Uğursuzluk
Soru: “Tefe’ül” ve “teşe’üm” ne demektir? Dinimizde tefe’ül de teşe’üm ölçüsünde yasaklanmış mıdır; yoksa, tefe’ül bazı esaslarla dengelenmiş midir? Bir insan, tefe’ülde bulunacaksa, kehanet gibi bir yanlışlığa düşmemek için nelere dikkat etmelidir?
Cevap: “Tefe’ül”; bir kısım hâdiseleri uğurlu saymak, onları hayırların başlangıcı olarak görmek ve vakıaları iyiye yormak demektir. Bunun zıddı olan “teşe’üm” ise; bazı nesneleri ve hâdiseleri uğursuz kabul etmek, olayları şerre yormak ve sürekli kötü ihtimalleri öne çıkarmak mânâlarına gelmektedir.
İslâm’da Uğursuzluk Yoktur!..
Cahiliye’de teşe’üm çok yaygındı. O dönemin insanları hemen her şeyde bir uğursuzluk yanının bulunduğunu düşünür ve çoğu zaman hâdiselerden aldıkları sinyallere göre yaptıkları/yapacakları işlere devam eder ya da onlardan vazgeçerlerdi. Meselâ; evlerinin çatısına bir baykuş konar ve orada ötmeye durursa, başlarına büyük bir belânın gelmesinden korkarlardı. Kuşların isimlerinden, cinslerinden ve şu ya da bu cihete uçmalarından bir kısım mânâlar çıkarırlar; özellikle kasden uçurdukları bir kuş, sağa giderse hayra, sola giderse şerre yorarlardı. Ceylân gibi av hayvanlarından sağ taraftan sola doğru geçip gidenlerin uğursuzluğa sebebiyet vereceğine, sol yandan sağa doğru kaçanların ise şans getireceğine inanırlardı. Fal oklarına büyük değer verirler ve ekseriyetle, yapıp edeceklerini bunlara göre belirlerlerdi. O kadar çok uğursuzluk emaresi icad etmişlerdi ki, âdeta paranoya ile yatıp kalkar hâle gelmiş ve bir korku toplumuna dönüşmüşlerdi. Çoğunluk itibarıyla, ruhî bunalıma girmiş ve vücutlarının kimyası bozulmuş gibi bir hâl sergiliyorlardı; sanki duydukları her ses, gördükleri her nesne ve şahit oldukları her hâdise onlar için bir vehim kaynağıydı. Uğursuzluk düşüncesi genel telâkkilerinin ana çizgisini teşkil etmeye başlamıştı.
Böyle karanlık bir asrı nuruyla aydınlatan İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtu vesselâm) eşya ve hâdiseleri hayırsız saymayı, şundan bundan uğursuzluk çıkarmayı bâtıl addetmiş; hatta teşe’ümün bir noktada şirke varıp dayanacağına dikkat çekmişti. Fakat, tefe’ülü bütün bütün kesip atmamış, onun doğru değerlendirilmesi gerektiğini belirtmekle iktifa etmişti.
Rehber-i Ekmel (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir keresinde, “İslâm’da teşe’üm yoktur, en hayırlı yorum tefe’üldür.” buyurmuştu. Mübarek meclisindekilerden biri, “Tefe’ül nedir Yâ Resûlallah!” diye sorunca, Resûl-i Ekrem, “(Hâdiselerin değerlendirilmesiyle alâkalı) güzel sözdür.” şeklinde mukabelede bulunmuştu.1
Allah Resûlü’nün Hudeybiye Anlaşması’nda Süheyl İbn Amr’ın adını hayra yorması, tefe’ülün en güzel misallerinden biri olarak kayıtlara geçmişti. Anlaşma yapmak üzere Kureyş tarafından gönderilen heyetin başında Süheyl İbn Amr’ın olduğunu duyunca, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) uysallık, kolaylık, mülâyemet ve yumuşaklık ifade eden “Süheyl” ismiyle tefe’ülde bulunarak “Artık işimiz kolaylaştı!” demişti. Şu kadar var ki, ne de olsa “Süheyl” adı, “ism-i tasgîr” denilen, küçüklük ve azlık ifade eden kelime grubundandı; onun menşei olan “sehl” kelimesi kolaylık mânâsına gelse de “süheyl” musaggar bir isimdi ve “küçük bir kolaylık”, “azıcık yumuşaklık” demekti. Resûlullah’ın nazarında, bu nüans, orada yine bir kısım problemlerin çıkabileceğinin iması gibiydi. Zaten müzakereler esnasında tam bir sühulet olmamıştı; anlaşma metnine مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ yazılmasına dahi rıza gösterilmemiş, “Seni peygamber kabul etseydik bu anlaşmaya gerek kalmazdı ki!” mânâsına gelecek beyanlar serdedilmişti. Dolayısıyla, sehl değil, süheyl olmuştu; tam bir kolaylık değil, küçük bir kolaylık ortaya konulmuştu. İşte, Hikmetin Lisan-ı Fasîhi (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir isimden onca mânâ çıkarmış ve hâsıl olacağını umduğu mülâyemete “İşimiz kolaylaştı.” diyerek işaret etmişti.2
Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm, tefe’ülden hoşlanırdı3; insanların güzel isimler taşımalarını ister, duyduğu o isimlerden güzel mânâlar çıkarır ve herkesin adının iyi yoruma açık olmasını arzulardı.4 Bundan dolayı da, Resûlullah bazı kimselerin isimlerini değiştirmiş; onları eskisinden daha güzel ve mânâlı adlarla çağırmıştı. Ezcümle; Gurâb (karga),5 Harb6 (savaş), Âsi7, Şeytan8, Atele9 (şiddet, sertlik), Şihab (kıvılcım, ateş parçası) isimlerini değiştirmiş; meselâ, Şihab’ı Hişam10 (mutevazi, edepli), Harb’i Silm11 (sulh), Muzdaci’ı (yatıp duran) Münbais12 (kalkıp koşan) yapmıştı. Âsiye (isyankâr, itaatsiz kadın) adından hoşlanmamış, onun yerine Cemîle’yi13 (iyi huylu, güzel kadın) tesmiye buyurmuştu. Sadece insan adlarını güzelleştirmekle de iktifa etmemiş; Afire (çorak) adını taşıyan bir araziyi Hadire14 (yeşillik) ve “Şi’b-i Dalâlet” (sapıklık geçidi/alanı) denen yeri de “Şi’b-i Hüdâ”15 diye isimlendirmişti. Nezâhetin Hulâsası Peygamber Efendimiz, daha pek çok insan ve mekân ismini daha güzeliyle tebdil eylemişti.
Kâinatta Tesadüf Yoktur Ama…
Günümüzde de bazıları bir kısım rakamları, haftanın belli günlerini, kara kedi, karga ve yarasa gibi kimi hayvanları uğursuz saymaktadırlar. Meselâ, bir evin çatısında ya da balkonunda karga öterse, o ev halkından birinin öleceğine veya orada ciddî bir yıkım meydana geleceğine inanmaktadırlar.
Aslında, kâinatta cereyan eden hiçbir hâdise mânâsız değildir. Her nesne ve hâdise kendi diliyle bir mesaj vermektedir. Düşüp kırılan bardağın ve devrilen çaydanlığın dahi kendine göre bir mânâsı vardır. Hayatını tevhid hakikatini ikame etmeye adamış Üstad Hazretleri, eserlerinde çok defa bu meseleye de dikkat çekmiş; örnek olarak, demir sobasının zahirî bir sebep bulunmaksızın patlayıp parçalanmasını ve matarasının acîp bir tarzda kırılıp çok küçük parçacıklara ayrılmasını anlatarak, bu türlü hâdiselerin ihtiyat ve temkin çağrısı sayılması gerektiğini belirtmiştir.16
Evet, çok ince hesaplarla yaratılan ve ayakta tutulan şu kâinatta rastlantıya asla yer yoktur. İnsanın ayağına batan bir iğne dahi tesadüfî değildir. Ehl-i dalâlet bazı meseleleri tesadüf deyip geçiştirse de, her şey Mevlâ-yı Müteâl’in meşîeti ve kudretiyle, bir ilâhî plân dahilinde varlık sahasına çıkmaktadır; mülk sahibi O’dur, mülkün bütün tasarruflarının arkasında O’nun yed-i kudreti vardır. Bu itibarla, İslâm uğursuzluk düşüncesini reddetmiştir; inancımıza göre, ne bazı rakamlar ne belli günler ne de bir kısım hayvanlar uğursuzdur. Bununla beraber, hâdiselerin lisanından anlayan kimseler için hemen her vakıanın bir mesaj ihtiva edebileceği mahfuzdur.
Dolayısıyla, mevcudatta tesadüf olmadığını düşünerek, hâdiseleri “tevil-i ehâdîs” zaviyesinden değerlendirmeye çalışmak makbul sayılsa da, bazı olaylardan kötü mânâlar çıkararak teşe’üme girmek mahzurludur. Çünkü, bir kısım şeyleri uğursuz sayarak, onların gelecekte mutlaka belli neticeler vereceğine inanmak ve bu zanna bağlanarak hareket etmek bir çeşit kehanettir; –arz ettiğim gibi– böyle bir uğursuzluk düşüncesi dinimizde merduttur. Karga balkona konar konmaz, baykuş ötmeye başlar başlamaz, kara kedi köşede belirir belirmez ve bir bardak düşüp kırılır kırılmaz, “Acaba nasıl bir belâ geliyor?” demek ve bir felâket beklemek mü’mince bir davranış değildir. Bu türlü vakıalarla teşe’ümde bulunmak ve ona bağlı bazı hükümler vermek mü’min kimliğine hiç yakışmaz. Her çeşit hayır ve şerrin Allah’ın meşîet ve yaratmasıyla olduğuna inanmak, İslâm akîdesinin temel prensiplerinden biri ve tevhidin gereği olduğu hâlde, bir sayının, günün, nesnenin ya da hayvanın şanssızlık getireceğine inanmak ve ona bir nevi güç izafe etmek şirke kadar uzanan bir günahtır.
Kur’ân ile Tefe’ül Yapılabilir mi?
Ayrıca, hem tefe’ül hem de teşe’üm, gayba müteallik bir mesele olduğundan, bunlar subjektif yorumlardır. Eşyanın hakikatine belli ölçüde vakıf bulunan, tevil-i ehâdisten anlayan ve kâinat kitabını iyi okuyan insanlar, hâdiselerden bazı mânâlar çıkarabilir ve onları şahsî hayatları adına uygulayabilirler. Fakat, bu türlü değerlendirmelerini, herkese tamim edecek şekilde objektif fetvalara menat yapamaz ve tefe’üllerine bir kısım hükümler bina edemezler. Evet, herkes için geçerli hükümlerin istinbatı hususunda dinin temel esasları ile aslî ve fer’î deliller bellidir; bunların haricinde ne rüya, ne keşif, ne keramet ve ne de tevil-i ehâdis objektif hükümlere mesned olabilir.
Bu itibarla, nesneleri ve hâdiseleri uğursuz sayıp onları kat’î belâların habercileri gibi görmek çirkin ve din dışı olduğu gibi, onlara güzel mânâlar yükleyip geleceğe dair söz söylemek ve bu türlü tefe’ülleri objektif hükümlermiş gibi sunmak da bir yönüyle kehanettir ve dinin ruhuna terstir. Dolayısıyla, hem bütün mü’minlerin teşe’ümden mutlaka uzak kalmaları gerekir; hem de tevil-i ehadisten anlamayan kimselerin, tefe’ül kastıyla da olsa, hâdiseleri bazı mânâlara yormaları ve bu yorumlarını umuma mal etmeleri asla doğru değildir.
Bu cümleden olarak; Hak dostları, avamın Kur’ân ile tefe’ülde bulunmalarına da sıcak bakmamışlardır. Mushaf’ı rastgele açarak, ilk tevafuk eden yeri okuyup oradan bir ders çıkarma şeklindeki tefe’ülün, işin ehli olmayanları yanlış değerlendirmelere ve ümitsizliğe atabileceğinden korkmuşlardır.
Nitekim, Nur Müellifi, ehl-i hakikatin, Kur’ân ile tefe’üle taraftar olmadıklarını; çünkü, Kur’ân-ı Hakîm’in, ehl-i küfre kesretle ve şiddetli bir tarzda vurduğunu, Mushaf ile tefe’ül eden insanın inkârcılara karşı söylenen sözleri kendi üzerine alıp kalb dağınıklığına ve yeise düşebileceğini vurgulamıştır.17 Gerçi, Şâh Veliyyullah Dihlevî Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’a tam teveccüh etmek suretiyle ve belli bir usulle yapılan tefe’ülün bazı kapılar aralayacağını anlatmış, sonra da o usule dair bir kısım kaideler sıralamıştır; fakat, bunu herkese talim etmek ve yaymak doğru değildir. Şayet, insan o işin esaslarını bilemezse, açtığı sayfada münkirler ve münafıklar hakkında nazil olan âyetleri görünce kuvve-i maneviyesi kırılabilir, reca duygusu sarsılabilir ve ruhuna bir panik havası hakim olabilir.
Uğursuzluk Düşüncesine Karşı
Diğer taraftan, hem rüyalarla hem de günlük hayattaki hâdiselerle alâkalı yorumlarda çok defa tevil hataları yapılmaktadır. Çünkü, rüyaların ve hâdiselerin lisanı, içinde bulunduğumuz âlemin dilinden çok farklıdır. Zâhiren olumsuz hâdiselerin mânâları, bazen hakikat açısından olumlu olur ve onlar müsbet gelişmelerin işaretçileri sayılır; kimi zaman da çok olumlu görülen olaylar aslında mânâ itibarıyla olumsuzdur ve onlar da menfi vakıaların alâmetleridir.
Diyelim ki; evinizin içi suyla doldu. Siz bunu olumsuz görebilirsiniz. Fakat bu, bir seyahate çıkacağınızı, muvakkaten o evden ayrı kalacağınızı ve neticede üzerinize bereket yağacağını ifade ediyor olabilir. Yine; bir binanın yıkıldığını görseniz, tevil-i ehâdis açısından, o geçici bir sarsıntı demektir. Yangın neticesinde olmayan yıkıntılarda her zaman yeniden filizlenme söz konusudur. Söz gelimi, selin sebebiyet verdiği zayiat kalıcı bir sarsıntıya yol açmaz; o muvakkat bir meşakkatin remzidir. Onun arkasından bolluk ve bereket gelecektir.
Bu itibarla, rüyaları ve hâdiseleri tevil meselesi de bir nevi uzmanlık alanıdır; herkes o işe kalkışmamalıdır. Kur’ân’ın mevzuyla alâkalı âyetlerini ve hadis-i şeriflerin bu konudaki şerhlerini bilmeyen, misal âlemine dair bazı hakikatlerden haberdar olmayan kimselerin tevillerde bulunmaları ve hele onlara bazı hükümler bina etmeleri kat’iyen doğru değildir.
Hususiyle, kötü unsurlar ihtiva eden rüyaları ve teşe’üme sebebiyet verebilecek hâdiseleri başkalarına anlatmak da yanlıştır. Hak dostları rüyaların ve yakazaların başkalarına anlatılmasının bir düğümü çözmek gibi olduğunu, onların ekseriyetle anlatıldıkları ve yorumlandıkları üzere çıktıklarını söylemiş; tevil adına ağızdan çıkan kelimelerin, bir yönüyle, Hak nezdinde hâdiselerin karara bağlanmalarına ve o şekilde meydana gelmelerine sebep teşkil ettiğini belirtmişlerdir. Bu açıdan, bazı rüyalar ve yakazalar salihler arasından ehil insanların değerlendirmelerine arz edilebilecek olsa da, onlar avama hiç anlatılmamalı; hele geçici ve neticesi itibarıyla hayırlı gibi görülse de, herhangi bir menfilik taşıyan rüya ve yakazalar asla dile getirilmemeli, diğer insanların içlerine de bir endişenin dolmasına sebebiyet verilmemelidir.
Ayrıca, şeytanın, teşe’üme yol açabilecek rüya ve hâdiseleri her zaman kullanabileceği de hatırdan dûr edilmemelidir. Şeytan, bazen bir baykuşu –gerekirse içine girerek– çekip sizin balkonunuza getirir ve orada saatlerce öttürür. Böyle bir olay karşısında, “Acaba bunun mânâsı nedir?” diyebilir ve şayet işin ehli iseniz, hâdiselerin dilinden bir ima çıkarmaya çalışabilirsiniz. Fakat, onu mutlaka başınıza gelecek bir felâketin habercisi gibi görmeniz ve o afeti beklemeye durmanız mü’mince bir davranış değildir. Zaten şeytanın öyle bir hileden maksadı, tansiyonunuzu yükseltmek, ruhunuzda gerilim hâsıl etmek, vücudunuzun kimyasını bozmak, sizi ciddî anguazlara sokmak ve hatta psikosomatik rahatsızlıklara sürükleyerek ibadet ü taatinizden dahi alıkoymaktır.
Öyleyse, teşe’üme açık bir rüya gördüğünüzde ya da nahoş bir hâdise ile karşı karşıya kaldığınızda, bunu bir temkin ve ihtiyat çağrısı olarak algılamalı, hemen Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeli ve “Rabbim, eğer bir belâya istihkak kesbetmişsem ve bu da o belânın bir sinyali ise, gazabından rahmetine sığınıyorum; Senin dergâhından başka iltica edilecek bir yer bilmiyorum ve Sana yalvarıyorum; ne olur atânla bu kazânı defet!” demelisiniz. Asla paniğe kapılmamalı, çaresizliğe düşmemelisiniz; bilâkis, ilâhî inayet ve riayetin sizi de sarıp sarmaladığına, Allah’ın kuvvet ve kudretinin her şeyin hakkından geleceğine gönülden inanmalı ve ciddî bir vicdan rahatlığı içinde O’na sığınmalısınız. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in, “Hoşunuza gitmeyen bir şey gördüğünüz zaman üç defa sol tarafınıza tükürün, üç kez de أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ18 deyin ve onu kimseye anlatmayın.” ikazını hatırlayarak, şeytanın şerrinden usulünce istiâzede bulunmalısınız.19 Selef-i salihînin yaptığı gibi, çokça istiğfar etmeli ve aynı zamanda “Sadaka belâyı defeder!”20 mülâhazasıyla bir miktar sadaka vermelisiniz.
Sözün özü; eşya ve hâdiseleri hayırsız saymak, şundan bundan uğursuzluk çıkarmak bâtıldır; hatta teşe’ümün bir derecesi şirke varıp dayanır. Fakat, dinimizde tefe’ül bütün bütün yasaklanmamış, onun doğru değerlendirilmesi ehil kimselere emanet edilmiştir. Rehber-i Ekmel (aleyhissalâtu vesselâm) Efendimiz, “Uğursuzluk düşüncesi bir mü’mini yolundan alıkoymasın. Şayet, sizden biri hoşlanmadığı bir şey görecek olursa, şu duayı okusun: اَللّٰهُمَّ لَا يَأْتِي بِالْحَسَنَاتِ إِلَّا أَنْتَ، وَيَدْفَعُ السَّيِّاٰتِ إِلَّا أَنْتَ، وَلَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِكَ “Allahım, hayırlar ancak Sendendir; kötülükleri de sadece Sen defedebilirsin. Yegâne havl ve kuvvet sahibi Sensin, hakikî güç ve kuvvet Sendendir.” buyurmuştur.21 Binaenaleyh, bir mü’min, hayır ve şer her şeyin Allah’tan olduğuna şüphesiz inanmalı; bütün işlerinde meşru şekilde sebepleri yerine getirmeli; dinin rehberliğinde ve aklın ışığında kendi üzerine düşen vazifelerini yapmalı ve sonra Allah’a tevekkül ederek neticeyi O’na bırakmalıdır.
1 Buhârî, tıb 54; Müslim, selâm 111.
2 Buhârî, şurût 15; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/330.
3 Buhârî, tıb 44-45; Müslim, selâm 113-114.
4 Bkz.: Abdurrezzak, el-Musannef 5/337; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/385.
5 Ebû Dâvûd, edeb 62; el-Buhârî, el-Edebü’l-müfred s.287; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 19/433.
6 Ebû Dâvûd, edeb 62.
7 Müslim, cihâd 88; el-Buhârî, el-Edebü’l-müfred s.288; Abdurrezzak, el-Musannef 5/208.
8 Ebû Dâvûd, edeb 62; İbn Mâce, edeb 31.
9 Ebû Dâvûd, edeb 62; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 17/120.
10 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/75; el-Buhârî, el-Edebü’l-müfred s.287; İbn Hibbân, es-Sahîh 13/138.
11 Ebû Dâvûd, edeb 62.
12 Ebû Dâvûd, edeb 62; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 5/262.
13 Müslim, âdâb 14; Tirmizî, edeb 66; Ebû Dâvûd, edeb 62; İbn Mâce, edeb 32.
14 Ebû Dâvûd, edeb 62; et-Taberânî, el-Mu’cemü’s-sağîr 1/218.
15 Ebû Dâvûd, edeb 62.
16 Bediüzzaman, Şuâlar s.488 (On Dördüncü Şuâ).
17 Bediüzzaman, Mektubat s.392 (Yirmi Sekizinci Mektup, Birinci Mesele).
18 “Ben sağdan, soldan, önden arkadan, alttan ve üstten gelen ve kâinatı baştan başa dolduran şerlilere, şerlere ve şeytanlara karşı, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olan ve ancak ‘Allah’ demekle anlatabildiğim Yüce Yaratıcı’ya iltica ediyor ve O’na dayanıyorum.”
19 Buhârî, tâbir 10; Müslim, rüya 1.
20 Bkz.: Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 8/207; es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene s.419.
21 Ebû Dâvûd, eşribe 24; Abdurrezzak, el-Musannef 10/406; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 5/310.