Spordan Beklenen
Türkiye’de sevip takdir ettiğimiz, eskiden beri de sinelerimizde yer etmiş spor kulüplerimiz vardır. Bu kulüplerin, kendi değerlerimize yönelmemiz ve bunların tekrar kazanılıp, korunması hususunda büyük görevler îfa edecekleri kanaatindeyim. Sporun sadece bir maraton veya rekabet meselesi olarak ele alınıp işlenegeldiği günümüzde, ne acıdır ki, toplumun değişik katmanları arasındaki kinin, nefretin, düşmanlığın yayılmasında sporun ve hassaten futbolun vesile olarak kullanıldığını da esefle müşâhede etmekteyiz. Hâlbuki spor, toplumun değişik tabakaları arasında barış ve kardeşlik havasının estirilmesi yönünde, mühim fonksiyonlar eda edebilirdi. Tabiî ki bu durum, şimdiye kadar sporun, kitleleri yönlendiren bazı çevreler tarafından istismar edildiğini de hatıra getiriyor.
Aydınlık iklimlere doğru yelken açtığımız şu mübarek zaman diliminde, aydın ruhlara ihtiyacımız var. Ruhta aydın olduğu kadar, kafada da aydın olan bu insanlar, çevrelerini bu aydınlığa yönlendirecek ve topluma bir bayram havası estireceklerdir.. ve yine bu insanlar toplumun hemen her kesimine kendilerini yakın hissettiklerinde, onlarla münasebet kuracak ve aralarındaki sertlikleri yumuşatacaklardır. Toplumun birleştirici, uzlaştırıcı, kaynaştırıcı yönlerini nazara verip, onları muhafaza edecek ve toplum çapında meydana gelmesi muhtemel kamplaşmalara, ideolojik çatışmalara fırsat vermeyeceklerdir. İşte sporun böyle önemli bir fonksiyonu eda edebileceğine benim inancım tamdır. Bu yönüyle insanlar arasında kardeşliğin tesis edilmesi hususunda, dinin eda ettiği misyona tam omuz verecektir. O zaman spordan beklenen şey yerine getirilmiş olacaktır.
Hâsılı, tabakat-ı beşer çapında ideolojilerin çatıştığı bir arena hâline gelen dünyamızda, sporun her dalıyla, toplumu uzlaştırmada katalizör vazifesi göreceğine inanıyor ve bunu bekliyoruz.
Spor
Spor, bütün çeşitleriyle centilmenlik yörüngeli olmalıdır. Bu ise duygu ve düşüncede safvete ermekle çok yakından alâkalıdır. Öyle zannediyorum ki, centilmenlik temel dinamikleriyle ele alınıp, hayata geçirilebilse, aşılamayacak hiçbir şey yoktur. Zaten bir mânâda spor da bu demektir.
Spor, dinin yanı sıra, farklı düşüncede, farklı inançta ve farklı çizgide olan insanları birleştiren, bir araya getiren, yer yer sevindiren, yer yer eğlendiren ve yer yer de ağlatan önemli bir unsurdur. Fakat bunun da kendi çizgisi içinde kalması şarttır. Bu çizginin dışına çıkıldığı zaman –bir ölçüde günümüzde görüldüğü gibi– kinler, nefretler, kavgalar hatta öldürmelere varan taşkınlıklar olabilir. Kanaatime göre bu çizginin bulunmasında en önemli temel dinamik de din ve dinî inançtır.
Bir milletin yeniden dirilmesinde görülen o ki, bir toplum dirilirken toplumun bütün katmanları da ve bütün üniteleri de beraber diriliyor. Tarih de bunun şahididir. Yani sanayi alanında dirilmeden ticarette canlanmaya, kültürel değerlerde kendini bulmadan dine yönelmeye, sporda başarıdan askerî alanda yenilenme ve ilerlemeye kadar bütün ünitelerde aynı anda diriliş bahis mevzuudur.. ve şimdiler itibarıyla güzelim Türkiye buna namzet gibi görünmektedir. Onun için bence, bu milletin her bir ferdi, böyle bir performans ortaya koymalı. Ekonomiden kültüre, spordan idareye varıncaya kadar hemen her sahada bayrağımızı göndere çekme çabası içinde bulunmalıdır.
Aldatılan Kitlenin Uyanması
Türkiye’de –Allah’a binlerce hamd ve sena olsun– halk katmanlarından devlet ricaline varıncaya kadar son yıllarda çok ciddî şekilde mantalite değişikliklerine şahit olmaktayız. Tabiî ki bu, aynı zamanda meydana gelen veya getirilen hâdiselere, onlara bakış açısına ve değerlendirmelere yansımakta. Meselâ, eskiden Türkiye’de iç tehdit unsuru sadece İslâm’a hizmet anlayışı içinde olanlar gösteriliyor, öyle telâkki ediliyor, öyle görülüyor ve öyle inanılıyordu. Şimdilerde ise, safvet ve samimiyet içerisinde İslâm’a hizmet etmeyi düşünenler bir ölçüde iç tehdit unsuru olmaktan çıkarılabiliyor ve yerine, silâhlı eylemlere katılan şer odakları yerleştiriliyor.
Aslında biz, öteden bu yana hiçbir zaman onların zannettiği gibi ne siyasî rejim adına ne de başka bir şey adına tehdit unsuru olmadık. Ne var ki, iç ve dış şer odakları bizi hep öyle gösterdi. Kaleme aldıkları istihbarî raporlarını yalan yanlış bilgilerle doldurarak, vehim ve zanlarını yazarak, karar merciinde bulunan devlet ricalini hep iğfal etti, hep aldattılar. Onlar bazı gazete köşelerindeki yazarlara, onların hayatları boyunca elde edemeyeceği bilgileri sundular. Ve onlar da köşelerinde veya manşet haberlerde bunları neşrederek kamuoyunu –kendilerine göre– yaşı-kuruyu birbirine karıştırarak dindar insanlar aleyhinde hep kışkırttılar. Veya en azından onları potansiyel suçlu konumuna soktular. Fakat –Allah’a hamdolsun– bu oyunların hiçbiri tutmadı. Şimdi diyalog, müsamaha, tolerans ile farklı düşünce ve inançlara sahip toplumun değişik kesimleri, üzerinde birleştikleri ortak paydalar arayışı ve birbirlerini bulundukları konumda kabul etme çabası içindeler. Yıllardır iğfal edilen kesimlerden bazıları cesurca çıkışlar yapıp “Biz hata etmiş, yanlış düşünmüşüz.” diyebiliyorlar.
Bütün bunlara karşılık bizlerin de her zamankinden daha fazla ihtiyat ve itidalle hareket etmemiz gerekmektedir ki, bir yandan haricî düşmanlarımıza karşı bu ittifak ve vifak silâhıyla karşı koyalım, diğer yandan ortamın, herkes için dinî düşünce ve dinî hayatlarını daha rahat yaşayabileceği hâle gelmesini sağlayalım.
Hâdiselerin Tespiti
Çok eski yıllardan beri, tarihe yön verecek, yollara ışık saçacak ve gelecek nesillerin önlerini aydınlatacak şekilde kıvama erilmesi üzerinde ısrarla duruldu. Şimdi buna, ilerleyen teknik ve teknolojinin tüm imkânlarını seferber ederek yeni bir veche verilmesi gerektiğini hatırlatmak icap ediyor. Yani video, kamera, bilgisayar vs. gibi buluşları, bu gayeye matuf kullanmada bir reorganizasyon gerekiyor.
Evet, hususiyle bizim gibi geleceği, geçmiş üzerine bina etme mesuliyetini taşıyan ve mâziyi çok iyi değerlendirerek ondan alacağı derslerle, ibretlerle bugünkü problemlerini halletme mevkiinde bulunan milletler için bu çok önemlidir.
Ayrıca benim çok defa aklımdan geçen bir husus da bugünün hizmet sevdalıları arasında, gelecekte çok ciddî denilebilecek şekilde inhirafların olabileceği endişesidir. Meselâ, falanın oğlu, filânın yakını diye liyakatı olmadığı hâlde, önemli görevlere getirmeler, geçmişte işlenen büyük yanlışlıklardır, gelecekte de işlenebilir. İşlenebilir zira, siz bugünün adanmış ruhlarını ne kadar büyütürseniz büyütünüz, onlar sahabenin büyüklüğüne erişemez. Oysaki, onlarda bile bu türlü inhirafların olduğu bir gerçektir.
İşte gelecekte, ister bu türlü idareye müteallik hususlarda, isterseniz direkt inanca dayalı mevzularda inhirafın olmaması, bugünlerin iyi kayıt ve tespit edilmesiyle çok yakından alâkalıdır.
İnhiraf, insanın kayması demektir. Bu, hem düşüncede hem inançta ve hem de amelde olabilir. Birisi çıkar Hazreti Ali, Allah’ın oğlu der, bir diğeri de hayır Allah’tır der1 –nitekim denmiştir de– ve kitleler böylesi sapık düşüncelerin arkasında koşar durur…
Üstü kapalı arz etmeye çalıştığım bu husus şimdiden tahşidatı yapılarak, kayıt altına alınarak tespiti yapılamazsa, yarın çoklarının başını ağrıtır ve yıllardır size güvenen, itimat eden Ehl-i Sünnet akidesine bağlı insanları hayal kırıklığına uğratmış olursunuz. Rabbim böylesi kaymalardan bizleri muhafaza buyursun!
Radikalizm
Radikalizm, köktencilik ve hepten dincilik demek. Bu kelime, mânâ ve muhteva itibarıyla Batı’dan bize geçmiş bir kelimedir ve kat’iyen İslâm’la alâkası yoktur. Bununla beraber radikalizm şayet, dine ait her şeyi hiç taviz vermeden, başkalarının ifrat diyebileceği bir ölçüde yaşamaksa şayet, bu anlamda İbrahim İbn Edhemler, Fudayl İbn İyazlar en ileri radikal sayılırlar. Bu itibarla da, bugün kendilerine radikal diyen veya denilen insanların radikallikle ciddî bir alâkalarının olmadığı söylenebilir.
Evet, kılı kırk yararcasına Müslümanlığı yaşayan, şurada-burada dolaşmayı gözüne haram girer endişesiyle caiz görmeyen, acından ölecek olsa bile, haram veya şüpheli bir yiyeceği ağzına koymamaya çalışan, israfın her çeşidinden uzak duran, elinden-dilinden kimseye zarar gelmeyen yürekten Müslümana radikal denebilir ki, bu anlayıştaki insanlardan zarar geleceğini düşünmek sırf bir vehimdir. Zira, dünyaya karşı meyl ü muhabbet göstermeyen böyleleri, onun cazibedar güzellikleri karşısında da asla pes etmezler. Öteden beri hizmet uğrunda belki de en fazla çile, ızdırap ve acıyı çeken onlar olmasına rağmen, kötülüğün en küçüğünü bile akıllarının köşelerinden geçirmemişlerdir.
Aslında bütün mü’minler benim başımın tacıdır; ancak böyle düşünmeyenlerin, böyle düşünenler ölçüsünde çile ve ızdırap çektiğini söylemek de mümkün değildir. Hatta onlardan bazıları devlet bünyesine sızdıklarından “Devletin malı deniz…” demiş ve belki yüzlercesi hep böyle bir mülâhaza ile yaşamışlardır.. yaşamış ve ev-bark, araba, yazlık, kışlık sahibi olma yolunda koşmuşlardır.
Kutsîlere gelince onlar, hayatlarını hep طُوبَى لِلْغُرَبَاءِ ufkunda sürdürmeyi tercih etmiş ve fire vermeden, yollara takılmadan seyahatlerini sürdürmüşlerdir.2 Evet, bir fahr olarak değil ama tahdis-i nimet sadedinde demek isterim ki, âzamî zühd, âzamî takva, âzamî ihlâs, âzamî vilâyet yolunu hep bu arkadaşlar “Yol bu, başka yol yok!” deyip hedeflemiş ve heptenciler gibi yaşamaya çalışmışlardır. Dilerim Rabbim’den bu inayet ü keremini devam ettirsin ve hem kemmî hem keyfî yanımızla bizlere derinlikler lütfeylesin!
Türkiye – İran ve Batı Dünyası ile İlişkiler
Ülkemizin içinde yer aldığı kuşakta şimdilerde istikbal vaadeden iki devlet var: Türkiye ve İran. Bunu çok çok iyi bilen bir kısım Batılılar, bu iki devleti mümkün olduğunca elinde tutmak ve kendi hesabına dengeleri korumak için ciddî bir gayret içindeler. Zira bu iki devletten birinin bu bölgede hâkimiyeti, Batılıların aleyhine dengelerin bozulması anlamına gelir. Bu ise adı geçen dünyanın, başta ekonomi olmak üzere, birçok alanda hem maddî çıkar, hem de itibar-prestij kaybı demektir.
Meselâ, Türkiye kendi iç politikası itibarıyla emniyet ve istikrar vaad ettiği anda güçlenme ve büyüme startına basmış demektir. Bu durumda Türkiye din, dil, tarih, örf-âdet birliği içinde bulunan Orta Asya devletlerini, keyfiyeti ne olursa olsun yanına alabilir. Aynı gelişme ve genişleme süreci Balkanlar için de geçerlidir.
İran’a gelince; İran Şiî bir devlet. Ve bu bölgede yaşayan tüm Şiî nüfusa sözünü geçirebilme konumundadır. Sadece Şiî nüfusa değil, Şiî sempatizanı olan kesimlere de. Meselâ, İran içindeki Türkmenlere ve diğer Şiî sempatizanı Türklere, Araplara veya Azerbaycan içinde gerçekten samimî olarak Şiîliğe inanan Azeri Türklerine veya Irak’ta Kâzımiye, Kerbela gibi şehirlerde yaşayan kimselere.
Öte yandan İran’ın, başta emirlikler olmak üzere, Yemen’e kadar nüfuzunu genişletmesi de söz konusudur. Bu arada İran, Suud-Yemen çekişmesini de kendi lehine değerlendirebilir. Bu tablo karşısında potansiyel olarak büyüme güç ve kuvvetini veya daha doğru bir ifade ile büyüme dinamiklerini ellerinde bulunduran Türkiye ve İran’a, eğer Batılılar bunları kullanma imkân ve fırsatını verirlerse, neticede bu bölgede –hangisi hâkim olursa olsun– Batılıların aleyhine dengeler bozulur ve onlar bu değişiklikten mutlaka zararlı çıkarlar. İşte bu sebeple bir kısım Batılılar, gerek İran ve Türkiye içinde, gerekse onların nüfuz edebilecekleri ülkeler içinde gaileler çıkartarak veya devletler arası münasebette, ticarî ve sınaî alanda yapılabilecek gelişmeleri engelleyerek ve daha birçok yollarla buna fırsat vermiyor, mevcut istismar düzeninin devamını sağlamaya çalışıyorlar.
Bu merhalede bize düşen vazife, fert, şirket, sivil kuruluşlar… olarak neticede bizi büyüklüğe taşıyabilecek ve bizi yeniden muhteşem bir millet yapabilecek imkân ve fırsatları, hayatın her alanında, hiç vakit geçirmeden değerlendirmek olsa gerek. Her şeyi devletimizden bekleme yanlıştır. Evet, teşebbüs gücümüzü kullanarak mutlaka oralara gitmeli, ticarî, sınaî ve eğitim alanında tarih, dil, din beraberliklerimizi ön plana çıkararak yatırımlar yapmalıyız. Ben şahsen, Mehmed Âkif’in ifadesinde yerini bulan “Hakk’ın vaad ettiği günlerin bugün olmasa da yarın” bu yolla gerçekleşeceğine inanıyorum.
Türkiye’nin Düşmanları ve…
Türkiye, dünya hâkimiyet teorisine göre kara-hava ve deniz sahalarının tam merkez noktasında bulunuyor. Dolayısıyla dünya hâkimiyetini düşünen süper güçlerin böylesi stratejik bir konumda bulunan Türkiye’yi ellerinde bulundurmaları şart. Onun için kadimden bu yana, dünyanın kaderine hâkim güçler, ülkemizi ellerinde bulundurma isteğinden bir an bile vazgeçmemişlerdir.
Bunun yanında, bazı sınır komşularımızı da nazara alacak olursak, değişik şeyleri vesile yaparak bize düşmanlık etmekten geri kalmadıkları söylenebilir.
Bir de bunlara yakın çağ tarihi itibarıyla içimizdeki gafilleri ilave etmemiz gerekir diye düşünüyorum. Yani gövdenin içine giren kurtları, zemzem diye kendilerini takdim eden zehirleri, bu milletin kaderinin tayin edildiği makamları işgal edenleri.. evet, bunları da düşmanlar safında düşünecek olursak, karşımıza korkunç bir husumet çıkar.
Aslında biz bu süreç içine yeni girmiş de değiliz. Bu durum Osmanlı döneminde de böyleydi. Ancak o devirde, basiretli, firasetli, tecrübeli ve belki her biri kendi alanında dâhi olan devlet adamları ve onların olumlu politikaları sonucu tam 4 asır bu millet zirvede kalabilmişti. Batı’nın “Hasta Adam” yaftasını vurmasından sonra bile 2 asır yaşamış Osmanlı Devleti bir şeyler yapabiliyordu. Şimdilerde tam anlamıyla bir kaht-ı rical yaşandığı için, aynı mukavemeti göstermemiz biraz zor, hatta imkânsız.
Evet, şimdilerde teslimiyetçi politikalar izliyoruz. Kore’ye diyorlar, koşa koşa gidiyoruz. Çekiç Güç diyorlar, kabul ediyoruz. “Somali’ye harekât var.” diyorlar, “Âmennâ.” diyoruz. “İncirlik Üssü’nü açın, Irak’ı bombalayacağız.” diyorlar, “Başüstüne.” diyoruz. Petrol boru hattını daha “Kapatın.” demeden kapatıyoruz vs. Bütün bunlarda daha başka türlü davranılabilir miydi? O ayrı mesele. O günkü şartlar esas alınarak değerlendirme yapılabilir ve yapılan şeyler kritiğe tâbi tutulabilir. Ama bunlar teslimiyetçi politika uygulamadığımızı göstermez.
İşte bu korkunç husumet karşısında, bizi biz yapan değerlere, hiç olmazsa fert bazında, aile planında, sahip çıkabilsek.. sahip çıkıp düşüncelerimizin, davranışlarımızın yörüngesine basiret ve firaseti oturtabilsek.. evet, ülke çapında bunları gerçekleştirebilirsek, çok şeylerin değişeceğine inanıyorum.
Bazı Müslüman Gruplar Üzerine Tezgâhlanan Oyunlar
İsim tasrih etmeyeceğim ama, şiddeti zuhurundan gizli olan bazı gruplar içinde yer alan ve ülkemizde şov diye nitelendirilebilecek davranışları, yapageldikleri medyatik çıkışları ve verdikleri beyanatlar ile dikkatleri üzerine çekmek isteyen bir kısım insanlar, Anadolu insanını birbirine düşürmek için, muhtemelen içte ve dışta bir kısım güç kaynakları tarafından kurdurulmuş veya suiistimale müsait olduklarından dolayı yine aynı örgütler tarafından Müslümanlık aleyhinde kullanılmak istenmektedirler.
Samimiyetlerine inandığım bazı kimselerin beyanlarına dayanarak söylediğim bu gerçeklerin yalan ya da yanlış olmasını ne kadar arzu ederdim..! Ancak, hâdiselerin diliyle de doğrulanan bu gerçekler, maalesef ülkemiz gündeminde yer alan hususlardan. Evet, istidatlı, kabiliyetli piyonların rehberliği altında, “oltada yem misali” bir kısmı itibarıyla samimî ama safdil inananların, sözünü ettiğimiz türden faaliyetleri, hepimizi endişelendiren ve yüreğimizi ağzımıza getiren cinstendir. Rabbimiz’e sonsuz hamd ü senalar olsun ki, onların bu tutumları bugüne kadar, ülke insanının vicdanında mâkes bulmadı. Ne medyatik çıkışları, ne meydanlara toplanmaları, ne konferansları, ne de panelleri vs. hüsnükabul görmedi. Hatta diyebilirim, lider konumunda bulunan bazılarının ölümleri bile, en küçük bir mü’minin ölümü kadar ilgi ve alâka uyarmadı bu milletin sinesinde. Yani mâşerî vicdan bütün bütün yadırgadı bunları.
Söz buraya gelmişken Attila İlhan’ın çok hoşuma giden bir tespitini aktarmak istiyorum. Diyor ki, “Tanzimat’tan bu yana Türkiye’de işleri hep aydınlar bozmuş, arkadan halk gelip onu düzeltmiştir.” Evet, bütünüyle katıldığımız bir tespit… Demokrat Parti döneminden bugüne gelinceye kadar, ülkemizin yaşadığı siyasî süreci göz önüne getirip de o devirdeki şartları baz alarak hâdiseleri değerlendirebilsek, halk tabakasının o engin firasetiyle verdikleri kararın, Attila İlhan’ın bu tespitini doğruladığı kanaatini biz de paylaşacağız. İsterseniz buna “sevk-i ilâhî” diyebilirsiniz.
“Bu tip gruplar sadece bizim ülkemizde mi?” denecek olursa, elbette hayır. Suriye’den, Mısır’a, oradan Cezayir ve Tunus’a varıncaya kadar birçok İslâm ülkesinde kendi değerlerinin farkına varmış, kültür emperyalizminden kurtulma kıvılcımları çakmaya başlamış ülkelerde de var bu tip gruplar. Suriye’de olsun, Mısır’da olsun veya daha başka yerlerde olsun, Müslümanlar uğradıkları tenkil hareketlerinde hep bu tür grupların şu veya bu şekilde kullanıldıklarını görürüz.
Zannediyorum birtakım güç odakları aynı şeyleri Türkiye’de tezgâhlamak istiyorlar. Bazı küçük grupları meydanlara, sokaklara salarak, diğer bütün Müslümanları sokağa çekmeye çalışıyorlar. Ama Allah’a hamd olsun, o firasetli Müslümanlar şimdiye kadar bu tür oyunlara gelmediler ve inşâallah ileride de gelmeyecekler. Günübirlik hâdiseler içine yine günübirlikçi düşüncelerle girmeyecek, aksine temkin, vakar ve ciddiyeti elden bırakmadan ülkemizin geleceğini karartabilecek böylesi tezgâhları hazırlayanların yüzlerine çalacaklardır.
Boşuna Mesai
Devlet idareciliği velûd dimağ isteyen bir iştir. Ebû Hanife gibi âyet ve hadisleri baz alarak, daha olmamış meseleleri bile kafasında üretecek ve çözüm bulabilecek velûd bir dimağa sahip olma, devlet adamlığının vazgeçilmez şartıdır.
Bu ölçüyle günümüzü ve günümüzün insanlarını değerlendirdiğimizde, bu vasfa sahip kişileri bulmakta biraz zorlanırız. Ne var ki, bu durum bizi, kat’iyen ümitsizliğe sevk etmemelidir. Çünkü bu bir süreç işidir. Toplum, tabiî seyri içinde yol alıp geleceğe doğru ilerlerken, bu seviyeye geldiğinde, böylesi insanlar –Allah’ın izniyle– birden zuhur edecektir. Tarihte hep böyle olmuştur ve zannediyorum bundan sonra da böyle olacaktır. Öyle ise, bu türlü şeylere kafa yormamalı, zihnî ve amelî mesaimizi günümüz şartları içinde bize düşen şeyleri yapmaya yönlendirmeliyiz.
Televizyon Fantezisi
Günümüzde insanlar arasında televizyona çıkma fantezisi başladı. “Falan adam çıktı, ben de çıkayım, bana da bir imkân versinler ben de konuşayım…” düşünceleriyle hareket edilmekte ve bu durum, din adına yapılan tartışmalarda birçok hatanın işlenmesine sebebiyet vermektedir. Bütün bunlar karşısında bazen: “Keşke ilmî münazaranın afeti mevzuu bir kitap hâlinde işlense.” diye düşünürüm.
Doğrusu, milyonlarca insan karşısında bu duygularla hareket edip, İslâm’ı müdafaaya kalkışan insanların falsolarını, bilgisizliklerini gördükçe kahrımdan iki büklüm oluyorum. Bazıları dinin ruhundan uzak, kulak tırmalayıcı ifadeleriyle dini sevdirme yerine nefret ettiriyorlar ve dine karşı itimadı sarsıyorlar. Bu itibarla da, günümüz ilâhiyatçılarına büyük bir görev düştüğüne inanıyorum. Tabiî her şeyden evvel, ilâhiyatçıların kendilerini iyi yetiştirmeleri gerektiği kanaatindeyim.
Ardından, bilinen şeylerin hayata taşınması gelir. Bu, halk nazarında onları başka bir biçimde büyültecek ve yapılan tebliğ, irşad faaliyetlerini daha müessir hâle getirecektir. Böylece ilâhiyatçılar deniz üzerinde birer can kurtaran simit vazifesi görecek, çeşitli tehlikeler karşısında kendileri emin olmakla beraber, kendilerine sarılan insanların da batmasını önleyeceklerdir. Ancak bunun, günün imkânlarıyla mücehhez, iyi bir eğitim görmüş ilâhiyatçılarla mümkün olabileceği kanaatindeyim.
Bir Çeşit Muhtıra
Ülkemizde bazen bir kısım sivil toplum örgütleri, çeşit çeşit nam ve unvanlar altında bir araya geliyor ve Cumhurbaşkanlığına, Başbakanlığa, Askeriyeye, bir anlamda muhtıra nevinden görüş ve düşüncelerini iletiyor, bu tür makamları ideolojileri hesabına kullanmak istiyorlar. Bu kuruluşların, aynı zamanda bünyelerinde barındırdıkları emekli insanlarla onların, daha önce devlet içindeki vazife ve mevkilerine göre daha çok veya daha az cüretkâr olabildikleri de ayrı bir konu.
Aslında bunların kanunlar karşısındaki hukukî konumlarının mutlaka belirlenmesi lâzım. Bunlar, devletin yasama, yürütme ve yargı mevkiinde bulunan kurumlarına bir şeyler emretme veya dikte etme konumunda mı, değil mi? Bunun behemehal belli edilmesi lâzım. Aksi takdirde yarın bir başkaları çıkar, bünyesinde 50-100 kadar vakıf teşkilâtını toplar, kendilerine bir isim koyarak görüş ve düşünceleri doğrultusundan aldıkları kararları aynı kurumlara dikte etmeye başlayabilir. Hatta bunların, tabanda daha çok temsilcileri olduğundan daha müessir de olabilirler. Bunun böyle olmayacağına kimse teminat veremez. Böyle olunca da bir kısım yetki ve salâhiyet kargaşasının yaşanması kaçınılmaz demektir.
Evet, devlet yetkilileri, Türk toplumunun gözlerinin içine baka baka hiç kimsenin, hiçbir kuruluşun –eski görevleri ne olursa olsun– böyle bir saygısızlık yapmalarına izin vermemelidirler. Hür ve demokratik bir ortamda yaşadığımıza inanmak istiyoruz. Demokratik bir ortamda böyle militanca çıkışları anlamada zorluk çekiyoruz. Bunun böyle devam etmesi devlete ve demokrasiye güveni sarsar.
Mûsıkî Üzerine Düşünceler
İster sanat, isterse halk müziği olsun, söylenen şarkı ve türkülerde, mânânın güçlü olmasına dikkat edilmesi çok önemlidir. Dolayısıyla o şarkı veya türkünün icrası ânında bir taraftan his tufanı yaşanırken, diğer taraftan mânânın güçlülüğü, düşündürücülüğü ile insanın bir şeyler duyması, anlaması mümkün olacaktır. Yani mûsıkînin esas unsurları olan ses, enstrüman ve söz (tema) bir bütün hâlinde olunca insan üzerinde tam müessir olsa da, tema-ses-saz bütünlüğü sağlanamadığı takdirde, insan his dünyasında boşluklardan kurtulamaz. Öyle ki bazen birtakım eserlerde söz âhenge, muhteva ritme isyan eder. Hâlbuki, mutlaka âhenk bütünlüğünü sağlayabilecek, muhteva derinliğini aksettirecek sözler bulunmalı ve sözler, sebep-sonuç münasebeti içinde bir tamamiyet arz etmelidir. Bir mısra birinden, bir mısra başkasından alınarak yapılmış güftelerde ise bunu sağlamak çok zor olsa gerek.
* * *
Mûsıkî de bir yol, bir sanat ve bir ihtiyaçtır. Bediüzzaman Hazretleri bir yerde radyo programları içinde ona, beşte birlik bir yer veriyor.3 Bunu başka mânâlarının yanı sıra toplumun en az beşte biri dinler şeklinde de anlayabiliriz. Hâlbuki şimdilerde toplumun onda dokuzu müzikle içli-dışlı. Öyleyse ihtiyaç diye nitelendirdiğimiz ve zaten toplumun, içinde sürüklenip gittiği bu saha kendi düşünce çizgimiz içinde ele alınmalı ve kat’iyen ihmal edilmemelidir. Bunun için mesaj yüklü, mânâ yüklü, hisleriyle, düşünceleriyle insanı zenginleştiren eserler bestelenmeli ve yine Üstad’ın mahzursuz dediği, insanı maâliyâta götüren, iştiyakını coşturan eserler meydana getirilmelidir.4
Bu konuda ölçü nedir denecek olursa, meselâ, dinlediğiniz bir eser, sizde Kur’ân okuma, Kur’ân dinleme iştiyakını coşturuyor, Allah’a karşı vuslat arzusunu köpürtüyor.. sizi Emrah gibi bağrı yanık hâle getirip secdeye zorluyor, millî, dinî değerlerinize karşı alâkalarınızı kanatlandırıyor.. size kendi romantizminizi fısıldıyor, bunları yaparken de, müstehcenliğe, bâtılı tasvire vs. kapalı kalınabiliyorsa.. evet, işte bu eser gayet güzeldir. Bünyesinde gıybeti barındıran, fuhşu tasvir eden, şehevanî hisleri tahrik eden, insanın yeis yani ümitsizlik duygularını kabartan eserlere gelince, onların caiz olduğunu, olabileceğini söylemek mümkün değildir.
* * *
Bizim bazı şarkı ve türkülerimiz Allah’a iman, ahirete iman, kadere iman ile telif edilemeyecek sözlerle dopdoludur. Meselâ, gelin gencecik yaşında ölmüş, tipide birisi kaybolmuş, kurt dağın başında bir çocuğu öldürmüş vs. Hemen oturup bir destan yazmış ve bir ağıt kesmişizdir. Şimdi eğer, her felâket karşısında, felâket dellallarının yaptığı gibi ağıtlar dizecek olursak Allah’tan şikâyet adına destanlar tanzim etmiş oluruz. Aslında, böyle bir duygunun kaynağı, insanın zayıf yanlarının bulunuşu, Allah’a, ahirete, kadere imanının olmayışıdır. Hâlbuki bu zaaf noktalarının mutlaka imanın unsurları ile yok edilmesi ve çeşitli hâdiseler münasebetiyle de olsa yeniden hortlamaması için devamlı imanın takviye edilmesi ve payandalanması şarttır, elzemdir.
* * *
Kur’ân-ı Kerim okuma meselesini Türkiye’de, Mısır’da, Suud’da veya bir başka yerde daha güzel okunuyor… gibi yaklaşımlarla ele almak doğru değildir. Doğru olan, Kur’ân’ın muhtevasını kavrayabilme ve onu seslendirebilmedir. Zaten Kur’ân bütünüyle müzikaldir. Önemli olan, muhtevadan hareketle ondaki her bir kelimenin istediği seslendirmeyi, konumuna uygun olarak verebilmektir. Meselâ, Kur’ân’da kâfirin konuşması, mağrur, mütekebbir, mütecebbir bir eda ile ve elini kalçasının üzerine koyarak, caka satan bir insan imasıyla verilir. Meselâ, Hazreti Yusuf karşısında konuşan Zeliha. Onun Hazreti Yusuf’a “Haydi gel!”5 deyişini okurken kırıta kırıta, şuh bir edayla konuşan bir kadını görür gibi oluruz. Bu fettan teklife iltifat etmeyip ondan kaçan Hazreti Yusuf ise olabildiğine kararlı, ürperti içinde ve tok sesli birisi olarak karşımıza çıkar. Ve daha yüzlerce misal… İşte âyet-i kerimeleri okurken, sesiyle bu muhtevaları aksettirebilme önemli bir esastır.
Mustafa İsmail dinî hayatı ve yaşantısı itibarıyla çok dikkatli birisi olmayabilir ama, bu mânâda Kur’ân okumada çok başarılı birisiydi. Abdülbâsıt çok güzel okuduğu yerler vardır ama, arz ettiğimiz anlamda Kur’ân okumada nadiren başarılıdır. Mustafa İsmail söylenildiğine göre, Kur’ân okumadan önce, okuyacağı yeri piyano ile notalara vurarak kafasında iyice resmedermiş. Bunun –şer’î yanı mafhuz– mutlaka gerekli olduğuna kâni değilim.
Şimdilerde her yerde bu çerçevede Kur’ân’ın okunduğu söylenemez. Ses ve nağme ile beraber muhtevanın hakkını yemeden, onu olduğu gibi ortaya koyma, maalesef yok denecek kadar az. Hele, ihlâsla onu soluklamak ender-i nadirattan.
* * *
Bugün Türkiye’de, değişik alanlarda kendi çizgimize dönüşün yaşandığı gibi, mûsıkîde de böyle bir dönüşün yaşanması üzerinde mutlaka durulmalıdır. Üzerinde durulmak bir yana, bu mevzuda olabildiğine ısrarlı olunması gerekir. Pop müziğinin gençler arasında çok yaygın olması ve medyanın sürekli ona destek vermesi, stadyumların popla inim inim inlemesi, onun Michael Jackson gibi şarkıcılarla daha büyülü bir hâl alması vs. gibi oldukça yoğun ve organizeli faaliyetler yanında, mûsıkîmize sahip çıkmanın zorluğu meydandadır. Ama bütün bu zorluklara göğüs gererek bu uğurda mutlaka olağanüstü bir gayret gösterilmelidir.
Öyle inanıyorum ki, yakın bir gelecekte bu ülkede, genç-ihtiyar bizim insanımız, mutlaka kendi mûsıkî anlayışımız, mûsıkî zevkimizle bütünleşecek ve kendi mûsıkî deryamız içinde eriyip gidecektir, eriyip gidecektir ama, bizim sistemli gayretlerimizle… İhtimal işte o zaman, ülkemiz bu alandaki işgalden kurtulmuş olacak ve tekrar Itrî, Dede Efendi, Hacı Ârif Bey, Sadettin Kaynak, Münir Nurettin Selçuk gibi dâhi mûsıkîşinaslara kavuşacaktır.
Unutmayalım, bu bir ihtiyaçtır. Ve siz bunu meşrû bir çizgi içinde ele alıp düzenlemez iseniz, millet gider gayrimeşru bir çizgiye kayar.. kayar ve müzik diyerek çılgınlıklara ve hezeyanlara girer. Aslında böyle bir anlayışın psikiyatri açısından tahlilinin yapılması yararlı olur zannediyorum. Zira, böylesi çılgın şeylere müzik deyip, onunla tatmin olan, olabilen veya olduğunu zanneden insanların tavır ve davranışlarını normal kabul etmek oldukça zordur.
Yalnız şimdilerde bu düşünce birdenbire hüsnükabul görmeyebilir. Ama unutmayalım; her yeni düşüncenin topluma mâl edilmesinde böyle bir süreç yaşanmıştır. Dün bu ülkede ilim ve irfan yuvaları açan, ehl-i himmet, ehl-i gayret insanlar, senelerce bir iki insanla teselli olmuşlardır. Kimse yanlarına uğramamış; hiç kimse onları kabullenememiş. Ne var ki onlar, yılmadan, usanmadan doğru bildikleri yoldan ayrılmamışlar; Allah da onlara sadakatlerinin mükâfatını vermiştir. Aynen bunun gibi, mûsıkî adına kendimiz olma yolunda yapacağımız düzenlemeler de birdenbire bir patlamanın, toplumca ona sahip çıkılmasının ve milletçe desteklenmesinin beklenmesi, acelecilik olsa gerek. Evet, bize, doğru bildiğimiz yolda yürümek düşer. Alınmadan, fedakârca doğru bildiğimiz yolda ilerleyerek, yapmamız gerekli olan şeyleri yaparak yürümek.
* * *
Tv ve radyo programlarında bugün dinlenilen, kabul edilen müzik türlerine yer vermede toplumun bütününü objektif olarak düşünme ve değerlendirme mecburiyetindesiniz. Ne tv’leri, ne radyoları bu işten tecrit edemezsiniz. Aksine davranacak olursanız kendinizi toplumdan tecrit etmiş ve sadece sizin gibi düşünen üç-beş insanla baş başa kalmış olursunuz. Onun için toplumun kabul ettiği müzik türlerinden zararsız olan veya daha az zararlı eserleri icra ederek, onların ihtiyacını karşılayacak ve böylece, bu alanda da mesajınızı vermiş olacaksınız. Unutmayalım, bu sahada emin eller toplumun bu ihtiyacını karşılamazsa, emin olmayan ellerde toplum dejenerasyona uğrar.
Toplumun bütün kesimlerinin veya milletin her ferdinin sizin gibi olmasını bekleyemezsiniz. Kur’ân dinlemekle tatmin olan, ilâhilerle bu ihtiyacını karşılayanlar olduğu gibi, daha farklı mülâhazaları paylaşanlar da vardır. Öyleyse, kendi öz mûsıkîmizle değişik sapıklıklar içinde çırpınan ve tatmin peşinde koşan gençlerimizin imdadına yetişme mecburiyetindeyiz.
Evet, mûsıkî dinleme, şehvet, hırs, nefret, kin vs. gibi insan tabiatında var olan bir şeydir.. ve hilkat itibarıyla da güzeldir. Çirkin olan, insanın zaaflarıyla onları yanlış yere yönlendirmesidir. İradesiyle, kemalâtına medar olabilecek iyi şeyler yapma yerine onlarla kötü şeyler peşinde koşmasıdır.
* * *
Müziğe yakın olan bir dimağ dünyada her şeye yatkın olur. Zira müzik incelik ister, esneklik ister, duyarlılık ve mükemmel bir his yapısı ister. Bu açıdan herkesin yapabileceği bir şey değildir o. Hatta diyebilirim o, heykeltıraşlıktan, ressamlıktan çok çok ileridir. Onun için sanat kabiliyeti olmayan bir insanın müziğe uyum sağlayabilmesi, müzik yapabilmesi âdeta imkânsızdır. Bu tespite bağlı olarak denilebilir ki, kadının fıtraten duyarlı, hassas olması mûsıkî adına bir avantajdır. Belki bu sebeple bayanlarda müzik kabiliyet oranı erkeklerden daha fazladır.
* * *
Klasik Türk sanat mûsıkîsinin insanlara belli bir seviye kazandırdığı çoklarının kabul ettiği gerçeklerdendir. İcra edilen mûsıkînin derinliklerine inebilen, ondaki incelikleri kavrayabilen şahıs, bir müddet sonra belli bir inceliğe ulaşabilir ve üzerindeki bedevîliklerden uzaklaşabilir. Ve bana göre bu ikisi arasında telâzum vardır. Yani mûsıkî inceliği, zerafeti hatta estetiği.. bu hususlar da mûsıkîyi gerektirir. Ruh inceliğinden mahrum kaba hislerin bahsimizden hariç olduğu bilinmelidir. Neticede ruh bütünüyle nezaket, nezahet ve zarafet kesilir. Yalnız bu neticeye ulaşabilmek, ruh-efzâ mûsıkîyle çok uğraşmaya ve hakikî mûsıkîşinaslarla oturup kalkmaya, sözden-sazdan ziyade ruha, mânâya yönelmeye bağlıdır.
Klasik Türk sanat mûsıkîsinin bu ruhu insana kazandırdığı her zaman söylenebilir. Ancak şu da unutulmamalı ki, bu işin kaynağı tekye ve zaviyelerdi. Bu müesseseler gerçek misyonlarından uzaklaşıp, miskinler otağı hâline gelince, sanat müziği çok önemli bir kaynağını kaybetmiş oldu. Bundan sonra da millet, tekrar bedevîliğe dönerek davul-zurnadan zevk almaya başladı. Bir diğer ifadeyle davul-zurnanın temsil ettiği ruh hâlini yaşayan insanlar etrafı doldurdu. Davul-zurna ile kaba duyguların gürültülü dünyalarını kastediyorum. Şimdilerde de aynı şey söz konusu ama, ben şahsen bütün bütün ümitsiz değilim.
Mûsıkîdeki bu keyfiyet bunalımının, bir gün mutlaka sona ereceğine inanıyorum. Zira sosyolojik ve tarihî bir gerçektir ki, başta İslâm ve daha sonraki dönemlerde Osmanlı olmak üzere, dünyanın kaderinde hâkim olmuş bütün milletler böyle bir bunalımın peşi sıra doğmuştur. Tıpkı karanlığın son perdesinin aydınlığa menfez teşkil etmesi gibi. Meselâ, Osmanlı’nın bidayetinde, herkes muhtaç olduğu ruh ve mânânın Osmanlılar tarafından temsil edildiğini görünce, ona sahip çıkmış ve onun etrafında halkalanmıştır. Böyle bir halkaya katılmayanlar ise, kemmiyetin bunaltıcı atmosferi içinde eriyip gitmişlerdir.
Şu anda, birçok medeniyete beşiklik yapmış Anadolu topraklarında, hızla öze dönüşün yaşandığı yeni bir diriliş döneminde sayılırız. Bu diriliş, toplumun bütün ünitelerinde birlikte yürüyor. Mûsıkînin de bundan nasibini aldığı ve alacağı muhakkaktır. Nitekim sanat müziği alanında yapılan çalışmalar da bunun bir göstergesidir. İnşâallah buna, bugünkünden daha fazla seviye kazandıracağımız günler de gelir ve bizim olan bu mûsikî ile akıl, kalb, ruh geliştirilir.. iç ve dış derinliğine ulaşmış seviyeli insanlar yetiştirilir.. dünya ve ukbâyı denge içinde yürüten alperenler de bu sahanın temsilcisi olur.. ve yeniden Dede Efendiler, Itrîler ufkumuzda arz-ı didar eder. Fakat bu arada yukarıda bir cümle ile temas ettiğim şu husus da kat’iyen unutulmamalıdır. Osmanlı döneminde bunun kaynağı tekye ve zaviyelerdi. Dolayısıyla şimdi de tekye ve zaviyelerin misyonlarını üstlenecek ve mûsıkînin şekillendireceği insanlara kaynaklık edecek kuruluşların olması şarttır. Sadece sokaktaki insanlarla, yukarıda arz etmeye çalıştığımız hususların gerçekleşmeyeceği herhâlde izahtan vârestedir.
Türkiye ve Konumu
Türkiye içte ve dışta meydana getirilen hâdiselerle hep kapalı bir fanus içinde tutulmaya çalışılmaktadır. Buna ilaveten bir kısım devlet ricali misak-ı millî sınırları ile çizilen dairede kalmayı, çevremizle alâkadar olmama şeklinde yorumluyorlar. Şahsen ben, dünya çapında siyasî bir mülâhaza takip edilmesi gerektiğine inanıyorum. Bunu gerçekleştireceğimiz âna kadar da bu kapalı fanusun içinde kalacağımız kanaatini taşıyorum.
Mühim bir zatın tespitine göre, Mustafa Kemal “Yurtta sulh, cihanda sulh.” sözüyle tamamen içe kapanık bir siyasî anlayış kastetmemiştir. Mustafa Kemal, Mark Artur’un, Türkiye’yi ziyaretinde ona: “Türkiye’nin bu hâliyle ayakta kalabilmesi, başta adalar probleminin çözülmesine, Balkanlar’daki Türk haklarının geri verilmesine ve Musul-Kerkük gibi yerlerin Türkiye’ye iltihak edilmesine bağlı…” olduğunu söylemiştir. O, böylesine önemli bir fikri, daha Japon Savaşı meydana gelmeden önce ifade ettiği hâlde, –maalesef– bu düşünce, sadece askerî arşivlerde saklı kalmış ve rical-i devlet tarafından da kaale alınmamıştır.
Önemli bir konuma sahip olan Türkiye’nin, komşularıyla kat-ı alâka edip, misak-ı millî ile çizilen sınırlar içinde, kendi kabuğuna çekilerek varlığını sürdürebilmesi kat’iyen düşünülemez. Kanaatimce bu konumdaki bir ülkenin, en başta yapması gerekli olan şey; kendi ülke insanını çağıyla hesaplaşmaya hazırlarken, günün müsaade ettiği ölçüde, çevresini bir güven hâlesi hâline getirmektir.
Evet, ülke insanının bu düşünce istikametinde yetiştirilmesi şarttır. Bu gerçekleştiği takdirde şimdi 23 Nisanlarda çocukların birbirlerine salladıkları bayraklar, toplumun tüm katmanlarına yayılır. Böylece hep birlikte, yıllardır aldatılmanın ezikliğini, üzüntüsünü üzerimizden atarak, asırlardan beri kanımızı bir sülük gibi emen ve iflahımızı kesen düşmanlara aynı tavrı sergileriz –inşâallah–.
Şahsen ben özellikle son yıllarda, bazı çevrelerin birtakım eğitim ve kültür faaliyetleriyle dünyaya açılmalarıyla bunu gerçekleştirebileceklerine inanıyorum. Zaten bu faaliyetler, “Türkiye kapalı bir fanus içindeydi, bu tür çalışmalar Türkiye adına iyi oldu…” gibi ifadelerle artık takdir görmektedir.
Ayrıca, Türkiye’nin, bu ülkelerde güçlü lobiler teşkil etmesi de, onun geleceğini –sebepler planında– garanti altına alması açısından çok önemlidir. Günümüzde ücretle çalışan birkaç sûrî kuruluş dışında, Türkiye’yi dünyada destekleyip savunan lobilerin var olduğu söylenemez. Eğer bu ülke, “devlet-i ebet müddet” olma düşüncesinde ise, her yerde gönüllü lobilerinin olması zarurîdir. Öyle ki, dünya çapında bir ambargo bahis mevzuu edildiği zaman, Asya bütünüyle inlemeli.. bu inleme ta Pasifik’te mâkes bulduğu gibi, Amerika, İngiltere vb. ülkelerde de ses getirmelidir. Gerektiğinde, kendi üslûbumuza uygun bir şekilde sokağa dökülerek mitingler tertip edilmeli, gerektiğinde de o ülkelerin idarî makamları bu lobiler tarafından yönlendirilmelidir.
Ayrıca ben, “İslâm Ortak Pazarı” türünden, şimdilik hayal olan şeyler üzerinde durmanın bir faydası olduğuna inanmıyorum. Aksine bunların, düşmanları teyakkuza geçirme açısından zararı bile olabilir. Bu tip organizelerin ile’l-merkez güç ile zamanla kendi kendine teşekkül edeceği kanaatindeyim. Çünkü bu İslâm ülkeleriyle aramızda tarihî ve dinî bir bağ vardır. Fakat Orta Asya ülkeleri için aynı şey düşünülemez. Batılı bazı devletler, bu ülkeler bağımsızlığına erdiği günden beri, onların içine sızmaya çalışmakta.. çeşitli vesilelerle bu ülkelere girip, kendilerini empoze etmektedirler. Öyleyse bu tarihî fırsatlar mutlaka değerlendirilmelidir. Aksi hâlde, dönüşü zor olan bir sürece girilmiş olacaktır. Bu itibarla da, eğitiminden, ekonomiye, ondan da kültür faaliyetlerine kadar bu ülkelerin gelişmesine öncelik verilmeli ve onlara her zaman arkalarında olduğumuz hissettirilmelidir.
Düşünce ve Şahsiyet Kayması
“Hakkın olacak işler
Boştur gam u teşvişler (telâş)
Ol hikmetini işler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
…………
Deme şu, niçin şöyle
Yerincedir o, öyle
Bak sonuna sabreyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
…………
Nâçâr kalacak yerde
Nâgâh açar ol perde
Derman eder ol derde
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.”
İbrahim Hakkı kâinatta cereyan eden her hâdiseye karşı bakış açısını bu ifadelerle dile getirir. Aslında bu “Sizin kerih gördüğünüz nice şeyler vardır ki, onlar sizin hakkınızda hayırlıdır. Yine sizin hayır zannettiğiniz nice şeyler vardır ki, onlar da şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”6 âyetinin muhtevasını yansıtmaktadır. Evet, başa gelen nice şeyler var ki, insan bazen onları kabullenmekte zorlanır. Hâlbuki musibet görünümlü ve dış yüzü itibarıyla fevkalâde nâhoş olan bu şeyler, şayet bizim metafizik gerilimimizi artıracaksa; artırıp kendimizi yeniden gözden geçirmemize sebep olacaksa, hatta günahlara karşı yeni bir tavır ayarlaması yapmamızı sağlayacaksa, bütün bunlar bizim için mahz-ı hayır demektir. Aksine bunlar, dünyada kaybetmemizin yanı sıra, ahiret kaybını da netice verecekse, eyvah! İşte o, “hüsran içre hüsran”dır.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) musibet televvünlü işler öncesi ve sonrasında, hep Allah’a teveccüh etmiştir. Meselâ, gökte siyah bir bulut belirince Efendimiz’in –tabiri caizse– beti-benzi atmış ve hemen secdeye kapanmış, kendini duaya salmıştır. Zira bu bulut, daha önceki ümmetlerin helâkına sebebiyet veren bulut gibi olabilir..7 O’ndan bu dersi alan Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer ve Bediüzzaman’a gelinceye kadar niceleri, yüzlerini Rabb-i Ecell-i A’lâ karşısında hep yere koymuş ve “Bizim günahlarımız yüzünden ümmet-i Muhammed’i helâk etme Allahım!” diyerek dua dua yalvarmışlardır. Rica ederim, bu büyük zatlar, kendileri hakkında böyle düşünüyorlarsa, bizim nasıl düşünmemiz lâzım? Oturup durumumuzu bir daha gözden geçirmemiz icap edecek. Her ne ise, onu da sizin irfan dolu düşünce dünyanıza havale ediyorum.
Yalnız burada çok önemli bir hususa işaretle yetineceğim. O büyük zatlar kendi haklarında böyle düşünebilirler ama, biz onlar hakkında böyle düşünemez ve bunun kat’iyen böyle olduğunu ifade edemeyiz. Onların kendilerini bu kabîl sorgulamaları, hâdiselere mukarrabîn perspektifinden bakmaları itibarıyladır.
Evet, Üstad Hazretleri’nin yaklaşımları içinde, bir topluluğun başına gelen olumsuz şeyler, başta bulunan insanlar yüzündendir. Savaş sonrası galibiyet bütün orduya, ama mağlûbiyet komutanlara mâl edilmelidir.8
Hâsılı, düşüncede doğruyu bulma çok önemlidir. Bunu bulma yoluna isterseniz kalb metodolojisi de diyebilirsiniz. Yani bir şeyin doğru veya yanlış olduğuna dair yapılacak değerlendirmelerde ölçü ve kıstasların bulunduğu ve kalbin tatmin olup ya da olmamasını netice veren kalb metodolojisi. İşte bu ölçülerin yerli yerine oturmasına paralel, zamanla o kabîl hâdiseler karşısında, davranışlar da, takınılan tavırlar da düzgün olacak ve şimdilerde hemen her gün etrafımızda görerek eksikliğini daha çok hissettiğimiz düşünce kaymalarından da, bundan kaynaklanan şahsiyet kaymalarından da kurtulacağız inşâallah!
Terörün Kaynağı ve Amacı
Türkiye belli dönemlerde çeşitli güçler tarafından kıskaca alınmış ve düşmanları tarafından kendisine hakk-ı hayat, hakk-ı hürriyet tanınmak istenmeyen bir devlettir. Ne var ki Türkiye, Allah’ın izniyle bu gayeye matuf önüne çıkartılan engelleri teker teker aşarak bugünlere kadar gelmiştir. Türkiye, büyüklüğe sıçrama ve önemli bir konuma yükselme noktasında çok büyük avantajlarla karşı karşıya gelmiş sayılır. Ancak, dünyada güç ve kuvveti elinde bulunduran devletler, Türkiye’nin bu avantajları değerlendirmesini istememekte ve bunun için de içte ve dışta Türkiye’nin başına bin bir türlü gaileler açmaktalar.
Evet, bu gailelerle uğraşan, güven vaad etmeyen, siyasî ve iktisadî alanda çalkantılar yaşayan bir Türkiye, hassaten kendisiyle entegrasyona hazırlanan devletleri tatmin edemeyecek ve Türkiye’nin bu manzarası onların dışa yönelmelerine sebep olacaktır. Hâlbuki böyle bir aşamada, liderlik rolünü üstlenebilecek bir ülkenin, önce kendi içinde, sonra etrafında emniyet ve istikrar unsuru olması gerekir.
İşte bu gerçeği çok iyi bilen Batılı devletler, Cihan Harbi öncesi, Osmanlı Devleti’ne yapılan müşterek taarruzlar gibi, bölgede muvazene unsuru olan devletimizi yıpratma ve bölge devletlerini başka arayışlar içine itmeye yöneltme gayesiyle PKK ve emsali terör örgütleri başta olmak üzere bin bir türlü problemi başımıza musallat etmekteler. Türkiye’nin kendi iç bünyesinde 8-10 senedir terörle uğraşması, ekonomik ve sosyal sıkıntılar, siyasî istikrarsızlıklar meydana getirmenin yanında, dış dünyada itibar kaybına vesile olmuştur. Ne yazık ki, başta siyasilerimiz olmak üzere, dış politika bürokratları, ilim adamları ve gazeteciler terör hâdisesinin bu boyutuna hiç ehemmiyet vermediler. Bana kalırsa bir ölçüde fark bile edemediler. Hâlbuki bir siyasî liderin ifadeleri içinde, Türkiye tarihte ancak birkaç defa doğabilecek böyle bir “Dünya Devleti” olabilmek fırsatını yakalamıştır. Ve acıdır, içerideki bu terör belası, Türkiye’nin onu değerlendirmesine mâni oldu ve olacak. Ancak o fırsat henüz bütün bütün kaçırılmış sayılmaz. Ne var ki, önce terörün kökünü kazıyabilecek etkin önlemler almak gerekir. Bu da terörün sebeplerini iyi teşhis edebilmekle mümkündür.
Öte yandan, kendi basiret ve firasetsizliğimizi, terörü bütünüyle dış güçlere fatura etmekle kapatmaya çalışmadan vazgeçmeliyiz. Bu konuda tek merkezden senaryolar hazırlanmış olabilir ama, o senaryoları içeride oynayan piyonlar, canlandıran aktörler vardır ve onlar bizim insanımız. Ayrıca bu senaryoların oynanabileceği zemin ve vasatı devlet ve millet olarak yıllar süren ihmalimizle biz hazırladık. Bu açıdan terörü önlemek denilirken, bu hususun da gözardı edilmemesi gerekir.
Yobaz – Gerici
Siyasî, gayrisiyasî bir kısım düşüncelere angaje olmuş insanların evrensel değerleri anlayıp onlara sahip olmaları mümkün değildir. Açık bir zihin, engin bir his ve salim bir mantıktan mahrum olan bu dimağlar, âdeta kapalı kapılar arkasında mahpus ve ışığın zerresinin dahi sızmadığı panjurlarla çepeçevredirler.
Kendi fikrî saplantılarından başka bir şey kabul etmeyip, sadece kendi yaptıklarının doğru olduğunu savunan bu insanlara, birilerinin “yobaz, gerici” diye ifade ettiği tabirler, gerçi uygun düşmektedir! Ama gel gör ki bu tabir, günümüzde mahfil sapmasına uğramış ve başkaları için kullanılmaktadır. Evet, bu tabirle haksız yere Müslümanlar itham edilmektedir. Hâlbuki bunun gerçek muhatabı kat’iyen Müslümanlar değildir.
Hırs, Harîs ve Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem)
Bir âyet-i kerimede Allah Resûlü’nün, âyetin nazil olduğu dönem itibarıyla sahabeye, umumî mânâda da bütün ümmet-i Muhammed’e karşı çok harîs olduğu belirtilir.9 Harîs, bir şeyi hırsla isteyen demektir. Hırs ise, herkesin bildiği gibi bir hasaret sebebidir.10 Dolayısıyla bu küllî kaideyi vaz’eden ve yaşayarak bize gösteren Nebiler Serveri’nin harîs yani hırslı olması, insanı, başlangıcı ve sonucu itibarıyla hasarete götüren şeylerden olmasa gerek.
Evet, onun harîs oluşu, dünyaya ait şeylerde değil, bütünüyle iman ve imana taalluk eden hususlardaydı. Bu zaviyeden meseleye bakılacak olursa; Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) başkalarının imanlarını kurtarma mevzuunda çok harîsti. İmana uyananların, imanda terakki etmeleri hususunda da çok harîsti. Keza onların iman yolundan inhiraf etmemeleri mevzuunda da çok harîsti.. ve bilhassa umumî planda, topyekün insanlığın imandan nasiplerini almaları konusunda olabildiğine harîsti. Harîs adına arz ettiğimiz bu tevcihlerin her birisini Kur’ân’ın âyetleri ile temellendirebiliriz.
Yol Mülâhazalarından Bir Kesit
Bu ülkede şimdiye kadar bazı dindar kişiler, en azından kendileri gibi dinin amelî yanlarını hayatlarına tatbik etmeyen kişileri düşman olarak gördüler. Bazen onlara “karşı cephenin insanı” bazen “fasık”, bazen de “kâfir” diyerek, kendilerinden ve tabiî ki temsil ettikleri dinden onları soğuttular. Hâlbuki gerçek böyle değildi. Ne kendilerine kâfir denilenler kâfirdi, ne de Müslümanım diyen insanlar İslâm’ın hakikî temsilcileri. Bence bu mevzuda her iki taraf da yanılıyordu.
Pekâlâ, şimdi ne değişti? Bütün dünyada ciddî planda dine yönelişin yaşandığı, materyalizm, komünizm gibi sistemlerin sarsıldığı, yıkıldığı, metafizik dünyaya ait şimdiye kadar kapalı olan kapıların aralandığı bir zamanda, din adına söylenen her söz ve ortaya atılan her düşünce, değerlerüstü değerlere ulaştı. Sevgi, hoşgörü, müsamaha, diyalog vb. kavramlarla açığa çıkmanız, bunlarla dinin ruhunu ortaya koymanız, belki de yeni baştan, bir zamanlar Mevlâna, Yunus, Hoca Ahmetlerle temsil edilen Muhammedî ruhu terennüm etmeniz, o insanlarda –ki yıllardır kendilerine kâfir, fasık… deniyordu– bir rahatlama meydana getirdi, onların yüreğine su serpti ve etraflarına, “Yahu biz de Müslümanmışız!” dedirtti.
Evet, bu insanlar yıllardan beri, aslında bütün insanlığın dinden beklediği şeylerden mahrum yaşamışlardı. Şimdilerde böylesi düşüncelerin yaygınlaşması sayesinde herkes kendini bir kere daha yeniden hissetti. Demek ki, biz kendi düşünce dünyamız adına bu kadarcık olsun bir şey verememişiz onlara. Tabiî ki onlar da hep başkalarının tesiri altında kalmış ve bizi, dinimizi sevmemişler. Bana göre böyle küçük gayretlerle düşünceleri ve bir anlamda hayat felsefeleri değişen insanlar, daha büyük gayretler gösterilse sırat-ı müstakîmin ayrılmaz yolcusu olacaklardır.
Öte yandan din-diyanet adına sertlik, huşunet gösteren dindar insanlar varsa, bunların her biri, din adına sahip olduğu düşünceleri bir kez daha gözden geçirme ve kontrol etme mecburiyetindedirler. Onlar şimdiye kadar göstermiş oldukları sertlik ve huşuneti bir kenara itmeliler. Ebû Hanife, İmam Rabbânî, İmam Gazzâlî, Yunus Emre’nin dini kabulleniş ve uygulayışlarını baz alarak, eski düşüncelerini mutlaka sorgulamalılar.
Aksine bu yapılmadığı takdirde bazılarının çeşitli yollarla İslâm’ı hayata hâkim kılma düşünceleri bana göre İslâmî anlayış ve düşünceyi küçültecektir. Oysaki bize düşen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ufkunu yakalamaya çalışmaktır. O’nun ufkunda, yol mülâhazaları içinde en üst seviye de olsa dünyevî makamlara talip olma yoktur. Sadece ve sadece Allah’ın rızasına talip olma vardır.
Müsaadenizle bunu biraz daha açalım: Ben şahsen yolunda bulunduğumuz bunca hizmetler karşılığında kendisini çok sevdiğim ve hayran olduğum Fatih’in İstanbul’u fethetmesini, hatta çağ açıp kapatmasını bana verseler, niye böyle küçük bir şey verdiler diye homurdanırım. Çünkü ben, bundan daha büyük bir şeye; evet Allah’ın rızasına talibim. Burada yanlış anlaşılmalara sebebiyet veririm endişesiyle yani kendisini Fatih’in önüne koyuyor denebilir mülâhazasıyla meseleyi biraz daha tavzih etmek istiyorum. Fatih aslında yaptığı şeylerle büyük olsa da, esas yapmayı planladığı şeylerle büyüklerden büyüktür. İşte o, bu yanıyla Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebciline mazhardır.11 Yani Fatih, İstanbul’un ötesinde çok daha geniş dünyalara ve merkezlere açılmayı planlıyordu ve işte o, bu hülyaları itibarıyla büyüktü. Aslında onun dünyaya açılması, askerî bir fetih değil, bir insanlık mesajı ve gönülleri Allah’la buluşturma gayretiydi. O zamanın anlayış ve şartları gereği, böyle bir açılmada asker ön planda görünüyordu. Bugün ise, ilim, ikna ve ahlâk ön planda olmak zorundadır. Bana gelince ben de Fatih’in İstanbul’u fethetmesine değil, onun hülyalarına âşığım. Bir televizyon programında dediğim gibi, en yüksek dünyevî makam bile teklif edilse dönüp, “Yahu bu insanlar niye bana hakaret ediyorlar ki? Neden birkaç basamak aşağı inmemi teklif ediyorlar ki?” derim. Bence, Allah, insanın mahiyetine Cebrail’e ulaşma istidadını koydu ise –ki koymuştur– insan himmetini âlî tutup onu geçmeye çalışmalıdır.
Evet, makam sevdasıyla hareket edenler salim düşünemezler. Orada her zaman farklı entrikalar olur. Sözleriniz yanlış şekillerde yorumlanır… Hâlbuki tarih boyunca statik güçler, daima dinamik güçleri belirleyici ve harekete geçirici olmuşlardır. Gelecekte o anlayış ve o felsefenin çocukları kendi anlayış ve felsefelerini idarî bir sistem hâlinde uygulamaya koyacaklarmış veya koymayacaklarmış, bunlar beni hiç ilgilendirmez. Zannediyorum Ufuk Turu’nda belirtmeye çalıştığımız bu ve buna benzer düşünceler çoklarının dikkatini çekmiş olacak ki, İslâm objektivizminin, evrenselliğinin günümüze aksettirilmesi değerlendirmesini yaptılar. Hâlbuki bu evrensellik bize ait değil, o dinimizin enginlik ve derinliğinden kaynaklanmaktadır. Bize de bunu ifade etmek düşmüş, hepsi o kadar. Biz insanlığın hayranlık duyduğu Ahmed ü Mahmud u Muhammed Mustafa’nın kapı kullarıyız.
Şaşırtan Manzaralar
Toplumumuz içinde dinin amelî hükümlerini bilmeyen, yaşamayan bazı insanlar, dine çok samimî ve yürekten inanmışlar.. inanmış ve mensup olduğu camia içinde, o kadarcık bir inançla dahi olsa dinin âdeta sesi soluğu olmuşlar. Son aylarda, toplumumuzun değişik kesimlerine açılma vetiresinde bunları açık-seçik müşâhede ettik. Öyle ki, yıllardan beri bize dinsiz-imansız olarak anlatılan, daha doğrusu öyle lanse edilen bazı sanatçıların dine olan inancını, yürekten bağlılığını görünce –ameli olmasa dahi– şaşkınlık ve hayranlığımı gizleyemediğimi itiraf etmeliyim. Meselâ, 45 dakikalık bir programını milyarlarla ifade edilen rakamlara satan meşhur bir komedi sanatçısı, kalktı medya diliyle “Ben Ramazanda orucumu tutarım.” dedi. Bir müzik sanatçısı ise, kendisine “Size Türkiye’nin Yusuf İslâm’ı nazarıyla bakabilir miyiz?” sorusuna “Hayır, bakamazsınız. Çünkü Yusuf İslâm önce Hristiyandı sonra Müslüman oldu. Ben ise zaten Müslümandım.” cevabını verdi. Bunlar yüreklerdekini açığa vurma adına ne müthiş soluklardır.
Ayrıca bunlar, sanat, müzik, spor camiasında Rabbimiz’in adını duyuruyorlar. Öteden beri hep arz ederim, eski yıllarda da çok söylemişimdir: “Allah bana imkân verse de tiyatro sahnelerine çıksam ve bir defa da orada Allah’ın adını haykırıp insem.” Fakat şimdi o sahnelerin zirvelerini tutmuş pek çok kimse, Allah, peygamber, din diyor. Bugünleri bizlere gösteren Rabbimiz’e binlerce hamd ü senâ olsun!
Evet, bence toplumun her kesiminde ciddî bir rehabilitasyona ihtiyaç var. Bu vesile ile Yüce Rabbimiz’in adı dilden dile, gönülden gönüle aktarılır. Evet, mühim olan, her insanın istidadı ölçüsünde Rabbisini anlatmasıdır. Rabbim muvaffak eder ya da etmez, o, O’nun bileceği iştir. Biz vazifemizi yapıp, şe’n-i rubûbiyetin gereklerine karışmama kararındayız.
Seviyeli Temsil ve Vaad Ettikleri
Günümüzde ulûhiyet ve nübüvvet gerçeğinin ayrı ayrı düşünülmesi, peygamberlerin, Allah’la insanlar arasında bir hayt-ı vuslat veya bir başka ifadeyle sema ile arzın buluşmasını temin eden kişiler olduğunun bilinmesi, nübüvvet gerçeğini hakikî mânâda idrak edemeyen insanların tekrar salim düşünceye dönmelerine ve hakkı bâtıldan ayırmalarına vesile olabilecektir.
Diğer bir mesele de, bugün hemen bütün dünya ülkelerinde dine karşı bir yumuşama söz konusudur. Bu yumuşama –bana bir zamanlar– bizim Batı üstünlüğü karşısında yediğimiz şokun neticesi olarak, içine girdiğimiz arayışı hatırlatmaktadır. Aslında bu yumuşama süreci; komünizmin, tarihî maddeciliğin, ateizmin.. aklen ve fikren yetmezliğinin hissedilmesiyle başlamıştır.
Şimdi böyle bir yumuşamanın, içinde bulunduğumuz coğrafyada olduğu şekliyle, bütün dünyada olması isteniyorsa, doğusu ve batısıyla insanların bir arayış içine girdikleri şu dönemde Müslümanların, Müslümanlığı temsili meselesini tekrar gözden geçirmeleri gerekecektir. Bu temsilin seviyeli olması nispetinde, Efendimiz’e her yerde; “Hazreti Muhammed” denecek, hatta O’na saygının ifadesi olarak, “sallallâhu aleyhi ve sellem” de eklenecektir. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.
Evet, o zaman yeryüzünde bu kadar çözüm bekleyen meseleler karşısında bu insanlar, “Hele bir de Kur’ân’a bakalım…” diyecek ve onun o engin düsturlarıyla, hayatları arasındaki münasebetleri bir kere daha duyacaklardır. Ancak unutmayalım ki, bütün bunlar, Kur’ân’ı çok iyi temsil eden, Kur’ân’a gönül vermiş, Allah’a kavuşma arzu ve iştiyakı ile dopdolu, davranışlarında ihlâs ve samimiyet nümâyân olan insanlar tarafından gerçekleştirilecektir.
Aksi hâlde, hâlihazırdaki durumumuz itibarıyla, temsildeki zaafımızla yaşamaya devam edecek ve sadece hayal ve hülyaların peşinden koşmuş olacağız.
İlim Düşüncesi
İlim düşüncesinin gelişmesi ve herkese mâl olabilmesi, ilim sahiplerinin havass-ı hamse-i selime, akl-ı selim ve Batılıların akıl erdiremedikleri haber-i mütevatiri iyi değerlendirmesine bağlıdır. Ayrıca metot, metodoloji, sistem, kararlılık, ısrar ve aşk da meselenin ihmal edilmemesi gereken önemli unsurlarıdır. Evet, ilim düşüncesiyle, ilim aşkı arasında –eski ifadesi ile– telâzum vardır. Yani aşk bahis mevzuu olmazsa, ilim düşüncesi çok ciddî yara alacak ve onunla hedeflenen noktalara ulaşılamayacaktır.
Toplumun her kesiminde hatta her bir ferdinde ilim düşüncesinin yaygınlaştırılması nispetinde o toplum, ilmin zirvelerine ulaşma adına daha şanslı hâle gelir. İstidatlı, metodolojiye açık, sistemli çalışabilen, mesaisini iyi tanzim eden, müşâhedelerini iyi değerlendirebilen, aklını iyi kullanabilen, haber-i mütevatirden çok iyi istifade eden insan sayısının artması ölçüsünde hedefe ulaşma kolaylaşır. Batı Rönesansının arkasında ilmin yaygınlaştırılması meselesi olduğu gözardı edilmemelidir. Öyle ki, sadece üniversitelerde veya devletin tesis ettiği laboratuvarlarda değil, herkes kendi evinde ilim adına bir hedefe ulaşmaya çalışmıştır. Böylece mesele, fantastik ve aristokrat bir meşgale olmaktan çıkmış, halka mâl olmuştur. Evet, bilim tarihi müşâhede edildiği zaman görülür ki, Batı’nın hemen her ülkesinde çok iptidaî vasıtalarla bile devamlı araştırma yapılmıştır. Ben, bizim dünyamızda bu hususta henüz ciddî bir düşüncenin geliştirildiği kanaatinde değilim.
Son zamanlarda her ilde bir üniversite açma düşüncesi var ve bu bir nispette gerçekleştirildi. Fakat maalesef üniversite merkezleri dahil ciddî araştırma merkezlerinin olmadığı, hatta üniversitelerde ilim adına şablonculuktan henüz kurtulamadığımız rahatlıkla söylenebilir. Buna göre, bazı mütehassısların da ifade ettiği gibi “Araştırmaya yönelik imkânlar olmayınca eğitim müesseseleri dejenere oluyor, ilim ahlâkı bozuluyor, ilme karşı saygı azalıyor.. neticede seviyesiz insan yetişiyor ve kat’iyen istikbal vaad etmiyor. Bu ise kaynak, zaman, iş gücü israfından ve kendimizi kandırmaktan başka bir şey değildir.” düşüncelerinden hareket edip, eldeki imkânlar ölçüsünde belli merkezlerde içinde çok çaplı ve çok yönlü araştırma merkezleri ihtiva eden üniversiteler açılmalıdır.
Burada dikkat edilmesi gereken ayrı bir husus, herkesin kabiliyetleri, istekleri doğrultusunda çalıştırılması ve yönlendirilmesidir. Kim bilir, kalbinde hadis sevgisi olanlarla azıcık meşgul olunsa, onlara yol ve yöntem öğretilse, belki de onların içinde Buhârîler, Müslimler, Ebû Dâvûdlar çıkacaktır. Bu yönlendirme düşüncesi hayata geçirilmediği takdirde bu istidatların kendiliğinden ortaya çıkmasını beklemek safdilliktir. Evet, herkes kendi istidadına uygun olan dalda başarılı olabilir. Ve bu umumî kaidenin istisnası azdır.
Öte yandan her başarı, çalışan insan için bir primdir. Hatta insanlarda çalışma aşkı olunca dünyevî hiçbir şey kazanmasalar bile hayatlarının sonuna kadar bu yoldan vazgeçmezler. Pasteur, Freud, Einstein, Edison ve daha niceleri hayatlarını daima sıkıntılar içinde geçirmişlerdir ama, ilim aşkı ve ilim zevki onlara bu yolda ilerlemeleri için yetmiştir.
Hâsılı, toplum çapında herkes için bir gaye-i hayal olursa, nefislerin enelere dönmesi ve toplum bazında bir egoizmanın hâkim olması söz konusu olamaz.12 Aksi hâlde insanlar, o gaye-i hayali bulacakları âna kadar her şeyi benliklerinin etrafında örgüleyecekler ve onlar içinden, Pasteurlar, Edisonlara, Ebû Hanifelere, Birunîlere bedel, sadece kendi nefsini düşünen bir kısım egoistler, kendini beğenmiş hastalar ve dünyanın tamamını verseniz yine tatmin olmayacak ucûbe insanlar çıkacaktır.. ve maalesef bizim toplumumuzun yakın dönem itibarıyla yaşadığı ruh hâleti de budur.
Tabiatı Koruma Bir Vecibedir
İnsanoğlu, mebdei itibarıyla Cennet’te yaratılmış, sonra ilâhî emre uymama (oradaki umumî âhenge de denebilir) sebebiyle Cennet’ten çıkarılmış ve bu yeni âleme gönderilmiştir.13 Bu itibarla da o, dünyada yaşadığı sürece, hep çıkarılmış olduğu Cennet’i arzu etmiş ve edecektir.
Evet, âyet ve hadislerde bin bir güzelliğiyle tasvir edilen bu yer, sürekli insanların rüyalarına girmiş, hülyalarını süslemiş, destanlarına konu olmuş ve hep ulaşılması gerekli bir hedef gibi resmedilmiştir. O kadar ki bizler çoğu zaman, müşâhede ettiğimiz güzel bir yerin tasavvurlar üstü güzelliğine dikkat çekmek için, “Cennet gibi” tabirini kullanarak, bu iç tutkumuzu vurgulamaya çalışırız.
Aslında insanoğlunun üzerinde neş’et edip hayata uyandığı yer de, işte böyle “Cennet” gibi bir yerdir. Kim bilir belki de onun izdüşümüdür. Ama ne acıdır ki, bilerek veya bilmeyerek tali’siz bir devreden sonra insanoğlu, içinde yaşadığı bu cenneti kendi elleriyle tahrip etmiş, içinde yaşanılmaz hâle getirmiş ve şimdilerde “Yitirilmiş Cennet” tasvirleri yaparak yeni bir arayışa girmiştir.
Türkiye, içinde bulunduğumuz bu zaman diliminde bahsettiğimiz tali’sizliği yaşamıştır. Bugün sadece Türkiye değil, onunla beraber aynı kaderi paylaşan bütün batı–doğu ülkeleri aynı hicran ve aynı arayış içindeler.
Şimdi de dinî değerlerimiz açısından tabiatın tahribi ya da korunmasına yönelik esaslara bir göz atalım:
Öncelikle Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyayı teşrif buyurduğu mekân, çöllerle kaplı bir alandı. Allah Resûlü çölle çevrili olan bu mekânı dünyevî anlamda bir cennete çevirmek için, Kur’ân’ın işârî ve sarih beyanlarının yanında birçok fiilleri, sözleri ve takrirleriyle ısrarla üzerinde durmuş ve sık sık onu vurgulamıştır. O’nun tabiatı koruma adına göstermiş olduğu bu hassasiyet, bugün ekolojik dengeyi korumak isteyen vakıf, dernek ve kuruluşların hassasiyetinden çok çok ileridedir. Meselâ, Nebiler Serveri, sıtma ve verem hastalıklarının kol gezdiği, belli ölçüde yeşillik olsa da, tam dengenin olmadığı Medine’ye hicret eder etmez, “Allahım! Hazreti İbrahim, Mekke’yi harem bölge ilan etmişti. Ben de Medine’yi harem bölge ilan ediyorum.”14 buyurmuştur. Harem’i, bugünün anlayışıyle izah edecek olursak, ona geniş alanlı “millî park” denebilir. Zira Allah Resûlü bunu izah ve şerh eden beyanlarında “Otları koparılmaz, ağaçları kesilmez, hayvanları öldürülmez.”15 buyurmuşlardır. Hatta sahabe-i kiramdan bazıları kuyumcu ve demircilerin kullandığı, mezar ve çatılarda da ona ihtiyaç duyulan “İzhir otu ne olacak?” diye sorduklarında, Allah Resûlü önce duraklamış, sonra da “İzhir bu hükümden istisna.”16 buyurmuşlardır.
Yine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hayber savaşında, daha önceki dönemler itibarıyla Müslümanlara her türlü kötülüğü yapmış olan Yahudilerle muharebe ederken, mancınıklarla kale içini dövmekten başka çarenin kalmadığı bir anda, ağaçların kesilmesi ve kütükler hâlinde kaleye atılması noktasında yine beklentiye girmiş ve tereddüt geçirmiştir.17 Aynı endişeyi Nebiler Serveri, ekinlerin yakılması hususunda da göstermiştir.18 Hâlbuki, bugün galibiyet ya da mağlûbiyetin bahis mevzuu olduğu böyle bir yerde ekinlerin yakılması da, ağaçların kesilmesi de tereddütsüz tecviz ediliyor. Ayrıca hac veya umre için ihrama giren kimselerin, Harem dahilinde hayvan öldürmesi, ağaçları kesmesi, otları koparması yasak edilmiştir.19 Bu yasak fiillerin İslâm hukukundaki adı cinayettir.20 Bu cinayetleri işleyen insanlar, mutlaka günahlarının affı için Rabbilerine yalvarıp yakarmak zorundadırlar. Tevbe, bu günahın affedilmesi için asıl şart iken, bundan başka bir de insanın sadaka vermesi dinî bir hükme bağlanmıştır. Sadakanın sınırı ise, fidye miktarından, koyun kurban etmeye ya da telef edilen şeyin kıymetini vermeye kadar geniştir.21
Buna göre, eğer Allah Resûlü, o dönemde çölün merkezi olan Yemen’de bulunsaydı, orayı da yeşillendirmek ve Cennet hâline getirmek için gerekli olan her şeyi yapacaktı. İşte şu beyan O’na aittir: “Kimin elinde bir fide varsa, kıyamet kopacak da olsa, onu dikmeye gücü yeterse mutlak diksin!”22
Bir dönemde bu hususları nazara alan bizim insanımız dünyalarını cennetlere çevirmişti. Hatta İsmail Hâmi Danişmend, biraz mübalağalı da olsa bir eserinde, “Medine’den San’a’ya, oradan Hadramevt’e kadar, seyahat eden bir insan, başına güneş değmeden, gölgelikler arasında seyahat edebiliyordu.” der.
Hâsılı, tabiatı koruma, onu muhafaza etme düşüncesinin topluma mâl olması çok önemlidir. Böylece, işe sahip çıkan insanların çokluğu nispetinde, neticeye daha çabuk gidilebilir. Ve kim bilir belki de işte o zaman insanoğlu “Yitirilmiş Cennetlere” tekrar kavuşabilir.
İnhitatımızın Perde Arkası
Bediüzzaman Hazretleri, daha Meşrutiyet yıllarında bu milleti bitiren cehalet, zaruret ve tefrika gibi üç esastan bahseder.23
Nizamiyeler’in kurulmasıyla, fünun-u müspete, büyük ölçüde medreselerden kovulmuş, İslâm’ın ruhî hayatı diyebileceğimiz zühd, takva… gibi esaslar da, yine aynı nispette bir kenara itilmiştir. İmam Gazzâlî’nin İhyâu ulûmi’d-dîn kitabının baş kısmında ısrarla vurguladığı gibi, sekiz asırlık bir dönem içinde selem, îcar, ticaret… denip, kısır bir döngü içinde bir inhitat dönemi yaşanmıştır. Bu insanlar, Allah’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerim’i okuyup, onunla amel etme ne kadar gerekliyse, Allah’ın kendi ilmiyle planlayıp dizayn ettiği kâinat kitabı içinde fizik, kimya, matematiğin de okunup anlaşılmasının o kadar şart ve elzem olduğunu bir türlü anlayamamışlardır.
Yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle bunun cezası dünyada görülecektir ve bugün İslâm âleminin maruz kaldığı mahkûmiyetin, mağduriyetin, mazlumiyetin… sebeplerinden biri de işte bu olsa gerek.24
Çalışıp gayret etmeksizin “mü’minim” ifadesi bize kurtuluş yolu ya açar ya da açmaz, ama bunun ihsan ve lütuflarda bulunmaya Cenâb-ı Hakk’ı zorlamayacağı muhakkaktır. Evet, O hiçbir şeye mecbur edilemez ve O’na mecburiyet isnat edilemez. Zira O’na hiçbir şey farz ve vacip değildir. Ama kudret ve iradesiyle işlediği şeyler de hikmetten hâli değildir. O, insanları sıfatlarıyla değerlendirir ve insanın iç âlemindeki derinliğe göre muamele eder. Bizler mantık-muhakeme, plan-program, ahlâk-ı İslâmiye vs. sahalarda evc-i kemal-i insaniyete çıkma yolunda değilsek, Allah’ın bir lütuf ve ihsanda bulunmayacağı açıktır. Bizler tembel ve miskin bir hayat sürüyor isek, bizim hakkımızda verilecek karar şimdi olduğu gibi mahrumiyettir, mazlumiyettir, mağduriyettir.
Evet, Cenâb-ı Hak insanları sıfatlarıyla tutup kaldırır, sıfatlarıyla batırır. Eğer kâfir, Cenâb-ı Hakk’ın mükâfatlandıracağı sıfatlarla muttasıfsa, o mükâfatını alacaktır; mü’min de kâfir sıfatıyla muttasıfsa, o da cezasını görecektir. Hâlbuki cehalet, bir kâfir sıfatıdır ve biz bugün, bu öldürücü sıfatın mahkûmuyuz.
İnşâallah, çekilen bu sıkıntılar bizi kendimize getirdiği ân, Kur’ân-ı Kerim’le beraber bu ilimler de mütalâa edilecek ve bu inhitat dönemi sona erecektir.
Eskiden beri söylenegelen “Kırk yamalı hırka, bir lokma ekmek” ifadesini sanki biz kendi varlığımızla bütünleştirmişiz. İsteyen şahsî hayatı adına bir İbrahim İbn Edhem, bir Bişr-i Hâfî gibi müstağni yaşayabilir. Buna kimse bir şey diyemez. Ancak, her fert kendi devletinin zenginliği için, “Ben bu işe dört elle sarılmalıyım.” düşüncesiyle, bütün gayretini bu uğurda sergilemek zorundadır. Bu anlayışla çalışıp kendi dünyamızı mamur hâle getirebildiğimiz ölçüde, Efendimiz’in “Fakirlik nerdeyse küfürdür.”25 dediği hastalıktan kurtulmuş olacağız.
Çalışıp kazanma keyfiyetine gelince; o, Üstad’ın ifadesiyle, dünyayı kalben terk etmektir, kesben değil.26 Yani kazanılanla kaybedilen şey arasında fark gözetmeme duygusudur. Ne elden gidene üzülme, ne de ele geçene sevinme.. bu mânâda bir zenginlik önemlidir ve insan için faydalı olan da işte bu zenginliktir.
Bir diğer mesele de, İslâm âlemi bugün çok küçük meselelerden dolayı birbirine düşürülmüştür. İslâm tarihi içinde, İslâm’ın birer zeki evlâdı olan Türkiye, Mısır, Irak halkları çok önemli bir kesit arzederler ve her birinin de kendine has özellikleri vardır. Bu meziyetler etrafında örgülenip, herkes kendi elindeki imkânlarla bir “Büyük imkânlar harmanı” meydana getirme mânâsında örfaneye iştirak etmesi gerekirken, çok küçük şeylerin münakaşası yapılmakta ve bir türlü bu potansiyel güç değerlendirilememektedir. Dahası, muvazene korunarak herkesin yeri belirlenip bir birlik oluşturulamamıştır. Dolayısıyla da karşı taraf rakipsiz bırakıldığından onların yükselmelerine vesile olunmuştur.
Hâlbuki herkes kendi hesabına yapması gerekli olan şeyi yapabilseydi, bu durum diğerlerine büyüme, gelişme, istikbal vaadetme… imkânı vermeyebilirdi. Bütün bunlar muvacehesinde hep karşı tarafı suçlayıp atf-ı cürümde bulunma, safdillikten başka bir şey değildir. Oscar’ın ifadesiyle “El âlemin bize ettiği şey ne kadar büyük olursa olsun, bizim kendimize ettiğimiz hepsinden daha büyüktür.” ve biz kendi ihmallerimizin cezasını çekiyoruz.
Asgarî Müşterekler
İnsanların duygu ve düşüncelerine saygılı kalınarak, en azından “insan olmaları” asgarî müştereğinden hareketle, kendi konumlarında kabul edilmeleri şarttır. Bu, aynı zamanda İslâmî bir anlayıştır da. Bu açıdan ben şahsen, insanlığın huzur ve saadeti adına “toplumsal barış, hoşgörü” vb. kavramların bütün dünyada yaygınlık kazanmasının çok önemli olduğuna inanıyorum.
Bu gayeye matuf gerçekleştirilen birtakım ziyaretlerde, hiç de beklenmedik durumlarla karşı karşıya kaldığımız çok olmuştur. Bir kısım insanların “Sadece kelime-i tevhidle kurtuluyor muyuz?” deyip, dinde, kendilerine bir yer bulmuş olmanın sevinciyle rahat bir nefes aldıklarını nasıl bir inşirahla temâşâ ettiğimi tariften âcizim. Bence bu, herkes için şaşırtıcı olduğu kadar düşündürücü bir konudur. Bu insanlar, bir zamanlar, şu “izm”in bu “izm”in… fahrî avukatlığını yapmış ve düşüncelerini o istikamette serdetmiş olabilirler. Gerçi “inkâr-ı ulûhiyet” ve “dinin bir afyon” gibi görülüp algılanması, küçümsenecek şeyler değildir ama, onların millî meselelerdeki duyarlılığı ve ülkenin sömürülüp geri bırakılması, değişik milletler tarafından sürekli istismar edilmesi mevzuundaki hassasiyetleri çok önemlidir. Şu âna kadar siyasî, iktisadî, kültürel ve hukukî plânda “hür bir millet” olmamız için kavga vermeleri bile asgarî müşterekler adına değerlendirilmesi gereken şeylerdir. Ve zannediyorum, böyle düşünen insanların sayısı hiç de az değildir.
Toplumun entelektüel mânâda, önemli bir kesimi kabul edilebilecek bu insanlar, millet yararına ortaya konan teşebbüslere “Evet!” diyerek, “Eğer bizim de haberimiz olsaydı, biz de bir şeyler yapardık…” şeklindeki yaklaşımları çok olumlu bir gelişmedir. İhtimal, kısa bir süre sonra bunlar, ülke, millet ve insanlığa hizmet adına ortak bir çizgide el ele verecek, “Ol mâhiler ki, derya içredir, fakat deryayı bilmezler.” türünden, kendini kervanın içinde gören ve fakat onun kıymet, kutsiyet ve ehemmiyetinden haberi olmayanlara çok şey anlatacaklardır.
Vakıf Düşüncesi
Vakıf; geliri, fakir-fukaraya veya dinî bir müessesenin ikamesine, ihyasına vs. matuf olmak üzere kişinin, şahsî malını mülkiyetinden çıkarmasıdır. Kısaca tarif etmeye çalıştığımız bu mânâdaki vakfın, Devr-i Risalet’te meydana geldiği ve Seyyidina Hazreti Ömer’in de bu düşüncenin bânisi olduğu kabul edilmektedir.27
Emevî, Abbasî ve daha sonra gelen İslâm devletleri döneminde vakıf anlayışı, doruk noktaya ulaşmıştır. Osmanlı dönemine gelindiğinde ise, bu mânâda bir vakıf anlayışının güdükleşmiş olmakla beraber vakıf hizmetleri farklı bir çizgide devam etmiştir. Şöyle ki her seviyede talebe okutmak, onların iaşe ve ibatesini sağlamaktan tutun, göçmen kuşları korumaya kadar uzanan çizgide birçok vakıf kurulmuştur. Bu yönüyle Osmanlı Devleti, değişik kültürlerin ortak devleti olduğu gibi, aynı zamanda bir vakıf kültürü devletidir de.
Günümüz Türkiye’sindeki yaygın vakıf anlayışına gelince; bu düşünce âbâ ü ecdattan tevârüs edilen şeyleri yeniden bir kez daha ihya etmeye yöneliktir. Ne var ki, bu bir dönemde inkıtaya uğradı, vakıflarla inşa edilip desteklenen müesseseler satışa sunulup, zaman zaman gayesinin dışında istihdam edildi. Muvakkaten öyle bir inkıta dönemi yaşanmasına rağmen, milletimizin ruh ve mânâ köküne yerleşmiş olan bu duygunun yeniden hayat bulması ve ülke sathına yayılması şâyân-ı dikkattir. Açılan yüzlerce imam-hatip, Kur’ân kursu, camiler ve bu müesseseleri besleyecek vâridât kaynakları bu düşüncenin tecessüm etmiş şekilleridir. Bunların yanı sıra çağını idrak etmişliğin bir ürünü olarak karşımızda duran okullar, yurtlar, pansiyonlar vardır. Bunlar ruh ve mânâ köküne bağlı, ülkesini hemen her sahada temsil edebilecek seviyede insanların yetiştirilmesi gayesine matuf olarak kurulmuştur. Kuruluş gayesine uygun olarak da hizmet etmektedirler.
Bu açıdan böylesi müesseseleri, “Bu milleti tekrar nasıl ikame eder, yeniden nasıl ihtişamını kazandırıp misyonunu eda ettiririz ve geleceğimizin, aydınlık gençliğin, nesillerin omuzlarında nasıl bayraklaşmasını sağlarız?.” düşüncelerinin bir arayış ve ürünü olarak görebiliriz. Onun için de bütün insanların bu kervana katılımını sağlamamız ve böylece insanımızın eğitim-kültür seviyesini yükseltme adına gerekli müesseselere omuz verenlerin çoğalmasını temin etmemiz, bizlerin üzerine düşen bir vecibe ve vazifedir.
Arapça Eğitimi
Cumhuriyetle beraber Arapça eğitimine karşı tavır alınması, o günün aydınının ve devlet yetkililerinin bir yanılgısıdır. Bu kararda o dönem itibarıyla Arapların Devlet-i Âliye’ye karşı tutumu rol oynamış olabilir. Fakat şimdi geçmişe yönelip onu sorgulamanın bir yararı olmadığı kanaatindeyim.
46’lı yıllardan sonra İmam-Hatip Okulları ve İlâhiyat Fakültelerinin açılmasıyla beraber, kendi kültür ve dinamiklerimize dönme süreci de başlamıştır. Bu yıllar, aynı zamanda demokrasi düşüncesinin, zaman zaman hecelendiği bir dönemdir.
Arka arkaya bu okulların açılmaya başlamasıyla beraber müfredat programlarında Arapça esas alınmıştır. Kalifiye eleman azlığı, henüz bir plan ve programın yapılmaması… gibi eksikliklere rağmen Arapça öğreniminin bir ihtiyaç olarak hissedilmesi; bence çok önemlidir. Bütün aksaklıklara rağmen bu gelişmeler, Arapça ile ilgili çalışmalara yeniden hız kazandırmış, Arapça bilen insanların bu okullara intisabını sağlamış ve halkın devlete bakış açısı değişmiştir. Aslında bütün bu gayretler, hem öteden beri bayraktarlığını yaptığımız milletlerle tekrar diyaloğa geçme, hem de dinimizi kendi temel kaynaklarından öğrenme çabası adına önemli adımlar olarak değerlendirilebilir.
Bu okullarla belli bir mesafe alınmış mıdır, dil, bütün inceliği ile öğrenilmiş midir, bu okullarda okuyan insanlar araştırma yapacak kadar o dile vâkıf mıdır..? Bütün bunların tartışması yapılabilir. Ancak önemli olan asıl mesele, bu dönemden itibaren Arapça üzerinde çalışmaların tekrar yoğunluk kazanmış olmasıdır.
Günümüzde ise bu dil, İmam-Hatip ve İlâhiyatlarda mecburi olmanın yanı sıra, bazı üniversitelerde devlet tarafından ihtiyarî, yani seçmeli dersler arasına sokulmuştur. Bence bu fırsatların değerlendirilip talebelerin mutlaka bu dersi seçmesi sağlanmalıdır. Kanun ve mevzuatın müsait olduğu ölçüde özel kurslar tertip edilmelidir. Bütün bu çalışmalarla pratik mânâda hem “enformasyon dili” hem de kaynak eserlere inebilmek için “yazı dili”nin öğrenilebileceği kanaatindeyim.
Bunların dışında, Arap devletleriyle kültür antlaşması yapıp, ülkelerarası talebe gidiş-gelişinin sağlanması gerekir. Böylece yıllardır ayrı kalınan bu ülkelerle tekrar kaynaşma ve diyalog yolu açılacaktır. Ayrıca ortaklaşa bir bilgi bankası, karşılıklı tercüme büroları kurulmasının, bu diyalog ve kaynaşma yolunu hızlandıracağı kanaatindeyim.
Batı’nın Bitişi
Kanaatimce şu anda, Batı medeniyeti kendi beyni ile yürümüyor. Belki mevcut teknolojinin yeni teknolojiler üretmesiyle varlığını devam ettiriyor. Üretecekleri şeyleri bilgisayarlara bağlamışlar ve basit müdahaleler ile mevcut çarkı çeviriyorlar. Bu itibarla da Batı mantığının bundan sonra insanlığa vereceği ciddî bir şey yoktur. İhtimal bu safhadan sonra bâkir dimağlara sahip insanlar dizgini ellerine alacak ve insanlığı yönlendirecektir. İşte bu mülâhaza ile ben milletimizi bu işe namzet olarak görüyorum. Zaten, Allah da milletimize o zemini hazırlıyor gibi.
Şu anda önümüzde potansiyel bir hazine olan Orta Asya, İslâm dünyası, Afrika ülkeleri var ve insanımız şimdilerde oralarda her şeyi yapabilecek durumda. Elverir ki, bu tarihî fırsatlar zamanında görülsün ve değerlendirilsin. Onun için de politik mülâhazaların dışında, milletini yükseltme düşüncesine kilitlenmiş siyaset adamlarına ve eğitimde, dünden bugüne baskıcı ve dayatmacı zihniyetlerin zorlaması ile kabul ettirilen tedrisat sistemine yeni bir mânâ ve ruh kazandıracak inkılâpçı ruhlara ihtiyacımız var. Yakın geçmişimiz itibarıyla milletimiz çeşitli dogmaların baskısı altındaydı. Politik arenada yüzen-gezen kimseler, mal-menal, şan, şeref, şöhret peşinde koşarken, hiç mi hiç bu türlü şeyleri düşünmüyor veya düşünemiyorlardı. Bence bizim büyüklüğe sıçramamıza engel olan da işte bu zihniyetti.
Hâlbuki, meselâ eğitim dedik. Ben inanıyorum ki bugünkü müfredat programına göre 8 yaşında ilkokula başlayan bir çocuk, 4-5 senede ilkokul, ortaokul ve liseyi bitirebilir. Evet, kâşif, mucit, dâhi falan değil, vasat seviyede zekâsı olan bir çocuğun, çok iyi bir planlama ile 4-5 senede liseyi bitirebileceğine inanıyorum. Yeter ki, müfredat mükemmel, muallim gayretli ve talebe de aptal olmasın.
Şimdi bu konuda size bir misal vermek istiyorum: İmam Ebû Yusuf, Ebû Hanife’nin talebesi, hocasından sonra Şeyhu’ş-şüyûh (şeyhler şeyhi) olmuş. Onun saf ve vasat seviyede zekâya sahip olduğu kabul edilir. “Bir gün onu denemişler. Ebû Yusuf’un minderinin altına kocaman bir tahta koymuşlar. Hazret gelmiş, minderine oturmuş ve talebelerine dersini verip gitmiş. Aynı kişiler bir başka gün Ebû Hanife’nin diğer talebesi İmam Muhammed’in oturduğu yerin altına ise, birkaç kâğıt katlayarak koymuşlar. Hazret gelip mindere oturduğunda “Allah Allah, bugün tavan mı şu kâğıt kalınlığında aşağı inmiş, yoksa zemin mi yukarı çıkmış!?” deyivermiş. Aradaki bu zekâ ve belki zekâdan kaynaklanan hassasiyet, firaset farkına rağmen, altına konan koca tahtayı fark edemeyen Ebû Yusuf, çalışma, çabalama ve gayretiyle İmam Muhammed’i geçmiş ve hocasının vâris-i hâssı olmuş. Bu bir menkıbe; aslıyla değil, faslıyla ele alınmalıdır.
Evet, cehd ve gayret çok önemlidir. Cehd ve gayretle çok boşluklar doldurulabilir. Bir de bizim eğitim anlayışımız, talebenin himmetinin pervaz ettirilebileceği bir seviyeye getirilebilse, elde edeceğimiz yetişmiş insan adediyle, ülke olarak çok şeyleri aşabileceğimize inanıyorum.
Meselâ, bu konuda Nizamülmülk ile oturan ve 1-2 asır arızasız devam eden eğitim telâkkisi bir model olabilir. Günün şartları içinde asla ve öze dokunmaksızın yapılacak bir kısım küçük değişiklikler, bizlere çok şeyler kazandırabilir.
Hâsılı, Batı dünyası bitti, iflas etti ve her gün biraz daha inkıraza doğru gidiyor. O giderken, yerine alternatif olarak mutlaka, bütün müesseseleriyle bizim dünyamız ortaya çıkmalıdır. Aksi hâlde, yine belli bir süre birilerinin serap-misal hayallerinin ardından koşmamız ihtimali var…
Gümrük Birliği ve…
Hadisin ifadesiyle tekarüb-ü zaman ve tekarüb-ü mekân’ı bütün hızıyla yaşayan ve böylece gün geçtikçe daha da küçülen dünyamızda, askerî, siyasî, kültürel, ekonomik birliklerin önemi bir kat daha artmıştır.28 Zannediyorum çok yakın bir gelecekte, Gümrük Birliği, Avrupa Topluluğu… gibi isimler altında daha nice beraberlikler oluşacak.. ve bugün karşılaştığımız şeylerden daha farklı nice şeylerle karşı karşıya geleceğiz. Hatta cebrî entegrasyonlara itileceğiz. Onun için şimdilerde Gümrük Birliği’ne, Avrupa Topluluğu’na girelim mi, girmeyelim mi kısır tartışmalarını yapacağımıza, devlet adamlarımız, entelektüel kadrolarımız, aydın insanlarımız hiç vakit kaybetmeden biraraya gelmeli ve gelecekte bizi bekleyen muhtemel tehlikeler adına alternatif düşünceler üretmeli, plan ve projeler ortaya koymalıdırlar. Aksi hâlde, Batı dünyasının belirlediği gündeme tâbi kalırsak, yarın önümüze hiç istemediğimiz çok farklı durumlar da çıkabilir. Sonra da tıpkı Tanzimat döneminde olduğu gibi “Acaba bu badireden nasıl kurtuluruz?” düşünceleri içinde çırpınmaya başlarız.
Evet, yakın bir gelecekte, küreselleşme sözüyle bile ifade edilemeyecek derecede hızlıca daralan dünyamızda, ekonomik, askerî, idarî gücü ellerinde bulunduran devletler tarafından önümüze çıkartılacak çeşitli gailelerle baş başa kalacağımız kaçınılmazdır. O günler şimdiden görülerek, ülkesini seven herkes, alternatif proje ikamesi için seferber olmalıdır.
Yapılanan Dünyada Yerimiz
Her şeyin, yeniden yapılanma denilerek bir değişim yaşadığı şu günlerde, bizim dünyamız da böyle bir değişim adına yeni bir sürece girmiştir. Bizim bu süreci geriye çevirmemiz ve zamanı geriye işletmemiz mümkün değildir. Bu açıdan zamanı kendi lehimize çevirecek şekilde projeler üretmek ve sonuna kadar bunları takip etmek gerekir.
Evet, şimdilerde Beyaz Saray gibi mekânlarda İslâmiyet’e ve İslâmî duygulara hürmetin ifadesi olarak tertip edilen bayram merasimleri inşâallah ileride nice yönetim merkezinde tertip edilecektir. Ancak, zamanla bunların merasim olmaktan çıkarılması gerekmektedir. Böyle bir şey ise, Müslümanların daha şimdiden kendi dünyalarının güzelliğini gösteren ruh ve mânâyı dünyanın dört bir yanına taşımalarıyla mümkün olabilecektir.
O hâlde bu gayeye yönelik dünyanın dört bir yanında açılan talim ve terbiye müesseselerine sahip çıkmalı, böyle müesseseler açanlara yardımcı olmalı ve sahip olunan maddî-mânevî her şeyle bu hayırlı hizmetlere katkıda bulunulmalıdır. Bu çığırı açanlardan Allah (celle celâluhu) razı olsun ve bundan sonra bu yolda yürüyeceklere Rabbim inayet buyursun!..
Tünel Faciası
Cenâb-ı Hak abes iş işlemekten münezzeh ve müberradır. Hakîm ismi bunun böyle olmasını iktiza eder. O, insanlara zulmetmekten de münezzeh ve müberradır. Bu da O’nun adlinin iktizasıdır. Bu iki meseleyi doğrudan veya dolaylı olarak anlatan yüzlerce âyet göstermek mümkündür. Kur’ân ve Sünnet kaynaklı akidemizin temel umdesini oluşturan bu inançla, geçen yıllarda hac vazifesini îfa ederken Mina’da tünel sıkışıklığı nedeniyle vefat eden hacılarımızın durumuyla alâkalı olarak şunlar sıralanabilir:
1. Öncelikle onların, Allahu a’lem şehit olduklarından ahiret hayatlarına ait bir kayıpları olduğu söylenemez.29 Onlar hac menasikini ikmal ve itmam adına girdikleri o tünelde şu ya da bu sebeple vefat etmiş, dolayısıyla “Ameller niyetlere göredir.”30 fehvâsınca niyetlerinin derinliğine göre bir güzel amelin başarılı kahramanları hâline gelmişlerdir.
2. Son yıllarda Suud yetkilileri, hac aylarında yaşanan izdiham sebebiyle hacı sayısı adına İslâm ülkelerine hep “kota” uyguladılar. Türkiye’de hac düzenlemesini yapan yetkililer de verilen sayı miktarınca hacı adayının talebini kabul ettiler. İşte bu yoğun ilgi ve alâka nedeniyle talepleri geri çevrilen istekliler, belki de hac farîzasını îfa ve mukaddes beldeleri görme iştiyakıyla başta Diyanet olmak üzere, Başbakan’a, kadar tüm yetkililerin kapısını aşındırmaya başladılar. Hatta bununla kalmayıp yer yer yürüyüşler tertip edip, sokaklarda hak aradılar. Hatta bu arada bazıları ölçüyü muhafaza edemeyip ilgililere, Müslümana yakışmayacak çirkin sözler sarfetmekten tutun da “kâfir, zalim” demeye varıncaya kadar işi ileriye götürdüler. Hâlbuki İslâm tarihi boyunca her zaman izdiham sebebiyle olmasa bile yol emniyetsizliği veya başka bir sebeple hacca gidilemediği de çok olmuştur. Bu durum Asr-ı Saadet sonrası da yaşanmış ve İbn Ömer bir keresinde hacca gidememiştir.
İhtimal, Allah (celle celâluhu) bu Tünel Faciası ile orada vefat edenleri şehitlik mertebesine eriştirirken, burada kalıp gidemeyenlere de “İyi ki gitmemişiz; gitseydik, tünelde ölenlerden biri olabilirdik vs.” dedirtmiştir. Böylece hâdiselerin diliyle Hakîm isminin gereği olarak onlara, gerekli cevap verilmiştir. Ben şahsen hac kayıt zamanı ve sonrası, onların müftülüklere, Diyanet’e yürümelerini, yürüyüp Müslümanın vakar ve ciddiyetini zedeleyen tavırlar takınmalarını, hele hele onlara “kâfir, zalim” demelerini hiç hazmedememiş ve çok utanmıştım. Şimdi de merak ediyorum, Tünel Faciası’ndan sonra bunlar acaba ne diyor ve şimdilerdeki teessüflerini protestolar zamanında söyledikleri ile nasıl telif ediyorlar. Evet, böyle hâdiseler, Bediüzzaman’ın da bir yerde ifade buyurduğu gibi “Beşer zulmetse de, kader adalet eder.”31 prensibini hatırlatıyor.
Hâsılı, bizler “Allah bilir, siz bilmezsiniz.”32 âyetinin ifade ettiği mânâ ve espriye göre davranışlarımızı ayarlamalı ve kat’iyen fevrî hareketlerde bulunmamalıyız. O’ndan gelen her şeyi de iman ve itminan içinde karşılayarak, O’nun hikmetini abesiyetle itham etmemeliyiz. Aksi hâlde yolun sonunda utanan yine bizler oluruz.
1 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/160; el-Bezzâr, el-Müsned 3/12; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 1/406.
2 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/177, 222; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/83.
3 Bkz.: Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası-2 s.59-60.
4 Bkz.: Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası-2 s.59-60.
5 Bkz.: Yûsuf sûresi, 12/23.
6 Bakara sûresi, 2/216.
7 Bkz.: Müslim, istiskâ 14; Ebû Dâvûd, edeb 103-104; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/66.
8 Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.167 (On Yedinci Lem’a, On Üçüncü Nota); Barla Lâhikası s.12.
9 Bkz.: Tevbe sûresi, 9/128.
10 Bkz.: İbn Kays, Kıra’d-dayf 4/301; el-Meydânî, Mecmeu’l-emsâl 1/214.
11 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/335; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/38.
12 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.531 (Hakikat Çekirdekleri).
13 Bkz.: Bakara sûresi, 2/35-36; A’râf sûresi, 7/19-24.
14 Buhârî, cihâd 74; Müslim, hac 475.
15 Buhârî, hac 43, cezâü’s-sayd 8, 10, lukata 6, cizye 22; Müslim, imâret 85.
16 Buhârî, cenâiz 77, cezâü’s-sayd 9, lukata 6, meğâzî 53; Müslim, hac 445.
17 Bkz.: el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 4/225-226; el-Halebî, es-Sîratü’l-Halebiyye 2/744.
18 eş-Şâfiî, el-Ümm 4/287.
19 Buhârî, hac 43, cezâü’s-sayd 8, 10, lukata 6, cizye 22; Müslim, imâret 85.
20 Bkz.: Aliyyülkârî, Fethu bâbi’l-inâye 1/688.
21 Bkz.: Aliyyülkârî, Fethu bâbi’l-inâye 1/688-725.
22 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/191.
23 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.61 (İlk Hayatı).
24 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.792-793 (Lemeât); Mektubat s.537-538 (Hakikat Çekirdekleri).
25 İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 8/692; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/267; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 3/53.
26 Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye s.113 (Habbe).
27 Bkz.: Buhârî, şürût 19, vesâyâ 22, 28, 29; Müslim, vasiyyet 15.
28 Bkz.: Buhârî, istiska 27, fiten 25; Tirmizî, zühd 24; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/519.
29 Bkz.: İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 53/166.
30 Buhârî, bed’ü’l-vahy 1, eymân 23; Müslim, imâret 155.
31 Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası-2 s.70; Tarihçe-i Hayat s.667 (Risale-i Nur).
32 Bakara sûresi, 2/216.