Rahmetin Müjdecisi
Soru: Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlerin hem beşîr hem de nezîr oldukları belirtilmektedir. Beşîr ve nezîr tabirlerinden maksat nedir? Günümüzde, irşad ve tebliğ yolunda nezîr olmanın gereği yerine getirilirken nasıl bir üslûp takip edilmelidir?
Cevap: Beşîr; güzel haberler veren, doğru yola teşvik eden, imrendirerek iyiliklere yönlendiren ve mükâfat vaad ederek yüksek hedefler gösteren güleç yüzlü müjdeci demektir.
Nezîr ise; muhtemel tehlikelere işaret eden, hata ve günahların kötü neticelerini bildiren, sonuç itibarıyla haybet ve hüsrana varıp dayanan bir yoldaki tuzaklara dikkat çeken ve böylece insanları felâkete düşmekten sakındıran şefkatli uyarıcı mânâsına gelmektedir.
Beşîr ve Nezîr
Beşîr ve nezîr tabirleri birbirinin zıddı değil mukabilidir ve irşad mesleğinde her ikisi de çok lüzumludur. Beşîr, bir yönüyle tergîb (teşvik etme, isteklendirme, imrendirme) ifade etmektedir; nezîr ise terhîb (uyarma, tedbir aldırma, uzaklaştırma) vazifesi gömektedir; bunlardan ilki recâya, ikincisi havfe bakmaktadır; birinde ümitlendirme, diğerinde ise, sakındırma vardır. Bu arada; bazı mealcilerin nezîr kelimesini korkutucu, tehdit edici ve gözdağı verici şeklinde tercüme etmeleri kat’iyen yanlıştır; evet, nezîr tehdit eden ve korkutan değil, tehlikeyi nazara veren ve uyarandır.
Kur’ân-ı Kerim’de, (bazen aynı kökten türetilmiş benzer sözcükler hâlinde olmak üzere) pek çok yerde beraberce kullanılan bu iki kelime peygamberlerin sıfatları sadedinde zikredilmektedir. Çünkü, peygamberler hem Allah’ın rahmetini müjdelemişler, hem de azab-ı ilâhîyi haber vermişlerdir.
Allah’ın elçileri, evvelâ, Cenâb-ı Hakk’a gönülden inanıp O’nun emirlerine itaat edenlerin nâil olacağı dünyevî ve uhrevî mükâfatları bildirmişlerdir. İmanın bu dünyada saadete vesile olduğunu belirttikleri gibi, mü’minlerin ötede de Cennet nimetlerine kavuşacaklarını müjdelemişlerdir. İnsanları Allah yoluna çağırırken meseleleri zor göstermemeye, muhataplarını ürkütmemeye ve onların içlerinde nefret duygularının uyanmasına sebebiyet vermemeye azamî dikkat göstermiş; herkesi hikmetle, güzel ve makul öğütlerle Allah’ın dinine davet etmişlerdir.
Sâniyen; hikmet ile tebliğin bir gereği olarak, zaman zaman eğri yolun encamından bahisler açmış ve insanları kötülüklerden sakındırmışlardır. Bir çobanın, gerektiğinde koyunlarına taş atıp onları tehlike mahallinden uzaklaştırdığı gibi; peygamberler de, değişik ikaz vesileleriyle ümmetlerini gafletten kurtarmaya ve tehlikelerden korumaya çalışmışlardır. Bu itibarla da, onlar zorlayıcı, gözdağı verici ve korkutucu değil, sadece azabı ihbar edici ve sakındırıcıdırlar.
Hak ile Nezîr
Mevlâ-yı Müteâl, her kavme bir peygamber gönderdiğini ve bütün peygamberlerin aynı zamanda birer nezîr olduklarını beyan etmiştir. Bir âyet-i kerimede mealen, “Muhakkak ki, Biz seni hak ile, hem bir beşîr hem de bir nezîr olarak gönderdik. Zaten, (nezîr) uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir ümmet yoktur.”1 buyurmuştur.
Bu ilâhî beyandaki بِالْحَقِّ kaydı çok önemlidir; kısaca, “hak ile, gerçeğin ta kendisine malik olarak” mânâsına gelen bu ifadeye bağlı kalındığında âyetten şunlar anlaşılacaktır: Habîbim! Şüphesiz Sen hem beşîr hem de nezîrsin; fakat, Sen insanları faydasız kuruntularla ümitlendirmediğin gibi, onları boş yere de korkutmazsın. Kimi anne-babaların bir kısım öcülerden bahsederek “Aman şunu yaparsan şöyle olur; bunu tutarsan böyle olur!” dedikleri ve böylece çocuklarını korkutup onları bazı şeylerden sakındırdıkları misillü değildir senin nezîrliğin. sen, kendince güzel gördüğün şeylere yönlendirmek ve yine kendince çirkin kabul edip âkıbet itibarıyla tehlikeli gördüğün şeylerden sakındırmak için masalları, üstureleri ve mübalâğalı ifadeleri kullanmaktan berîsin. Evet, sen bir beşîr ve nezîrsin ama gerçeklerin en gür sesi Kur’ân-ı Hakîm’in mükâfat ve mücâzat muhtevalı hakikatlerini bildiren, Cenâb-ı Hakk’ın vaadlerini müjdeleyen, O’nun hak vaîdlerini haber veren, Hakk’ın mesajlarını sabit birer gerçek olarak tebliğ eden ve böylece Hak namına hakka tercümanlık yapan bir beşîr ü nezîrsin. Senin muştulu haberlerin de, tehlikelere dikkat çeken sözlerin de hep Cenâb-ı Hakk’ın vahyine dayanmaktadır. Bu itibarla, sen insanları hakikate yönlendirirken hakkı söyleyen bir beşîr olduğun gibi, kötülüklerden ve su-i âkıbetten sakındırırken de yine hakkı gözeten bir uyarıcısın.
Tabiî ki, diğer peygamberler de tebliğlerinde hep hakka bağlı kalmışlardır; onların beşîr ve nezîr olmaları, müjdelemeleri ve sakındırmaları da hak yörüngesinde cereyan etmiştir. Fakat, mutlak zikir kemâline masruftur; dolayısıyla, gerçeğin ta kendisine malik olmanın ve hakka tercümanlığın zirvesine tahtını kuran İnsanlığın İftihar Tablosu’dur. Müjdeleyerek ve ikaz ederek hakikatleri anlatma mevzuu olgunlaşa olgunlaşa mükemmelliğe ulaşmış ve âdeta Rehber-i Ekmel Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakka bağlı bişaret ve nezaretiyle taçlanmıştır. Zira, Resûl-i Ekrem (aleyhi ekmelüttehâyâ) sadece bir kavme değil bütün insanlığa, hatta topyekün kâinata bir rahmet vesilesi olarak gönderilmiştir. O, insanların tamamı için hem ilâhî rahmetin müjdecisi, saadet-i ebediyenin muhbiri, sonsuz merhametin habercisi ve Esmâ-yı İlâhiye hazinelerinin keşşafı olan bir beşîrdir; hem de inanıp itaat etmeyenlere ahiretin dehşetini, Cehennem ateşini, ilâhî azabı ve ebedî hüsranı ihbar eden, “Burası çıkmaz sokak!” diyerek eğri yolun encamından sakındıran bir nezîrdir. Nitekim, Cenâb-ı Hak, “Ey Resûlüm, Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik, lâkin insanların ekserisi bunu bilmezler.”2 buyurmuştur.
Uyarma ve Sakındırmada Üslûp
Aslında, Kur’ân-ı Kerim’in üslûbuna bakılacak olursa, tergîb ile terhîbin her zaman birbirini takip ettiği görülecektir. Uzun surelerde makta’ların (belli bir meseleyi ele alan daha kısa bölümlerin) birisinde imrendirme ve teşvik ihtiva eden bir mevzudan bahsediliyorsa, genellikle öbüründe uyarma, tedbir aldırma ve kötü âkıbetten alıkoyma mânâlarını da barındıran bir konu anlatılmaktadır. Hatta peşi peşine gelen kısa sureler arasında da aynı münasebet söz konusudur; önceki surede özendirme varsa, sonrakinde sakındırma bulunmaktadır.
Bu açıdan, müjdelemenin yanı sıra sakındırma yolunu da kullanmak irşad ve tebliğ mesleğinin gereğidir. İnsanları hep iyiliklerin peşinde bulunacakları bir koridorda yol almaya, ömür boyu imanın lezzetini duyacakları bir atmosferde yaşamaya ve ufukta da her zaman Cennet’in tüllendiğine şahid olmaya imrendirmek; kezâ, sonu felâkete çıkan bir dehlizde yürümekten onları alıkoymak, o dehlizin giriş kapıları sayılan günahlara karşı içlerinde tiksinti hâsıl etmek ve şayet o boğucu havadan uzak kalmazlarsa ebedî hüsrana uğrayabileceklerini onlara hatırlatmak lâzımdır.
Ne var ki, insanlar fıtrat itibarıyla farklı farklıdırlar; bazıları imrendiricilikle harekete geçmeye daha meyyal olurlar; kimileri de içlerindeki âkıbet endişesinden dolayı sakındırma metoduyla hayırlı işlere daha bir sarılırlar. Dolayısıyla, mürşid ve mübelliğ, muhatabının karakterini ve mizacını gözetmeli; kime, nerede, ne ölçüde müjdeleyici ve ne nisbette uyarıcı olması gerektiğini çok iyi belirlemelidir. Şüphesiz niyetin sağlamlığı, ihlâs, samimiyet ve adanmışlık ruhu gibi dinamikler pek önemli birer meseledir; fakat, tebliğ ve irşadda üslûbun da bambaşka bir yeri ve ehemmiyeti vardır. Şayet dava-yı nübüvvetin vârisleri bu espriyi kavrayamazlarsa, irşad mesleğinde olmadık falsolar yapmaktan kurtulamayacaklardır. Rehber-i Ekmel Efendimiz’in sözleri ekseriyetle objektiftir; umum halk nazara alınarak dile getirilmiş ifadelerdir. Fakat, muhataplarının özel hâllerine göre, Söz Sultanı’nın farklı farklı beyanlarıyla ve üslûplarıyla da karşılaşmak mümkündür. Resûl-i Ekrem (aleyhissalatü vesselâm) bazı kimselere hitap ederken hem farklı argümanlar kullanmış; hem de karşısındaki insanın ruh hâletine göre, bazen tergîbi bazen de terhîbi öne çıkarmıştır. Kimi zaman beşîr olmanın gereğini ortaya koymuş; kimi zaman da tam bir nezîr üslûbuyla ikazlarını ard arda sıralamıştır. Üslûp ayn-ı insandır; İnsan-ı Kâmil olan Allah Resûlü bir beşîr ü nezîr için hayatî ehemmiyeti bulunan üslûp meselesinde en mükemmel misali temsil ve talim buyurmuştur.
“Ashabımı Bana Bırakın!..”
Hadis kitaplarında nakledilen şu hâdise üslûp meselesine ışık tutucu mahiyettedir: Bir gün, yeni Müslüman olmuş birisi, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in huzuruna girerek O’ndan yardım talep etmişti. Hiç kimseyi eli boş döndürmeyen Allah Resûlü, o adama da bazı şeyler vermişti; fakat, adam hoşnutsuzluk izhar edip edep sınırlarını da zorlayarak daha fazlasını istemişti. Bunun üzerine, ashab-ı kiramdan bazıları, saygısızlığını cezalandırmak maksadıyla o şahsın üzerine yürümüşlerdi. Fakat, Peygamber Efendimiz onlara mani olmuş ve başka şeyler de verip o adamı memnun etmişti. Sonra da sahabîlere dönüp şöyle buyurmuştu: “Benimle bu köylünün hâli kaçan bir deve ile sahibinin durumu gibidir. İnsanlar devenin peşinde koşar, hep beraber onu yakalamaya çalışırlar ama deve kalabalıktan daha çok ürker ve var gücüyle kaçar. Sonunda hayvanın sahibi, ‘Devemi benimle baş başa bırakın.’ diye seslenir; eline bir tomar ot alarak ona ön tarafından yavaş yavaş yaklaşır ve sonuçta devesini sakinleştirerek boynuna zimamı vuruverir. Eğer siz de o adamı bana bırakmasaydınız onu iyice uzaklaştırmış ve ateşe atmış olurdunuz. Benimle ümmetimin arasına girmeyin, ashabımı bana bırakın!”3
Demek ki, üslûp hatası yaparak insanları Allah’ın dininden ve Resûl-i Ekrem’in şefkat ikliminden uzaklaştırmak Allah Resûlü ile ümmetinin arasına girmektir. Bu itibarla, insan, yanlış bir üslûptan (daha doğrusu üslûpsuzluktan) dolayı kulları ile Yüce Yaratıcı’nın, ümmeti ile Allah Resûlü’nün arasına girmiş olmaktan çok korkmalıdır. Bir deveyi yakalamanın bile bir üslûbu varsa, çok farklı tabiatlardaki insanlara hak ve hakikatleri anlatmanın da mutlaka bir üslûbu olmalıdır. Şahısların fıtratları da nazar-ı itibara alınarak herkes için en uygun üslûp tespit edilmeli ve farklı argümanlar kullanılmalıdır. Aksi hâlde, dine çağırma ile dinden kaçırma öyle birbirine karışır ve Sonsuz Nur’a koşması beklenenler O’ndan o denli uzaklaşırlar ki, onları bir daha döndürmek hiç mümkün olmaz.
Evet, bir kere kaçırılanı geri getirmek çok zordur. Öyle insanlara şahit olmuşumdur ki, “Bir bayram namazı bana namazı da, Allah’ı da terk ettirdi!..” diyenini bile duymuşumdur. Bu sözü işitince çok şaşırmışımdır; kendi kendime “Namaz, namazı nasıl terk ettirir?” demiş ve hayretimi seslendirmişimdir. Meselenin aslını öğrenince de üzüntü ve kederden iki büklüm olmuşumdur. Adamcağız, “Hiç olmazsa bir bayram namazında camiye gideyim!..” demiş ve saflar arasında yerini almış. Fakat, köhne düşünceli bir gırtlak ağasının abuk sabuk konuşmasına şahit olmuş; âkıbeti hakkında Cehennem’den başka bir ihtimalin kalmadığına dair sözler duymuş, anlatılanlardan dolayı iyice ümitsizliğe düşmüş ve “Din bu ise, bunu kabul etmem mümkün değil!..” deyip bir kere camiden kaçmış.. sonra “Acaba bu meselenin doğrusu nedir?” diye de düşünmemiş; işin aslını sorup öğrenme ve yanılgıdan kurtulma yoluna gitmemiş. Dahası, bir arayışa koyulmuş; bir bâtılı hak zannedip içine girmiş ve boğulmuş. Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arar. Bazen bâtıl eline gelir, hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken ihtiyarsız dalâlet başına düşer; hakikat zannederek başına geçirir.”4 İşte, o da öyle yapmış; hakkı haktan kaçarak aramış ve bir bâtıla saplanıp kalmış. Şüphesiz, yanlış yapmış, hatalı davranmış; iradesinin ve aklının hakkını vermemiş ve neticede imanın vaad ettiği güzelliklerden nasipsiz yaşamış.
Fakat, acaba onun bu kaçkınlığında –sebepler açısından– üslûpsuz adamın hiç mi payı yok? Acaba, irşad usûlünü bilemeyen o şahıs Resûl-i Ekrem ile ümmetinin arasına girmiş sayılmaz mı? Ve acaba halka hitap eden o insan, bir bayram sabahında nezîr olmaktan ziyade tam bir beşîr gibi davransaydı ve müjdeleyici, imrendirici, teşvik edici konuşsaydı, ilk kez camiye gelenlere ikinci bir adımı attırma fırsatını daha güzel değerlendirmiş olmaz mıydı?
Çocuklara Karşı Hep Müjdeleyici Olunmalı!..
Ayrıca; âyet-i kerimelerde beşîr kelimesinin nezîrden önce zikredilmesinde de latîf bir nükte vardır: Tabiat itibarıyla ve ekseriyetle insanlar teşvikle iş yapmaya daha açıktır. Salih amellere yönlendirme, güzelliklere imrendirme, yüksek hedefler gösterme, müjdeleme ve sevdirme yoluyla toplumun büyük çoğunluğunun gönüllerine girilebilir. Dolayısıyla, özellikle hümanizm düşüncelerinin çok öne çıktığı bir dönemde insanlara hep bişaretle yaklaşılmalıdır. Evet, Cennet’te herkese bir yer tahsis etme lâubâlîliğine girilmemelidir ama tebliğ ve irşadda tebşîr (müjde verme, şevklendirme) öncelikli olmaya özen gösterilmelidir.
Hususiyle, çocuklara daha ziyade müjdeleyici ve imrendirici olmak lâzımdır. Evet, hakikatler her zaman kendi kıymetlerine uygun şekilde korunmalıdır; fakat, meseleleri bir çocuğa anlatırken onun yaşına, zihin yapısına ve ruh hâletine uygun bir dil kullanmak şarttır. Bir çocuğu karşısına alır almaz, Cehennem’in ateş derelerinden, karanlık çukurlarından, dipsiz gayyalarından bahis açan bir insan, baltayı taşa vurmuş, daha doğrusu baltayı taşa değil o çocuğun kafasına vurmuş olur.
Çocuklara her fırsatta Allah’ın rahmetinin kuşatıcılığı ve Cennet’in güzelliklerinin göz alıcılığı uygun bir üslûpla anlatılmalıdır. Onların tertemiz gönüllerinde, Cenâb-ı Hakk’a karşı güven, itimat ve sevgi hisleri coşturulmalıdır. İnsanların, hayvanların, en küçük yavruların ve hatta haşerâtın, Allah’ın şefkat ve merhametiyle beslendiği vurgulanmalı ve çocukların vicdanlarının şükür duygusuyla dolup taşması sağlanmalıdır. Onlar, ahireti, dünyadaki nimetlerin asıllarını bulacakları bir mükâfat âlemi ve ölümü de o âlemin giriş kapısı olarak görecekleri bir ufka ulaştırılmalıdırlar. Nur Müellifi’nin ifade ettiği gibi, onlara, “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennet’in bir kuşu oldu. Cennet’te gezer, bizden daha güzel yaşar.”5 dedirtecek şekilde –en büyük teselli ve ümit kaynağı olan– Cennet fikri kazandırılmalıdır. Çocuklar, şayet bir şeyden korkacaklarsa, sopadan, tehditten, Cehennem azabından değil, Allah’ın sevgisini, ilâhî şefkati ve Cennet mükâfatlarını kaybedeceklerinden korkmalıdırlar.
Hâsılı; müjdelemenin yanı sıra sakındırma yolunu da kullanmak irşad ve tebliğ mesleğinin bir gereğidir. Bu itibarla da, dava-yı nübüvvetin vârisleri beşîr oldukları aynı zamanda nezîrlik vazifesini de eda etmelidirler. Şu kadar var ki, insan fıtratına en uygun din olan İslâm’da, tebşîr öncelik hakkına sahiptir. Din-i mübîn “yüsr” (kolaylık) üzere vaz’edilmiştir; fıtratları ve karakterleri gözetmeden, onu şiddetlendiren ve ağırlaştıran, dinin ruhuna aykırı bir iş yapmış olur. Zira, kolaylık üzere bina edilmiş ve müsamahaya dayalı gelmiş bu dini insanlara öğretirken zorlaştırmamak ve nefret ettirmemek, bilâkis yaşanabilir olduğunu göstermek ve sevdirmek Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in emridir. Bu itibarla da, her irşad eri muhatabının hususiyetlerini göz önünde bulundurmalı; kime, nerede, ne ölçüde müjdeleyici ya da ikaz edici olması gerektiğini çok iyi belirlemelidir.
1 Fâtır sûresi, 35/24.
2 Sebe sûresi, 34/28.
3 el-Bezzâr, el-Müsned 15/294; el-Mervezî, Ta’zîmü kadri’s-salât 2/931.
4 Bediüzzaman, Sözler s.767 (Lemeât).
5 Bediüzzaman, Sözler s.103 (On Yedinci Söz, Zeylin Bir Parçası, Mukaddime).