ve yalnızca o sözlere yoğunlaşmışlardı. Nasıl ki, bir Hak dostu size, “Allah’ın sana şöyle teveccühü var, Efendimiz sana şu şekilde bakıyor; rüyamda seni falan mertebede gördüm” dese; bu söz sizde çok ciddi bir şok tesiri yapar ve siz o an ezberleme gayretinde olmasanız da, o sözü aradan yetmiş sene geçse bile unutmazsınız. İşte, onlar Peygamber Efendimiz’in her sözüne karşı aynı tehâlükü göstermiş, her kelimeyi aynı hassasiyetle âdeta emmişlerdi. Bir tarafta, Allah’tan aldığı vahyi büyük bir ciddiyetle tebliğ eden bir Peygamber; diğer tarafta da, aynı ciddiyetle dinleyen, öğrenen ve hak dini dünyaya ilân eden insanlar vardı. Öyle anlaşılıyor ki, “göndermeç” ile “almaç” arasında çok kuvvetli bir münasebet bulunuyordu. Onların kalibreleri de Allah tarafından yapılmıştı; frekansta hiç kayma yoktu. Dahası, o frekansın sağında–solunda da herhangi bir şerare bulunmuyordu. Her gelen mesaj tam yerine ulaşıyor ve doğrudan doğruya gidip onların gönüllerine akıyordu. Onlar da bütün benlikleriyle açılıyorlardı akıp gelen mesaja.. onu maddî–mânevî, dünyevî–uhrevî hayatlarının bengisuyu kabul ediyor; onsuz olamayacaklarına ve canlı kalamayacaklarına inanıyorlardı.

Dava Adamı Ciddi Olur

Ayrıca, bir mü’min, Allah’tan ötürü mahlukatı sever; yaratıklara Allah’ın sanatı olarak bakınca, gördüğü her şeye karşı âşıkâne bir tavır sergiler bütün mahlukata sinesini öyle açar ve öyle bir sevgi çağlayanına kendisini salar ki, gördüğü her şeyi koklar, öper; “Bunda da Senden bir cilve var.” der, eşyanın yüzünde Cenâb-ı Hakk’ın sanatını okur. O duyguyla, ağaçlara temenna durur, çiçekleri selâmlar; alır onları koklar, atmaya kıyamaz göğsüne takar. Aynen öyle de, sevgi gibi, ciddiyet ve saygının da Allah’tan ötürü olması gerekir. İnsan, diğer mahlûkattan geri değildir; bilâkis o, Allah’ın yarattığı en şerefli mahlûktur. Bir mânâda, ona karşı saygısızlık, onu var edene karşı saygısızlıktır; onun karşısında ciddiyet de Hakk’ın takdirine ve sanatına saygının ifadesidir. Allah’ın rızasını gözeterek mahlûkata karşı saygılı olmak, Allah’a karşı saygılı olmanın gereğidir. Efendimiz’in ümmetine karşı saygılı olmak da, Efendimiz’e karşı saygının emaresidir. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda olduğumuz mülâhazasıyla her zaman ciddiyetimizi korumamız gerektiği ve Peygamber Efendimiz’le alâkalı her mevzuyu ciddiyetle ele almamız icap ettiği gibi, hak dostları başta olmak üzere Müslümanların hepsine ve ilâhî sanatın birer mührü olmaları itibarıyla da bütün insanlara karşı tavır ve davranışlarımızda da mü’min ciddiyet ve vakarını muhafaza etmemiz lâzımdır.

Ciddiyet, mefkûre insanlarının en önemli vasıflarından biridir. Onlar, mesuliyetlerinin ağırlığıyla piştiklerinden ve sorumluluklarını her an omuzlarında hissettiklerinden dolayı sürekli ağırbaşlı ve olgun birer insan tavrı ortaya koyarlar. Onların bu hâli davalarının ciddiyetle değerlendirilmesi için de çok mühimdir. Çünkü, lüzumsuz konuşmalar, yersiz gülmeler, ölçüsüzce el ve dil şakaları dava adamlarının inandırıcılığına dokunur, muhataplarına onların da hafif-meşrep birer insan olduğu izlenimini verir. Onları örnek alanların hüsnüzanlarını kırar; “Bunlar da ciddiyetsiz insanlarmış, demek ki yürüdükleri yol bunlara bir şey verememiş” dedirtir ve böylece olan yine hakka-hakikate olur.

O türlü tavır ve davranışlar, heyetin genel havasını bozabilir. Bazen yersiz bir gülüş, bazen kibirli bir oturuş, kimi zaman gurur edalı bir duruş ve kimi zaman da benlik kokan bir söz, başkalarını değişik mülâhazalara sevk eder. Neticede ilhamlar inkıtaya uğrar, o meclise rahmet inmez; çünkü, artık orada nefsanilik araya girmiştir. Saygısız mülâhazaların kuşattığı yerlerden Cenâb-ı Hakk’ın teveccühü kesilir. O zaman da, kötü örnek olarak heyete karşı hüsnüteveccühlerin kesilmesine sebep olan insan, kul hakkına girmiş ve heyetteki herkesin hakkını çiğnemiş olur.

Meselâ; insan namaza duracağı zaman konsantrasyonunu çok iyi ayarlamalı, nereye yöneldiğinin ve ne yaptığının farkında olarak tekbir getirmelidir. Avamca namaza durma, kalbin Allah’ı kastederek kıbleye yönelmesiyle olur. İşin havasçası ise, Allah’tan başka her şeyi kalbten söküp atarak sadece O’nu mülâhazaya alma şeklinde bir teveccühtür. İşte, bir insan niyet hesabına hazırlığını yapıp tam “Allahu Ekber” diyerek enaniyetini boğazlayacağı ve “Sen büyüksün, öyle büyüksün ki Senden başka büyük yok; Senin karşında bana sadece sıfırlık düşer.” mülâhazasıyla namaza duracağı esnada bir kabalığa şahit olsa, bütün duygu ve düşüncesi dağılır; ruh hâleti değişir ve kendini namaza tam veremez. Hele bir de o zat imamsa, onun namazı böyle bir kabalığa kurban gidince, arkasındakilerin namazları da kurban gider. Ciddiyetsizliğe maruz kalan insan –o imam da olsa– farkına varmadan namazda alır-verir, sürekli kelâm-ı nefsiyle konuşur; “Vay zavallı vay!” deyip durur, rükû’da سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ diyeceğine سُبْحَانَ رَبِّيَ الْأَعْلَى der, namazı maruz kaldığı o ciddiyetsizliğin hâsıl ettiği düşüncelerle bitirir. İşte, o kaba ruhlu insan, o davranışıyla imamın namazdaki huşuuna mâni olduğu gibi, bir sürü insanın hukukuna da tecavüz etmiş olur..

Öyleyse insan, kaba, haşin ve sevimsiz davranışların neticesinin böyle çirkin olduğunu bilerek çok temkinli ve dikkatli hareket etmeli; kendini düşünmüyorsa bile, hiç olmazsa diğer insanların haklarını gözeterek mü’mince tavırlar ortaya koymalıdır. Aslında, kaba söz ve davranışlar ruhunda kabalık olan insanların hırıltılarıdır. Dolayısıyla, o türlü kabalıklara ve lâubâlîliklere giren insanlar, kendilerini gözden geçirmeli ve ciddiyetsiz hareketlerini nazar-ı itibara alarak kendileriyle yüzleşmelidirler. Ahsen-i takvîm üzere yaratılan insana o türlü davranışların yakışıp yakışmadığının muhasebesini yapmalıdırlar. Azıcık irfanları kalmışsa, o haşin, yakışıksız, tutarsız ve ahiret hesabına hiçbir değer ifade etmeyen tutum, tavır ve hareketlerini bir an önce terk etmelidirler.

İslâm’da Mizah

Diğer taraftan, Müslümanın her hareketi, her davranışı, her sözü ölçülü ve ciddiyet yörüngeli olmalıdır ama ciddiyet ile buz gibi soğuk davranışları da birbirine karıştırmamak gerekir. İslâm, mizaha farklı bir bakış açısı getirmiş, latîfenin mü’mincesine işaret etmiş ve hikmet edalı nüktelere cevaz vermiştir. Bir mü’min için nükte ve latîfe, insanları güldürmek, onların hoplayıp zıplamalarını sağlamak ve onlara kahkaha attırmaktan öte mânâlar taşır; bir yandan hikmet ifade eder, diğer yandan da insanları tefekkür ufkunda dolaştırır.

Gereğinden fazla olan şaka ve latîfeler lâubâlîliğe, çok gülmeye, kalbin kararmasına, zamanı boşa geçirmeye ve bazen de insanları kırmaya sebep olması bakımından sakıncalıdır. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kahkahaya sebep olan, Allah’ı anmaktan alıkoyan ya da insanların onurunu yaralayarak saygı ve vakarı yok eden latîfeleri yasaklamıştır. Müslümanlar arasında, “Latîfe latîf (nazik, şirin ve ince) gerek.” anlayışı çok önemli bir düstur olagelmiştir. Ayrıca, latîfe veya nüktede yalan sözün bulunmaması gerekir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ben latîfe yaparım ama doğru konuşurum.”8 buyurmuş ve latîfe yaparken dahi sözlerin doğru olması gerektiğini vurgulamıştır.

Evet, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) da yer yer latîfe yapmıştı. Fakat, O’nun latîfeleri ciddiyet televvünlü ve aynı zamanda hak ve hakikat yörüngeliydi. O, bir taraftan, hürmet duygularını davet eden bir vakar ve heybet, diğer taraftan da sevgiyi celbeden bir tevazu ve mahviyet içinde bulunurdu. İnsanları sürekli tebessümle karşılardı. Busîrî, Kaside-i Bürde’sinde bu hususa dikkat çekerek, “Yalnızken Fahr-i Kâinat Efendimiz’e mülaki olsan, celâleti hasebiyle O’nu kalabalık asker arasında ve bir ordunun başındaymış gibi ciddi bulurdun.” dedikten sonra sözlerini meâlen şöyle sürdürür: “Onu ashabına karşı da öyle mütebessim görürdün ki, sadef içinde saklanan incinin o Nebiyy-i Zîşân’ın mahall-i kelâm ve tebessüm madeninden çıktığını sanırdın.”9 Resûl-i Ekrem Efendimiz öyleydi; sürekli müjde veriyor olma edasıyla hep mütebessim bir çehresi vardı. Fakat, rivayetlere göre, hayatı boyunca sadece üç defa –kendisine yakışan keyfiyet içinde– gülmüş ve asla gayr-i ciddiliğe geçit vermemişti. Bununla beraber, tebessüm etme, insanlara yumuşak davranma, herkese bağrını açma ve yanında herkesin rahat hareket etmesine imkân verme hususlarında örnek olmuş; gerekirse mehafet ve mehabet hâlini bile baskı altına alarak insanları rahat ettirme ve onları boğmama esasına işaretlerde bulunmuştu.

Peygamber Efendimiz’den öğrendiğimiz ölçülere göre; insan, muhataplarını mârifet ufukları zaviyesinden değerlendirmeli ve onların durumuna uygun bir seviye belirleyerek konuşmalıdır; yoksa farkına varmadan onları sıkıştırmış, tazyik etmiş ve bütün bütün hakikatten soğutmuş olma ihtimali vardır. Evet, kasdî ve iradî olarak lâubâlîliğe, birilerini güldürmek için şakalar yapmaya, ölçüsüzce gülmeye ve güldürmeye, dolayısıyla zamanı israf etmeye müsaade yoktur. Allah Resûlü, bazı insanların güldüğünü görünce “Cennet’ten müjde mi aldınız?”10 deyip onları ikaz buyurmuştur. Ne var ki, bazı hak dostlarının, sürekli mârifet ufkunda bulunmaları itibarıyla hep mehabet ve mehafet yaşayan müritlerine biraz nefes aldırmak ve tam canları gırtlaklarına geldiği sırada onlara oksijen yudumlatmak için espri ve nüktelere başvurmaları türünden, bazen hikmet edalı olan ve belli bir gayeye matuf dile getirilen mizah diyebileceğimiz türden latîfe, nükte, kıssa ve menkıbelerin anlatılmasında da bir beis olmasa gerektir.

Öyle Bir Sultan…

Meselâ; 4. Murad devrinde, Erzurum’da bir Habib Baba varmış. Evliyaullahtan olduğu söylenen bu zat, hacca gitmeye karar vermiş. O dönemde hacılar dört bir taraftan gelip İstanbul’da toplanır, oradan da kervanlar hâlinde yola çıkarlarmış. Habib Baba da, İstanbul’a kadar gelmiş ve “Yola çıkmadan evvel bir temizlik yapayım.” deyip bir hamama gidivermiş. Olacak ya, o gün Padişah’ın vezirleri hamamı kiralamış ve kendilerine tahsis etmişler; dolayısıyla da onlardan başka kimse içeri alınmamış. Habib Baba da bu yasağa takılacakmış ki, “Ben şu kurnacıkta yıkanıveririm” diye yalvarıp yakarınca, oranın sahibi bu ihtiyarın hâline acımış ve ona bir köşede yıkanması için izin vermiş. Çok geçmeden vezirler bütün ihtişam ve debdebeleriyle gelmişler. Bu arada, tebdil-i kıyafet ederek halkın içinde dolaşmayı itiyad edinen 4. Murad da, bu hamama gelmiş ve o da yalvarıp yakarınca bizim Habib Baba’nın yanında yıkanmak şartıyla içeri girmiş. Bir aralık, Habib Baba ona sırtını keselemeyi teklif etmiş ve keselemiş. Sonra sırt keseleme sırası padişaha gelmiş. 4. Murad elindeki keseyi Habib Baba’nın sırtında gezdirirken, “Bir bize bak, bir de şu vezirlere. Bu dünyada padişaha vezir olmak varmış.” deyince, Habib Baba “A dostum, öyle bir Padişah’a vezir ol ki, bütün bu vezirlerin padişahına, senin uyuzlu sırtını keseletsin.” deyivermiş…

İşte, bu da bir latîfe ve bir menkıbedir. Belki de aslı bile olmayan bir menkıbede herhangi bir fasıldır. Fakat, bunun ifade ettiği çok derin bir mânâ vardır; Zât-ı Ulûhiyet’e ubudiyet ve hizmetin, dünyalara bedel olduğunu hikmetâmiz bir üslûpla vurgulamaktadır. Dolayısıyla, bu çerçevede mizah sayılabilecek latîfe ve nükteleri anlatmanın bir zararı olmayacağı, hatta bazı hakikatleri açıklamada fayda sağlayacağı da söylenebilir.

Hâsılı, Hazreti Ömer Efendimiz, hilâfet makamına tavsiye edilen büyük bir sahabe için “Denilen kişi her yönüyle hilâfete layıktır; fakat, şakası biraz fazladır. Hâlbuki Hilâfet, bütünüyle ciddiyet isteyen bir meseledir.”11 buyurmuştur. İnsanları idare mânâsındaki hilâfet ciddiyet istediği gibi, yeryüzünde dinin temsilciliğini yapma mânâsına nübüvvet mesleğinin bir ferdi olma da ciddiyet iktiza eder. Zaten, i’lâ-yı kelimetullah yolunda gerekli ciddiyeti elde edememiş insanlardan, diğer hususlarda ciddi olmaları hiç beklenemez.

1 el-Meydânî, Mecmeu’l-emsâl 2/328.

2 el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/318. Yakın ifadeler için bkz.: İbnü’l-Cevzî, el-Müdhiş s.490; İbn Hacer, Mukaddimetü Fethu’l-bârî s.14.

3 Furkan sûresi, 25/63.

4 Bediüzzaman, Sözler s.791 (Lemeât).

5 Mücadele sûresi, 58/7.

6 Bkz.: Tirmizî, ilim 16; Ebû Dâvûd, sünnet 5; İbn Mâce, mukaddime 6.

7 Müslim, fiten 25; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/341.

8 Tirmizî, birr 57; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/340.

9 el-Bûsîrî, Dîvânü’l-Bûsîrî s.242.

10 Bkz.: el-Bezzâr, el-Müsned 6/174; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 3/90-91.

11 et-Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk 2/581; İbn Asâkir, Tarîhu Dimaşk 44/438, 45/453.

-+=
Scroll to Top