Fıtratın Yönünü Hayra Çevirme

Hazreti Âdem (aleyhisselâm) ile Hazreti Musa (aleyhisselâm) arasında geçen tartışmavârî musahabe ve neticede Allah Resûlü’ne “Âdem, Musa’ya galebe çaldı!” hükmü verdirten hakikat çok önemlidir. Konuyla alâkalı hadis-i şerifte Hazreti Musa, Hazreti Âdem’e, Cennet’ten çıkmasına vesile olan günahtan dolayı serzenişte bulunur. Hazreti Âdem (aleyhisselâm) de ona: “Sen ki Allah’ın risaleti ve kelâmıyla diğer insanların arasından seçtiği bir (peygamber)sin. Allah’ın beni yaratmadan önce hakkımda yazdığı ve takdir buyurduğu bir işten ötürü beni levm mi ediyorsun?”1 der.

Burada, insan fıtratına dercedilen, ona günah işletebilecek kin, nefret ve şehvet gibi duygular vurgulanıyor. Bu açıdan insan, kendi mahiyetini bütünüyle idrak etmeli ve Üstad’ın yaklaşımıyla, fıtrata konulan bu duyguların yönünü hayra kanalize etmelidir.2 Aksi hâlde fıtrat, mahiyetinin –iyi veya kötü– gereğini yerine getirecektir.

Dünya

Allah (celle celâluhu), bütün cazibedar güzellikleriyle dünyayı bize vermiş ve onunla bizi imtihan etmektedir. Bize düşen, onun iyi yanlarını almak ve atılması gereken yanlarını atmaktır. Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin bir meşhergâhı olması yönüyle dünya güzeldir. Bu yönüyle o, Bediüzzaman’ın ifadeleri içinde, “Kitab-ı Kebir-i Kâinat”tır.3 Bu kitabın alınıp satır satır okunması, mârifet peteğinin de, hüzme hüzme bu kitaptan alınan ballarla doldurulması gerekir.

Dünya, diğer bir yönüyle ahiretin mezraasıdır.4 İnsan, ötelerde bir şeyler biçmek istiyorsa, bu tarlaya bol bol tohum ekmeli ve bakımını çok iyi yapmalıdır.

Bir diğer yönüyle de dünya, şeytanî ve nefsî hislerin tatmin yeridir. Bu yönüyle menfurdur ve imtihanı kazanmak için terk edilmesi gerekir.5

İslâm’ı Doğru Anlama

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de, toplum tabakalarının hemen her kesiminden İslâm’a olan teveccüh artmaktadır. İslâm’ı seçenler arasında entelektüel mânâda, okumuş aydın kesim ise ilk sırayı almaktadır. Tabiî mesleklerinde zirve sayılan bu insanların birden “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” demeleri, çevrede büyük bir yankı uyarıp, İslâm’a katılımları hızlandırmaktadır. Bu aslında, hem onlar adına hem de İslâm adına sevindirici bir husustur.

Ne var ki, bu popüler insanlar bulundukları camia ile münasebetlerini devam ettirip seviyeli bir temsille İslâm’ı anlatma yerine, bazıları itibarıyla, –günümüzde kullanılan tabirle– radikal mânâda bir kısım davranışlara girerek çevrelerinin tepkilerini çekebiliyorlar. Dolayısıyla, dünyaca meşhur olsalar bile bu insanlar, fundamentalist, bağnaz, fanatik gibi yakıştırmalara maruz kalabiliyorlar. Meselâ bunlardan bazıları Efendimiz’in, “(Bir yerde) beş,6 (başka bir yerde) on şey7 fıtrattandır; bıyığı kesip sakalı uzatmak, koltuk ve etek tıraşı olmak, tırnak kesmek, sünnet olmak vs.”8 şeklinde bir çizgi üzerinde ifade buyurduğu şeyleri birinci mesele hâline getiriyor ve İslâm’ın “olmazsa olmaz” şartı gibi algılıyorlar. Böylece İslâm’ın özü ve ruhunun kavranmasını zorlaştırıyorlar.

Bu tarz düşünce, kat’iyen zikri geçen şeyleri hafife alma, küçümseme demek değildir. Bunlar ulema ve fukahanın beyanına göre, Peygamber Efendimiz’in âdetlerindendir. Namazdaki kılık-kıyafetle ilgili şeyler bile en katı fıkıh âlimlerine göre o işin âdâbından kabul edilmiştir. Şayet bu insanlar, böyle davranışlarla toplumdan kendilerini tecrit etmeselerdi, etrafındaki kitlelere daha değişik şeyler anlatma imkânını bulup daha müessir olabilirlerdi kanaatindeyim…

Hızır – İlyas

Günümüzde bazıları Hazreti Hızır’ın varlığını kabul etmiyorlar. Buna delil olarak da “Yüzyıl sonra şu anda yeryüzünde bulunanların hiçbiri olmayacak.”9 hadisini gösteriyorlar. Hâlbuki Allah Resûlü’nün bu sözlerden muradı, aynı hayat şartlarını paylaşan insanlardır. Yoksa farklı hayat mertebelerinde bulunan varlıklar demek değildir.

Ehlullah, Hazreti Hızır ve Hazreti İlyas’ın varlığını kabul ediyor ve onlarla görüştüklerini belirtiyorlar.10 İhtimal Hızır ve İlyas (aleyhimesselâm), Cenâb-ı Hakk’ın “Latîf” isminin tecellîsine mazhar varlıklar olduklarından bu mazhariyetin neticesi olarak bir atmosfer oluşuyor ve seyr ü sülûkta o atmosfere uğrayanlar Hazreti Hızır ile görüşebiliyorlar.11 Bu açıdan Hazreti Hızır ve Hazreti İlyas, aynı zamanda kâmil mânâda Allah’ın “Hayy” ismine mazhar bulunuyorlar. Ayrıca bunlar kendilerine ait hususiyetleriyle, hayat sıfatlarını bir mânâda “seyr ilallah” ve bir mânâda da “seyr fillâh” ufkunda devam ettiriyorlar.

Ümmîlik ve Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmî idi.12 O’nun ümmîliği ve okuma yazma bilmemesi bizim başımıza taçtır. O’nun ümmîliğine rağmen, haber vermiş olduğu nice hâdiselerin zamanı geldiğinde âlem-i şehadette zuhuru, herkese “Muhammedün Resûlullah” dedirtir.

Burada delil olarak, Kur’ân âyetlerinin zımnî ve işârî haber verdiği şeyleri de sayabiliriz. Meselâ, şimdilerde âdeta bir ziyaretgâh olan ve ziyaretçi akınına uğrayan İngiltere’deki Firavun’un cesedi bunlardan biri sayılabilir. Kur’ân onun için; “Bu gün, senin (canından ayırdığımız) bedenini, (denizin dibinden) kurtaracağız ki senden sonra gelenlere ibret olasın. Ama insanlardan çoğu bizim âyetlerimizden gafildirler.”13 diyor. Şayet bu ceset Firavun’a aitse, bu, Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini ispata kâfi gelmez mi?

Ramazan Düşünceleri

Aslında Allah’ın her günü mübarektir. Fakat insanların o mübarek günleri değerlendirmesiyle onlar ayrı bir bereket kazanır ve zamanın birer altın dilimi hâline gelirler. Ancak Ramazan ayı, ekstradan Cenâb-ı Hak tarafından altın hâline getirilmiş bir zaman dilimidir. O, bütünüyle rahmet ve gufran ayıdır.

Ramazan, bütün Müslümanlar için ayrı ve hususî bir önem arz eder. Bundan dolayı her Müslüman Ramazan’ı farklı değerlendirmek ister. Bu vesileyle kimisi Mekke-Medine gibi kutsî mekânlara giderek, kimisi de bulunduğu yerde ibadet ü taatini artırarak ona ayrı bir derinlik katmaya çalışır.. çalışır ve niyetinin hulûsu ölçüsünde Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna mazhar olur.

Çocukluk dönemi itibarıyla ben, Ramazan günlerini çok iyi hatırlamıyorum. Ancak, 7-8 yaşlarında idim. Ramazan’ın on dokuzuncu günü, susuzluğa dayanamayıp başımı bir su çukuruna sokarak, kana kana su içtiğimi hiç unutamam. İftarlar ve sahurlar ayrı bir âlem olarak yaşanır; teravihler, ona yeniden başlamanın hâsıl ettiği bir orijinalite ile gürül gürül eda edilir ve etrafta yankı yapardı. Şimdilerde –bana göre– çok daha engince duyulan o teravihler, o günlerde, muhit hattında duyulabilecek bir teravih neşvesini hissettirirdi. Bütün bu farklı duymalar ve hassaten iftar vakitlerinde çocukların damlar üzerine çıkarak “Ezan, ezan!” diye nida etmeleri, benim ruhumda büyük izler bırakmıştır.

Ramazan, insanın dünyada olduğu hâlde, yılda bir ay müddetince Cennet yamaçlarında seyahat etmesi gibi gelir insana. Her gün cuma yamaçlarına koşup, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşâhede yarışı gibi, iftar beklentileri de, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşâhede beklentisi hissini uyarır. Bir ay boyunca sahurlara kalkış, haşr u neşr kalkışı gibi duyulur vicdanlarda. Onun için de Ramazan Bayramları, birer sevinç günleri olmasına rağmen, bütün bu duyuş ve sezişler gidiyor diye o günleri ben, hüzün yumağı hâlinde yaşarım.. ve keşke Ramazan bitmeseydi derim.

Diğer taraftan Ramazan ayı, sadece bir ay gibi kısa bir müddet olmasına rağmen, on bir aylık alışkanlıklarımıza galebe çalar ve onları unutturuverir. “Zamanın en değerli dilimi benim” der ve üzerimizde on bir aydan daha fazla tesir icra eder. Zamana bütünüyle hükmeder. Onun bu kadar kıymet ve değeri, sadece bu aydaki oruç ve teravihlerden gelmemektedir. Aynı zamanda o bir Kur’ân ayıdır ve bu itibarla Ramazan’da Cenâb-ı Hakk’ın farklı bir buudda bize yakınlığı da söz konusudur. O, gecenin belli bir vaktinde yeryüzü semasına iner ve “Yok mu tevbe eden, tevbesini kabul edeyim! Yok mu bir şey isteyen, istediğini vereyim…”14 der; der ve her gecesinde bize –tasavvufî ifadesiyle– bir kurbet yaşatır.

Bütün bu hâller bizim vicdanımızı, latîfe-i rabbâniyemizi, his ve şuurumuzu sarar, onları gerçek müşâhedeye, Rab’le mülâki olmaya hazırlar.

İlâhî Hukuk ve Bir Düstur

Hakikî bir Müslüman, ne zulmeden ne de zulme uğrayandır.15 İnsanlar arası münasebetlerde bu esas, çok önemli bir düsturdur.

Yine mü’min bir kişi, kendisine yapılan haksızlıklar karşısında her zaman, “Bu kardeşimin bana yaptığı şeyler karşısında, Allah ona azap edebilir; ne kadar hakkım varsa, hepsi helâl olsun.” duygu ve düşüncesi içinde olmalıdır.

Ayrıca insanlara karşı yapılan zulümlerden, haksızlıklardan dolayı mutlaka helâllik dilenmesi de gerekir. Bu helâlliğin keyfiyeti de, mutlak bir helâllik olmayıp, yapılan şeylerin ayrı ayrı zikredilerek söylenmesi şeklinde olmasıdır.

Ancak kul hakkıyla beraber, Allah hakkı da irtikâp edilmiş, O’na ait hak ve hukuka saygısızlık edilmişse, orada ilâhî hukuk da devreye girer ki, onun “Hakkım helâl olsun” demesi, çok fazla bir şey ifade etmeyebilir.

Meselâ, öğretmenlik olabildiğine sıkıntılı bir meslektir. Şahsen ben, ona katlanmanın çok zor olduğunu bildiğim hâlde, biraz da nostalji olarak o vazifeyi yapmayı çok arzu ederim. Benim için en güzel günler, bir küçük kulübede kalıp talebelerle meşgul olduğum günler olmuştur. Hatta insanlar arasında hep sorulan bir soru vardır: “Tekrar dünyaya gelsen ne yapardın?” Şayet bu soru bana da sorulsa idi; “Bütün sıkıntılarına rağmen öğretmenliği tercih ederim.” derdim. Oysaki her zaman bazı yaramaz öğrenciler vardır. Bir şeyler anlatırsınız, anlamaz.. anlamaması bir yana, bir de moral bozucu davranışlarda bulunur.. derken onun davranışları tahammül sınırlarını aşar ve siz de istemeyerek de olsa bazı müeyyidelere başvurursunuz. Ama sonra vicdanınız çok ciddî rahatsız olur, hakkını helâl ettirme yollarını araştırırsınız. Şahsen ben bütün bunlara karşı –bana düşen yönüyle– hakkımı helâl ediyorum; ancak, Allah’ın hatırına dokunan konularda ise hüküm ilâhî hukuka aittir ve onun hesabını da Allah’a vereceklerdir.

Tevazu ve Kibir

İnsanın, muttasıf olmadığı hâlde “azamet” ve “kibir” gibi vasıflara sahip çıkıp, bunlarla diğer insanlara karşı üstünlük taslaması, onun ruh dünyası adına ciddî bir hastalık emaresidir. Böylesi insanlar, her ne kadar akıllı görünseler de, ben onların psikolojik bir hastalık içinde olduklarına inanıyor ve mutlaka tedavi olmaları gerektiğini düşünüyorum.

İnsan, tevazu ile kibri birbirine karıştırmamalı ve her birini yerli yerine kullanmalıdır. Ancak, bunun tam gerçekleşebilmesi için, –Risale-i Nur’un yaklaşımıyla– insanın her şeyden önce kendi nefsinin bir sinek değerinde olduğunu nefsine kabul ettirmesi gerekir.16 Aksi hâlde insanın tevazu ufkunu yakalaması imkânsız denecek ölçüde zordur.

Yeri gelmişken tevazu adına bir hususa işaret etmek istiyorum. Halk arasında umumî kabule vâbeste olmuş ve vilâyete ermiş insanlar vardır. Bazı kimselerin o şahısta gördükleri bazı hususiyetleri, bazen ona karşı ifade ettikleri de olur. Bu durumda o şahsın “Hayır, bunlar bende yok. Nerede ben, nerede bu söylediğiniz şeyler!” demesi üç açıdan doğru değildir. Bir; bu ifade o insanları müşâhede ettikleri şeylerde onları tereddüde sevk eder. İki; o insanlara karşı bir saygısızlıktır. Üç; hepsinden önemlisi de Allah’a karşı saygısızlık, hatta küfran-ı nimettir. Şayet Allah, kendi katından göndermiş olduğu bir kısım ışınları, onun üzerinde kırıp, başkalarına yansıtıyorsa, bu yüce ve kutsî iş için kendisini seçen o insanın Rabbi’ne karşı şükran duyguları ile iki büklüm olması gerekmez mi?

Hâsılı, tevazu kavramının yerli yerince oturtulması ve ona göre davranışların ayarlanması gerekir. Aksi takdirde tevazu niyetiyle küfran-ı nimet içine düşmeler bile olabilir.

Havada, Karada ve Denizde Şehitlik

Bir helikopterimizin eğitim uçuşu yaparken düşmesi sırasında biri subay, 4’ü astsubay 5 askerimiz şehit oldu. Eskiden bu milletin tamamı şehadete hazırdı. Bir savaş anında hep birlikte, şehadet mülâhazasıyla seferber olunurdu. Şimdi ise şehitlik daha çok askerlere ve polislere bakıyor.

Kalbinde az bile olsa, iman bulunan her asker veya polis görev başında öldüğü veya öldürüldüğünde şehit olur. Bazı insanlar vardır ki, her zaman şehit olmayı diler ve bunun için de dua eder veya itimat ettikleri kimselerden dua isterler. Bazıları da bunu dilleriyle söylemeseler de, hep bu duygu içinde yaşarlar. Bilhassa birtakım fedakâr ruhlar var ki, bunlar kendilerini vatan, millet ve arkadaşlarına adamışlardır. Hazreti İsmail gibi, Allah için, vatan ve millet için boyunlarını çok rahatça bıçağın altına uzatabilirler. Bunlar أَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَبِينِ17 ’in kahramanlarıdırlar. Bazı sebeplerle, Allah bunları şehit olarak alır, ülkeyi ve milletimizi daha büyük felâketlerden korur. Evet, onların şehadeti âdeta daha büyük musibetler için bir paratoner vazifesi görür.

Ölen ve ahireti gören hiçbir mü’min dünyaya geri dönmek istemez, şehitler hariç.18 Evvelâ onlar, ölürken acı duymazlar; belki iğne batışı gibi bir şey hissederler, işte o kadar. Hizmet yolunda trafik kazası geçirip ayağı kırılan, gözünü hastahanede açan pek çok insan, kaza esnasında hiçbir şey hissetmediklerini söylemişlerdir. Bu onlara Allah’ın bir lütfu. Aynı şeyi hayvanlar âleminde de görürüz. Meselâ kurt, bir ceylanı yakaladığı zaman ceylan şoka girer ve vücudu gelecek acıya karşı adrenalin ve endomorfin salgılar. Böylece, kurt kendisini yerken dahi ceylan hiçbir acı hissetmez. O andaki çırpınışları, kas hareketlerinden ibarettir.

Evet, bütün bunlar Allah’ın merhametindendir. Şehitlikte de aynı şey söz konusudur. Sonra, şehitler öldüklerini bilmezler. Ahirete intikal eder etmez birden ilâhî nimetlerle öylesine sarılırlar ki, kendilerini daha iyi bir hayata geçmiş bilirler.19 Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah yolunda öldürülüp dünyaya dönmeyi, tekrar öldürülüp tekrar dönmeyi, tekrar öldürülüp tekrar dönmeyi… ne kadar çok arzu ederim!”20 buyurmuşlardır. Bu mazhariyetler karşısında, şehit olanlara acıyan, esas her şeyi maddeden ibaret gören materyalistlere acısın!

Hadiste, denizde şehit olana, karada şehit olanın iki katı sevap verileceği21 buyrulmuştur. Havada kazaya uğrayıp ölmek ise, kara ve denizdekine nazaran daha ürpertici olarak görüldüğü için, sevabı karadakine nazaran belki 3-4 kat olabilir.

Ayıpları Örtmek

Bir insanın mahrem yanlarını ifşâ etmek, hatalarını fâş etmek asla doğru değildir. Böyle bir şey insan haklarına da, mevcut hukuka da, İslâm fıkhına da aykırıdır. Hata ve günahları fâş etmek değil, örtmek esastır. Hırsızlık yapan bir insan derdest edilip Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirilince, O (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Niye getirdiniz bunu?”22 demiş; zina itirafıyla kendisine gelene de, “Dön git ve Allah’a tevbe et!”23 buyurmuştur. Dünyada bir mü’minin ayıbını örtenin Allah da kıyamet günü ayıplarını örter.24

Bir Sadakat Nişanesi

“İnfak”, bir sadakat nişanesi olarak; Allah yolunda tasaddukta bulunma ameliyesidir ve hemen her dinde var olan temel bir meseledir. Ancak, günümüzde, diğer meseleler gibi infak meselesi de kendi müessiriyeti, aktivitesi ve hayata geçirilmesi gerektiği ölçüsünde, ne sistemli bir şekilde anlatılabilmiş ne de temsil edilebilmiştir.

Hayatı boyunca bir “İnfak Kahramanı” olarak yaşayan İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine peygamberlik geldiğinde, hanımının servetiyle Mekke’nin en zengin kişilerinden biri iken; birkaç sene sonra Mekke’nin en fakirlerinden biri olmuştu. Evet, O bir “İnfak Kahramanı” olarak sahip olduğu her şeyi Allah yolunda harcayıvermişti.

Allah (celle celâluhu) yolunda vermeye (infak) alışan bir insan için, dünyada vermek kadar zevkli bir şey yoktur. Kendisini infakın hazlarına kaptırmış bir insan, aç-susuz ve harçlıksız kalsa da bu kevser kaynağından ayrılmak istemez ve daima etrafında infak edebilecek bir şeyler araştırır durur.

Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) herbiri birer yıldız olan şanlı ashabı her meselede olduğu gibi, infakta da zirveleri tutmuş ve hayatları boyunca da hep öyle yaşamışlardı. Allah’a sonsuz hamd ü senalar olsun ki, aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen; bugün, Osmanlı ve Selçukluları bile geride bırakacak kadar infakta ileri ve bu yönleriyle sahabenin hemen arkasında yer alacaklarına inandığım pek çok fedakâr insan var. Vermenin, bal-kaymak yemek, şerbet içmek gibi neşeli ve tabiî bir hâl alması, Cenâb-ı Hakk’ın bu insanlara ayrı bir ihsanıdır. Gelecekte de veremediklerinden dolayı ızdırap içinde kıvranan, kıvranıp yemeden-içmeden ve uykudan kesilen nesiller yetişeceğine inancım tamdır.

Ben, aile ve çevre itibarıyla hep cömertlik adına kahramanlıkların sergilendiği bir zeminde yetiştim. Öyle ki, hayatımda âdeta hiç cimri tanımadım. Bir şeyi alıp saklayan insan olmadığım için de, verme deyince tir tir titreyen kimseleri veya mal biriktirip de infak etmeme gibi ruh hâletinin ne olduğunu hiç anlayamadım. Babam ve annem de birer infak kahramanıydı. Babam imam olduğu için, bizim aile oldukça fakir bir aile idi. Ancak infak meselesine gelince, annem babamdan; babam da annemden gizli infakta bulunurlardı. Zannediyorum her ikisi de birbirlerine karşı “Belki bunu götüremez, o yükün altına giremez” diye düşünüyorlardı.

Bir de hem babamı, hem de annemi infakta geçen bir büyükannem vardı ki, doğrusu daha bir menendi yoktu. Şayet evde her gün, birkaç misafir olmazsa, zannımca o müteessir olurdu. Bu cömert kadın, hayvanlardan biriktirdiği o teneke teneke yağı, gelen misafirlere ikram etmekle kısa sürede bitirirdi. Öyle ki o, eve daima bir hoca, meşayihten biri veya sıradan bir misafir gelsin de, elinde-avucunda ne varsa onlara ikram etsin isterdi. Zannediyorum sadece cömertliği ve gözyaşları bile onun için vesile-i necat olabilir. Öyle ağlar, öyle ağlardı ki, bazen yanında bir kere “Allah” denmesi, onun yirmi dört saat ağlamasına yeterdi. Hatta köylüler bilirler, o vefat ettikten sonra “Köyde ağlayan kalmadı” denmiştir. Onun benim üzerimde bin nâsihten daha etkili olduğunu söyleyebilirim. Ben dört-beş yaşında çocuk iken o, bana annemden daha büyük görünürdü. Onun için benden iki yaş büyük amcamla çok defa kavga ederdik.. ederdik de o, “Benim annem!” deyince ben de “Hayır, benim annem!” diye ona çıkışırdım.

Evet, cömertlik öyle bir haslettir ki, insan fasık dahi olsa, onun vesilesiyle Cennet’e girebilir.25 Cennet’e girmek için, Cennet yolunda olmak gerekir. İnsanı ona götürecek yollardan biri de cömertlik yoludur.

Lihye-i Şerif ve…

Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabeye, zaman zaman yüzük,26 cübbe,27 entari… gibi eşyalarını hediye etmiştir.28 Ancak bunların miras olarak taksim edilmeyip, daha sonraki dönemde kaybedilmiş olma ihtimali büyüktür. Günümüzde lihye-i şerif ziyaretleri yapılıp, bunlara saygı duyulduğu ve şifa niyetiyle yüze-göze sürüldüğü gibi, o dönemde de sahabe efendilerimiz bunlara saygı duyuyor ve bunların hediye edilmesini kendi adlarına büyük bir mazhariyet olarak kabul ediyorlardı.29 Onlara bu şekilde bir saygıda mahzur olmamakla beraber, bunu günümüzde bir kısım yerlerde yapıldığı gibi, belli kural ve kaidelere sokarak; meselâ, el pençe divan durarak, şöyle böyle davranarak formülize etmek yanlış ve bid’attır.

İkincisi; ibadet ü taatlerimizde hem şekli, hem de zamanı Allah (celle celâluhu) belirlemiştir. Sahib-i Şeriat’tan bizlere bir şey intikal etmeyen hususlarda, sürekli aynı şeyleri, aynı şekilde yapmak da doğru değildir. Aksine insanların ibadet niyetiyle yapıp ortaya koydukları her şey yukarıda ifade ettiğimiz gibi bid’at olur. Meselâ, bir insan namazda, onun cazibesinden cezbeye gelip birden kendisini yere atabilir. Ancak, böyle bir hâle, namazda huşûun, saygının, derinliğin ifadesi nazarıyla bakılarak, insanın kendisini yerden yere vurması, el kol hareketi yapıp başını sallaması vs. yeni bir şey icat etmek demektir ve hükmen bid’attir.

Üçüncü bir husus ise; Efendimiz’den bize intikal eden şeylere “metrûkât” deme, yakışıksız bir düşünce olsa gerek. Evet, O bir beşerdir ama beşer gibi değildir.30 Kendine ait hususiyetleri vardır. Sahabe efendilerimiz, İki Cihan Serveri’nden kendilerine intikal eden her şeyi canları pahasına korur ve onlara karşı saygılı davranırlardı. Öyleyse maddî varlığı olan böylesi şeylerden bahsederken, O’na olan saygı ve sevgimizi de ifade eden tabirleri seçmeliyiz.

Mesihiyet Ruhu

Zamanla bir kurtarıcının gelip, o dinin mensuplarını, bulundukları sıkıntıdan kurtaracağı inancı, bütün dinlerde vardır. Ancak bu inanç, insanların bulundukları ortama göre değişiklik göstermiştir. Meselâ, insanlar sıkıntılı ve ızdıraplı bir ortam içinde iseler, bu inanç daha bir kuvvet kazanmış; refah ve rehavete gömülmüşlerse bu inanç kısmen zayıflamıştır.

Tefsirciler, Kur’ân-ı Kerim’de dört âyetle,31 Hazreti Mesih’in geleceğine dair işaret çıkarmış;32 hadisçiler ise, konuyla ilgili yüz kadar hadis –ki bunların kırkı sahih kabul edilmiştir– derlemişlerdir.33 Bu yönüyle de O’nun yeryüzünü şereflendireceği kesin gibidir. Yalnız Hazreti Mesih mesajının ilkinde, bir yönüyle daha önceki din müntesiplerinin sertliğine çarpıp kırılmış olduğunu düşünecek olursak, tekrar gelmesinin nasıl olacağı hususu izah ister. Bu konuda ihtilaflar ve çeşitli yorumlar vardır. Bu gelişin keyfiyeti hususunda aklı kıstas kabul edemeyeceğimizden, kesin bir şeyin söylenmesi de mümkün değildir. Bediüzzaman gibi bir kısım İslâm âlimleri onun şahsen olabileceği gibi bir “şahs-ı mânevî” şeklinde de olabileceğini söylemişlerdir.34

Bu temel bilgiler ışığında Hazreti Mesih ister şahıs, isterse şahs-ı mânevî olarak algılansın, onun yeryüzüne inmesi öncesinde, bize düşen vazifeler vardır. Bu cümleden olarak, ortamın onun temsil ettiği ruh ve mânâya hazır hâle getirilmesi, Mehdiyet, Mesihiyet soluyan insanların yetiştirilmesi, dünya-ukbâ dengelerinin yeniden yerlerine oturtulması sayılabilir.

Bunun gerçekleşmesi için de İslâm’ın tebliğ ve temsilinin çok iyi yapılması gerektiği kanaatindeyim. Tebliğ ve temsil vetiresi kendi orijinini korumakla birlikte, bütün insanlarla dost olmayı sağlamalı diye düşünüyorum. Evet, içtimaî yapı içinde, herkes böyle bir dostluğun örgüsünü örmeye çalışmalıdır. Aksi hâlde asgarî müştereklerde bile mutabakatın söz konusu olmayacağı, olamayacağı izahtan vârestedir.

Bu mevzuda bir şey daha hatırlatmak istiyorum. Sabah namazının sünnetinde okunması mesnun olduğuna dair rivayet olan,35 “Kâfirûn” ve “İhlâs” sûrelerini okumayı çok severim. Onların ifade ettiği mânâ bize bir ufuk açmaktadır: Şöyle ki “Sizin dininiz size, benim dinim bana!”36 âyeti bana kendi ruhu ile bütünleşmiş, dinamikleri ile gerilmiş bir yayı veya fırlamaya hazır dümdüz ok gibi bir insanı hatırlatır. Kendi güzelliklerini anlatmak için şaha kalkmış bir insanı.. bütün insanlığın gönlünü kazanmayı ulvî bir hedef olarak seçmiş ama bu uğurda başına gelebilecek her türlü tehlikeyi de göğüslemeye hazır bir cengaveri.

Bu düşünceler bana rahmetli Bekir Berk Bey’i de hatırlattı. Ara sıra oturduğu yerden kalkar, sağa-sola dolaşır, yumruğunu sıkar, savurur. Neden böyle yapıyorsun denildiğinde de “Bu adamların yazdıkları şeyler kalbimde yara yapmasın diye fikren reddediyorum.” derdi. Evet, insan “Benim dinim bana” düşüncesinin esiri olup, onu yaşamayı ve anlatmayı hayatının gayesi edinince, elbette böyle olur.

Hâsılı, günümüz şartlarına muvafık irşad ve tebliğ ruhunun evvelâ bizler tarafından temsil edilmesi şarttır. Nöbeti bizden devralacak olan yeni neslin bu çizgide yetiştirilmesi, üzerimize bir vecibedir. Bunun için de öncelikle bizim bu duygu ve düşüncelerle dopdolu olmamız ve hayatımızı bu çerçeve içinde şekillendirmemiz gerekir.

İlham – Amel İlişkisi

İlhama mazhar olmak, amele bağlıdır. Nazarî ilimlerle ya da yaşantıdan uzak İslâmî bilgilerle, ilhamlar âlemine açılmak mümkün değildir. Kutsî hadiste Allah (celle celâluhu): “Harama bakmak, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim Benden korkarak nazarını başka yere çevirirse, onu kalbde tatlılığı duyulan bir imana çeviririm.”37 buyurur. Aslında bu bir ilâhî vâridâttır. Fakat hadiste görüldüğü gibi, ilâhî vâridâta mazhar olma, nazarı terk etmeye bağlanmıştır. Bu açıdan denilebilir ki; yapılmaması emredilen şeylere karşı kat’î bir tavır belirleme, ilâhî vâridâta davetiyedir.

Aynı zamanda bu amel, “Bildiği ile amel edene, Allah, bilmediği şeyleri öğretir.”38 hakikatini netice verir. Böylece kul, salih bir daire içine girer. Yaptığı her yeni amel, onu ilhamlara açık hâle getirir. İlhamlar da insanı amele sürükler. Ve karşımıza, kulluğu gerçek buudları ile anlayıp hayatına tatbik eden örnek ve önder şahsiyetler çıkar.

Tarihe bu açıdan baktığınızda, bizim dünyamızda, kitleleri peşlerine takıp sürükleyen insanları hep böyle tarif etmek mümkündür. Hayatlarını tetkik etseniz, halk ya da Hak ile olan münasebetlerini araştırsanız onları hep bu çizgide görürsünüz.

Cedelleşme Üzerine

Cedel, ister bir asla dayansın, isterse dayanmasın, dinimizce hoş karşılanmamıştır.39 Asla dayanması durumunda, cedelin karşı tarafı ilzam etme maksadına matuf olmaması gerekir. Belki birtakım hakikatlerin ortaya dökülerek, karşıdakilerin bu gerçeklere inanması ve doğru yolu bulmaları hedeflenmelidir.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine baktığımızda, tebliğ ve irşad faaliyetlerinde, –ona da cedel denecekse– cedeli, bu mânâda kullandığını görürüz. Aslında Allah Resûlü, muhatabın durumuna göre yer yer, “Pekâlâ şöyle olsa ne olur?” diyerek, insanlarla cedelleşme yerine, alternatifli ve aktif bir düşünce örneği sergilemiş ve muhatabın kafasında hâsıl olacak istifhamlara önceden cevap vererek onu iknaya çalışmıştır.40

Oysaki, daha sonraki dönem itibarıyla İslâm tarihine baktığımız zaman Havaric, Mutezile, Mücessime… gibi gruplar, sürekli cedelleşmeye düşmüş ve netice olarak da İslâm bünyesinde kapanması mümkün olmayan ve 14 asırdır bir türlü kapanamayan yaralar açmışlardır. Günümüzde bile, bunların sebep olduğu komplikasyonlar hâlâ devam etmektedir.

Bugün itibarıyla da, gazete ve televizyonlarda münazara adına yapılan şeyler cedel ve cerbezeden başka bir şey değildir. Müspet hareket edilerek karşı tarafa bir şeyler anlatma yerine, çeşitli diyalektiklere girilmekte ve tabiî hiçbir netice de elde edilememektedir. Hâlbuki “Münazarada muhatabın mahcubiyetiyle memnun olan insan insafsızdır.”41 disipliniyle hareket edilebilse, karşı tarafın yanlışını müdafaa etmesine sebebiyet verilmeyecek, eldeki hakikatlerin tesir gücü artacak ve ortaya münazara mevzuu ile ilgili daha güzel şeyler çıkacaktır.

Kitap yazmada da aynı şey düşünülebilir. Yani yazılan kitaplar, oşürler, makaleler başkalarını tenkit eder, karalar mahiyette değil de, arızaları muhtevî ve o mevzudaki İslâmî gerçeklerin anlatılması suretiyle takdim edilmesinin daha yararlı olacağı düşünülmelidir.

“Sulh Hayırdır”

Bediüzzaman Hazretleri’nin “Sair dinlerin sâlikleri fevç fevç İslâmiyet’e dehalet edecektir.”42 diyerek beyan buyurduğu hakikatin, bizim Kur’ân’ı, Allah Resûlü’nün yolunu esas alarak hayata geçirmemizle mümkün olabileceğine inanıyorum. Bu noktadan en büyük cihadın, nefsimizle olan mücadele olduğu unutulmamalıdır.43

Yine Üstad’ın o enfes ifade gücüyle anlattığı, “Medenîlere galebe ikna iledir.”44 küllî düsturunun ancak akıl ve mantık yoluyla olabileceğini hatırlatırım. Yeryüzünde yegâne güç ve kuvveti de temsil etseniz, akıl, mantık ve muhakemenin her şeyin önünde ve üstünde olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Hele günümüzde medenî olduklarını zanneden muhatap kitleye dini anlatabilmenin tek yolu mantık ve muhakeme yolunun seçilmesidir. Hakikî galebe bu temel üzerine kurulacak sevgi, hoşgörü, müsamaha, diyalog yollarının kullanılması sonucu gerçekleşebilir.

Allah’ın emri gereği, Allah’ın dinini insanlara anlatırken, yol mülâhazaları içinde çeşitli vesilelere takılıp kalmamanın, O’nun rızasından başka her şeye karşı kilitli olmanın ve bütün semeratı ahirette bekleme gereğinin hatırlatılmasına gerek olmadığı kanaatindeyim.

Unutmayın Kur’ân’ın وَالصُّلْحُ خَيْرٌ45 âyeti bu ve benzeri konularda yegâne rehberimiz olmalıdır.

Namaz ve Eda Keyfiyeti

Namaz eda edilirken, mutlaka ta’dil-i erkâna riayet edilmelidir. Bunun için namazda Kur’ân-ı Kerim’i uzunca okuyup kıyamı uzatma, rükû ve secdede uzunca durma gibi hususlar çok önemlidir. Bir yönüyle esas makbul olan bu rükünlerin hakkıyla yerine getirilmesi ve meşakkatlerine katlanılmasıdır. Çünkü bu rükünlere hakkıyla riayet etmek, insana her namazda ayrı ayrı buudlar kazandıracaktır. Bundan dolayıdır ki insan, kıldığı namazlarını bir kere daha yorumlamalı; kıyam, rükû ve secdeyi derinlemesine bütün benliğinde duymaya çalışmalıdır. Namazı şekil olarak kılmak, şüphesiz önemli bir meseledir ve hiç kimse basite alamaz. Fakat asıl olan onu “hâşiîn”den46 olarak eda etmeye çalışmaktır.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde “ihsan” anlatılırken, “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek.” olarak ifade edilmekte ve “Sen O’nu görmesen de O, seni görüyor ya!”47 buyrulmaktadır. Namaz, böylesine engin bir şuurla eda edilmeli, her hâlükârda dikkatli ve huşû içinde kılınmalıdır. Her kılınan namaz, sürekli bir öncesinden farklı bir hava ve farklı bir buudda eda edilmelidir.

Namazın muhtevası, insanların çok engin düşünmelerine vesile olacak kadar geniştir. Namaz kılarken, derinlemesine bir aşk u şevk içinde Allah’ın huzurunda bulunmanın şuurunda olmaktan, onu Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasındaki cemaatten bir fert olarak kıldığını hissetmeye kadar; doğrudan doğruya kendisini meleklerin safları arasında görmekten, bir hamlede bizim ufkumuzu açan, Arş’ın örtüsüne alnını koyuyor gibi onu eda etmeye kadar geniş bir yelpazede namazı duyma şekilleri vardır.

İnsanın buna muvaffak olmasının şart-ı evveli, namazı tıpkı bir miraç veya miracın gölgesi gibi bilmesi ile mümkündür.48 Zira o, sadece yatıp kalkmaktan ibaret bir hareketler mecmuası değildir. Mü’min için, her namaz bir miraç vesilesidir. Ve mü’mine düşen de her namazda farklı farklı buudlarda bile olsa miracını tamamlamaktır.

Kur’ân – Kışır

Geçenlerde arkadaşlarla bir kitap mütalâa ederken, çok mühim bir zatın Kur’ân’ın kelimelerine “kışır” dediğini hayretle ve biraz da esefle müşâhede ettim. Evet, aslında Kur’ân-ı Kerim’deki elfâz ve kelimât, “kavâlibu’l-meâni” yani ifade edilmek istenen mânâların kalıplarıdır.49 Bu anlamda ona “kılıf” demede belki mahzur olmayabilir. Ancak şahsen ben, böylesi bir yaklaşımı, o Yüce Kitab’a karşı fevkalâde saygısızca bulurum. Saygısızca bulduğumdan dolayı da, bu tür tabirlerden olabildiğince uzak durmaya çalışırım.

Bu ve buna benzer ince mânâların ancak ilimde rüsuh peyda etmiş, kökleşmiş, derinleşmiş insanların fark edeceğini vurgulayıp geçelim. Farklı bir kıraate göre “Onun tevilini, Allah ve ilimde râsih olanlar bilir.”50 âyetinden hareketle diyorum ki Kur’ân, kendine has muhtevasıyla bir “Ümmü’l-Kitap”tır.51 Yani Ana Kitap. Bu size ne ifade ediyor ve siz de ondan ne anlıyorsanız, işte öyle anlayın..!

Cimri Zekâtı

Aslında İslâm’da cimri zekâtı diye bir kavram yoktur. Bunu geçmiş yıllarda bir münasebetle ifade etmiştim. Ve bunu ifade ederken de, “Allah’ın sizlerden istediği şeyleri minimum ölçüde olsun verin.. evet, hiç olmazsa bu kadarcık malla olsun Allah yolunda fedakârlıkta bulunun.” demek istemiştim.

Bugün de diyorum; bulunduğumuz durum itibarıyla İslâm’a ciddî bir dava şuuru ile uyanan insanlar, kırkta bir zekâtla hiçbir şey yapamayacaklarını bilmeli ve ona göre davranmalıdırlar. İslâm davası bugün bizden çok daha fazla fedakârlıklar beklemektedir. Nitekim –Allah’a binlerce hamd ü sena olsun– bu düşünceye uyanmış nice kutsî dava erleri var ki, işi o ölçüde götürmekteler. Bugün birer ümit kaynağıdır bu insanlar. Evlerinin, arabalarının, fabrikalarının anahtarlarını, tapularını getirip milletimizin ilim, irfan seviyesini yükseltme adına bunları istediğiniz yerde kullanın demektedirler. Bu bana hep Bedir öncesi “Malımızdan istediğin kadar al, istediğin kadar da bırak, istediğini istediğin yerde kullan!” diyen Sa’d İbn Muaz’ı hatırlatmaktadır.52

Ümit ediyorum, güzel ülkemizde başlayan bu gelişme, insanlık tarihinde ve geleceğin içtimaî coğrafyasında çok büyük bir mânâ ifade edecek ve bu mânâ umumî coğrafya üzerinde müessir olacak, onun bizim adımıza genişlemesinin bir vesilesi hâline gelecektir. Ne var ki, bütün bunlar gördüğümüz gibi cimri zekâtı ile olacak türden şeyler değil.

Rabbim’den niyazım, bizi içten içe çürütmesin. Göz açıp kapayıncaya kadar bizi bizimle ve nefsimizle baş başa bırakmasın. O’nun lütfuyla başlatılan bu vetire sonuna kadar devam etsin!

Her Kavme Peygamber

Kur’ân-ı Kerim: “Biz peygamber göndermediğimiz kavme azap edecek değiliz.”53 der. Bir başka yerde de: وَإِنْ مِنْ أُمَّةٍ إِلَّا خَلَا فِيهَا نَذِيرٌ “Her bir millet için mutlaka onları (eğri yolun encamından sakındıracak bir) korkutucu peygamber bulunmuştur.”54 buyurmuştur. Bu ikinci âyet-i kerimede dilin hususiyetleri de nazara alınacak olursa, nefy edatı olan إِنْ (in), إِلَّا (illâ) ile tekit görürse, bu üslûp “hasr” ifade eder ki, o da aksine ihtimal vermeyecek bir kesinlikte her ümmete bir peygamberin gönderilmiş olduğu mânâsına gelir. Ayrıca, burada peygambere vasıf olarak müjdeleyici anlamında بَشِيرٌ değil de korkutucu mânâsına نَذِيرٌ denmesi de dikkate değer bir inceliktir.

İmam Rabbânî Hazretleri Mektubat’ında birkaç yerde, Hindistan’a çok peygamber gönderildiğine keşfen şahit olduğunu söyler.55 Ölümünden bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, hâlâ –min indillâh– tasarrufunun devam ettiği kabul edilen ve “Müceddid-i Elf-i Sânî” lakabıyla anılan İmam Rabbânî gibi yüce bir Hak dostunun, ulu orta konuşacağına zannediyorum kimse ihtimal vermez.

Şimdi bir taraftan âyet-i kerimeler, öte taraftan hadis-i şerifler ve velilerin beyanları bu meseleye, aksine ihtimal vermeyecek bir ölçüde kat’iyet kazandırmasına mukabil farklı iddialar bir mantık zaafı olsa gerek.

İşte bu resûl ve nebiler, Üstad Hazretleri’nin yaklaşımı içinde; tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ubûdiyet gibi temel hususlarda ittifak etmiş, teferruata ait bazı hükümlerde ise, ittifakın yanı sıra, ihtilaf da ettikleri olmuştur.56 Fakat bunların tespiti bugün imkânsız denecek kadar zordur. Zira İslâm dini haricinde hemen her din, pek çok defa tahrif ve tağyir çarkları arasından geçme tali’sizliğine uğramıştır.

Berzaha Dair

İnsan İslâmî duygu ve düşünce itibarıyla hayatta kaldığı müddetçe canlı olmaya ve canlı kalmaya gayret göstermelidir. Böylece potansiyel olarak gelişmeye müsait ve yaratılıştan getirdiği his, duygu ve latîfelerini inkişaf ettirir; derken gün gelir, gider insanî kemalâta ulaşır. Hatta ölürken dili zikirden ıslak olan insanın ötede de yükselmesini ifade eden hadislerden57 hareketle denilebilir ki, her yönüyle insanî kemalâta ulaşma gayreti içinde iken ölen bir insan, yücelmesini, yükselmesini berzah âleminde de devam ettirir.

Yalnız yeri gelmişken bir hakikate dikkatinizi çekmek istiyorum. İnsanın berzah hayatının güzel olması ve orada güzel şeylerle karşılaşması ancak burada berzah hayatını güzel görmesi, güzel düşünmesi ve güzel yorumlamasıyla mümkündür. Zira insan berzahta dünyadaki düşüncelerini yaşar. Bu açıdan dünya hayatında berzah düşünceleri dar ve güdük olanlar, berzah âlemini de öyle görür ve yaşarlar. Demek ki berzah hayatı bir yönüyle insanın şuuraltının temsili gibi oluyor. Yalnız bunu dünyada iken hissetme ve anlatabilme ancak Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun çizgisinde hayatını sürdüren insanlara hastır. Bu çerçevede Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) berzah tasvirleri ile alâkalı hadislerini okuyanlar, bu gerçeği görebilir veya Üstad Bediüzzaman’ın berzaha ait beyanlarını tetkik ve ta’mik edebilenler aynı şeyleri müşâhede edebilirler.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, insan, fâni olan şu dünya hayatını hizmet adına dolu dolu yaşamalı ki, hem dünyada hem de ukbâda zirveleri tutabilsin.. tutabilsin ve Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Cennet Ali’ye, Ammar’a, Selman’a müştaktır…”58 diye beyan buyurdukları, Cennet’e müştak olmak değil Cennet’in kendisine müştak olduğu Alilerin, Selmanların, Ammarların ufkuna ulaşabilsin.

Acz ve Fakr

Üstad Hazretleri’nin beyan ettiği, her insanın vicdanında bulunan nokta-i istinad ve nokta-i istimdadı harekete geçirecek iki önemli faktör vardır. Bunlar acz ve fakrdır.59 Bence insan, tıpkı bir dedektör gibi acz ve fakr malzemelerini kullanmalı, bunlarla vicdanında meknuz bulunan nokta-i istinad ve istimdadı kullanarak Allah ile vicdanî münasebet yollarını mutlaka araştırmalıdır.

Bu seviyeye ulaşabilen bir insan, hadisin ifadesiyle Allah’ın eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, diliyle konuşur.60 Yani, bir ölçüde sanki rıza makamına ulaşmış bu insanın, ne elinden ne dilinden ne gözünden ne de ayağından Cenâb-ı Hakk’ın vize vermeyeceği, razı olmayacağı bir amelin zuhuru söz konusu değildir.

Keza, bu seviyeye ulaşabilmiş bir insan, okumuş olduğu Kur’ân âyetleri karşısında kendinden geçer, başkalarının göremediği, sezemediği hakikatlere ulaşır ve “Yahu bu insanlar kör mü, sağır mı, hissiz mi? Niye benim gördüğümü görmüyorlar?” demeye başlar.

İşte bu seviyeye gelebilmek için acz ve fakr vesileleri çok önemlidir. Acz u fakr sayesinde, her şeyde ve her yerde insan O’nu arayabilir, maiyyetini duyabilir ve hayatını derince yaşayabilir.

Duaların Hususiyetlerinden

Kur’ân-ı Kerim veya hadis-i şeriflerde zikredilen duaların bizlere bakan iki yönü vardır:

1. Bunların inananlara hedef göstermeleri.

2. Gösterilen bu hedefe yürümek için tazarru ve niyazın yanında iradeleri devreye sokarak bilfiil çalışmamız. Meselâ; “Rabbimiz, bizi inkâr edenler için bir imtihan yapma, (bizi onların baskı ve işkencesi altına düşürme) bizi bağışla. Rabbimiz, yegâne galip ve hikmet sahibi ancak Sensin, Sen!”61 âyetinde Cenâb-ı Hak, evvelâ bizlere, kâfirlere imtihan vesilesi olmamak hedefini göstermektedir. Bu açıdan inanan insanların her fırsatta hakikî melce ve mence olan Rabbisine bu mânâda sığınması gerekir. Yalnız kavlî olarak yapılacak olan bu dua, fitneye maruz kalmamak için vesilenin sadece bir yanını teşkil eder. Buna iradî olarak, fitne yollarına sapmama gayretini de ilave etmek gerektir.

Öte yandan; fitne, bela ve musibetlere maruz kalmanın, o insanın işlediği günahlarla ciddî bir irtibatı olduğunu da unutmamak icap eder. Onun için âyette “Bizi fitneye maruz bırakma.” ifadesinden sonra, hemen arkasından “Allahım, bizi mağfiret et.” denilmektedir. Çünkü yine Kur’ân’ın ifadeleriyle “İnsana gelen her iyilik Allah’tan, her kötülük de kendi (işlediği günahlar yüzü)ndendir.”62 Hatta hadislerdeki ifadelerden de anlaşılacağı üzere, mü’minin ayağına bir dikenin batması, bir yerde sıkılıp terlemesi, arabasıyla giderken bir yerde kaza yapması bile, insanın içindeki veya davranışlarındaki bir bozukluktan ya da işlediği bir günahtandır.63 Bundan dolayı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca büyük-küçük başına gelen her handikap karşısında Allah’a sığınmış ve “Estağfirullah” demiştir.64

Bu çerçevede Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çokça tekrar ettiği اَللّٰهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلوُبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Benim kalbimi dinin üzerine sabit kıl!”65 duasını ele alacak olursak; insan bunu bir taraftan kalb ve lisan ile söyleyip “Müsebbibü’l-Esbab” olan Allah’tan kalbin İslâm’da sübutunu istemeli, diğer taraftan da sebepler adına bu mevzuda yapılması gereken şeyleri mutlaka yapmalıdır.

Allah’tan istenilen bu hedefe ulaşabilmek için de erkân-ı imaniye didik didik edilmekle beraber, “âyât-ı tekvîniye” de hallaç edilmelidir. Yine –imana girmeye mâni ve imandan çıkmaya vesile olduğundan dolayı– kibirden, zulümden yani haddini bilmemezlikten uzak durulmalı ve inhirafa sevk edecek bütün vesilelerden sakınılmalıdır. Daha sonra da fiilen ve iradî olarak tesbite çalışılan imanı sabit kılması için Allah’a dua edilmelidir. Zira insan ne kadar gayret ederse etsin, şayet Allah’ın inayeti yetişmez, o iman denen ilâhî meşaleyi yakmaz ve O, onun sönmemesini temin buyurmazsa iman nuru söner gider…

Hazreti İsa’nın Vefatı

“Allah şöyle demişti: Ey İsa! Şüphesiz sana ölümü verecek, seni nezdime yükseltecek, küfredenlerden seni temize çıkaracak, sana tâbi olanları da kıyamet gününe kadar küfredenlerden üstün kılacak olan Benim. Sonra dönüşünüz yine Bana olacaktır. İşte o zaman, ihtilafa düştüğünüz hususlarda aranızda Ben hükmedeceğim.”66

Âyette geçen تَوَفَّاءٌ (teveffâ) fiili, “vefat ettirme” ve “hıfz, inayet, kelâet ile eksiksiz ve kusursuz bir biçimde koruma” diye terceme edebileceğimiz iki ayrı mânâya gelir. Yalnız, Hazreti İsa’nın (aleyhisselâm) bahis mevzuu olduğu bu âyet-i kerimede bu fiillerin birinci mânâsı esas alınmalıdır. Zira bir yerde herhangi bir kelimeyi hakikate hamletmek mümkünse, o kelimede mecaza gitme doğru değildir.

Hazreti İsa’nın vefat ettirilmesi, bizim vefat etmemiz gibi olmamıştır. Çünkü o, mazhariyeti itibarıyla çok farklıdır. O, hususî, farklı bir hayat seviyesinin insanıdır. Bu açıdan da onun vefat ettirilmesi farklı olmuştur. Yani Allah önce onu, hainlerin tuzaklarından kurtarmak suretiyle hıfzını, inayetini, kelâetini tam anlamıyla göstermiş ve ardından da bizim mahiyetini pek idrak edemeyeceğimiz bir şekilde onu vefat ettirmiştir. Daha doğrusu Hazreti İsa buud değiştirmiştir.

Bu arada Hazreti İsa’nın farklı bir seviyenin insanı olduğuna delil olarak, Allah Resûlü’nün birçok hadis-i şerifte beyan buyurduğu, onun ahir zamanda dünyaya tekrar gönderilmesini de gösterebiliriz.67 Bu mevzu her ne kadar bazı ulema tarafından farklı farklı yorumlanmış ise de, allâme Keşmîrî’nin derlediği hadisler –ki 40 tanesi sahih, gerisi hasen ve zayıf olmak üzere yaklaşık 100 hadis– kendi esprisi içinde bu nüzûlü vurgulamaktadır.68

Burada şöyle bir yanlış anlamaya da işaret etmek gerekiyor. Bazıları asıl ile gölgeyi veya küll ile cüz’ü birbirine karıştırıyor. Bu açıdan 14 asırlık İslâm tarihi içinde yüzlerce mesihiyet iddia eden veya etrafları tarafından “Mesih” zannedilen insan çıkmıştır. Buna da yukarıda bahsettiğim yanlış algılamayı sebep olarak gösterebiliriz.

Öte yandan Hazreti Mesih’in, Kur’ân-ı Kerim’de ölüleri ihya ettiğinden bahsediliyor.69 Öyleyse Mesih, bir yandan “Hayy”, diğer taraftan “Muhyi” ismine mazhar demektir. Evet, o, kendi devrinde ölüleri dirilttiği, ölümcül hastalıklara şifa dağıttığı gibi,70 kalbleri de ihya etmekteydi. Öyleyse değişik bir buudda onun nüzûlü böyle de değerlendirilebilir.

Kur’ân’ı Anlamak

Kur’ân’ın, her bir âyetine “necm” denir. Yani, Kur’ân’ın her bir âyeti kendi başına bir yıldız gibidir. Ancak bu yıldızlar arasında öyle kopmaz bağlar vardır ki, Kur’ân onlarla âdeta bölünmez bir bütün hâline gelir. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَۙ dediğiniz zaman, onu tam mânâsıyla anlamak için, Kur’ân bütünüyle zihinlerde hazır olmalıdır. Ebû Hanife, İmam Şafiî gibi, Kur’ân’ı ve Sünnet-i Seniyye’yi bütünüyle bir arada düşünemediğiniz ve zihninizde tutamadığınız takdirde, hakkında hüküm vereceğiniz meselelerde çok defa yanılırsınız. Evet, verilen hükümler Huda kaynaklı da olabilir, heva kaynaklı da. Hükmün hevâî olmayıp Hudaî olması için Kur’ân’ın ve Sünnet’in çok iyi bilinmesi gerekir.

1 Buhârî, enbiyâ 31, kader 11, tevhîd 37; Müslim, kader 13.

2 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.32 (Dokuzuncu Mektup).

3 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.681 (Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf, Üçüncü Maksat).

4 Bkz.: el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/19; es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene s.497.

5 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s. 681 (Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf, Üçüncü Maksat).

6 Buhârî, libâs 63, isti’zan 51; Müslim, tahâret 49.

7 Müslim, tahâret 56; Tirmizî, edeb 14; Ebû Dâvûd, tahâret 29.

8 Buhârî, libâs 63, isti’zan 51; Müslim, tahâret 49.

9 Buhârî, ilm 41; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 218.

10 Bkz.: İmam Rabbânî, el-Mektûbât 1/304 (282. Mektup).

11 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.1 (Birinci Mektup, Birinci Sual).

12 Bkz.: A’râf sûresi, 7/157.

13 Yunus sûresi, 10/92.

14 Buhârî, tevhid 35, teheccüd 14; Müslim, salâtü’l-müsafirin 166.

15 Bkz.: Tirmizî, tefsîru sûre (9) 2; Ebû Dâvûd, büyû 5; İbn Mâce, menâsik 76.

16 Bediüzzaman, Sözler s.328 (Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam).

17 “İkisi de Hakk’a inkıyât edip teslim olunca O, kurban etmek üzere oğlunu yere serdi.” (Sâffât sûresi, 37/103)

18 Bkz.: Buhârî, cihâd 21; Müslim, imâret 108.

19 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/169.

20 Buhârî, cihâd 119; Müslim, imâret 103.

21 Bkz.: Ebû Dâvûd, cihâd 10.

22 Bkz.: Ebû Dâvûd, hudûd 8; Nesâî, kat’u’s-sârık 3; İbn Mâce, hudûd 29; Dârimî, hudûd 6.

23 Bkz.: Müslim, hudûd 22; Ebû Dâvûd, hudûd 24, 25; İbn Mâce, hudûd 9.

24 Bkz.: Müslim, zikir 38; Tirmizî, hudûd 3; Ebû Dâvûd, edeb 60; İbn Mâce, mukaddime 17.

25 Bkz.: Aliyyülkârî, el-Esrâru’l-merfûa s.148; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/332.

26 Bkz.: Ebû Ya’lâ, el-Müsned 7/445.

27 Bkz.: Buhârî, ıydeyn 1, cihâd 177; Müslim, libâs 6.

28 Bkz.: Buhârî, cuma 7, cihâd 177; Müslim, libâs 6.

29 Bkz.: el-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî 3/884; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 4/104.

30 Bkz.: Kehf sûresi, 18/110.

31 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/46; Nisâ sûresi, 4/159; Meryem sûresi, 19/33; Zuhruf sûresi, 43/61.

32 Bkz.: el-Keşmirî, Akîdetü’l-İslâm s.15.

33 Bkz.: el-Keşmirî, et-Tasrîh bimâ tevâtera fî nüzûli’l-Mesîh. Konuyla ilgili hadislerin bir kısmı için bkz.: Buhârî, enbiyâ 49; Müslim, îmân 244-246.

34 Bediüzzaman, Mektubat s.58 (On Beşinci Mektup, Dördüncü Sual).

35 Bkz.: Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 98; Ebû Dâvûd, tatavvu 3; İbn Mâce, ikâmetü’s-salât 102-103.

36 Kâfirûn sûresi, 109/6.

37 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 10/173; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/349.

38 Bkz.: el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 4/388.

39 Bkz.: Tirmizî, birr 58; Ebû Dâvûd, sünnet 4, edeb 7, 17; İbn Mâce, mukaddime 7.

40 Bkz.: Tirmizî, daavât 69; el-Bezzâr, el-Müsned 9/53; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 18/174.

41 Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.198 (Yirminci Lem’a).

42 Bkz.: Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.80 (İlk Hayatı).

43 Bkz.: el-Beyhakî, ez-Zühd 1/165; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 13/523.

44 Bkz.: Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.54 (İlk Hayatı).

45 Nisâ sûresi, 4/128.

46 Bkz.: Mü’minûn sûresi, 23/2.

47 Buhârî, îmân 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, îmân 5, 7.

48 Bkz.: Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 1/214; es-Suyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce s.313.

49 Bkz.: el-Cürcânî, Delâilü’l-i’câz 1/331; el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/312.

50 Âl-i İmrân sûresi, 3/7.

51 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/7.

52 Bkz.: İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/353.

53 İsrâ sûresi, 17/15.

54 Fâtır sûresi, 35/24.

55 İmam Rabbânî, el-Mektûbât 1/239 (259. Mektup).

56 Bkz.: Bediüzzaman, Barla Lâhikası s.309.

57 Bkz.: İbnü’l-Mübârek, ez-Zühd s.397; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/58, 7/111, 170.

58 Tirmizî, menâkıb 33; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 12/142.

59 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.475 (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Altıncı Risale).

60 Bkz.: Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256.

61 Mümtahine sûresi, 60/5.

62 Nisâ sûresi, 4/79.

63 Bkz.: Buhârî, merdâ 1; Müslim, birr 51; Tirmizî, cenâiz 1.

64 Bkz.: Buhârî, daavât 3; Müslim, zikir 41.

65 Tirmizî, kader 7, daavât 89, 124; İbn Mâce, duâ 2.

66 Âl-i İmrân sûresi, 3/55.

67 Bkz.: Buhârî, enbiyâ 49; Müslim, îmân 242.

68 Bkz.: el-Keşmirî, et-Tasrîh bimâ tevâtera fî nüzûli’l-Mesîh. Konuyla ilgili hadislerin bir kısmı için bkz.: Buhârî, enbiyâ 49; Müslim, îmân 244-246.

69 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/49; Mâide sûresi, 5/110.

70 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/49; Mâide sûresi, 5/110.

-+=
Scroll to Top