Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) ve Günümüzün Demokrasi Anlayışı

Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) dönemi, fıkhî meselelerin tetkik ve tahkiki açısından daha sonraki devrelere ışık tutan önemli bir devredir. Bu dönemde her ne kadar fıkhî açıdan belirli bir usûl ve prensip olduğu söylenemese de, her şeyin büyük ölçüde bir kısım ana disiplinlere irca edilerek yürütüldüğü de bir gerçektir.

Bunu bir misal ile izah edecek olursak: Onun ashabın ileri gelenleri ile istişarede bulunması, bu suretle ortaya pek farklı görüşlerin çıkması, herkesin kendi görüşünü delillendirerek müdafaa etmesi söylenebilir. Arazi hukukuyla alâkalı, Hazreti Ömer’le Hazreti Bilal arasında görüş ayrılıklarının olduğu ve bunun günlerce tartışıldığı ve neticede, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hayber ve Fedek’teki tatbikatı1 üzerinde mutabakata varıldığı zikredilebilir.2

Ancak, bizim burada asıl üzerinde durmak istediğimiz mevzu, böylesine çözümü basit bir konuda bile Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh), meseleyi müzakereye sunması ve çözümü –Resûlullah’ın uygulamasını çok iyi bilmesine rağmen– sahabenin görüşüne arz etmesi ve her zaman müzakereye açık olmasıdır ki, zannediyorum bu, günümüzün demokrasi havarilerini epey şaşırtacaktır.

İmam Tahâvî

İmam Tahâvî, Şafiî çevresinde yetişmiş bir âlimdir. Ancak daha sonra İmam Muhammed ve Ebû Yusuf’un kitaplarını okur ve düşünce çizgisi olarak Ebû Hanife’yi tercih eder.3 İmam Tahâvî, yaşadığı dönem itibarıyla Asya’da pek tanınmamış ama, Mısır ve Şam gibi önemli merkezlerde tanınmış, sevilmiş ve saygıyla kucaklanmıştır. İmam Tahâvî, şayet hadisin çok iştihar ettiği yerlerde zuhur etseydi, bütün hadis imamlarının hatta İmam Buhârî’nin önünde mütalâa edilebilirdi. Çünkü o, sadece hadis demiyor; uzaktan-yakından bu mübarek kaynakla alâkalı her şeyden bahsediyordu. Sözün çürüğünü, sağlamdan ayırıyor, hadis hakkında hükümler veriyor ve o sahada bir sarraf gibi rahat hareket edebiliyordu. Hatta ihtilaf ve itilaf mevzuu, ciddî olarak ilk defa onun gibi bir kalem tarafından ele alınıyor, öncekilerin hulâsa-ı efkârı, sonrakilerin de en câmi kaynağı sayılacak eserler meydana getiriliyordu. Ne var ki, bütün bunlara rağmen hâlâ hadisle iştigal edenler arasında dahi, İmam Tahâvî’nin hakkıyla bilindiği kanaatinde değilim.

İrşad ve Bediüzzaman

Bediüzzaman Hazretleri, yaptığı hizmetleri yer yer değişik teşbihlerle ifade etmiştir. Onun hizmetiyle alâkalı çok orijinal bulduğum bir temsili sizlere arzetmek istiyorum.

Eskiden evlerde, hatta saraylarda bile su yoktu. Halk su ihtiyacını sokak başlarında yapılan “Hamidiye çeşmeleri”nden bin bir zorluk içinde ancak karşılayabiliyordu. Bu zorluklar karşısında daha sonraları bütün evlerde kuyu açılması düşünülmüş, Çırağan, Dolmabahçe Sarayları gibi yerlerde dahi bu çözüme başvurularak halkın su sıkıntısı giderilmiştir.

Bunun gibi Üstad da Risale-i Nur vasıtasıyla âdeta yerin altındaki bütün suları teker teker her eve bağlayıp, hem istifadeyi kolaylaştırmış, hem de kesilmez bir kaynak sağlamıştır. Evet, o, modern usûllerle istifade usûlünü getirip, Kur’ânî ruh ve mânânın bütün evlerin içine taşınmasını sağlamıştır. Artık herkes musluğu çevirdiğinde ona ulaşıp, istifade etme imkânına sahiptir.4

Bediüzzaman

Merhum Elmalılı, Hazreti Bediüzzaman’dan kat be kat fazla eser veren, Kur’ân’ın bütününü hem de devlet otoritesinin emriyle tefsir eden, mübarek bir zattır. Hatta siyasî ideolojinin oturma aşaması sayılan o günlerde, Kur’ân’ın muamelâta ve ceza hukukuna ait âyetlerinin bile açık açık tefsirini yapmıştır.. yapmıştır ama, buna rağmen onun hayatında, Bediüzzaman misali takipler, işkenceler, sürgünler, mahkemeler olmamıştır.

Evet, Bediüzzaman’ın Barla’da iki talebesi ile kıra çıkması bile problem olurken bu ülkede pek çok kişiye ilişilmemesi şöyle izah edilebilir: Bir kere Hazreti Bediüzzaman’ın hareket felsefesinde, bütün bir topluma yeniden hayat üfleme anlayışı yatmaktaydı. Bu ise, siyasî dengeleri ellerinde bulunduran insanları oldukça rahatsız etmiştir. Ancak bu yersiz vehimler, onu yaptığı güzel işlerden vazgeçirmemiştir. Atmış olduğu tohumlar yeşermiş, semalara ser çekmiş, olgunlaşmış, meyve vermiş ve şimdi onun bu ihya düşüncesini benimseyenler, Allah rızası istikametinde ve millet yolunda harıl harıl hizmet vermektedirler.

Muhabbet İnsanları

Mevlâna, Yunus, Hoca Yesevî, Bediüzzaman Hazretleri gibi muhabbet insanları, kuvve-i kutsiyeleri ve Allah’la irtibatları bizlerden daha fazla, yanılma payları da daha az olduğu için, çevrelerindeki insanlara sevgi, muhabbet ve hoşgörü hususunda inkârı kabil olmayan gayretleri, müessiriyetleri olmuştur. Ama onları yaşadıkları dönem itibarıyla değerlendirecek olursak, ne Ahmet Yesevî ne Mevlâna ne Osmanlı’nın bidayetinde yaşadığı söylenen Yunus Emre ne de yakın tarih itibarıyla Bediüzzaman, günümüzdeki mü’minlerin başlattığı diyalog ve müsamaha gayretleri neticesi ulaşılan seviyeyi görememişlerdir. Hatta onların her birerleri, insanın onur ve haysiyetine yakışmayacak şekilde muamelelere maruz kalmışlardı. Ahmed Yesevî’yi, altmış yaşından sonraki ömrünü bir çukurda geçirmeye iten sebebin –bu konuda farklı mülâhazalar olsa da– aleyhinde söylenen sözler ve insanlardan gördüğü tazyikler olmadığı ne malum? Mevlâna kendi döneminde tekfir edilmiştir; Yunus Emre, hep meçhul yaşamış ve neredeyse yirminci asırda tanınmış. Evet, kendi döneminde kadri, kıymeti bilinmeyenlerden biri de Yunus’tur.

Ve, Asrın Çilekeşi’nin yaşantısı, o hepimizin malumu!.. “Beni nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm biri mi zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım…”5 ifadeleriyle anlattığı zehir-zemberek bir hayat yaşamıştır.

Bütün bunlara rağmen onların hiçbiri, kendi dönemlerinde bugünkü diyalog ve hoşgörü temsilcilerinin gördüğü ölçüde bir hüsnükabule mazhar olmamış, mesajları mâşerî vicdanda bugün olduğu ölçüde mâkes bulmamıştır. Zannediyorum onlar bu asırda bulunup hoşgörü ve diyaloğa bugün gösterilen yönelişi görselerdi: “Nasıl oluyor da siz böyle tabakat-ı beşer çapında diyaloğa muvaffak oluyorsunuz, bu işin sırrı nedir?” diye sorarlardı.

Bu devâsâ kametlerin mazhar olamadıkları bir olgu ve bir mazhariyeti elde tutmak için bu yolda ısrar etmek gerekir. Dün önemli bir zat bana, “Daha düne kadar hak-hukuk mevzuunda hassas olmayan medya, bugün büyük ölçüde bu tavrından vazgeçmiş durumda.” dedi. Aslında bunlar yeryüzüne Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu hüsnükabulün bir göstergesidir. Onun için bunu görmezlikten gelmek nankörlük, görüp de şükretmemek inkârın ayrı bir buududur.

Tahiri Mutlu

Hazreti Bediüzzaman’ın anlayışına göre, eğer bir beldede iman dolu bir sîne varsa, orada, bütün gönüllere imanın güzellikleri duyrulabilir. Evet, “Himmetim milletimdir.”6 diyen insanların yapacağı hizmetler hem Allah’ın hem de Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beklediği hizmetlerdir.

Bu anlayışa göre Allah’a yürekten inanan her bir mü’min gönül, bir beldeye gittiğinde orada tam merci olmalı ve bütün karanlıkları aydınlatacak bir performans sergilemeli.. duygu ve düşünceleri ışığa garkedecek bir misyon ortaya koymalı ve çevresinde hemen yüzler, binler hâlelenmelidir –ve inşâallah öyle olur–. Bu ise ancak, sahabenin ilkleri gibi, davayı hayatının gayesi bilmekle gerçekleşecek bir husustur.

Konuyla alâkalı bir hatıra nakledeyim size: Kitaplar ilk defa baskıya gireceği dönemde Üstad, sağa-sola hem de 50-100 lira gibi küçük bir para bulmak için adam gönderiyor. Tahiri Mutlu –makamı Cennet olsun– bunu duyuyor ve koşa koşa köyüne gidiyor. Köy meydanında bütün mülkünün satılık olduğunu ilan ediyor, arazisinin bir kısmını haraç-mezat satıyor.. satıyor ve parayı sevine sevine getirip Üstadına teslim ediyor.

Sadece o mu? Elbette hayır. Hulusi Efendi, Hüsrev Efendi, Mustafa Gül ve diğerleri hep aynı duygu ve düşünceyi paylaşırlar. Demek ki onlar, öyle samimî ve öyle bir safvet içinde idiler ki, bunu hayatlarının gayesi biliyor ve o uğurda hırz-ı can ediyorlardı. Gün geliyor bu safvet, onları ilklerle buluşturuyor. Biri, gecenin geç saatlerinde teksir makinesinin kolunu çevirirken, حَسْبِي رَبِّي جَلَّ اللّٰهُ مَا فِي قَلْبِي غَيْرُ اللّٰهِ نُورُ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللّٰهُ diyor. Tam o esnada birden kapı açılıyor ve içeriye Raşit Halifeler giriyor, “Devam edin, bizler sizinle beraberiz.” diyorlar.

Zaten, İslâmî esaslar çerçevesinde meseleye baktığımızda, dava şuuruna uyanan herkesin böyle davranması gerekmez mi? Meselâ Allah (celle celâluhu) bana: “Ben seni mütedeyyin bir aile ocağında yetiştirmedim mi? Senin gözünü tekyede, medresede dünyaya açmadım mı? O hâlde niye böyle miskin bir hayat yaşıyorsun?” derse ben ne cevap veririm? Hadis-i şerifte Allah Resûlü buyuruyor ki: “Kul dört şeyin hesabını vermeden kıyamet günü bir adım dahi atamaz; evet, ömrünü nerede geçirdiğinin, ilmiyle ne yaptığının, malını nereden kazanıp nereye harcadığının, vücudunu nerede yıprattığının hesabını.”7

Hâsılı, bizlerin, yakın ve uzak çevresinde hâlâ İslâm’ı tanımayan insanlar varsa, durumumuzu yeniden gözden geçirmemiz icap edecektir.

Bediüzzaman ve Post – Modernizm

Her ilmin kendine has bir orijini ve o orijin etrafında örgülediği terminolojisi vardır. O terminolojiye vâkıf olmadan, bahis konusu ilim hakkında fikir mütalâasında bulunmak doğru değildir. Aksi hâlde insan yaptığı tespitlerde bir kısım yanlışlıklara düşebileceği gibi, başkalarını da yanıltabilir. Meselâ, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatı, kendine has orijini ve o orijini ifade eden terminolojisiyle, hedefleri itibarıyla olmasa da üslûbu itibarıyla nev-i şahsına münhasır koleksiyondur. Öyleyse onunla alâkalı araştırma ve değerlendirme yapmak isteyenlerin öncelikle o terminolojiye vâkıf olmaları şarttır. Ayrıca bunların Külliyat’ın ihtiva ettiği sahaya ait, en azından ansiklopedik ölçüde bir bilgiye sahip olmaları gerekir.

Daha önceki yıllarda Üstad’ın pozitif neticeleri değerlendirmesini esas alarak ona pozitivist diyenler çıkmıştı. Geçenlerde de ona bir kısım eski telâkki ve anlayışlara karşı çıktığı düşüncesinden hareket ederek post-modernist dediler. Bence bu türlü yanlış değerlendirmelerin temelinde, öncelikle o eserlere ait terminolojiyi tam kavrayamama yatmaktadır. İkinci olarak da post-modernizm adına oluşturulmuş bulunan şablondur. Onlar, bu şablona belki de bir tek görüşü itibarıyla uyan herkesi oturtmakta ve Bediüzzaman’a post-modernist sıfatını takmaktadırlar. Hâlbuki eğer post-modernizm, oturmuş bazı şeylere karşı bir başkaldırı ise Üstad bundan fersah fersah uzaktır.

Evet, Üstad, pozitivist olmadığı gibi post-modernist de değildir.

Necip Fazıl’ın Düşünce Ufku ve…

Türkiye’de basın tarihimiz açısından, bazı yazarların hep birbirleriyle kapıştıklarını görürüz. Daha çok uç noktalarda bulunan insanların gerçekleştirdiği ve bazen günlerce, hatta aylarca süren bu kapışmalar, o dönemde o düşüncelerin temsilcileri tarafından ilgiyle takip edilmiştir.

Bu türlü tartışmalar, bazen birbirine yakın insanlar arasında da olmuştur. Meselâ, rahmetli Necip Fazıl ile Peyami Safa veya Nureddin Topçu farklı zamanlarda birbirleriyle kıyasıya tartışmışlardır. Ancak bunlar, netice itibarıyla davaya zarar verme noktasına geldiğinde, kalemlerini kırmasını da bilmişlerdir. Meselâ, bugün bile herkesin gözlerini yaşartan bir hâdise vardır ki unutulmamalıdır. Necip Fazıl’ın Peyami Safa ile devam eden bir tartışmasında “Çevremizde ağzını açmış ve canavarlar gibi bizleri yutmak için bekleyen, bir sürü düşman varken, bizim kendi kendimizle uğraşmamız doğru olamaz.” mülâhazasıyla kalemini kırması bir vefa ve firaset örneğidir. Üstad’ın fıtratını bilenler, onun bu davranışının ne denli bir fedakârlık olduğunu takdir edeceklerdir sanırım.

Burada onun hassasiyetiyle alâkalı hoş bir hatıramı da zikretmek isterim. 1965’te Kırklareli’nde bir konferans vermişti. Orada mahallî bir mecmua, bu münasebetle Necip Fazıl aleyhinde çok kötü şeyler yazmıştı. Biz de onu Üstad’a göndererek kendilerini bundan haberdar etmiştik. Bunun akabinde çıkan ilk Büyük Doğu’nun orta sayfalarında kocaman bir çomar, yanında da küçük bir fino bulunan karikatür çizilmiş ve altına da: “Biz böyle kocaman çomarlarla uğraşırken bu fino da nereden çıktı?” diye yazılmıştı.

Hâsılı, basındaki tartışmalar, üslûbumuza aykırı ve fitneyi körüklüyor mahiyette olmamalıdır. Böyle yapılınca hem kitleler aldatılıp, yanlış şeylerle meşgul edilmiş, hem de başkalarına koz verilmiş olur. Hele bu kapışmalar esnasında gıybetlere giriliyor ve bu gıybetler de hasetten kaynaklanıyorsa, hatta olur olmaz itham ve iftiralarda bulunuluyorsa, bunun İslâmî esaslarla telifi mümkün değildir.

Ayrıca, bir de günümüzde üstü kapalı gıybetler var ki, bunlar daha tehlikeli ve başkalarını Müslümanlar hakkında en kötü zanlara ve tahminlere sürükleyecek mahiyette. Evet, bir kısım gizli şeyler dönüyor imajı uyarmak –aslı olmasa da– inananları töhmet altında bırakır. Böylesi sözler, kocaman bir cemaati ilgilendiriyorsa, o daire-i kutsiye içine giren herkesle helâlleşmek gerekir. Aksi hâlde, böylelerinin Cennet’e girmesi hayal olur.

Halid İbn Velid ve Mute

Bazı siyer yazarları Mute Savaşı’nda Hazreti Halid’in ordusunu geri çekmesini çok değişik değerlendiriyorlar.8 Kanaatime göre Hazreti Halid, öyle bir ortamda, yapılabileceklerin en güzelini ve en doğrusunu yapmıştır. Zaten Medine’ye dönüşlerinde de, Allah Resûlü’nün hiçbir şey dememesi, hatta yapılan şeyi tahsin buyurması bu kanaatimi pekiştiren en önemli bir unsurdur.9

Mute, kuvvetler dengesinin olmadığı, 3.000’e karşılık10 200.000 kişilik iki ordunun karşı karşıya geldiği savaştır.11 Bizans o günlerde dünyanın süper gücü, Müslümanlar ise malum.. ve Medine’de kendilerine henüz yer-yurt edinmeye çalışma konumundadırlar.. sayıları az, imkânları dar, arka çıkanları da yoktur. İşte bu, iman, aşk, şevk, cihad, gazâ, şehadet… gibi duygu ve inançlarla dopdolu üç bin insan, koskoca bir devletle çarpışmaktadır Mute’de.

Mute aynı zamanda, Allah Resûlü’nün canı gibi sevdiği Zeyd İbn Hârise, Cafer İbn Ebî Talib, Abdullah İbn Revâha’nın şehit düştüğü bir ulu meşheddir.12 Üç kumandanı peşi peşine şehit düşen askerin moral gücünü tasvir etmeme gerek yok sanırım. İşte Hazreti Halid’in kumandayı eline aldığında İslâm ordusunun hâli budur.

Acaba Mute’de ne yapmıştır Hazreti Halid? Üç gün üst üste ordunun değişik kanatlarında yer alan insanları sürekli yer değiştirerek, Bizanslılara, takviye güçler geliyor imajını vermiş ve evvelâ moral olarak onları çökertmiştir.13 Bu arada cansiperâne savaşmış.. ve farklı rivayetlere göre o gün elinde 7 veya 9 kılıç kırılmıştır.14 Sonra da askerini usta bir manevra ile geriye çekebilmiştir. İşte Hazreti Halid’in böyle geriye çekilmesi, kısa veya uzun vadeli bir teknik ve taktiktir. Tabir-i diğerle iki adım ileriye atlamak için bir adım geriye çekilmektir ve tam bir aksiyondur.

Kaldı ki İnsanlığın İftihar Tablosu da iradî veya gayriiradî olarak tecellî eden böyle bir geri çekilme taktiğini Huneyn’de uygulamıştır. Yani hafif bir bozgun neticesi geriye çekilen kuvvetlerinin gözü önünde atını düşman ordusu üzerine yöneltip “Ben peygamberim, bunda yalan yok!” diyerek askerlerini derlemiş-toparlamış ve Taif okçularını kıskaca almıştır.15

Hendek’te de aynı şey geçerlidir.. evet, o güne kadar Arapların bilmediği bir savaş tekniğinin uygulanması, yani Medine’nin etrafında hendeklerin kazılması bir taktiktir ve kat’iyen bir geri çekilme, ölümden kaçma değildir?16 Rica ederim, 3.000 inanan insanın 10.000 kişi ile karşılaştığı, dolayısıyla kuvvet dengesinin hiç ama hiç mi hiç bulunmadığı o muharebeden, hem de hiç şehit vermeden, kadınların kılına dahi dokundurulmadan çıkılması bir başarı değil midir?17 Dolayısıyla Allah Resûlü’nün Huneyn’de Hendek’teki tabyeleri, Hazreti Halid’in Mute’deki taktikleri, pratikte strateji düşüncesine dayalı davranışlardır. Ve bir mânâda aksiyonun ta kendisidir.

1 Bkz.: Ebû Dâvûd, harâc 23-24; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/102; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/317.

2 Bkz.: Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, el-Emvâl s.73-75.

3 Bkz.: İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a’yân 1/71.

4 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.374 (Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas, İkinci Mesele).

5 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.616 (Tahliller).

6 Bkz.: Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.95 (İlk Hayatı).

7 Tirmizî, kıyâmet 1; Dârimî, mukaddime 45.

8 Bkz.: İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/247-250.

9 Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/23; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/129.

10 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/22; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/128.

11 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/24; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/129.

12 Buhârî, fezâilü ashab 25; meğâzî 44; Nesâî, cenâiz 27; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/204.

13 el-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî 2/764.

14 Bkz.: Buhârî, meğâzî 44; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 4/217.

15 Buhârî, cihâd 52, 61, 97, 167, meğâzî 54; Müslim, cihâd 78-80.

16 Buhârî, cihâd 33, meğâzî 29; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/173.

17 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/176; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/66; el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 3/428.

-+=
Scroll to Top