İnsan Ömrü ve İki Büyük Tehlike

Soru: Kendisine altmış sene ömür verilmiş bir insan için artık hiçbir mazeretin söz konusu olamayacağını belirten hadis-i şerifin ifade ettiği mânâlar nelerdir?

Cevap: Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm) –mealen– şöyle buyurmuştur: “Cenâb-ı Hak, altmış yıl yaşayacak kadar ömür verdiği kişinin mazeret gösterme imkânını bütün bütün ortadan kaldırmış ve ona bahanelerin ardına sığınma fırsatı bırakmamıştır.”1

Ortalama Ömür

Evvela; Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, bu beyanıyla, vasatî ömre işarette bulunmaktadır. Evet, Allah Teâlâ, her mahlûka yaratılışı itibarıyla bir hayat süresi tayin etmiştir ki, buna “ecel-i fıtrî” denilir. Vasatî ömür kabul edilen ecel-i fıtrî insanlar için altmış-yetmiş senedir. Nitekim, Tirmizî’de yer alan bir hadis-i şerifte, “Ümmetimin vasatî ömrü altmış-yetmiş yıldır; bunu aşabilenler azınlıkta kalacaklardır.” 2buyurularak, bu hususa dikkat çekilmektedir.

Sâniyen; İmam Buhârî Hazretleri Câmiu’s-Sahih adlı eserinde bu hadisi naklederken, Fâtır sûresinin 37. âyetini o bâbın unvanı (bölüm başlığı) olarak zikretmiştir. Demek ki, hem altmış yaşın hem de “mazeret” meselesinin bu âyet-i kerime ışığında şerh edilmesi gerekmektedir. Söz konusu ilâhî beyandan önce, inkârcı müşriklerin sürekli Cehennem’de kalacakları, oradaki azabın dehşetine dayanamadıkları için ebedî ölümü arzulayacakları; fakat artık haklarında ölüm hükmünün verilmeyeceği ve ateşin şiddetinin de hafifletilmeyeceği, Allah’ı ve nimetlerini inkâr eden her nankörün bu cezayı hak ettikleri anlatılmaktadır. Sonra da –mealen– şöyle denmektedir:

“Onlar orada imdat istemek için ‘Ey Yüce Rabbimiz! Ne olur, çıkar bizi buradan, dünyaya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızdan başka, güzel ve makbul işler yapalım!’ diye feryad ederler. Fakat, onlara şöyle cevap verilir: ‘Biz, size, bir kimsenin ibret alıp gerçeği görecek kadar düşünebileceği bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı da gelmişti. Öyleyse tadın azabı! Çünkü, zâlimleri kurtaracak yoktur!”3 Bazı âlimler, ibret alıp gerçeği görecek kadar düşünebilmek için on beş yaşın yeterli olduğunu söylerken, bazıları da on sekiz yaşını esas almışlardır. 4Bir kısım müfessirler ise, âyeti “Sizi kırk sene yaşatmadık mı?” şeklinde anlamışlardır.5 Ulemadan kimileri de, âyette işaret edilen sürenin “bülûğ yaşı” olduğunu söylemişlerdir.6 Fakat, Abdullah İbn Abbas Hazretleri’ne ve müfessirlerin pek çoğuna göre; bu beyan-ı ilâhî, “Biz sizi altmış sene yaşatmadık mı?” demektir.7 Çünkü, burada mevzubahis olan vasatî ömürdür; hadis-i şerifler zaviyesinden ortalama yaşın alt sınırı ise altmış senedir.

İbn Abbas Hazretleri başta olmak üzere, bazı âlimler mezkûr âyette geçen “Hem size uyarıcı da gelmişti!” ifadesindeki “nezir”den maksadın Resûl-i Ekrem (aleyhissalatu vesselâm) olduğunu söylemişlerdir.8 Kimileri de “nezir” sözünün umum peygamberler ve kitaplara şâmil bulunduğunu belirtmişlerdir. Bazıları ise, bu uyarıcıyı akıl, ihtiyarlık ve yakınların ölümü şeklinde tevil etmişlerdir.9 Meselâ; İkrime ve Süfyan İbn Uyeyne gibi büyükler, “nezir” kelimesini “ihtiyarlık” olarak yorumlamışlardır.10

Aslında, bunların hepsini birer nezir olarak kabul etmek gerekir. Çünkü, bütün peygamberler ve ilâhî kitaplar “ölüm var” deyip ahireti haber verdikleri ve insanları ötelere hazırlıklı olma hususunda ikaz ettikleri gibi; Allah Resûlü de hem Kur’ân âyetleriyle hem de hadis-i şerifleriyle her mahlûkun fâni ve her nefsin ölümü tadıcı olduğunu her fırsatta hatırlatmıştır.

Dahası, tekvinî âyetlerin bir parçası olan her hâdise de insana “sen gidicisin” demektedir. Bükülen beller, tutmayan dizler, ağaran saçlar, titreyen eller, göremeyen gözler, duyamayan kulaklar, ağrılar, sızılar, çeşit çeşit hastalıklar ve türlü türlü rahatsızlıklar birer nezirdir; bunların hepsi bir yönüyle ölümü ve ahireti hatırlatır.

Ayrıca, her insanın önüne ömür boyu başka hatırlatıcılar da çıkar; camide imam-vaiz “ölüm var” der, ezan-namaz hesabı akla getirir; eş-dost ebedî beraberlik isteğini izhar eder ve insanın nazarlarını sermedî bir âleme çeker. Dolayısıyla, düşünüp ibret almak ve gerçeği bulmak için bütün bu uyarıcılar birer fırsattır. Altmış sene yaşayan bir insan, bunların hepsi tarafından değişik şekillerde ve defalarca ikaz edilmiştir. Bu itibarla da, şayet bir kimse onca uyarıcıya karşı kulaklarını tıkamış ve gözlerini yummuşsa, artık onun mahşerde herhangi bir geçerli mazeret ileri sürmesi mümkün değildir.

İbret Alacak Kadar Yaşıyoruz

Haddizatında, bülûğ çağına erdikten sonra ölen her insan için, ibret alacak kadar yaşama süresi gerçekleşmiş demektir. Bir insan yirmi, otuz, kırk, elli… yaşında da ölse, artık o “Düşünüp gerçeği görebileceğin kadar ömür vermedik mi?” itabının muhatabı sayılır. Çünkü, şuurluca bir saat bile yaşamak Yüce Yaratıcı’nın varlığına ve hilkatin esasına uyanmak için yeterlidir; dolayısıyla, şuurlu bir saat geçiren insanın bilhassa küfür mevzuunda hiçbir mazereti kalmamıştır. Hâlbuki, Allah Teâlâ insanların çoğuna bülûğdan sonra uzun süre yaşama imkânı vermektedir. Hâlık-ı Kâinat, bazı canlıları sadece bir saat, hatta çok daha kısa süre yaşatmakta, onları bir anlığına bir kısım isimlerinin tecellîlerine mazhar etmekte ve sonra hayatlarına son vermektedir. Ömrü bir hafta, bir ay ya da bir yıl… olan canlılar vardır. Fakat, Cenâb-ı Hak, insanı sadece bir saatliğine halketmemiştir; ona normal şartlarda altmış senelik bir ömür bağışlamıştır.

Bu açıdan, etrafını duyacak, hissedecek ve değerlendirecek şekilde, şuurlu olarak bir saat bile yaşasa özellikle inkâr ve şirk hususunda bir mazeret hakkı kalmayacak olan insanın, vasatî ömür sayılan altmış seneyi tamamladığında Cenâb-ı Allah’ın emir ve yasaklarına tâbi olma konusunda hiçbir mazeret hakkına sahip olamayacağı aşikârdır. Bülûğ çağına eren bir gencin artık mesul sayılacağı ve onun küfür, şirk ve mâsiyet üzere yaşama mevzuunda herhangi bir bahanesinin geçerli olmayacağı düşünülürse, vasatî ömrü geride bırakan bir insanın da evleviyetle mazeret hakkını kaybetmiş olacağı açıktır. Şu hâlde bülûğu idrak ettikten sonra ölen herkes, düşünüp ne yapacağına karar verecek zamanı bulmuş sayılır. Altmış sene yaşamış bir insan ise, ahiretini kurtarması için duyup görmesi gereken her şeyle karşılaşmış, hakikatleri düşünüp anlaması için gereken vakti fazlasıyla elde etmiş ve ebedî saadeti kazanma yolunda pek çok fırsat yakalamış demektir.

Evet, onca sene eğitimini, istikbalini, evini barkını, çoluk çocuğunu ve iaşesini düşünen; yaşamanın, kazanmanın, rahat etmenin, caka yapmanın ve çalımın ne olduğunu bilen; dünyevî menfaatleriyle alâkalı iyiyi kötüyü ayırt edebilen ve kafasına koyduğu bir meseleyi senelerce takip edip onu sona erdirebilen; yani yüzlerce, binlerce, milyonlarca hususu düşünüp onlarla ilgili kararlar verebilen bir insanın ulûhiyet hakikatini ve ahiretini de düşünmüş olması gerekmez mi? Dahası, bu kimse, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu duymuşsa, Kur’ân’dan haberdâr olmuşsa, ölümün keşif kolları sayılan hastalıklarla tanışmışsa ve ihtiyarlık pek çok dille kendisine “yolcusun” demişse, artık onun bütün bütün ahirete teveccüh etmiş, eksiklerini gidermiş ve öteler için zâd ü zahîre hazırlamış olması lâzım gelmez mi? İşte, bu hakikate karşı kapalı yaşayan ve ömrünü gafletle tüketen bir insanın acı âkıbetle karşılaşınca pişmanlık duyması, yeniden dünyaya gelmek gibi olmayacak isteklerde bulunması ve dünya hayatındaki hataları için mazeretler döktürmesi ona hiçbir şey kazandırmayacaktır. Onun mazeretleri dikkate alınmayacak ve bahanelerin arkasına saklanmasına fırsat verilmeyecektir.

Bu açıdan, mealini verdiğim âyet-i kerime ve mânâsı sorulan hadis-i şerif, kendini gaflete salan kimseler için bir tevbîhi de ihtiva etmektedir; bunlar, özellikle belli yaşın üzerindeki kimselere bir ikaz mahiyetindedir. Onlara, “Bunca sene hak ve hakikat hesabına pek çok şeye şahit oldunuz, dahası bir sürü meşguliyeti de arkada bıraktınız; artık hiçbir mazeretiniz kalmadı. Şu hâlde, iyi bir mü’min olmak için daha ne duruyorsunuz?” demektir. Aynı zamanda, ömrün sonunda iyilikleri, ibadetleri, salih amelleri daha da artırmaya ve geçmişteki eksikleri bir ölçüde de olsa telâfi etmeye bir teşviktir. Öyleyse, yaşlılıkta dine ve diyanete daha bir candan sarılmak inanmışlığın gereğidir.

İki Büyük Tehlike

Mevzuyla alâkalı bulduğum bir hususu daha arz etmek istiyorum:

İnsan için çok büyük iki tehlike vardır ki; biri umumiyetle gençlikte, diğeri de ekseriyetle yaşlılıkta kendisini gösterir: Bunların ilki, mebde’de nazarîde kalmaktır; ikincisi ise, müntehada her şeyi bir kültür şeklinde, şuursuzca ele almaktır.

Bir devrede insanı aldatan husus, işin sadece nazariyesi ile meşgul olmak ve amelîde derinleşmeyi düşünmemektir. Öyle kimseler vardır ki, sorduğunuz her meseleyi bilirler; daha siz “ihlâs” demeden onlar “İhlâs Risalesi”ni ezberden okuyuverirler; “Besmele”ye dair olan Birinci Söz’ü ezbere bilirler; “uhuvvet” kelimesini duyar duymaz, hafızalarına nakşettikleri “Uhuvvet Risalesi”ni gözlerinin önüne getirirler. Heyhat ki, her söz, her tavır ve her davranışlarıyla sürekli kendilerini nazara vermekten bir türlü kurtulamazlar; hep “desinler”, “görsünler”, “duysunlar” mülâhazalarına bağlı hareket ederler. “Birinci Söz”ü okumaya başlarken bile, dersi “Besmele”yle açmayı hatıra getirmezler. “Kardeşlik” derken dahi hiç utanmadan çok rahatlıkla dost ve arkadaşlarının gıybetini yapabilirler.

İşte, böyleleri nazarîde kalmış ve kat’iyen amelîye geçememiş zavallı insanlardır. İmanı sinesine yerleştirememiş, inancı gönlüne oturtamamış, onu –moda tabirle– içselleştirememiş zayıf karakterli kimselerdir. İlim adına da bir yönüyle disketleşmiş insanlardır bunlar. Bazı kitapları okurlar ve bir kısım fihristleri fişlerler; fakat, ham malûmatı kafalarına öylece doldururlar, bilgiyi mârifete dönüştüremezler. Bu açıdan da, bunlar, nazarîyi amelî olanla derinleştirememiş, ilmi irfan ufkuna yükseltememiş, inancı tavırlarına mal edememiş, dahası kendisiyle yüzleşemeyen ve nefsini sorgulayamayan disketleşmiş dimağlardır.

Oysaki; insanın yaratılışından ve fıtratından kaynaklanan tabiî hususiyetlerine ve mebde’deki durumuna “cibilliyet” dediğimiz ve onun inkişafına da “karakter” adını verdiğimiz gibi, bu meselede de işin nazarî yanına cibilliyet, amelî yanına da karakter nazarıyla bakılabilir. Meselâ, namazı büyüklerden görme, onunla alâkalı ilmihal bilgilerine vâkıf olma ve herkesin yaptığı bir iş olarak özellikle Cuma ve bayram günlerinde onu eda etme namazın cibillî olarak ele alınmasıdır. Şayet, insan namazı ikâme etmediği zaman hayatında bir boşluk hissetmiyorsa, onu henüz karaktere tebdîl edememiş demektir. Namazı vaktinde kılmayan, cemaate yetişememesine aldırmayan, hemen her tesbihatı ciddiyetle tamamlamayan ve bunları yapmadığından dolayı içinde hiçbir burukluk duymayan bir kimse, bütün bu meselelerde nazarîde kalmış, onları tabiatının bir derinliği hâline getirememiş ve benliğine mal edememiş sayılır ki; işte bu, uhrevî hayat hesabına çok büyük bir tehlikedir.

İkinci tehlike ise, müntehayla alâkalıdır; nazarîden amelîye geçmek ama zamanla o ameli folklora dönüştürmektir. Bir insan, belli bir noktada İsm-i A’zam’ın tecellîlerine mazhar olsa ve başını kaldırdığı zaman İsrafil’in azametli heykelini görecek keyfiyete erse bile, şayet bir süre sonra meseleyi sadece kültürün bir parçasıymış gibi ele almaya başlarsa, onun karbonlaşması ve yıkılıp gitmesi kaçınılmaz olur. Sadece semayla, semahla, mevlitle, gazelle ve gırtlak ağalığı yapan bazı kimselerin ilâhîleriyle müteselli olma, bir kültür faslına ve sönme dönemine adım atma demektir. Karbonlaşmamak, yıkılmamak, sönmemek ve dinin amelî yanını kültüre kurban etmemek için İslâm’ın her meselesini şuurluca ele almak lâzımdır. Kimileri, şuursuzca yatar kalkar ve bu yaptıklarına “namaz” derler; sadece yemeden içmeden kesilip aç durmayı “oruç” zannederler; mukaddes topraklarda bir turist edasıyla dolaşmayı “hac” bilirler. Babadan-anneden gördükleri ya da kültürün bir parçası olarak algıladıkları fiilleri şuurunda olmadan ve içte bir ürperti duymadan ortaya koyar ve kendilerini ibadetin hakkını vermiş sayarlar. Hâlbuki, Kur’ân-ı Kerim bu ibadetleri nazara verirken, onların tamamiyetini huşu’ ve hudu’ ile yapılmalarına bağlamaktadır. Huşu’; Allah’a karşı korku ve sevgi ile boyun eğmektir, gönülden saygı ve inkıyattır. Hudu’; Allah’ın azameti karşısında mahviyetle iki büklüm olmaktır, samimî teslimiyettir. Huşu’ ve hudu’ ise; bir kulun, Cenâb-ı Hakk’ın azamet, celâl ve ceberûtu ile kendi acz, fakr, ihtiyaç ve küçüklüğünü müşterek mülâhazaya alması sayesinde kalbinin hep saygı ve tâzimle atması; hâl ve beyanlarının da bu telâkkiye tam bir tercüman olmasıdır. Böyle bir kul, yolun başında da sonunda da her zaman edepli davranır, saygıyla oturup-kalkar, haşyet soluklar; meleklerle atbaşı hâle gelse bile her zaman mahviyet ve tevazu mırıldanır. İşte, Kur’ân ancak bu hava içinde namazı ikâme edenlere (ve ubûdiyette bulunanlara) kurtuluş vaad etmiştir.

Tabiî, bu ruh hâletini yakalayamayan kimselerin namazları da boşa gitmez; onlar da vazifelerini yapmış ve kulluk borçlarını ödemiş olurlar. Ne var ki, böyleleri için bir kurtuluş vaadi söz konusu değildir; onların durumları Allah’ın rahmetinin enginliğine emanettir; birisinin bir şefaat eli uzatmasına vâbestedir.

Kur’ân-ı Kerim, kurtuluş teminatını huşu’ ve hudu’ya bağladığı gibi, kudsî hadis diye rivayet edilen hoş bir beyanla Rehber-i Ekmel Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de duaların kabulü hakkında aynı hususa işaret buyurmuştur: “Cenâb-ı Hak kuluna şöyle ferman etmektedir: Sen gönlünün huşuunu ve gözünün yaşını Bana armağan et, sonra hâcetin ne ise onu Benden iste ki, Ben de icabet edeyim; zira Ben yakınım ve her duada bulunana icâbet ederim.”

Sözün özü; ötede boş temennilerle çırpınıp durmamak ve can yakıcı bir azaba düçar olmamak için hayatın her anını değerlendirmek, vakit varken düşünüp ibret almak ve gerçekleri bulup onlara sarılmak gerekmektedir. Bülûğa erdikten sonra şuurlu olarak bir saat bile yaşasa, özellikle inkâr ve şirk konusunda ötede hiçbir mazeret ileri süremeyecek olan insan, bir de vasatî ömür sayılan altmış seneyi tamamlarsa, artık Cenâb-ı Allah’ın emir ve yasaklarına tâbi olma konusunda hiçbir mazeret hakkına sahip olamayacaktır. Bu itibarla da, yaşı genç olanlara bir an önce nazarîden sıyrılıp amelîye yürümek ve ahiret için azık edinmek düşmektedir. İhtiyarları bekleyen vazife ise, işin amelî buudunu sürekli canlı tutmak, ibadetleri şuurluca eda etmek ve her hasenâtı içte duyarak yapmaktır.

1 Buhârî, rikak 5; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/417.

2 Tirmizî, zühd 23, daavât 101; İbn Mâce, zühd 27.

3 Fâtır sûresi, 35/37.

4 İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 10/3184; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf 3/624.

5 et-Taberî, Câmiu’l-beyân 22/141; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 10/3184.

6 el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 3/573; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 22/201.

7 et-Taberî, Câmiu’l-beyân 22/141; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 10/3184.

8 et-Taberî, Câmiu’l-beyân 22/142; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 10/3184.

9 İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 10/3184; el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 14/352-353.

10 es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân 8/115; el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 3/573.

-+=
Scroll to Top