Sığ Görünen Deryalar

Soru: Bir hadis-i şerifte, Hak katında mahbub kulların özellikleri sayılırken, onların gizli enginliklere sahip oldukları da nazara veriliyor. Sohbetlerde de çoğu zaman sığ görünüp derin olmak gerektiği üzerinde duruluyor. Gizli enginliklere sahip olma ama sığ görünme faziletinin esasları nelerdir?

Cevap: Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) إِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْعَبْدَ التَّقِيَّ الْغَنِيَّ الْخَفِيَّ buyurarak, Mevlâ-yı Müteâl tarafından sevilen kulların üç önemli vasfını zikretmiş; “Allah takva ile serfiraz, masivâdan müstağnî ve gizli enginlikleri bulunan kulları sever.”1 mealindeki bu beyanıyla “takva”, “istiğna” ve “iç derinliğine sahip olma” özelliklerine dikkat çekmiştir.

Hayır Kapılarının Sırlı Anahtarı: Takva

Bilindiği üzere; takva kelimesi, gayet iyi korunma ve sakınma demek olan vikâye kökünden gelmektedir. Takva, kısaca “Allah’ın emirlerine itaat edip, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi” şeklinde tarif edilmiştir.

Tam ihlâsa ermek için her çeşit şirk şâibesinden sakınmak gerektiği gibi, kâmil takvayı elde edebilmek için de şüpheli şeylerden de bütün bütün kaçınmak icap eder. Nitekim, “Bir kul, sakıncalı şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terk etmedikçe gerçek takvaya ulaşamaz!”2 mealindeki hadis-i şerif gibi pek çok beyân-ı nebevî “sağâir” dediğimiz küçük günahlardan da kaçınmayı3 ve Kur’ân’ın “lemem”4 dediği şeylere karşı da titiz olmayı ihtar etmektedir. Bu açıdan, takva-yı tâmm, ancak küçük günahlardan ve şüpheli şeylerden de sakınmakla elde edilebilir.

Ne var ki, değişik vesilelerle dile getirdiğim gibi, dinin emir ve yasaklarına tam riayet etme şartlarının alabildiğine ağırlaştığı ve dolayısıyla hakikî takvaya ulaşmanın çok zorlaştığı günümüzde, herkesi kâmil takvaya zorlamak dinin özündeki “teysir” (kolaylaştırma) prensibine terstir. Hizmet dairesinin çok genişlediği ve dinî hassasiyetleri gözeten insanların hayatın hemen her sahasında yer aldığı bir dönemde, umum halka takvanın en üst mertebesini teklif etmek, onu altından kalkılmaz bir yük olarak göstermek demektir. Çünkü, böyle bir teklif, inzivaya kapanmayı, sokağa çıkmamayı, eli ayağı, dili dudağı, gözü kulağı günaha bulaştırmamayı, farzların ötesinde nafilelerde bile kusur etmeyecek şekilde kendini ibadete vermeyi ve sakıncalı bir iş yapmış olmamak için şüpheli şeylerden de uzak durmayı gerektirecektir. Nihayet, bu seviyede bir takvayı temsil etmek, günümüzün şartları içinde çoklarına imkânsız gibi gelecektir; dolayısıyla, meseleyi herkes için o çizgide ele almak dinin “teysir” ilkesiyle çelişecektir.

Binaenaleyh, bugün takva, –Nur Müellifi’nin yaptığı gibi– “farzları titizlikle yerine getirme ve büyük günahlardan kaçınma”5 tarifiyle ortaya konarak onun zarurî ve câmi’ iki esası nazara verilmeli; takva dairesi bu denli geniş tutularak, hiçbir mü’minin dışarda kalmaması sağlanmalı; bilâhire insanlar daha üst mertebelere ulaşma ümidiyle şahlandırılmalı ve herkesin iradî olarak adım adım kâmil takvaya doğru yürümesi temin edilmelidir.

Evet, Allah’ın sevgisine mazhar kulların ilk özellikleri takva dairesine girmiş olmalarıdır. Zira, takvaya sığınmadan Kur’ân’ı anlamak ve ondan gereğince istifade etmek mümkün değildir. Daha Bakara sûresinin ilk âyetlerinden itibaren nazara verildiği üzere, Kur’ân, kapısını ancak müttakîlere aralar, o herkesten önce ehl-i takva için bir hidayet kaynağıdır; zaten takvaya da yalnız Kur’ân yörüngesinde yürümekle ulaşılır. Müttakîler, hem Kur’ân âyetleriyle nefes alıp vererek kalbî ve ruhî hayat adına daima canlı kalırlar; hem de Beyan-ı İlâhî’nin ışığı altında âyât-ı tekviniyeyi sürekli tetkik ve tefekkür ederek Allah’ın (celle celâluhu) kâinatta câri sünnetine (kanunlarına) muvafık davranırlar. Böylece, takva sayesinde, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan kurtulmuş, “a’lâ-yı illiyyîn” yolunu tutmuş ve bütün hayırların, bereketlerin kaynağını bulmuş olurlar.

İstiğna Ruhu ve Beklentisizler

Hususiyle kendini iman ve Kur’ân hizmetine adamış bahtiyar ruhlar için, takvadan sonraki en önemli vasıf istiğnadır. Hadis-i şerifteki, “ganî” kelimesi, “Allah’ın verdiği nimetlere kanaat ettiğinden kat’iyen başkasının eline bakmayan, hep müstağnî davranan, gönlü zengin, beklentisiz.” mânâlarına gelmektir.

Istiğna, peygamberlik mesleğinin şiarıdır. Bütün peygamberler, peygamberlik vazifesini eksiksiz yapacaklarına ve bunun karşılığında hiçbir dünyevî ücret almayacaklarına söz vermişlerdir. Kur’ân-ı Hakîm, onların, kendi ümmetlerine –ağız birliği etmişçesine– “Ben sizden ücret beklemiyorum ki! Benim mükâfatım ancak Allah nezdindedir.”6 dediklerini anlatmaktadır. Hakikaten onlar, peygamberlik vazife-i kudsiyesinin dünyaya alet edildiği töhmetine meydan vermemek için hayatları boyunca istiğnaya bağlı kalmış ve bu müstağnî hâlleriyle sonraki nesiller arasında neşr-i hakkı kendilerine vazife edinenlere hüsnümisal olmuşlardır.

Yâsîn sûresinde anlatılan kahraman (Habîb-i Neccar) da “Yaptıkları tebliğ karşılığında sizden bir ücret istemeyen, hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun.”7 demek suretiyle, yine irşad erlerinin aynı vasfına dikkat çekmiştir. Habîb-i Neccar, arkasında yürünecek rehberlerin en önemli iki vasfını nazara verirken, onların hizmetlerine mukabil hiçbir ücret/menfaat beklemediklerini ve herkesten önce kendilerinin dosdoğru yolda yürüdüklerini belirtmiştir ki, doğrusu, bu iki sıfatı üzerinde taşımayan kimselerin başkalarına hidayet yolunu göstermeleri hiç mümkün değildir.

Nur Müellifi, iman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş insanlar için istiğnanın çok önemli bir rükün olduğunu vurgulamaktadır. Meseleye dini dünyaya alet etme töhmeti açısından da yaklaşarak, ehl-i dalâletin, “İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar.” deyip ehl-i ilme insafsızcasına saldırdıklarını ve dolayısıyla onları fiilen tekzip etmek gerektiğini belirtmektedir.8

Aslında bugün de bazı kimseler aynı hastalığa müptelâdır ve onların yüzünden bütün Müslümanlar karalanmaktadır. Kur’ân okuma üzerinden gırtlak ağalığı yapanlar, ruhsuz bağırıp-çağırmaları dua yerine koyanlar ve bir kısım soğuk merasimlerle dini folklorlaştıranlar ma’şeri vicdanda müspet bir tesir uyaramadıkları gibi İslâm’ın güzel çehresini de karartmaktadırlar. Niyetleri dünyevî menfaatler olduğu müddetçe gönüllere nüfuz edemeyeceklerini anlayamamakta ya da ücret beklentisi içinde bulunduklarından dolayı başka ulvî gayeleri hiç düşünememektedirler.

Oysa, sözün tesir etmesi, sesin gür ve güzel oluşuna, nağmenin zâhiren iç yakışına değil, Cenâb-ı Allah’ın meşîetine bağlıdır. Allah Teâlâ, sözün tesirini, büyük bir ölçüde, söyleyenin hasbîliğine, diğergamlığına ve yaptığı irşad vazifesi karşılığında hiçbir ücret beklememesine bağlamıştır. Çoğu zaman, bir köşeyi veya bir kürsüyü tutmuş, sadece dine hizmet için yaşayan samimî, hasbî ve diğergam bir insan, cılız bir sesle, pek de parlak görünmeyen bazı şeyler anlatır; fakat, ma’şeri vicdanda büyük bir tesir bırakır. Çünkü, o müstağnî bir insandır ve muradı da Allah’tır.

Bu itibarla, Kur’ân talebeleri, dava-yı nübüvvetin birer temsilcisi olarak peygamberlerin istiğna yolunu takip etmeli ve daha baştan “Benim mükâfatım ancak Allah nezdindedir.”9 diyerek iman hizmeti adına yapıp ettiklerine karşılık asla dünyevî bir ecir beklememelidirler. Köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir, hatta ülke ülke dolaşırken, hemen her yerde i’lâ-yı kelimetullah hesabına bir nağme tuttururken, vaaz, sohbet ve nasihat ederken ya da bir insana tek hakikatı anlatırken çok hasbî olmalı ve asla dünyevî bir karşılık ummamalı, almamalıdırlar. Dünyanın mal ü menâline meyil göstermemeli, neşr-i hak vazifesine mukabil kimseden bir ücret istememeli; ancak kifaf-ı nefs edecek kadar bir iaşe bulurlarsa onunla geçinmeli ve hep istiğna içinde hareket etmelidirler.

Telbis Yolu

İşte, bu ölçüde bir takva ve istiğna, Cenâb-ı Hak tarafından sevilmenin iki önemli vesilesidir. Fakat, hadis-i şerifte bu iki mübarek vesileye derinlik katıp mahbubiyet yolunu bütün bütün açacak olan üçüncü bir husus zikredilmektedir. En az ilk ikisi kadar ehemmiyetli olan bu vasıf, insanın iç derinliğine, gönül zenginliğine, ruh enginliğine sahip olması ve bunu bir sır gibi başkalarından saklamasıdır. Evet, bazı şeylerin gizli kalması matluptur; bunların başında da insanın iç derinliği ve şahsî faziletleri gelir; samimî bir kulun, mazhar olduğu hususî ihsanları mahfî tutması ve kendi faziletlerini sayıp dökmekten kaçınması gerekir.

Müttakî ve müstağnî kulların Hazreti Mevlâ ile bambaşka münasebetleri vardır; onlar, zaman zaman kendi nefislerinden dahi kıskanacakları aydınlık vakitlere ve sürpriz, eşsiz ilâhî lütuflara mazhar olurlar. Ne var ki, Hak Dostları, Allah Teâlâ’nın ihsan buyurduğu nurlu dakikaları ve o münevver zaman dilimlerinde lütfettiği ikramları, keşf ü kerametleri hep gizlemeye çalışırlar. Cenâb-ı Hakk’ın hususî teveccühlerinin ve o teveccühlerin değişik ikramlar şeklindeki tezahürlerinin saklı kalmasına çok dikkat eder ve bunları kimseyle paylaşmak istemezler. O’ndan gelen hususî ihsanların gizli birer armağan olduğunu düşünür ve bir sır gibi sadece Veren ile verilen arasında kalması gerektiğine inanırlar. Dolayısıyla, mazhar oldukları o fevkalâde hâllerden kimseyi haberdâr etmemeye gayret gösterirler; yalana girmemeye ve insanları aldatmamaya da dikkat ederek, halk nazarında âhâd-ı nastan bir insan olarak bilinmek için olabildiğine sığ görünürler. Tasavvufta, kendi iç derinliğini gizleyip insanlardan herhangi bir insan gibi görünmek için çaba sarfetmeye “telbîs” denilegelmiştir.

Olgun bir telbîs insanının ana hedefi, her şeyde kendini nefy ü inkâr ve Hakk’ı izhardır. O, iç derinliğini ve muhteva zenginliğini ağyara hissettirmeme ve sürekli kendini sıfırlama peşindedir. Dolayısıyla, iddia ve iddia işmam eden söz ve davranışlardan her zaman uzaktır; öyle ki, üzerinde beliren hususiyetlere mazhariyet demekten dahi kaçınır. O, bir yandan, harika yanlarını asla kendine mal etmez ve mazharı göründüğü esrârın gerçek sahibi olduğu hissini uyarmaz; diğer taraftan da, melâmet mülâhazasına bağlı yaşayan bazı kimselerin şahıslarında İslâm’ın ta’n ve teşnîye uğradığını göz önünde bulundurur ve aynı hataya kapı aralamaz. Öyle ustaca manevralarda bulunur ki, hem kendini sığ gösterir hem de İslâm’a ve Müslümanlara laf getirmez.

Kendini Sıfırlama ve Melâmet Mülâhazası

Tarih boyunca, her türlü gösterişten ve dünya kaygısından uzak kalmayı benimseyip giyim-kuşam, yeme-içme, tavır ve davranış açısından farklılıklar sergileyen ve gerçek konumundan çok daha dûn görünen kimseler olmuştur ki bunlara genel olarak “melâmî” adı verilmiştir. Hakikî mertebelerini sezdirmemek için toplum içinde sıradan birer insan gibi davranıp kendilerini belli etmeden yaşamaya çalışan melâmîler, Allah’la münasebetlerinin tezahürü olan hâllerini halktan gizlemeye gayret etmiş; bunun için de, insanlara yalnız kötü taraflarını göstererek çevrede kusurlu kimseler olarak bilinip ayıplanmaya ve kınanmaya razı olmuşlardır.

Bazı melâmîler, kimi zaman çok hırpânî elbiselere bürünmüş, bir dilenci edasıyla sokaklarda dolaşmış, bazen de zühd ve vera anlayışından bütün bütün nasipsiz kimselermiş gibi bir tavır sergileyerek en gösterişli kaftanlar giymişlerdir; fakat, her zaman sıradan insanlarmış, hatta ehl-i dünyaymış gibi görünmeyi tercih etmişler ve kendilerini saklamaya çalışmışlardır. Dahası, bazıları bu mevzuda ifrata girerek, ara sıra meyhaneye bile uğramış; orada diline-dudağına bir yudum haram bulaştırmamış ama halkın sandığı kadar salih bir kul olmadığı intibaını uyarmak için bu yolu da denemişlerdir. Onlar, ehlullahtan biri olarak bilinmeyi ve parmakla gösterilmeyi kendi haklarında felâket saymış; insanların nazarında zavallı bir adam olmak gerektiğine inanarak, “dini disiplinlere karşı lâkayt, ciddiyetsiz, yüzer gezer bir adam” şeklinde tanınmayı yeğlemişlerdir.

Ne var ki, günümüzde kendini sıfırlamak, halk nezdinde büyük bilinmekten kaçmak ve düz bir insan gibi görünmek için böyle ifratkâr bir metoda sarılmayı tasvip etmek mümkün değildir. Çünkü, bugün her Müslümanın dini temsil etme ve hem diğer mü’minlere hem de farklı inanç ve felsefelerin tâbilerine örnek olma vazifesi vardır. Dolayısıyla, gizli enginliklere sahip bir insan olma meselesinde de dengeyi gözetmek gerekmektedir. Hâlis mü’min, kendini ifade etmekten kaçınmalı, şahsî faziletlerini anlatmamalı, ticaret metaını bir vitrinde sergiliyor gibi kendine ait değerleri ortaya dökme bayağılığından uzak durmalı ve her zaman düz bir insan görünümünde olmalıdır; fakat, bunu yaparken, aynı zamanda İslâm’a ve bir uzvu olduğu şahs-ı mânevîye laf getirmemeye de azamî çaba harcamalıdır.

Şahs-ı Mânevînin Haysiyeti

Evet, töhmete sebebiyet verebilecek hususları, hususiyle de günümüzde tasvip etmek kat’iyen mümkün değildir. Çünkü, bugün ferdîlikten ziyade şahs-ı mânevî ve heyet-i İslâmiye söz konusudur. Her Müslümanın tavır ve davranışının şahs-ı mânevîye ve İslâm’a mal edilmesi mevzubahistir. Bundan dolayı, çok önemli bulduğum dualardan biri de, “Allahım bizim tavır ve davranışlarımızdan dolayı Müslüman kardeşlerimizi yere baktırma, bizim hatalarımızla onları mahcup etme!..” yakarışıdır. Her mü’min bu duayı günde bin defa tekrar etse, içinde bulunduğumuz şartlar göz önünde bulundurulunca yine de az sayılır. Zira, şimdilerde tek ferdin yakışıksız bir hareketi bütün inananlara kredi kaybettirebilmektedir. Tutarsız davranışlar sergileyen bir insan, bütün Müslümanları zan altında bırakmaktadır. Onun hâline bakan kimseler, genellemelere gitmekte ve “Şayet, İslâm bir şey ifade etseydi, bunların tavırlarında bir istikamet ve mütemadîlik olurdu; oysa bunlar hep böyle zikzaklar çiziyorlar” demektedirler. Dolayısıyla, inanan insanlara has vakar ve ciddiyet içinde bulunmayan ve Necip Fazıl’ın ifadesiyle, zıp orada zıp burada gezinen kimseler, çevrelerine güven telkin edemedikleri gibi Müslümanların inandırıcılığına da zarar vermektedirler.

Bu açıdan, günümüzde اِتَّقُوا مَوَاضِعَ التُّهَمِ “Sizi zan altında bırakacak yerlerden uzak durun, töhmet noktalarında bulunmaktan sakının!”10 mealindeki hadis-i şerife bağlı hareket etmek eskiye nispeten daha da hayatî bir ehemmiyeti haizdir. Evet, töhmet ve suizanna sebep olacak pespaye davranışlardan kaçınmak gerektiği gibi, töhmet fiillerinin cereyan edebileceği yerlerden, onlara götüren duyguları tetikleyebilecek mekânlardan ve bir lokma, bir kelime, bir dinleme ve bir tecessüsle insanı özünden uzaklaştırabilecek kaygan zeminlerden de elden geldiğince uzak durmaya çalışmak lâzımdır. İslâm’ın aydın simasına kara çalmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Bu itibarla da, “Kendimi sıfırlayayım, sığ görüneyim, hafî olayım!” derken, İslâm’ın ve Müslümanların yanlış anlaşılmasına ve ayıplanmasına sebebiyet verebilecek hal ve tavırlara girmemeye de özen gösterilmelidir.

Her meselede ümmetine numune-i imtisal olan Allah Resûlü Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca tenkit edilebilir hiçbir tavır ve davranışı olmamıştır. O, hem peygamberliğinden evvel hem de risaletle tavzif edildikten sonra “Keşke şunu yapmasaydı!” dedirtecek bir harekette bulunmamış ve sorgulanacak bir tavır ortaya koymamıştır. Peygamberlik gelmeden önce, hatta risalet döneminin yarısı geçtikten sonra bile henüz dinî emirlerin ve İslâm ahlâkının esaslarının tamamı ortada yoktur; dolayısıyla dinî kurallar tamamen vaz’ edilmemiştir ki, İnsanlığın İftihar Tablosu İslâmî kaideler çerçevesinde yaşasın ve dinî esasların rehberliğinde numune-i imtisal bir insan olsun. Fakat, mübarek hayatının ilk döneminden başlamak üzere, O hep genel insanî değerler çizgisinde hareket etmiş; Hazreti Üstad’ın yaklaşımıyla, kendisine vahiy gelene kadar Hazreti İbrahim’in çok perdeler arkasında kalmış bakiyye-i diniyle amel etmek suretiyle mükemmel bir hanîf olarak yaşamıştır.11 Sonra da, Allah Teâlâ, o hanîflik üzerine habîblik hakikatini yüklemiş ve Resûl-i Ekrem’i bütün insanlığa rehber kılmıştır.12

Evet, O’nun hayatının hiçbir dönemindeki hiçbir hal, tavır ve davranışını tenkit etmek mümkün değildir. Bu açıdan, gizli derinlikli bir insan olmanın çerçevesi de ancak Rehber-i Ekmel (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimiz’in örnek hayatına göre belirlenebilir. O, hakperest ve mütevazi tabiatına uygun olarak ve bazen de başkalarını kıskandırmama maksadıyla gerektiğinde hemen tavrını ortaya koymuş, tevazu ve mahviyet içinde iki büklüm olmuştur; fakat, Fazilet Güneşi, daha sonra ümmetini mahcup edebilecek hiçbir davranışta bulunmamıştır.

Bu itibarla, günümüzün irşad erleri, bir taraftan hafî olmaya çalışırken, diğer yandan da Müslümanlığın yüz karası sayılabilecek tavır ve davranışlardan sakınmalıdırlar. Evet, onlar, Mevlâ-yı Müteâl ile baş başa kaldıklarında derinlikleri ihata edilemeyen birer ârif u âbid olmalı, dışarıda ise düz bir insan tavrı sergilemelidirler; ne var ki, mensup oldukları şahs-ı mânevînin haysiyet ve şerefi adına fevkalâde hassas davranmayı ve sûizanna vesile olabilecek bayağılıklardan fersah fersah uzak durmayı da ihmal etmemelidirler.

Ateş Böceği Görünümlü Yıldızlar

Ayrıca, iyi bir mü’min, içte ve Rabbi ile münasebetinde olabildiğine derin, fakat dış görünüşü itibarıyla mukassî olmak suretiyle hasımlarının kin, nefret ve gayz duygularıyla homurdanmalarına, dostlarının da haset hisleriyle oturup kalkmalarına mani olabilir. Haddizatında, derin olup sığ görünmek mü’minlik emaresi olduğu gibi, sathiliğine rağmen gizli enginliklere sahipmiş gibi davranmak da bir nifak alâmetidir.

Halkın nazarında nice şişirilmiş insanlar vardır ki, onların Hak nezdinde sinek kanadı kadar dahi kıymetleri yoktur. Aksine, hadis-i şerifin ifadesiyle, “Nice saçı başı dağınık, kapı kapı kovulan ve asla önemsenmeyen kimseler de vardır ki, herhangi bir hususla alâkalı Allah’a yemin etseler, Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz.”13 İşte, asıl tâli’liler, “Dışıyla mukassi, içiyle muallâ; fevvâre değil, girdap gibi muammâ” olan bu müberrâ gönüllerdir.

Pek çok meselede olduğu gibi, gizli enginliklere sahip olup sığ görünme fazileti de ancak başlangıçta iradenin hakkını vermek suretiyle zamanla elde edilebilir. Aslında, insan sadece sığ görünmemeli, her zaman kendisini gerçekten sığ kabul etmelidir. Meselâ, bir Kur’ân talebesi sürekli şu duygularla dolu bulunabilir: “Yetiştiğim ortam itibarıyla, ben daha ciddi bir insan olabilirdim. Cenâb-ı Allah, mütedeyyin bir aile, dindar bir anne-baba nasip etti; çevremde birbirinden kıymetli büyüklerim vardı. Ehlullah’tan olduklarına inandığım Hak dostlarının öteler televvünlü atmosferlerine defaatle girip çıktım. İyi bir mü’min olabilmem için lâzım gelen bütün imkânlar mevcuttu; öyle ki, imkânların bu denli bol olduğu bir ortamda bir merkûp bile insan olabilirdi. Heyhât, ben yakalamam gereken mertebeye bir türlü ulaşamadım. Şayet, Cenâb-ı Hakk’ın sağanak sağanak başımdan boşalan lütuflarını değerlendirebilseydim, daha seviyeli bir insan olarak yetişebilirdim; başımı kaldırdığım zaman İsrafil’in azametli heykelini müşâhede edebilirdim, secdeye kapandığımda Arş-ı ilâhîye değecekmiş gibi olabilirdim. Oysaki, bunların hiçbiri bende yok, dahası mânâya karşı kapalı gibi bir hâlim var. Demek ki, onca imkânı heder etmişim; dolayısıyla ben sadece bir sıfırım.”

İşte, her zaman bu düşüncelerle meşbu bulunan bir Kur’ân talebesi, zamanla nefsini bir sıfır olduğuna gerçekten inandırır. Kendisine telkin ede ede mahviyet ve tevazuu tabiatının bir derinliği hâline getirir. O, ne kadar derin olursa olsun, artık kendisini hep sığlardan sığ bilir. İşin bidayetinde iradî olarak nefsini sorgular; fakat, bu mülâhazalar zamanla onun tabiatının bir parçası oluverir ve başlangıçtaki iradîlik müntehada tabiîliğe inkılap eder.

Hâsılı; Allah’ın sevgisine mazhar olan bahtiyar ruhlar, takva ile serfiraz ve masivâdan müstağnî olmanın yanı sıra, “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu da gönlüne yerleştiren ve gizli enginlikleri bulunmasına rağmen olabildiğine mukassî görünen insanlardır. Onlar, vicdanlarıyla baş başa kaldıklarında iç dünyaları itibarıyla derinlerden derindirler; fakat, kendilerini aşmışlığın ifadesi olarak da her zaman halkın arasında onlardan bir fert ve aktif bir hizmet eridirler. Allah’la münasebetlerini iradî olarak gizlemeye çalışır; ilâhî tecellî ve vâridleri setredilmesi gereken birer namus gibi korurlar. Gayr-i ihtiyari ortaya çıkan fevkalâde hâllerini de değişik tevriyelerle âdeta çarpıtır ve birer yıldız oldukları hâlde ateş böceği gibi görünürler. Arz u semâda seçkin ruhlar pâyesiyle alkışlanırken dahi ciddî bir melâmet ruhuyla kendilerini sıfırlamasını bilirler. Hatta onların arasında öyle kahramanlar vardır ki, oturur-kalkar Rabb-i Rahîm’i anar, benliklerini bütün bütün unutur ve kendilerine karşı yabancı yaşarlar.. iyiliklerini insanlardan saklamanın da ötesinde kendi kendilerinden de saklama mülâhazalarıyla dolar ve vicdanlarında sürekli araya girmelerin ızdırabını duyarlar.. işte, bunlardır Hakk’ın mahbubu kullar…

1 Müslim, zühd 11; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/49.

2 Tirmizî, kıyâmet 19; İbn Mâce, zühd 24.

3 Bkz.: el-Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb 2/44; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 6/394.

4 Bkz.: Hicr sûresi, 15/9.

5 Bkz.: Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası s.118.

6 Yûnus sûresi, 10/72.

7 Yâsîn sûresi, 36/21.

8 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.10 (İkinci Mektup).

9 Yûnus sûresi, 10/72.

10 el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 3/36; er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 24/206.

11 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.319 (Yirmi Üçüncü Mektup, Beşinci Sual).

12 Buhârî, teyemmüm 1, salât 56; Müslim, mesâcid 3, 5.

13 Buhârî, eymân 9; Müslim, birr 138, cennet 48.

-+=
Scroll to Top