Bir Şok ve Ardından Gelen Yapılanma

Batı’nın, bir Rönesans ve sanayi inkılâbı, daha sonra da kapalı bir teknolojik hareketi gerçekleştirdiği dönemlerde, İslâm dünyasını Osmanlı Devlet-i Âliye’si temsil ediyordu. Sadece İslâm dünyasına değil, Osmanlı büyük ölçüde insanlığın kaderine de hakim idi. Şokun tesirinde kalma biraz da şok hâdisesinin duyulmasına ve hissedilmesine bağlıdır. Sanayi inkılabı ile bir manâda Batı, bize dişini gösterdi ve aynı zamanda dünyayı sömürme yoluna da girdi. O, bu yolla zengin olmaya başlayınca da, biz kendi dünyamızın belli dinamiklerini harekete geçireceğimize, aksine duyguda, düşüncede bir fakirleşme süreci yaşamağa başladık. Sanayi inkılâbında bizde yaşanan şok, Rönesansın gerçekleştiği dönemde hissedilseydi, belki de bizim için toparlanma imkânı olabilirdi. Bilindiği gibi Batı o güne kadar gerek Greklerden ve gerekse Roma ve Hıristiyanlıktan aldığı esasları, dinamikleri bir araya getirerek evvelâ o baş döndürücü Rönesansını yaşadı ve onun rûhta, duyguda, düşüncede, ilimde, götürebildiği noktaya götürdükten sonra da, onun üzerine sanayi inkılâbını kurdu. Biz ise, o dönemde henüz, bu meselelerin rüyasını bile görmüyorduk…

Evet, şimdilerde çokça ifade edilen ‘Yeniden yapılanmayı’ o gün henüz anlayacak durumda değildik. Keşke bugün bir şeyler anlayabilseydik! Elbette bunun, sosyal, ekonomik, psikolojik ve daha değişik sebepleri vardı ancak, sanıyorum o gün biz, daha önce gerçekleştirdiğimiz zaferler ile mahmur yaşıyorduk ve o eyyamullah ile dünya durdukça karşımıza çıkacak herhangi bir gücün olabileceğine ihtimal vermiyorduk. Tabii, biz böyle yerimizde saymayı yürüyüş zannettiğimiz dönemde Batı çifte adım atarak sürekli arayı açıyordu.

Sanayi inkılâbı, Rönesansın geliştirdiği tecrübî ilimlere dayandı. Bu dönemde pozitivizm ve aklî ilimlere olduğundan fazla önem verildi. Vakıa, dünya bir ölçüde gidip koyu bir maddeciliğe saplandı ama, eşya ve hâdiseleri de öyle bir hallaç etti ki, o güne kadar bilinenlerin pek çoğu altüst oldu ve işte bütün bunlar dünyada bir şok tesiri yaptı.

Evet, bir taraftan onun icat ettiği o öldürücü, korkunç silahlar, diğer taraftan yerin altını üstüne getirme gibi her biri bilgi ve düşünce ufkumuzu aşan keşif ve tespitleriyle o âdetâ bizi büyüledi. Öyleki, bütün bunların karşısında, illüzyona girmiş gibi başımız döndü, bakışlarımız bulandı. Dolayısıyla da kendi değerlerimize karşı bir sarsıntı sürecine girdik. Tanzimat bu şokun tesiriyle gerçekleştirilmiş bir ‘vak’a-yı şer’iye’dir ve bütün zaaflarımız onunla su yüzüne çıkmıştır. Temelde, pozitivist düşünce, Batı’nın algıladığı şekliyle bizim değerlerimize taban tabana zıt iken, bu düşünce M. Reşit Paşa gibi pozitivist mukallitler tarafından millet ve devlet felsefesi haline getirilmiştir. Bu itibarla da biz, kendi değerlerimizle çelişerek kendi kendimizle kavga ederken, Batı sürekli ilerlemiş ve biz de her türlü atılıma kapalı, atalet içinde yaşamışızdır.

Zaten, böyle kendi değerlerine karşı şüphe ve tereddüde düşen bir millet, ne ile atılım yapacaktı ki? Ayağını nereye basacak? Yenilik düşüncelerinin temeline ne koyacaktı? Evet bu apaçık baş aşağı gitmek demekti. O kadar ki birçok entelijansiyamız, ‘acaba İslâm’ın nesi eksik? Kurân’ın va’dettikleri yanlış mı?’ demeye başladı. Pek çok kimse:’Biz yeryüzü mirasçıları isek şayet -ki Kur’ân öyle buyuruyor- bu zillet neden?’ diyordu. Biz her yerde bozguna uğrarken karşı taraf silah ve askerî gücüyle, servet ve geniş imkânlarıyla üstünlüğü daha çok eline geçiriyordu. Gün geldi harp tazminatlarını dahi ödeyemez hale geldik. Bu da kendi değerlerimize karşı bizi bütün bütün sarstı. Birinci Meşrutiyet’e doğru gelirken devletin bünyesinde dünya kadar dinsiz vardı. Evet ilim ve teknoloji öğrenmek için Batı’ya, hususiyle de Fransa’ya koşan binlerce genç oradan dinsizlik ithal etmekten gayri bir şey yapmadılar. Ne ilim-irfanla uğraştılar, ne de teknolojiyle. Orada sırf, aşağılık kompleksi içinde sefalet hayatı sürdüler. Yahya Kemal diyor ki: ‘Ben Paris’te öyle insanlar tanıdım ki, sırf Parisli olmak, Paris’te kalabilmek için işportacılık yapıyordu.’ Yani okuma ve tahsil için Avrupa’ya gidenler orada kendilerini sefahete salıyorlardı ki, bu da Batı’nın bizim için aldatan bir put haline gelmesi demekti. Bütün kriterler onlardan alınıyor ve her şey ona göre ayarlanıyordu. Tabii bunlar yapılırken de aydınlarımız körü körüne, her gün biraz daha Batı’nın kulu ve kölesi haline geliyordu.

Evet, sanayi inkılâbı bizde, işte böylesine, çift yönlü fakat zıt istikamette şoklar meydana getirmişti. Oysa ki, böyle bir durumda kendimize gelip, değerlerimize sahip çıkarak toparlanabilirdik. Ama ne gezer.. kendimize çeki düzen vereceğimize, şokun te’siriyle iyiden iyiye şirazeden çıktık ve bütün millî değerlerimizi altüst ettik. O günkü şokun uzantıları günümüzde de hâlâ devam etmektedir. Bizde komünizm ve evolüsyon uzun müddet devlet felsefesi haline geldi. Ve bugün hâlâ, bazıları için Batı ebedî mihrap durumundadır.

Bu arada, son zamanlardaki bir kısım değişiklikleri de kulak-ardı etmemek icap eder. Evet şu son yarım asır ve bilhassa son çeyrek asır içinde millî ve manevî cephede de bir yenilenme ve bir dirilişten söz edilebilir ve kendi değerlerimiz üzerine yeniden bir yapılanmanın var olduğu söylenebilir. Evet, rûhta, gönülde, histe, duyguda, düşüncede ve letaifte yenilenmeye başladığımız bir vakıadır. Şair-i şehirimizin de ifadesiyle ‘Ebed bizimdir, elbet bizimdir’ ve bu yepyeni ve ter u taze bir yapılanmadır.

-+=
Scroll to Top