Heyecan ve Mantık Buudlu Adanmış Ruhlar

Soru: Bir mü’minin adanmışlığının tezahürleri nelerdir? Yeni nesillerde aşk u heyecan uyarmak ve bu heyecanı kalıcı kılmak için neler yapılmalıdır?

Cevap: Adanmışlık ruhunun geliştirilmesi öncelikle insanların, temsil ettikleri dine sağlam inanmalarına bağlıdır. İman olmadan, insanlarda adanmışlık ruhu hâsıl etmek mümkün değildir. Böyle bir imanın oluşma süresi ise istidat ve kabiliyetlere göre farklılaşabilir. Bazı kimseler için çok kısa rehabiliteler yeterli olur; kimi insan kırk saatte duyacağını duyar, göreceğini görür ve anlayacağını anlar. Ancak aynı ufka ulaşabilmek için bir başkası kırk güne, kırk aya, hatta kırk seneye ihtiyaç duyabilir. Mesela Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri gibi inkişafa açık müstait bir fıtrat bile bazı şeyleri altmış yaşından sonra duyup hissettiğini ifade etmiştir. Hazreti Cüneyd’in bu sözünü, onun altmış yaşına kadar ciddî bir şey duymadığı, görmediği, tatmadığı şeklinde anlamak elbette ki doğru değildir ve böyle bir anlayış o mümtaz ruha karşı saygısızlık olur. O hâlde nasıl anlamalıyız onun bu sözünü? O büyük insan, gözünü insan-ı kâmil ufkuna dikmiş hep oraya bakıyordu. Demek ki o ufka dair bir kısım esintileri duymak belli bir zamana vâbesteydi. Belki de o, bu sözüyle insanlardaki istidat farklılıklarına dikkat çekmek istemişti. Hâsılı, niyet ve maksat ne olursa olsun, bizler, o büyük zatlar hakkında konuşurken dikkatli olmalı, olumsuz mülâhazalardan sakınmalı ve yanlış bir söz söylemekten Allah’a sığınmalıyız. Yoksa gayretullaha dokunacak bir hata irtikâp etmiş oluruz.

Günümüz Nesillerine Yapılabilecek

En Büyük İyilik

Asıl konumuza dönecek olursak, gönüllerde adanmışlık duygu ve düşüncesini tutuşturmak günümüzde biraz daha zor hâle gelmiştir. Yuvanın insanın metafizik enginliklerine dair ciddî bir şey ifade etmediği, sokağın aleyhte işlediği, maarif yuvalarında bu duygu ve düşüncenin sunulmadığı, camilerde bu aşk u heyecanın gönüllere üflenmediği, kalb ve ruh ufkuna yöneltecek müesseselerin de bulunmadığı böyle bir dönemde sinelere adanmışlık ruhunu duyurmak hususî bir kısım gayretlere bağlıdır. Evet, insanları bedenin tesirinden sıyırma, cismaniyetin esiri olmaktan kurtarma, kalb ve ruhun derece-i hayatına yönlendirme, rıza-i ilâhîyi tahsili hayatlarının gayesi hâline getirme, onların oturup kalkıp اَللّٰهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ “Allah’ım Senden afv u afiyet ve rızanı istiyorum.” demelerini temin etme çok ciddî gayret ister.

İnsan, tabiatı icabı dünyaya, dünyanın cazibedar güzelliklerine düşkündür. Hele günümüzde dünyevî hedef ve gayeler daha bir öne çıkarıldığından dolayı, insanların dünyaya ait işlerde neredeyse mükemmel denecek bir seviyede yetiştirildikleri söylenebilir. Bu açıdan kanaatimce günümüz nesillerine yapılabilecek en güzel iyilik, onların gönüllerine başkaları için yaşama arzu ve heyecanını duyurmaktır.

Esasen böyle bir aşk u heyecan, İslâm’ın özüne ait çok önemli bir rükündür. O, namaza aksettiğinde, hudû ve huşû şeklinde kendisini hissettireceği gibi i’lâ-yı kelimetullah mevzuunda da size adanmışlık ruhuyla dur durak bilmeden sürekli koşmayı telkin eder. İslâm’ın ruhuyla irtibatlı böyle bir aşk u heyecandan mahrum gönüllere ise siz ne anlatırsanız anlatın onlardan fedakârlık ve hasbîlik adına ciddî bir gayret göremezsiniz.

Heyecansızlık Kalbin Ölümü Demektir

Dolayısıyla insanda, evvela, ızdıraptan iki büklüm olup kendini yerden yere vuracak şekilde delice bir heyecan olmalıdır. Öyle ki, imandan mahrum gönüller karşısında, “Şu insanlar niye inanmıyorlar!” diye onun şakakları zonklamalı, kalbi duracak ve kafası çatlayacak hâle gelmelidir. Eğer insanda böyle delice bir heyecan varsa siz, “Heyecanına kurban olayım senin. Onun başımın, gözümün üstünde yeri vardır.” der; der ve onun bu heyecanını, İslâm’ın akıl ve mantığıyla tadil edebilirsiniz. Başka bir ifadeyle onun taşkınlığa ulaşabilecek bu coşkunluğunu hayra yönlendirebilirsiniz. Mesela o aşk u heyecanı hakta sebat ve süreklilik istikametinde kullanmasını sağlayabilirsiniz. Demek ki evvela insanlarda aşk u heyecanla doludizgin bir ruh hâlini temin etmelisiniz. Zira heyecanın olmadığı yerde, sırf kuru bir akıl ve mantıkla kalıcı ve uzun soluklu herhangi bir iş yapılması mümkün değildir. Evet, öncelikle insanlar gönülden bir aşk u heyecanla yüce bir mefkûreye inanıp sahip çıkmalıdırlar ki, bütün engelleme ve zorluklara rağmen bir ömür boyu durmaları gerektiği yerde dimdik ve kararlı durabilsin, koşmaları gerektiği yerde de küheylanlar gibi çatlayıncaya kadar koşabilsinler.

Her güzel sıfatta olduğu gibi Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mevzuda da bizim için en güzel misaldir. Bakın, Cenâb-ı Hak, Yüce Kitabı’nda O’nun bu vasfıyla alâkalı ne buyuruyor: فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلٰى اٰثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٰذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا “Bu Kur’ân’a inanmazlar diye neredeyse arkalarından kendini harap edeceksin.”245 Başka bir yerde ise: لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ “Resûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye âdeta kendine kıyacaksın.”246 buyruluyor. İşte bu âyetler, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhissalâtü vesselâm) nasıl bir İslâmî heyecana sahip olduğunu gösteriyor. Cenâb-ı Hak, O’nun bu heyecanını: إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ يَهْدِي مَنْ يَشَۤاءُ “Sen istediğini hidayete erdiremezsin. Ancak Allah istediğini hidayet eder.”247 buyurmak suretiyle tadil ediyor. Dolayısıyla insanda böyle bir İslâmî heyecan olursa, biz onu Kur’ân’ın muhkematıyla tadil edebiliriz. Ona, doludizgin hareket etmenin ne getirip ne götüreceğini nazar-ı itibara almasını ve zamanı, konjonktürü, muhatapların hissiyatını, nasıl bir mukabelede bulunacaklarını hesap etmesini söyleyebiliriz. Fakat başta böyle bir heyecan yoksa siz neyi tadil edeceksiniz ki?

Devamlılık ve kararlılık için bu denli heyecanla dopdolu ruh hali gereklidir; ancak akıl ve mantık hiçbir zaman his ve heyecana feda edilmemelidir. Çünkü bu durumda dengesizlik ve aşırılıklar ortaya çıkar. Bu sebeple bir yandan yürekler heyecanla çırpınır dururken diğer yandan da akıl ve mantık her zaman heyecanın önünde bulunmalı ve o heyecan hep müspet yola kanalize edilmelidir.

Mantık ve Heyecan

Birbirinin Destekleyicisi Olmalı

Ayrıca bizim talip olduğumuz ve gerçekleştirmeye çalıştığımız yüce bir mefkûremiz varsa, bir yerde yolların tıkanıp kalması bizi yolumuzdan alıkoymamalıdır. İnanan gönüller olarak biz, yürüdüğümüz bir yol tıkandığında, alternatif başka bir yol bulur ve oradan yolumuza devam ederiz; o da tıkanacak olursa yeni bir yol araştırmaya koyuluruz. Yollar büsbütün yürünmez hâle gelse bile, “Biz yapamazsak bizden sonraki nesil, onlar da yapamazsa onlardan sonraki nesil Allah’ın izni ve inayetiyle mutlaka bu gaye-i hayali gerçekleştirecektir.” der ve hayatımız boyunca ümidimizden hiçbir şey kaybetmeden çalışıp çabalamaya devam ederiz. Gerekirse yıldızları gökten aşağı çekip, onlarla bir kısım oyunlar oynayacak kadar âlî himmetle yüksek gayeler peşinde koşar, dûn himmetliğin insanı öldüreceği mülâhazasıyla çıtayı hep yüksek tutmaya çalışırız. Fakat bunun yanında aklî ve mantıkî ölçülere riayet edip planlarımızın realize edilebilirliğine de ihtimam gösteririz. Yani mü’minin mantık ve heyecanı arasında hiçbir zaman tenakuz yaşanmaz/yaşanmamalıdır. Bilâkis bunlar birbirini destekleyici ve besleyici olmalıdır. Bugüne kadar niceleri doğruluk adına bile olsa sırf heyecanlarıyla hareket ettiklerinden dolayı Müslümanlara zarar vermişlerdir. Bazıları da kuru bir mantıkla, lafazanlık, demagoji ve diyalektikle başkalarına bir şey anlatacaklarını zannetmiş; ancak kimseye kalıcı ve uzun soluklu bir şey ifade edememiş ve yorulup yollarda kalmışlardır.

Dolayısıyla dolu dizgin bir heyecanın yanında, Kur’ân’ın muhkematıyla test edilmiş çok sağlam kurallara ihtiyacımız vardır. Öyle ki, bütün tavır ve davranışlarımızın Kur’ân ve Sünnet zaviyesinden doğru olup olmadığı her zaman teste tâbi tutulmalıdır. Ayrıca Habib-i Kibriya Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الْمَهْدِيِّينَ الرَّاشِدِينَ تَمَسَّكُوا بِهَا وَعَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ “Size gereken, sünnetime ve hidayet üzere olan Râşit Halifelerin sünnetine uymaktır. Bunlara sımsıkı sarılın ve azı dişlerinizle tutunun.”248 buyurduğuna göre, Kur’ân ve Sünnet’in yanında Râşit Halifelerin anlayışları da davranışlarımızı test etme açısından çok önemlidir. Zira biz nasıl ki kilitlendiğimiz hedef ve gayenin doğruluğuna inanıyorsak, aynı zamanda o hedefe ulaşmak için yürüdüğümüz yolun da gönüllere emniyet ve güven vaat etmesi gerekir. Bu da ancak Kur’ân ve Sünnet yolunun yanında, sahabe efendilerimizin, hususiyle de Hulefa-i Râşidîn’in yoluna uymakla gerçekleşebilir.

Böyle bir aşk u şevkin uyarılmasının en önemli vesilelerinden biri ise insanlarda tefekkür mekanizmasının harekete geçirilmesi, düşünce sisteminin derinleştirilmesidir. Tefekkür kelimesi, tekellüf ifade eder. Dolayısıyla tefekkür, insanın şakaklarını zonklatırcasına temrinle kendisini düşünmeye alıştırması neticesinde kazanılacak bir ameliyedir. Tefekkür, insanın oturup kara kara düşünmesi veya görüp duydukları karşısında sathî ve küçük münasebetler kurması demek değildir. Bilâkis o, mebde ve müntehayı beraber değerlendirme; aklı, sebep-sonuç arasında âdeta bir mekik gibi getirip götürerek düşündüklerinden bir şeyler sağma, belki ruhuyla onları massetme, aynı zamanda düşündüklerini ihsaslarına mâl etme, hatta ihtisas imbikleriyle onlardan yeni bir şeyler çıkarmanın ad ve unvanıdır. Bu açıdan aşk u iştiyak kazandırma adına öncelikle insanları düşünmeye, mantıklarını işletmeye alıştırmak ve onları iyi ve kötüyü doğru görecek hâle getirmek gerekir.

Hep Hakk’ı Hecelemeli, O’nunla Gecelemeli

Böyle bir düşünce ameliyesinde devamlılık da çok önemlidir. Öyle ki, beraber olduğumuz insanların أَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Biliniz ki kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur ve itminana kavuşur.”249 ufkunda seyahat ettiğini düşünsek dahi, bu durumları itibarıyla onları yeterli görmek, daha doğrusu bizim birbirimizi yeterli görmemiz kesinlikle doğru değildir. Bu konuda birbirimize sürekli destek olmalıyız. Çağımızın büyük Mütefekkirinin ifadesiyle, kubbedeki taşlar gibi düşmemek için baş başa vermeliyiz. Onun bu sözünü sadece içtimaî yapı adına iftirak ve ihtilâflara girmeme, vifak ve ittifak içinde bulunma mânâsına anlamak eksik bir anlayış olur. Belki bu sözü, dine hizmeti hayatımızın gayesi bilme ve bu gaye-i hayalimizi gerçekleştirme yolunda hep canlı kalma mevzuunda birbirimizin destekçisi olma şeklinde anlamamız gerekir. Öyleyse yüce bir mefkûre için bir araya geldiğimiz meclislerde asla laubaliliğe girmemeli ve oraları hep sohbet-i cânanla süslemeliyiz. Evet, bir araya gelişlerimiz neticesinde: اَللّٰهُمَّ رَبَّنَا زِدْنَا عِلْمًا وَإِيمَانًا وَيَقِينًا وَتَوَكُّلًا وَتَسْلِيمًا وَتَفْوِيضًا وَمَعْرِفَةً وَمَحَبَّةً وَعِشْقًا وَاشْتِيَاقًا إِلَى لِقَائِكَ وَعِفَّةً وَعِصْمَةً وَفَطَانَةً وَحِكْمَةً duasında arzu edilen hususlardan acaba ne elde ettik, diye kendimizi sorgulamalıyız. Hatta dünyevî bir mesele için bir araya geldiğimiz beraberliklerde bile elimize bir fırsat geçtiğinde bir yolunu bulup sohbet-i cânan çerçevesinde değerlendirilebilecek mevzulardan bir fasıl açmalı; açıp gönüllere imanın güzelliklerinden bazı şeyler fısıldamaya çalışmalıyız.

Günümüzde olup biten hâdiseleri bilmek, bir kısım aktüel meselelere vukuf peyda etmek elbette ki her vatandaşın hakkıdır. Fakat bugün zaten bu meselelerle ilgilenen bir hayli insan varsa, zannediyorum kendisini Kur’ân’a adamış insanlar, istidatlarını, Kur’ân’a hizmeti en iyi şekilde yerine getirme istikametinde inkişaf ettirmeli ve asıl bu noktada derinleşmelidirler. Onlar için başka düşünceler tâli olmalı ve onlar başka mülâhazalarla yorulmamalıdırlar. Bunun için oturup kalktıkları her yerde Hakk’ı hecelemeli ve hep O’nunla gecelemelidirler. Hulâsa, insanları delice Allah’a âşık hâle getirme ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) anıldığı zaman burnunun kemikleri sızlayacak ölçüde bir muhibb-i Habibullah ufkuna yükseltme yolunda ne yapılması lâzım geliyorsa onu yapmalıyız.

Evet, hizmet heyecanımızın ve adanmışlık ruhunun canlı kalabilmesi için bizim sürekli rehabiliteye ihtiyacımız var. Aslında insanın fizikî hayatında da durum bundan farklı değildir. Mesela bir uzuv, uzun süre çalışmadığında, zamanla adaleler erir ve bir süre sonra uzuv hiçbir şey yapamaz hâle gelir. Ruhî ve kalbî hayatımız için de aynı husus geçerlidir. Günde beş vakit namazın veya her sene bir ay Ramazan-ı Şerif orucunun teşri kılınmasında böyle bir hikmeti görmezlikten gelemeyiz. İnanan gönüller, günde beş defa İslâm dediğimiz o menhelü’l-azbi’l-mevruda kovalarını salıyor, oradan bir şey çıkarıyor ve onunla yıkanıp arınıyorlar. Yani günde beş defa O’nu duymaya, O’nu hissetmeye ve O’nu bilmeye çalışıyorlar. İşte bizim de ibadetlerdeki bu temel espriyi kavrayarak, oturup kalkmamızı, gece ve gündüzümüzü hep O’na bağlamamız gerekiyor ki, İslâmî aşk u heyecanımız da sürekli olsun.

Kırık-Dökük Gemiyle Bu Denizler Aşılmaz

Sürekli rehabilite adına, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Ebû Zerr’e tavsiye ettiği şu hususlar bana çok önemli geliyor:

جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ

وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ

وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ اْلعَقَبَةَ كَئُودٌ

وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde de ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten ve hakkıyla değerlendiren Rabb’in senin yapıp ettiklerinden haberdardır.”250

Evet, alınacak mesafe çok uzun, üzerinden yüzülerek geçilecek deniz çok derin olduğundan meselenin küçük bir arızaya dahi tahammülü yoktur. Zira bu yolculukta insan için her zaman batma tehlikesi vardır. Allah korusun, insan bir mâsiyet veya bir gaflet karşısında Titanik gibi paramparça bir hâlde, avam ifadesiyle denizin dibini boylayabilir. Eğer sefine bizim ruhî hayatımız ve kalbimizin Allah’la münasebeti ise, o hâlde onu, doğan her güneşle birlikte bir kere daha gözden geçirip yenilemeli ve sapasağlam hâle getirmeliyiz. Zira kırık dökük sefineyle, yarım yamalak bir kalble, zedelenmiş bir akıl ve mantıkla upuzun bir yolculuk yapılabilmesi mümkün değildir.

Bu lâl u güher sözün devamında, “Azığını tastamam al, çünkü sefer çok uzun.” buyruluyor. Burada alınması tavsiye edilen azık, ne yiyecek, ne içecek ne de silâhtır. Bilâkis o, insanın ibadet ü taatidir. Dünyada başlayıp ahirete uzanan yolculuk çok uzun olduğuna göre, burada azığın tastamam alınması gerekir. Mesela namazımız, bize berzah hayatında refakat edeceği gibi orucumuz da Reyyan kapısından aşıp Cennet’e girmemize vesile olacaktır. Eğer bunlar burada bir azık olarak edinilmemişse, orada fakr u zaruret içinde kalınacaktır.

Daha sonra yokuşun çok sarp olduğu hatırlatılarak yükün hafif tutulması tavsiye ediliyor. Demek ki, altından kalkamayacağımız şekilde dünyevîliğe dalmaktan kaçınmalı, o sarp yokuşu aşacak şekilde sırtımızdaki yükü hafif tutmalıyız. Son olarak da, Hazreti Nâkid’in her an bizi gördüğü hatırlatılarak amelimizde ihlâslı olma tavsiye ediliyor.

Bu ölçüde bir hazırlık, bizim dünyada hakkı tutup kaldırma, adaleti ikame etme, milletimiz için mukadder veya muhtemel gibi gördüğümüz zirveye ulaşma istikametinde ortaya koyacağımız hizmetlerin devam ve temadisi adına önemli olduğu gibi, ahiret hayatımız adına da çok önem arz eder.

Cenâb-ı Hak da, Kur’ân’da iki yerde: إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ “Eğer isterse sizi götürür ve cedid bir kavim getirir.”251 buyuruyor. Burada “cedid bir kavim”den kastedilen hususu, dini i’lâ adına tarih sahnesine ilk defa çıkartılan yeni bir kavim olarak anlamanın yanında; eskimemiş, partallaşmamış, ülfet ve ünsiyete yenik düşmemiş, dini bütün derinliğiyle ter ü taze ruhunda duyan Hakk’a adanmış ruhlar ve heyecan insanları şeklinde de anlayabiliriz. Fâtır sûresi’ndeki âyeti müteakip: وَمَا ذٰلِكَ عَلَى اللهِ بِعَزِيزٍ “Bunu yapmak, Allah’a ağır gelmez.”252 buyruluyor. Çünkü O, murat buyurduğu zaman “Ol” der, hemen oluverir.253 Şimdiye kadar da hep böyle olmuştur. Evet, eski eşya hâline gelen, partallaşan, dinî heyecanını kaybedenler, ister enbiya-i izâmın hayat-ı seniyyeleriyle, ister müçtehidîn-i kiram efendilerimizin ortaya koydukları faaliyetleriyle, isterse müceddidîn-i izâm efendilerimizin tecditleriyle götürülüp onların yerine ter ü taze yeni bir kavim getirilmiştir.

İlâhî lütuf sağanakları altında dirilişe mazhar olanların aidiyet müâhazasına bağlı olarak “Biz, o kavm-i cedidiz.” demeleri gurur olur. Bu ise rahmet-i ilâhiyeden mahrumiyete sebebiyet verir ve Cenâb-ı Hakk’ın teyidini keser. İlâhî inayetin devamı, iddialı olmaktan kaçınarak mahviyet ve tevazu içinde gayrete bağlıdır. Öyleyse, bize bir sorumluluk verildiğinde bir yandan “vazife cümleden âlâ” diyerek ona sahip çıkıp hakkını vermeye çalışmalı, diğer yandan da “nefis cümleden edna” diyerek her zaman kulluğumuzun farkında bulunmalıyız.254 İşte ancak böyle bir anlayışla bir yerde aktif bekleyiş içinde bulunurken, üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bile geçse yine de mesafelere meydan okuyup yepyeni bir heyecan ve ter ü taze bir adanmışlık ruhuyla geleceğe yürüyebiliriz.

245 Kehf sûresi, 18/6.

246 Şuarâ sûresi, 26/3.

247 Kasas sûresi, 28/56.

248 Tirmizî, ilim 16; Ebû Dâvûd, sünnet 5; İbn Mâce, mukaddime 6.

249 Ra’d sûresi, 13/28.

250 ed-Deylemî, el-Müsned 5/339.

251 İbrahim sûresi, 14/19; Fâtır sûresi, 35/16.

252 Fâtır sûresi, 35/17.

253 Bkz.: Bakara sûresi, 2/117; Âl-i İmrân sûresi, 3/47; Meryem sûresi, 19/35; Yâsîn sûresi, 36/83; Mü’min sûresi, 40/68.

254 Bkz.: Bediüzzaman, Şuâlar s.424 (On Dördüncü Şuâ).

-+=
Scroll to Top