Dehşet ve Hayret
Aşk u şevk vadilerinde seyahat eden hak yolcusu, zaman zaman aşk ateşiyle yanar durur, zaman zaman da Sevgili’nin sunduğu ölümsüzlük şarabını içer ve şevk u tarabla coşar.. yanıp gezerken “Ey sâkî aşkın od’una yandıkça yandım bir su ver!” der inler; Sevgili’nin aralanan kapısını iştiyakla süzerken de “Parmağım aşkın balına bandıkça bandım bir su ver!” der, yalvarır ve “mezîd” ister.
Yolcuda, yolculuk düşüncesi, dünya endişesi ve mesafeler mülâhazası bâki kaldığı sürece; tabir-i diğerle, yolcu tecellî-i esmâ ve sıfâtı aşıp tecellî-i Zât’la şereflendirileceği “ân”a kadar, ateş ve şürb, yanıp-yakılma ve perde arası cilvelerle وَسَقٰيهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا “Rabbileri onlara tertemiz bir şarap sunmuştur.”1 nasibini alıp mârifet vadilerinde “mezîd” arama devam eder. Böyle bir sinede her yeni vâridât, yeni yeni iştiyak menfezleri açar.. her açılan menfezden onun gözüne-gönlüne ışıklar akar gelir. Onun duygu ve düşüncesi, eşya ve gönlü arasında bir tığ gibi işler ve kendi mârifet kanaviçesini örer.
Bir arının; çiçeklere bal olma yolunu açıp onları peteklere taşıması gibi, o da esmâ ve sıfât-ı ilâhînin tecellîleriyle salınan çiçekleri gönlüne taşır, onları vicdanın kadirşinâs imbiklerinden geçirir.. kirpiklerinin gidip ta sıfât hüzmelerine iliştiğini duyar gibi olur.. ve “Zât!” der, kendini hayret ve dehşete salar…
Gülistan sahibinin:
دِيدَارْ مِي نُمَايِي وپَرْهِيزْ مِيكُني…..بَازَار ِخُوش واٰتَشِ مَـا تِيزْ مِيكُنِي
أُشَاهِدُ مَنْ أَهْوٰى بِغَيْرِ وَسِـيلَةٍ…..فَيَلْحَقُنِي شَأْنٌ أَضِـلُّ طَـرِيـقًا
يُؤَجِّجُ نَارًا ثُـمَّ يُطْفِي بِرَشَّـةٍ…..لِـذَاكَ تَرَانِي مُحْرَقًا وَغَـرِيـقًا
“Yer yer cemalini gösterir ve tamamen görünmeden de hemen saklanırsın! Böylece kendi pazarını kızıştırır bizim de ateşimizi artırırsın. Ben gönlümü kaptırdığım (sevgiliyi) perdesiz görünce bana bir hâl olur. (Bir hâl olur ki) yolumu yitiririm. Kâh olur sevgili (sinemde) ateş yakar; kâh olur bir serpinti ile onu söndürür. Onun içindir ki, beni, hem yanıp kebâb olmuş, hem de (deryalarda) boğulmuş görürsün.” sözleriyle, sâlikin ateş ve şürb hâlini ifadesi, dehşet ve hayret mûsıkîsiyle seslendirilmiş gibidir. Bir başkasının:
اَزْ ﴿سَقٰيهُمْ رَبُّهُمْ﴾ جُمْلَه ابْرَار مَسْتْ
دَرْجَمَالِ لَا يَزَالِي هَفْتُ و پَنْجُ و چَارْ مَسْتْ
“Bak gör, سَقٰيهُمْ رَبُّهُمْ’dan bütün ebrâr oldu mest, o lâyezâl cemalinden yedi, beş, dört oldu mest.”2 sihirli beyanlarıyla onları sürekli mest ü mahmûr göstermesi, değişik zaviyeden ve ayrı bir yaklaşım…
Hak yolcusu, dehşet ve hayret vadilerinde dolaşırken, kalb balansı iki âleme göre ayarlanmamışsa, yani duygular, hâlin enginliklerinde pervâz ederken, mantık ve muhâkeme mişkât-ı nübüvvetle irtibatlı değil ve seyahat, Hakikat-i Ahmediye (aleyhi ekmelüttehâyâ) zıllinde sürdürülmüyorsa, bîhûş olmak, muvazeneyi kaybetmek, şaşkınlığa düşmek, dolayısıyla da ruh-u şeriata muhalif söz ve davranışlarda bulunmak kaçınılmaz olur.
زَنَانِ مِصْرِي بَهَنْگَام جِلْوَهِء يُوسُـف
زِ رُويِ بِي خُودِي اَزْ دَسْتِ خُودْ بَبَرِيدَند
مَقَررَسْـت كِه دِل پَاره پَاره مِيكَرْدَنْد
اگَر جَمَالِ تُواَى نُورِ دِيدَه مِي دِيدند،
زِ خُوبي تُو بَهَر جَا حِكَايَتِي مِي گُفتَند،
حَدِيثِ يُوسُفِ مِصْرِي فُسَانه اِي بَاشَد
“Mısır kadınları Hz. Yusuf’un cemalini gördüklerinde kendilerinden geçmiş ve o dehşet içinde kendi ellerini kesmişlerdi. (Ey gözümün nuru Efendim!) eğer onlar Senin cemalini görselerdi, ellerindeki hançerleri kalblerine saplarlardı. Senin güzelliğinin bahsedildiği yerlerde; Yusuf’un güzelliğinden söz etmek efsaneden ibaret kalır.”
O sihirli, o kıvrak ve o içten sözleriyle Molla Câmî, dehşet ve hayreti ne güzel anlatır! Fâni ve güzelliği kendinden olmayan dünyevî hüsün ve cemaller, insanı böyle baştan çıkarırsa, güzellikler ve kemaller, güzellik ve kemalinin pek çok perdelerden geçmiş gölgesinin gölgesi bulunan bir Zât’ın müşâhede ve mükâşefesiyle hâsıl olan hayret ve dehşetin baş döndürücülüğünü kavramak –zannediyorum– bizler gibi fânilere zor müyesser olur.
Hizmet erlerinin, hizmet mülâhazasıyla, maddî-mânevî, cismanî-ruhanî bütün zevklerini sarıp sarmalayıp gözün, kulağın ulaşamayacağı bir kenara koymaları, hizmetlerinin çehrelerinde ilâhî inayetin cilvelerini görüp hayretlerle, hayranlıklarla dopdolu vazife-inayet arası gelip gitmeleri ve bir ölçüde hizmetin dışında her şeye karşı kapalı bulunmaları, قَسَمْنَا3 نَحْنُ hazine-i hâssasından ışık ordusuna hususî bir hayret mevhibesi olsa gerek…
اَللّٰهُمَّ اجْعَلْ فِي قَلْبِي نُورًا وَفِي لِسَانِي نُورًا وَفِي بَصَرِي نُورًا
وَفِي سَـمْعِي نُورًا وَعَنْ يَمِينِي نُورًا وَمِنْ خَلْفِي نُورًا
وَمِنْ أَمَامِي نُورًا وَاجْعَلْ مِنْ فَوْقِي نُورًا وَمِنْ تَحْتِي نُورًا
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ أَرْسَلْتَهُ نُورًا وَعَلٰى أٰلِه۪ وَأَصْحَابِه۪ أَجْمَعِينَ.
1 Dehr sûresi, 76/21.
2 İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu’l-Beyan 16/347.
3 “Taksimi yapan Biziz.” (Zuhruf sûresi, 43/32)