Kâmil Niyetin Özellikleri – 2

Niyet, insanın ebedî saadeti adına çok önemlidir. Ancak necat vesilesi olan niyet, amele sevk eden niyettir. Başka bir ifadeyle kâmil niyet, ameli ikmal eden bir unsurdur ve bu hâliyle o, sınırlı dünya hayatında sınırsızlığa kapılar açan esrarlı bir anahtar gibidir. Mesela bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın mü’minleri mükellef tuttuğu namaz, oruç gibi ibadetleri eda etmeye çalışıyor ve O’nun izni ve inayetiyle bu ibadetleri elinden geldiğince yerine getiriyorsa, onun yaptığı bütün bu ibadetleri ona, yirmiye, hatta yüze katlasanız Cenâb-ı Hakk’ın Cennet’te lütfedeceği nimetlerin öşrüne bile tekabül etmeyecektir. Çünkü Cennet, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan aklının tahayyül edemeyeceği nimetlerle donatılmış bir mekândır.293 Hazreti Pîr de, dünya hayatının binlerce senesinin Cennet’in bir saatine mukabil gelmeyeceğini ifade etmiştir.294 Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da anlatılan Cennet nimetleri de, üzerinde az buçuk düşünebilmesi ve bize bir fikir vermesi açısından bir vahid-i kıyasî ve mikyas nevindendir.295 Yoksa oradaki nimetler tasavvur ve tahayyülleri çok aşkındır. İşte sizin yaptığınız ibadet ü taatinizle böyle bir Cennet’i peylemeniz, ona istihkak kesbetmeniz mümkün değildir. Fakat diyelim ki siz dünyada ömrünüz vefa ettiği sürece Allah’ın emirlerini yerine getirip nehiylerinden içtinap etmeye çalışıyor; namaz kılıyor, oruç tutuyor, doğru söylüyor, istikamet içinde bulunuyor, zekât veriyor, hacca gidiyor ve din-i mübin-i İslâm’ın i’lâsı istikametinde elinizden gelen gayreti ortaya koyuyorsunuz. Cennet’in kıymeti açısından bakıldığında, bütün bunlar Cennet’i kazanma yolunda çok küçük amellerdir. Fakat siz niyet ve tavırlarınızla âdeta diyorsunuz ki, “Yâ Rabbi! Sultana sultanlık, gedaya da gedalık yaraşır. Âciz bir kul olarak benim elimden gelen budur.” İşte sizin bu engin niyetinize mukabil Allah da (celle celâluhu) sizin için âdeta şöyle diyecektir: “Benim bu kulum altmış sene yaşadı ve ömrünü Bana itaat yolunda geçirdi. Eğer o, bin sene, bir milyon sene yaşasaydı yine hayatını aynı istikamette sürdürecekti. Ben de onu bu kadar süre bana ibadet etmiş gibi kabul ediyorum.” Yani Cenâb-ı Hak, insanın niyetini ameli yerine koyacak ve onun niyetini amelinden daha hayırlı sayacaktır.

Başlangıçtaki Halis Niyetin Muhafazası

Niyetin amelden daha hayırlı olmasının bir diğer sebebi de şudur: Kişi başta niyetinde samimi ve halis olabilir. Fakat o niyet, amele dökülürken, bazen işin içine riya, ucb ve kibir karışabilir. Niyet için ise bu mevzuda amelde olduğu ölçüde bir risk söz konusu değildir. Çünkü niyette, kalbin kastı vardır. Buna da kimsenin muttali olması mümkün değildir. Mesela bir insan, “Cenâb-ı Hakk’ın bin kere canımı almasına razıyım, yeter ki, şu beldelerde nâm-ı celîl-i Muhammedî dalgalansın.” diyebilir. Fakat onun en yakın arkadaşları bile kalbdeki bu hissiyat ve heyecanı tam olarak bilemezler. Evet, O’nsuz dünyanın her yerini karanlık görme, her yerin O’nunla aydınlanacağına inanma, âdeta sinesine bir hançer saplanmış gibi bunun ızdırabıyla kıvranıp durma, “Sana karşı vefalı davranamadım Yâ Resûlallah!” deyip inleme ve sürekli bunun derdiyle dertlenme… İşte kalbdeki ihlâs mahfazasıyla örtülü bu niyet ve mülâhazaların içine riya, süm’a, ucb, fahir ve kibir giremeyeceğinden dolayı, Allah katında bunların değeri çok büyüktür. Bu itibarla denebilir ki, içteki bu duygu ve düşünceler, kendisini delecek, kıracak ve parçalayacak olumsuz mülâhazalardan uzak oldukları için, Allah onları yerine getirilmiş birer amel gibi kabul buyuracak, amelle doldurulamayan boşlukları onlarla dolduracak ve onlar karşılığında kişiye ebedî saadeti ihsan edecektir.

İnsan, tevbe ve inabe ile hata ve günahlarını silebilir. Fakat günahlar silinmiş olsa da, insanın amel defterinde bazı boşluklar meydana gelir. Bu boşlukları dolduracak olan sırlı sermaye ise insanın halis niyetleri, önemli teveccühleri ve pratiğe geçmeye müheyya gibi görünen azim ve cehdleridir. Evet, öyle ümit ediyoruz ki, Allah (celle celâluhu) bütün bunları bir amel gibi kabul buyurup defterin boş kalan hanelerini bunlarla dolduracak, böylece kulunu ötede utandırıp mahcup etmeyecektir. Bu açıdan büyükler niyete çok önem vermişlerdir.

İlâhî İnayete Sunulan En Beliğ Bir Davetiye

Bir de eğer niyet, niyet edilen meseleyi realize etme istikametinde Cenâb-ı Hakk’ın meşiet ve teveccühüne sunulan bir çağrı ve davet ise, insan hiçbir zaman onu ortaya koymaktan dûr olmamalıdır. Evet, insanın, yapılacak işlerin çokluğu karşısında, ümitsizlik içinde veya miskin miskin bir kenara çekilip oturması yerine, niyet ederek bir yerden başlaması ve yapabileceği kadarını yapması, Allah Teâlâ’nın nâmütenâhî kudret ve meşietiyle tecellî buyurup insanın gerçekleşmesini arzu ettiği işleri gerçekleştirmesi istikametinde çok önemli bir çağrı ve davettir. Öyleyse insanın şart-ı adî planında malik olduğu bu kadar küçük bir işi ihmal etmesi doğru değildir. Evet, insan, hiç olmazsa niyetinde büyüklük yolunda olmalı ve çıtayı hep yüksek tutmalıdır. Bunun yanında arzu edilen şeylerin hepsinin birden realize edilememesi karşısında da, inkisara düşmemeli, âdet-i ilâhînin cereyanına saygılı olmalı ve yapılması gerekenler yapıldıktan sonra yapılamayanlar için de vakt-i merhunu beklemelidir.

İmkânları Aşan Niyetler

Tasarladığı işleri, aşamayacağı meşru bir kısım mazeretlerden dolayı gerçekleştiremeyenlere gelince onlar niyetlerinin enginliğine göre muamele göreceklerdir. Mesela Kur’ân-ı Kerim, imkân bulamadıklarından dolayı Tebük Seferi için infakta bulunamayan sahabî efendilerimizin durumlarını şu ifadelerle takdir ve tebcil buyurur: تَوَلَّوْا وَأَعْيُنُهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَنًا أَلَّا يَجِدُوا مَا يُنْفِقُونَ “İnfak edecek bir şey bulamamaları sebebiyle gözyaşı döke döke dönüp gittiler.”296 Bir yönüyle verenler verdiklerinden dolayı takdir edilirken, bunlar da niyetlerinin safveti, gönüllerinin derinliği ve hislerinin enginliğiyle takdir edilmiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, ya özürlü olduğundan ya bineği bulunmadığından ya da geride bakıma muhtaç yakınları olduğundan dolayı kendisiyle sefere iştirak edemeyenler için, “Medine’de geride kalan öyle kimseler var ki, siz hangi yolu geçseniz, hangi vadiyi aşsanız onlar da (niyetleri sebebiyle) sizinle birlikte gibidirler.”297 buyurarak, geride kalanların da sevap, mükâfat ve ilahî teveccühte sefere çıkanlarla müşterek olduğunu müjdelemiştir. Diğer bir ifadeyle, hadis-i şerifte geride kalanlar için şöyle bir kanaat serdedilmiştir: Sizin sahip olduğunuz imkânlara sahip olsa ve sizinle aynı şartları paylaşsalardı, onlar da sizinle beraber koşturacak ve pratikte sizin elde ettiğiniz şeyleri elde edeceklerdi. Hatta bu açıdan Asr-ı Saadet’e bakıldığında şöyle bir uygulamayla karşılaşıyoruz: Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm), bir mazeretinden dolayı Bedir Gazvesi’ne katılamayarak Medine’de kalan Hazreti Osman için ganimetten pay ayırmış ve böylece onun nâm-ı celîli de Ashab-ı Bedir arasına girmiştir.298

Görüldüğü gibi, maruz kaldığı bir kısım mazeretler ve aşamayacağı engellerden dolayı istediklerini yapamayan, arzu ettiği işi tam olarak gerçekleştiremeyen kişinin hâli Kur’ân ve Sünnet nazarında mazur görülmüş ve böyle bir kimse niyet ettiklerini îfa etmiş gibi kabul edilmiştir. Günümüzde de, dünyanın değişik yerlerinde, hayatın değişik birimlerinde vazife yapan öyle insanlar vardır ki, bunlar, tepeden tırnağa pür heyecandırlar. Onlar, her gün heyecanla oturup heyecanla kalkmakta, kendilerine düşen vazifeyi yerine getirmeye her an âmâde bulunmaktadırlar. İşte bu kişiler Allah’ın izniyle her gün mücahede ediyor gibi sevap kazanırlar. Onların niyetleri, azim, gayret ve kararlılıkları öbür tarafta öyle sürprizler şeklinde karşılarına çıkar ki, çokları Allah’ın onlara lütfettiği nimetler karşısında imrenmekten kendilerini alamazlar. Bu itibarla niyet ve himmetler her zaman âli tutulmalı ve asla unutulmamalıdır ki, kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millet,299 hatta daha ötesinde kimin himmeti bütün insanlık ise o kocaman bir insanlıktır.

293 Buhârî, bed’ü’l-halk 8, tefsîru sûre (32) 1, tevhîd 35; Müslim, îmân 312, cennet 2-5.

294 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.260 (Yirminci Mektup, Birinci Makam, On Birinci Kelime).

295 Bkz.: Bakara sûresi, 2/25; Âl-i İmrân sûresi, 3/198; Kehf sûresi, 18/31…

296 Tevbe sûresi, 9/92.

297 Buhârî, meğâzî 81; Müslim, imâret 159.

298 İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/361; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/56; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/174.

299 Bkz.: Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.95 (İlk Hayatı).

-+=
Scroll to Top