Meczuplar
Halk arasında, “Her yerin bir delisi, bir de velisi vardır.” şeklinde bir kanaat mevcuttur. Bunun ne denli doğru olup olmadığını bilemiyoruz ama, tarihe baktığımızda bunun pek çok misalini görebiliyoruz. Meselâ, Hazreti Üftâde’nin yanında meczup bir insan, Ahmet Şâzilî’nin yanında başka bir meczup vardır. Bunlardan başka bir de halk tarafından kabul görüp saygı duyulan Somuncu Baba, Derviş Ali Baba, Ayakkabıcı Baba, Nalbant Ahmet Efendi… gibi insanlar bulunuyor. Bütün bunlar, bulundukları devirde halk üzerinde koruyucu melek olmuş ve âdeta Hızır gibi onların yardımına koşmuşlardır.
Bence bu işin hakikî sırrı; Cenâb-ı Hak, böylesi mukassi görünümlü insanlarda bir vilâyet gerçeğini saklıyor olmasıdır. Mazhar olduğu şeyler kendi müktesebatıymış gibi kibir, benlik ve gururla caka satmak isteyenlere karşı, Allah, vilâyeti ve kâmil mânâda insanlığı bu pejmurde görünümlü insanlara temsil ettiriyor. Onları bu meçhuliyet semeriyle ketmedip, kendi sırr-ı mektumunun menşuru hâline getiriyor ve bunlar vasıtasıyla vâridâtını insanların kalblerine akıtıyor. Bu vesileyle de, türlü türlü davranışlardan doğacak gazabı önlemiş oluyor.
Gurur, kibir, bencillik… gibi şeylerle ince hesapları olmayan bu insanlara toplum içinde daha çok bizim ihtiyacımız vardır kanaatindeyim. Çünkü her ne kadar bu insanlar yer yer Bektaşice tavırlar sergileyip, çeşitli semerler altında görünseler de, daha çok koruyucu bir ruh gibi, topluma gelmesi muhtemel kötülüklere karşı daima bir şemsiye vazifesi görmekteler…
Kuvvet ve Mantık Üzerine
Savaşlarda insan hissiyatı daima mantığın önüne geçiyor. Tabiî neticede de insanî ve evrensel değerler bütünüyle unutulabiliyor. Kalıcı rahatsızlıklara sebebiyet veren ve nesiller boyu o ülkeyi hatta bütün insanlığı tehdit eden hastalıklara vesile olan atom bombaları, nükleer ve kimyasal silâhlar hep böyle bir ruh hâletiyle kullanılır.
Evet, gücü, kuvveti ellerinde bulunduranlar, temsil ettikleri güce, kuvvete güvenerek, her zaman problemleri o yoldan çözmeyi tercih ettiklerinden çok defa mantık ve muhakemeyi kulak ardı edegelmişlerdir. Bence bu durum mükemmel dönemlerde bile en masum kişilerin masum olmayan hatalarıdır. Meselâ, Yavuz Sultan Selim –makamı Cennet olsun– Çaldıran, Mercidabık ve Ridaniye’de haince düşünceleri ezme, yok etme adına elinde bulundurduğu gücü, kuvveti kullanmış; kullanmış ve o problemi mantık ve muhakeme ile halletme cihetini belki de olması gereken seviyede düşünmemiş/düşünememiştir. Fatih’in Belgrad Ormanları’nda içine düştüğü ahvâli de aynı çizgide düşünebiliriz. İşte bütün bu durumlarda, mantık ve muhakemenin kaba kuvvete yenik düştüğü söylenebilir.
Başımı ayaklarının altına kaldırım taşı gibi koyacağım o koca sultanları kritik etmek, benim haddim değildir. Ama objektif bir gerçeğe dikkatlerinizi çekmek istedim. O gerçek; ihkak-ı hak peşinde koşarken, mantık ve muhakemeyi devre dışı bırakmamak gerektiği gerçeğidir…
Kuruluşunda Osmanlı
Osmanlı kuruluş döneminden başlayarak, ta duraklama dönemine gelinceye kadar devlet sistematiği adına dinin genel kurallarına bağlı çok değişik ölçüler vaz’etmiş ve bunlarla bütün bir dünyaya örnek olmuştur. Şimdiki süper güç Amerika’nın belli ölçüde Osmanlı devlet sistemine benzer bir sistemi benimsemesini hayretle müşâhede ediyoruz. Evet, Osmanlı, Selçuklular’dan sonra birbirleriyle çarpışan ve fikir dağınıklığı içinde bulunan beyliklerle hemen hemen hiç mücadeleye girişmemişti. O, kendisini içinde bulduğu veya bulunduğu kargaşa ortamına kaptırmamış, başkasının hesabına kürek çekmemiş ve bütün himmetiyle Batı’ya yönelmişti. Zaten gönül verilip bayraklaştırılmak istenen dava için akl-ı selimin kabul ettiği tek yol da zannediyorum işte bu idi!.
Ayrıca, birbirleri ile boğuşan bu Anadolu beyliklerine “Biz ‘Allah Allah’ diyen insanlarla savaşmayız.” deyip, onlara teminat vermesi de, arkasını sağlama alma açısından çok önemli ve çok akıllıcaydı.
Öte yandan Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi, dahilde olan çarpışmalarda ciddî haksızlıklar meydana gelebilir. Her iki taraftan ölenler Müslümandır; harap olan şehirler, dul kalan kadınlar, öksüz ve yetim çocuklar, ekinler, araziler hepsi ama hepsi bizimdir. Bütün bunların çiğnenmesi ise, hiç kimsenin tasvip etmeyeceği ölçüde bir zulümdür.1 İşte Osmanlı, hiçbir zaman bu türlü zulümlere girmemişti…
Ve en önemlisi de Osmanlı, çok kaliteli bir Müslümanlık sergilemişti. O, Allah Resûlü’nün metotlarına hep sadık kalmış; icabında Yahudi ve Hristiyanları bile kendi cephesine çekip, onları istihdam edebilmişti. Evet, daha başlangıçta, Gazi Mihal, Evranos, Zağanos Paşaların gelip Müslüman olmalarının temelinde, Osmanlı’nın adalet, eşitlik, hürriyet gibi kavramları gerçek mânâda temsil etmesi söz konusuydu. Hâlbuki bu kavramlar, o dönemde Bizans İmparatorluğunda, zannediyorum henüz hecelenmiyordu bile.
Hâsılı, Osmanlı’nın torunları olarak onlardan alacağımız çok büyük dersler var. Biz bu derslerden birkaç kesit sunmaya çalıştık.
Perde Önü ve Perde Arkası Gerçekler
Bedir, Mekke ile Medine arasında bir mevkinin adıdır. Belki de ay oradan çok iyi temâşâ edildiği için, bu yer “Bedir” diye anılmıştır. Bu çerçevede, gökteki Bedir ile gökler ötesinden gelen Kadir birbirine benzeyebilir. Kur’ân-ı Kerim’de, meleklerin yeryüzüne indiği açıkça ifade edilir.2 Onların, Bedir Savaşı’nda Müslümanları teşcî ve kuvve-i mâneviyelerini artırmak için, başlarında Cebrail (aleyhisselâm) olduğu hâlde indikleri de yine Kur’ân-ı Kerim’de sarahaten zikredilmektedir.3 Melekler, rantabl çalışırlar; daha doğrusu çalıştırılırlar. Bu itibarla da Kadir Gecesi ile onların Bedir Savaşı’nda inmeleri aynı güne rastlamış olabilir.. evet, bu hususta kesin bir şey söylemek mümkün olmasa da, Bedir Savaşı, Kadir’e tevafuk etmiş olabilir.
Kadir Gecesi’nin geceler içinde ayrı bir yeri olduğu gibi;4 Bedir Savaşı’nın İslâm tarihinde, Bedir Ashabı’nın sahabe arasında ve Bedir’e iştirak eden meleklerin de bütün melekler arasında hususî bir yeri vardır.5 O kadar ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’nin fethine hazırlanırken, Hâtıb İbn Ebî Beltaa, fetih hazırlığını Mekke’de Kureyş’in ileri gelenlerine bildirmeye teşebbüs eder. Bir kadınla onlara mektup gönderir. Ama Allah, Efendimiz’i bundan haberdar eder. O da gidip mektubu getirmeleri için Hazreti Ali, Hazreti Zübeyir, Hazreti Mikdad’ı gönderir. Derken mektup getirilir. Mektup Hâtıb İbn Ebî Beltaa’dandır. Hâtıb İbn Ebî Beltaa’nın yaptığı, normal ölçülere göre nifak sayılır. Bu yüzden, Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), “Yâ Resûlallah, bırak şu münafığın kellesini alayım!” der; ama Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ne biliyorsun? Belki Cenâb-ı Allah, Bedir Harbi’ne katılmış bulunanlara savaş günü bakıp ‘Siz istediğinizi yapınız, Ben sizi affetmişimdir. Cennet size vacip olmuş, siz de Cennet’e girmeye hak kazanmışsınız.’ buyurmuştur.”6 diye cevap verir…
İşte ilâhî kıstaslarla Bedir ve Bedir Ashabı budur! Kadir Gecesi, semavî tâkların kurulduğu, sultanların gelip geçtiği ve meleklerin kutladığı gecedir. Bu gecede melekler ceste ceste inerler. Kadir sûresinde bu iniş anlatılırken, zorluk ifade eden bir fiil sigası (kip) kullanılır: تَنَزَّلُ yani o kadar çok melek, o kadar ciddî bir arzu ile iner ki, hep birlikte bir turnikeden geçiyorlarmış gibi bir sıkışıklık ve zorluk yaşanır. Ve bu iniş şafak atıncaya kadar devam eder.7
Ayrıca Kadir; değer, kıymet ve ölçü mânâlarına da gelir. Bu kelimenin kudretle de münasebeti vardır. Allah, nasıl ahirette hikmetinden daha çok kudretiyle muamele eder; öyle de Kadir Gecesi’nde de hikmetten daha çok kudret hâkimdir. O gecenin kadrini bilenlere ilâhî vâridât dolu dolu gelir; hem de ahirette mü’minlere mükâfat verilmesi ölçüsünde gelir. Bunları elde etmek için, Kadr’in kıymetini bilmek, semavî vericilerden yağan vâridâtı alabilmek için Kadir Gecesi’ni bir alıcı gibi kullanabilmeye bağlıdır. Bu gecede insan melekî yanının inkişafıyla, meleklerle şu veya bu şekilde temasa da geçebilir.
Tarihî Tekevvünler
Büyük tarihî tekevvünler birden gerçekleşmez. Onların geliştiği belli bir vetire ve belli süreler vardır. Meselâ, bu büyük oluşumların biriyle alâkalı bazen bir müjdenin verildiğini duyarsınız. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmeden önce, “570’te bir insan çıkacak ve nuru bütün dünyayı kaplayacak.” diye müjdelerin verilmesi gibi.. oysaki 570 olur, 610 olur, hatta 630 olur, henüz beklenildiği ölçüde herhangi bir zuhur ve tecellî söz konusu değildir. Aslında bu zuhur beklenildiği zaman değil, belki daha ileride olacaktır.
Aynı şekilde, 1876’da Şark’ın yalçın kayalıklarından bir ateşpâre zuhur edeceği ve din-i mübin-i İslâm’ı yeniden gönüllerde ihyâ edeceği bazı ehl-i keşif tarafından müjdelenmiştir.8 Oysaki müjdelenen zat, o tarihte henüz dünyaya teşrif etmiştir. Misyonunun tamamlanması gelecek yıllarda gerçekleşecektir. Evet, çekirdekte ağaç, damlada derya görülür ve müjdelenir. Ağacın tam büyümesi, deryanın bütünüyle ortaya çıkması ise zamana bağlıdır; belli bir sürenin geçmesine vâbestedir. Öyleyse kuluçka sabrıyla zamanın çıldırtıcılığına karşı beklemek icap eder.
Mekke Fethi ve Dâussıla
Mekke fethinin gerçekleşmesinin temelinde, dâussıla düşüncesinin hâkim olduğunu söylemek fevkalâde yanlıştır. Dâussıla, yıllar önce inançları uğrunda Mekke’den kovulan, ayrılan ya da ayrılmak zorunda bırakılan insanların, tekrar yurtlarına, yuvalarına dönme arzusu ise, Mekke’nin fethini müteakip fatih sahabenin Medine’ye geri dönmesini nasıl izah edeceğiz? Hatta Sa’d İbn Ebî Vakkas ve Sa’d İbn Havle’nin Mekke fethi esnasında hastalanmaları, onlarda Medine’ye dönememe endişesi hâsıl etmişti. Bu yüzden Sa’d İbn Ebî Vakkas’ın çok üzüldüğünü siyer ve megâzî kitapları kaydeder.9 Sa’d İbn Havle’nin Mekke’de vefat etmesi Allah Resûlü başta olmak üzere, sahabenin onun hakkında üzüntülerine vesile olmuştu. Bunu da yine aynı kaynaklarda görmemiz mümkündür.10
Acaba sahabeyi böyle bir düşünceye iten sebep ne idi? Evet, onlara göre hicretin itmam ve ikmali, dava uğruna hicret edilen beldeye bir daha geri dönmemekle kabildi. Ve yine onlara göre, geriye dönmek, dönekliğin ta kendisiydi.
Şimdi bu düşüncelerle hayat çizgilerini belirleyen ve ondan zerre kadar inhiraf etmeyen insanların gerçekleştirdiği Mekke fethine, “Dâussıla yegâne veya hâkim faktördü.” demek, insafla bağdaşmayacağı gibi, inandırıcı da olmayacaktır. Evet, bu insanların davalarından başka bir düşünceleri yoktu. Onlara değil Mekke’ye, Çin’e, Maçin’e gidin denilseydi tereddüt etmeden giderlerdi; nitekim gitmişlerdir de.
Kâbe – Ümmü’l-Büyût
Kur’ân, Mekke şehrine “Ümmü’l-Kurâ” yani “Beldelerin, şehirlerin anası”11 diyor. Buradan hareketle Mekke’de yer alan ve insanlık tarihi kadar eski diyebileceğimiz Kâbe’ye, Ümmü’l-Büyût (Evlerin Anası) denilebilir.
Ev düşüncesi yeryüzünde Hazreti Âdem ile başlamış, onunla doğmuş ve onunla gelişmiştir. Allah’ın izni ve işaretiyle ilk evi Hazreti Âdem inşa etmiştir. Bu açıdan Kâbe’ye insanlık tarihi kadar eski demeyi uygun gördük.12
Öte yandan, Kâbe yeryüzünde Sidre-i Müntehâ’nın izdüşümüdür. Bu itibarla kıyamete kadar bütün evler, evlerin içindeki sakinler ona teveccüh edeceklerdir. Öyleyse Ümmü’l-Büyût’un fethi, bütün evlerin fethi mânâsını taşır. Nasr sûresindeki “Allah’ın fethi ve yardımı geldiğinde, insanları Allah’ın dinine fevç fevç giriyor görürsün.”13 âyetine değişik buudları ile, bu hakikate tercüman oluyor gözüyle bakılabilir ve öyle de değerlendirebilirsiniz.
Sokullu ve Sinan
Osmanlı’nın bidayetine baktığımızda Gazi Mihal, Evranos, Zağanos Paşa… gibi yabancı isimlere rastlarız. Bu durum, bir kısım insanlar tarafından tenkit edilse de, cihan devleti yolundaki bir oluşum içinde bu tür yabancıların yer almasında hiçbir beis yoktur.
Daha sonraki dönemlerde de yine Mimar Sinan, Sokullu Paşalar… gibi Türk olmayıp, Osmanlı Devleti’nin siyasî, idarî, askerî ve kültürel hayatında önemli roller üstlenmiş değerli şahsiyetler her zaman var olmuştur. Meselâ bir Sokullu Mehmed Paşa, Kanuni, Sarı Selim gibi padişahlar döneminde sadrazamlık yapmış ve ta Üçüncü Murad zamanında kendi makamında hançerlenerek öldürülmüştür. Osmanlı insanları, devşirme olan bu kimselere, gönlünü o denli açmış, o denli imkân hazırlamış ve öyle bir Müslümanlık sergilemiştir ki, bu müsamahayı gören niceleri “Allah bana nasip eder mi, ben de sinemden bir hançer yiyip de şehit olayım?” mülâhazaları içinde yaşamış ve saf kan bir vatan evlâdı gibi hareket etmiştir. İşte Sokullu da bunlardan biridir. Evet, o, bu düşüncelerle hançerlenip yatarken: “Allah’a hamd olsun, bunu bana nasip etti!” diyebilmiştir.
Yine Osmanlı’nın cami, köprü, çeşme, kervansaray, medrese, bina… hemen bütün mimarî sahalarda, estetik mânâda en üst seviyeye ulaşmasının yanında.. binlerce eseriyle bizlere hâlâ rehberlik yapan ve mimaride ruh dünyamızın eşsiz mümessili Sinan da bunlardan biridir.
Yalnız bazıları, katı ırkçılık mülâhazalarıyla bunları hafife almıştır. Ama böyle bir davranışın iz’ân ve akl-ı selim tarafından hüsnükabul görmeyeceği kanaatindeyim. Aslında bu yanlış mülâhaza yabancıların: “Türklerde nerde estetik anlayışı!. Aslen Rum olan Sinan olmasaydı o eserleri Türkler ortaya koyamazdı..” gibi düşünmelerine cesaret vermiştir. Şimdi de Yunanlılar, Türkün ince zekâsının bir ürünü olan Karagöz-Hacivat’a sahip çıkmakta ve bunlar bizimdir demektedirler. Oysaki bütün bunlar bizim kültürümüzün birer parçasıdır. Onun için bunlar önce ciddî bir milletin ciddiyet ve vakarı ölçüsünde korunmalı, sonra da bütün imkânlar seferber edilerek cümle âleme anlatılmalıdır.
Düşünce ve İfade Üzerine
Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yahya Kemal, eserlerini zevkle okuduğum kişilerdir. Bunlar, kendi devirleri itibarıyla küçültülmüş, ufalanmış Türkiye’yi bir türlü hazmedememişlerdir. Onun için bunlar, teselli olarak geçmişe sığınmış, eserlerinde daima geçmişe olan özlemlerini dile getirmişlerdir. Hâlihazırdaki kaos içinde sıkışmayı hayal dünyalarında genişleterek rahatlamaya çalışmışlardır. Tanpınar’ın “Beş Şehir” kitabına ve “Bursa’da Zaman” şiirine bakıldığında bu ruh haletinin hâkim olduğu görülür.
İnsanlar, hiçbir zaman içinde bulundukları zamandan razı olmamışlardır. Bazıları geçmişe, bazıları da geleceğe kaçmış; böylelikle kendilerini ve hayal dünyalarını tatmine çalışmışlardır. Materyalist ve pozitivistler, geleceği düşünüp geleceğin pembe dünyasının hayaliyle hâli değerlerdirmeye çalışırken, biraz inancı olanlar, hâli geçmişin sağlam temelleri üzerine bina ederek ümitle azmin verdiği enerji ve kuvvetle geleceğin hülyalı maviliğine doğru koşmuşlardır. İşin realitesi ve dengesi de budur. Zira biz, ne geçmişten ne de gelecekten kopuk tek taraflı bir dünya kuramayız. Gelecek çok önemlidir ve bu öneme binaen hâlin değerlendirilmesi ayrı bir önem kazanır. Fakat geçmişi olmayan milletler için bunların ikisinin de önemi kalmaz, söner gider.
Zamanın bereketsizleşmesi, duygu, düşünce ve idealde bereketin kapısını aralamaktadır. Çünkü insanlar, zamanın darlığı nispetinde düşünce ızdırabı çekmekte ve kendilerini zorlamaktadırlar. Bu zorlama ve ideallerdeki şeyleri gerçekleştirme adına çekilen bu ızdıraplar da bir ihtiyaç duası hâline gelmekte ve bu zaruretin verdiği hava, değişik ifade şekillerine vesile olmaktadır. İfadedeki bu değişiklik ve renklilik, edebiyatımız adına ciddî bir zenginliğe ulaşmaktadır. Fakat bu zenginlikten sonra bir unvan dönemi başlamakta ve insanlar yeniden kendilerini rehavete salmaktadırlar. Bu rehavet dönemi, kırk-elli sene hatta Osmanlı’da olduğu gibi daha fazla sürebilmektedir. İnsanların, zamanın boşluklarına ve eriticiliğine karşı koyup fikrî büzüşmeye maruz kalmamaları için; ruh, beyin ve kabiliyet güçlerinin tamamını o düşünce aralığında sabit tutmaları ve kendilerini rehavete salmamaları gerekir.
Bir diğer önemli husus da insanın durup dururken düşünce insanı olamayacağıdır. Ülke ve milletin problemleri üzerinde sürekli düşünülmesi gerekir ki bu, bir bakıma o işin fiilî duası demektir. Bundan sonra istidadının açık olması ölçüsünde Cenâb-ı Hak ona, değişik problemleri çözme, insanların onun fikirlerinden istifadesi ve onun vesilesiyle insanlara yol gösterme gibi lütuflarda bulunabilir.
İnsanlar, değişik kaynaklardan istifade ederek enfes ve enteresan düşünceler ortaya koysalar bile; düşünce üretmekten uzak tipler, kendilerinden daha çok başkalarının düşüncelerini naklederler. Herkesin ulaşamadığı, kendilerine orijinal gelen fikirlerin nakilciliğini yapan bu insanlar, belki takma kanat kullanarak belirli bir dönem uçabilirler. Fakat bir gün mutlaka külah düşer, kel meydana çıkar. O bakımdan, okuma ciddî bir disiplin işidir ve herkes okurken kendi düşüncesini yakalamaya ve kendi düşünce yapısını kurmaya çalışmalıdır.
Bosna Yararına Maç14
Bosna-Hersek Balkanlarda İslâm’ın kaderi adına kanayan bir yaradır. Bu kanayan yarada, kan kaybeden de Türkiye’dir. Türkiye, Bosna vesilesi ile gün geçtikçe kan kaybediyor, itibar kaybediyor. Büyüklüğe sıçrama mevsiminde, kendisinden medet uman devletler ve milletler, bekledikleri performansı göremeyince, ona olan güvenleri sarsılıyor ve başka arayışlar içine giriyorlar. Bu ise Türkiye’nin kazanma kuşağında iken kaybetmesi demektir. Hâlbuki bu altın kuşakta şimdilerde başı sıkışan, derde düşen herkesin, çare diye başvuracağı güçlü bir devlet olmalı ve bu devlet tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi gürül gürül ses çıkarmalıydı.
Bosna meselesinde, yaklaşık 4 yıldan beri siyasî ve gayrisiyasî birçok insan, değişik platformlarda söylenmesi gerekli olan şeyleri söyledi, yapılması gerekli olan şeyleri yaptılar. Bu aşamada biz de sporun evrensel dilini kullanalım istedik. O dil ile yeni baştan “Bosna’da çocuklar ölmesin, kan dökülmesin, savaş dursun, kadınlar dul kalmasın, çevre tahrip olmasın…” düşünceleri ile böyle bir organizasyon içine girdik. Evet, sporun ruhunda centilmenlik vardır. O insanları birleştirme, aynı duygu ve düşünce çatısı altında toplamada etkili bir yere sahiptir. Burada bir de dünya çapında söz sahibi sporcular bulunursa, onların dünyaya verecekleri mesajın çok daha anlamlı olacağı herhâlde izahtan varestedir.
Yalnız bu konuda bir temennimi arz etmek istiyorum. Keşke bu organizeyi televizyon, radyo ve bütün gazeteleri ile ortaklaşa olarak Türk medyası düzenleseydi.. ve müşterek bir deklarasyon yayınlayabilseydi. O zaman bunun bütün dünyada meydana getireceği yankının daha fazla olacağı muhakkaktı. Fakat her şey geçmiş değil. Bosna meselesi de bitmiş değil. Çare ve çözüm arayışları da. Onun için inşâallah bu teklifimiz medya idarecileri tarafından hüsnükabul ile karşılanır, bu ve buna benzer düşüncelerle daha çok organizeler yapılır.
– Niçin “Her şey Bosnalı Çocuklar İçin” sloganı kullanıldı?
İstikbal bugünün çocukları ve gençleri üzerinde bayraklaşacaktır. Siz bir milleti yok etmek istiyorsanız önce onların çocuklarını ortadan kaldırmanız gerekecektir. Onun için 4 yıldır çok ciddî bir soykırıma maruz kalan Boşnakları geleceğe taşıyacak olan, yetim ve öksüz kalan bu çocuklardır. Onlara sahip çıkmak Bosna’ya, Bosna’nın geleceğine sahip çıkmak demektir. Zannediyorum bu düşünce ile o slogan seçilmiş.
Öte yandan, orada savaşın devam etmesine rağmen ilkokuldan üniversiteye varıncaya kadar bizim devlet veya sivil toplum örgütleri olarak özel eğitim ve öğretime sahip çıkmamız lâzım diye düşünüyorum. Gidelim oralara, okullar yapalım, eğitim ve öğretime başlayalım, buralara Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin okulları desinler. Sonrasını onlar düşünsün! Şayet oradaki okullarımız isabet alır, yerle bir olursa, biz de koparacağımız vaveylalarla bütün dünyayı ayağa kaldırırız.
Bunu şu ya da bu sebeple gerçekleştiremiyorsak, bari oradan bütün çocukları getirerek eğitim ve öğretimlerini Türkiye’de sürdürelim. Böylece Batı’nın asimilesinden onları koruyalım. Bu vesile ile son olarak bir endişemi sizlere arz edeyim: Nereden biliyorsunuz, bugün Bosna’nın başına gelen felâketin yarın sizin başınıza gelmeyeceğini? Allah fırsat vermesin ama bu ihtimali sakın uzak görmeyin. Kendi menfaat ve hâkimiyetini tabiî olarak korumak isteyen yabancı ve bize düşman olan güçler menfaatlerine halel geldiği anda, bir taraftan Suriye, diğer taraftan Yunanistan ile üzerimize saldırır ve bizim –halk tabiriyle– iki ayağımızı bir kaba sokabilir. O zaman Türkiye’ye sözde sahip çıkan devletler, aleyhimize döner. Çocuklarımızı dünyanın dört bir tarafına taşıyarak, asimile ederler. Bu millet böyle bir durumu 93 Harbi’nde, Balkanların düşüşünde, Kırım’ın kaybedilişinde hep yaşamıştır. Köklerini unutmuşlardır bizim çocuklar. Türkü, Müslümanı en âdi, en aşağı varlıklar olarak göstermiş ve inandırmışlardır. “Türkiye diye bir devlet yoktur, Batı’nın vesayetinde, esaretinde, güdümünde Türkler vardır.” demişlerdir. Hâlbuki her gecenin bir gündüzü, her gündüzün de bir gecesi vardır. Allah’ın günleri insanlar arasında dairevî olarak dönüp-duruyor. Bugün birilerine bayram, yarın da başkalarına. Öyleyse bekleyin ve görün! Bakalım meşîme-i şeb’den neler doğacak!..
Kutsî Mekânlarda Yolculuk
Cenâb-ı Hak hayatımda üç defa hacca gitmeyi nasip etti. –O’na binlerce hamd ve sena olsun!– 68’li yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı, ilk defa görevli olarak hacca üç kişi göndermişti. Eskişehir ve Denizli müftüleriyle beraber bir de fakiri vazifelendirmişlerdi. Biz, oradaki hacıların durumunu tetkik edecek ve yapılacak iyileştirme çalışmalarıyla ilgili rapor hazırlayıp, bu mevzuda yapılacak şeylere ışık tutacaktık.
İkincisinde, kendisine hac farz olduğu hâlde gidemeyen çok yakın bir dostumuzun pederi namına gitmiştim. Aslında bu şekilde bir hacca gitmeyi hiç istemezdim. Çünkü öyle birinin namına yapılacak bir hac, bana çok ağır gelirdi. Ama, oraları özlemiştim. Bu vesileyle de o dostla beraber ikinci kez o kutsî yolculuğa çıktık.
Diğeri ise, medyada aleyhimize şiddetli bir kampanya başlatılmıştı. Buna karşı ruhumda duyup hissettiğim sıkıntılarla, yine özlemini çektiğim o kutsal mekânlara gidip, dua etme ve o arındırma muslukları altında yıkanma ihtiyacını duydum. Cenâb-ı Hak imkân verdi ve 1986’da üçüncü kez yeniden hacca gitmek nasip oldu.
Ne var ki, bu son haccımda, Mekke ve Medine’yi çok sevdiğim hâlde, dine, milletimize hizmet itibarıyla memleketime dönme zorunda olduğum mülâhazasıyla, oradan ayrıldık ama, giriş yapmama tahdit konmuştu. Uçak kapıları bu şekilde yüzümüze kapatılınca, biz de bu zorunluluk karşısında ve biraz da ülkeme olan sevgi ve muhabbetle, kaçak olarak karadan girme yolunu seçtik. Daha sonra da kendim, Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne gidip ifade verdim.
Bir Anekdot
Tasavvuf kitaplarında yer alan bir menkıbeye göre ehlullahtan biri kılı kırk yararcasına titiz bir hayat yaşamaktadır. Böylesine şuurlu bir hayat yaşayan bu zatın çocuğu ise eline bir çivi alıp, suyun olmadığı bir yerde tulum ile evine su taşıyan halkın arkasından koşarak tuluma bir çivi atıp deler. Fakat millet, efendisinin hatırına çocuğa bir şey diyemez.
Bu hâl, günlerce devam eder. Nihayet bir gün gelir bu durum canlarına tak der. Çünkü suyun zor bulunduğu o çölde kan-ter içinde bir yerden bir yere su taşımaya çalışırlar, fakat çocuk bir türlü fırsat vermemektedir. Sonunda gelip bu Hak dostuna “Efendim, sizin çocuğunuz olduğundan dolayı sizi üzecek ve belki de size karşı ayıp olacak ama, çocuğunuz şöyle şöyle yapıyor.” dediklerinde, büyük insan beyninden vurulmuşa döner. Gözlerini kapatır ve “Acaba hayatımda ben buna benzer ne yaptım ki ayniyle döndü ve benim hayatımda bana bir ızdırap olarak yaşattırılıyor?” diye düşünür fakat cevabını bulamaz.
Kendisinden sonra hanımına, “Hele bir de sen düşün!” der. Kadın derin derin düşündükten sonra “Efendi, buldum!” diye cevap verir: “Ben bu çocuğa hamile iken elimde tığla bir şey örüyordum ve bu tığlarla komşunun evine gitmiştim. Rafta bir portakal vardı. Öyle canım çekti ki o tığın ucunu oraya bir-iki batırıp ağzıma götürdüm.” deyince, “Tamam hanım!” der. Beraberce abdest alıp kıbleye yönelirler ve Allah’a tevbe ve istiğfarda bulunurlar. Aradan yarım saat geçmeden çocuk kan-ter içinde kendini odaya atar ve “Baba, Allah aşkına beni affet, meğer ben şimdiye kadar ne yapıyormuşum!” der.
Evet, insanın başına bela ve musibet adına ne gelirse gelsin, mutlaka kendisiyle bir irtibatı vardır ve sebebini kendinde aramalıdır. Bu hakikate itiraz, Kur’ân’a itiraz demektir. Çünkü bunu bize Kur’ân “Sana gelen iyilik, Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.”15 beyanıyla ifade etmektedir. Dolayısıyla insan her türlü fitne, bela ve musibetten Allah’a sığınmalı fakat dûçâr olduğu hâdiselerin perde arkasında da daima kendini mesul tutmalı ve günahlarından tevbe edip Allah’a yalvarmalıdır.
Okuma ve Okutma Keyfiyeti
Günümüzde yeni yeni okuma ve okutmayla ilgili teknik yöntemler geliştirilmektedir. Bu yöntemlerden –ister nelerin okunup okutulacağı adına, isterse okumanın ve okutmanın keyfiyeti adına olsun– herkesin istifade edip yararlanabileceği düşüncesindeyim.
Eskiden beri devam edegelen metot ve ilim anlayışı ile yetişen insanlar, fünun-u müspete ile dinî ilimler arasındaki irtibatı koruyamayıp, kalb-kafa birliği sağlayamamışlardır. Bu sebeple de medrese ilimleri, tekye ve zaviye ruhundan koparılmıştır. Bu kopukluk bir ölçüde bugün dahi hâlâ devam etmektedir.
Kitap müzakere eden arkadaşların, hayatlarında pozitif ilimlerle beraber dinî ilimlere de yer vermeleri çok önemlidir. Meselâ, imana ait bir eseri okuyan insan, sıkılmamak için hemen arkasından ahlâk-ı âliyeye dair bir esere başlamalıdır. Felsefeyle meşgul olan bir kişi de, arkasından tasavvufla ilgili bir bölüm okumalıdır.. değilse, felsefe denecek, hukuk denecek ama eskiden olduğu gibi ahlâk-ı âliye adına zaaflar yaşanacak; fizik denecek, kimya denecek ama metafizikten, İslâm’ın ruhundan bigâne kalınacaktır. Dolayısıyla da ilim ve İslâm düşüncesi adına hayatta boşluklar yaşanacaktır.
Okuma ve okutma keyfiyeti adına söylenecek diğer bir şey de, eskiden camilerde bir anda 7-8 tane ders halkası olduğu gibi, günümüzde de aynı mekânlar tekrar değerlendirilip, herkesin “telâkki-i bi’l-kabul”üne mazhar olmuş, kitapların müzakere edilmesidir. Bu türde yapılacak bir çalışmayla, vatan sathı bir mektep hâline getirilecek ve bu şekilde okullarımızla beraber, camiler ve kahvehaneler tekrar ilim yuvaları hâline gelebilecektir.
Kıtmîrin İzahı
Müslüman bir ana-babadan dünyaya gelmiş, tekke ve zaviye çevresinde yetişmiş, İslâm’ı duya duya gelişmiş; bütün bunlardan sonra da Cenâb-ı Hak, onu din-i mübin-i İslâm’ı yüceltme adına mübarek bir hizmette istihdamla şereflendirmişse, bu mazhariyetleri tam değerlendiremediğinden ötürü bu insanın kendine yer yer “kıtmîr”, “âciz”, “fakir” demesinden daha tabiî ne olabilir?
Kıtmîr sözünü siz köpek mânâsında alabilirsiniz. Ancak köpeğin bile kendi adına birçok hususiyetleri olduğundan, ben şahsen kendime öyle demeyi bile bazen çok görmüşümdür. Evet, o, çok duyarlı bir hayvandır. Burnunda, insanda olanın on katı, koku alma hücresi vardır. Kulaklarındaki hassasiyet de öyle, gözlerindeki de… Meseleye bu zaviyeden bakılacak olursa, kıtmîr iddiası bile, büyük bir iddia sayılır. Gerçi, mahiyet-i insaniye meleklerden daha ulvîdir ama, o biraz da ilk mevhibeleri değerlendirmeye bağlıdır.
Kıtmîrin diğer mânâsı ise; hurma çekirdeğinin üzerindeki zar anlamına gelir ki, temelde bir şeyin önemsizliğini, inceliğini, meselâ hurmaya göre o zarın değersizliğini ifade eder. Böyle olmakla beraber onun da kendine göre bir kıymeti vardır. Vâkıa o şeffaf zar, çekirdeğin içten çürümesine ve kurdun gövdeye işlemesine de mâni olabilir. Bu da onun için büyük bir pâye sayılır. Bu açıdan da bazen kıtmîr demeyi bile kendime çok gördüğüm olmuştur.
Bunlar kişinin Rabbisi ile olan irtibatı, halkla olan münasebeti ve nefsiyle olan cedelleşmesi neticesi kendine lâyık gördüğü ya da –arz ettiğim şekliyle– görmediği vasıflardır. Geçmişte nice İslâm hadimlerinin kendilerine bu tür yakıştırmalarda bulunduğu bir gerçektir. Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer’den alın da merhum Necip Fazıl Bey’e kadar, niceleri kendini yerden yere vurmuşlardır. Necip Fazıl merhum, ciddî bir nefis muhasebesi esnasında: “Eee, bırakın da mü’minlere, tarlaların kuvve-i inbatiyesi için biz de gübre olalım!” demiştir. Onun için biz böyle düşünemeyiz, ona hakaret olur. Ancak onun kendi yaklaşımı içinde, gübre toprağın kuvve-i inbatiyesini artırıyorsa epey bir mânâ ifade eder. Onun diğer bir yaklaşımı da, مَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللّٰهُ16 fehvâsınca kendini sonsuzluk kervanının azat kabul etmez kölesi veya bir topal köpeği şeklindeki yaklaşımıdır. Zannediyorum onun, Müslümanların aziz olması yolunda nefsine bu yakıştırmaları reva görmesi, Allah ve insanlar katında onun değerini biraz daha yükseltmiştir.
Dikkat ve Teyakkuz
Yakın geçmişte meydana getirilen Gaziosmanpaşa ve Ümraniye Olayları çok ciddî plânlanmıştı. Fakat o olaylar milletin o enginlerden engin sinesine çarptı ve söndü. Şimdi devletin değişik birimleri bu hâdiseleri bütün yönleriyle yakın takibe aldı. Ve zannediyorum araştırmalar neticesi çok farklı şeylere muttali olacaklar. Dilerim, Türkiye’nin değişik vilâyetlerinde şimdiden tasarlanan o menfur oyunlara muttali olunur ve önlem alınır..!
Bu arada ayrı bir husus; öteden bu yana bu ülke insanını, Atatürkçü olan-olmayan, laik-antilaik, solcu-sağcı, şovenist, Turancı, Müslüman vs. diyerek bölmeye çalışan güçler, yeni yeni eylem hazırlığı içindeler. Birilerinin ciddî endişeleri içinde onlar, böyle bir parçalanma sürecini tekrar başlatırlarsa, zannediyorum Türkiye işte o zaman gerçekten parçalanacaktır. Onun için mâşeri vicdanın bu ve benzeri oyunlara karşı daima uyanık tutulması lâzımdır.
İtiraf etmeliyim ki, iç ve dış düşmanlarımız, ülkemizi bütün yöreleriyle çok iyi etüt etmişler. Öyle ki bunlar, etnik kökenleri, aşiretleri, aşiretler arasındaki ihtilafları, dillerin yanı sıra lehçe farklılıklarını bile biliyorlar. Onun için bu tür planları, netice alabilecekleri bir kısım zayıf yerlerde tatbike koyuyorlar. Bu sebeple devlet erkânının, kolluk kuvvetlerinin, istihbarat güçlerinin hâssaten bu bölgelerimizde daha dikkatli olmaları gerekmektedir.
Şiir ve Serbest Vezin
Elbette serbest veznin bir sanat yönü var. Zaten nesrin bile sanat yönünün olduğu yerde serbest vezinde olmamasını düşünmek mümkün değildir. Meselâ, serbest vezinle yazılmış öyle şiirler vardır ki bunlar, bir “Sessiz Gemi” ve “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” ölçüsünde şiir değerine sahiptirler.
Yalnız şu hususa dikkat etmek lâzım: Bu stilde yazılmış –hem de çok güçlü kalemler tarafından– şiirler de tıpkı Ahmet Haşim’in o güzel şiirlerinde olduğu gibi, bazen her şey sembollerin buğulu âleminde bir sır hâline gelmekte. Zannediyorum, aradan uzun bir zaman geçince, sembollerle dolu olan bu şiirler, şairine bile gösterilse, maksadını anlamak ve anlatmakta zorluk çekecektir. Bu sebeple, şiirin serbest olanında da, olmayanında da arz ettiğim husus kat’iyen kulak ardı edilmemelidir.
Hoşgörü Ödülleri
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, hoşgörü ödülleri dağıttı. Bu ödüller, ödül sahipleri ve ödül dağıtım merasimi Türkiye’de büyük çoğunluk tarafından hüsnükabulle karşılansa bile, marjinal bir kesimin konuyla alâkalı hoşnutsuzluğunu da üzülerek müşahede ettik.
Öncelikle, toplumumuzun her zamankinden daha çok hoşgörüye muhtaç olduğu, devlet adamlarından köylerde yaşayan vatandaşlara kadar hemen herkesin kabul ettiği bir gerçektir. Bu açıdan bu sürece katkıda bulunan herkesin bence ödüllendirilmesi gerekir. Bunun İslâmî nasslarla telifi de her zaman mümkündür. Şöyle ki, İslâm’ın temel esaslarından birisi terhip ve terğiptir. Yani yararlı iş yapanları teşvik, aksini yapanları ise tevbih etme, İslâmî bir kaidedir. Bu çizgide söylenebilecek onlarca âyet, yüzlerce hadis ve hâdise göstermek hiç de zor değildir. Dolayısıyla hayra karşı meylin artmasına, şerre karşı meylin kesilmesine vesile olabilecek böyle bir esasın işletilmesi gayet yerindedir ve böyle bir davranışı tenkit etmenin de mantığı yoktur.
Düşünün ki bazılarının takıldıkları nokta, Yeşilçam’dan bir bayana bu ödülün niye verildiğidir. Rica ederim, geleneksel Türk-aile ahlâkında, kadının kocasına karşı taşıdığı vefa hissi, ailenin devamı için çok önemli bir faktör değil midir? Bahsini ettikleri hanımefendi, bu geleneği devam ettirmiş, hastalanıp yatağa düşen beyinin başında iki sene vefa hissiyle durup beklemiş, onun bakım ve görümünü üstlenmişse, bu, bizim düşünce dünyamıza göre takdir edilmesi gereken bir tavır değil midir? Allahu a’lem, inancı olan bir insanın böyle bir ameli onu Cennet’e götürmeye yetebilir. Dolayısıyla, eşine karşı bu denli sadakat ve vefa ile dopdolu bir hanımefendiye değil bir plaket, dünyalar verilse, bana göre yine de fazla sayılmaz.
Tarih şahittir ki, bu türlü hayırlı faaliyetlere her zaman dil uzatan, engel olmak isteyen pek çok kimse çıkmıştır. Bence bu türlü ârizî çıkışlara, hiç aldırış etmeden doğru bilinen ve toplumun kabulü ile karşılanan bu yolda çalışmalara devam edilmelidir.
Reddiyeler
Bir dönem itibarıyla, İslâm’ı tanıtıcı mahiyette yazılan eserlere baktığımızda, bunların cep ilmihali mahiyetinde, sadece İslâm’ın kural ve kaidelerini içerdiğini görürüz. İslâm düşünce ve felsefesinden uzak; âdeta kuru bilgilerle dolu olan bu eserlerin, İslâm’ı anlatmada yeterli olması herhâlde düşünülemez.
İçte ve dışta bugüne kadar, İslâm’ı eleştiri mahiyetinde çeşitli eserlerin yazıldığı bir gerçektir. Genelde bu eserlerin hemen hepsinde, İslâm’ın getirmiş olduğu kural ve kaideler değerlendirmeye alınarak objektiflikten uzak bir şekilde tenkitler yapılmıştır. Bunlara cevap teşkil edecek olan, İslâm âlimleri tarafından kaleme alınmış eserlere gelince, onlar da büyük çoğunluğu itibarıyla, bu tenkitlere karşı cevap mahiyetinde birer reddiyedir. Oysaki bu eserlerin, küllî mânâda bütün kuşkulara cevap teşkil edebilecek mahiyette olması ve İslâm mantalitesini geniş bir şekilde işlemesi gerekirdi…
Kayıp Eşyalar Karşısında Tavrım
Zaman zaman, eşyalarını kaybedip ve bunun karşısında hiç üzüntü duymayan insanları gördükçe hayret ederdim. Arabası birkaç defa çalındığı hâlde soğukkanlılığını koruyup: “Ne yapalım Allah verdi, Allah aldı. Üzülsem geriye mi gelecek?” diyen, hatta 30-40 milyonluk bir makinenin yere düşüp parçalanması karşısında, “Eskiden bu tür şeylere çok üzülürdüm. Hatta üzüntümden gözlerime uyku dahi girmezdi. Ama baktım ki, bunun hiçbir faydası yok, kendi kendime üzülmemeye karar verdim…” diyen insanlara şahit olmuşumdur.
Aslında bu tür insanlara hep imrenmiş ve “Keşke ben de böyle olabilseydim!” demişimdir. Dostlarımızdan bir tanesi hediye olarak bir kitap imzalayıp kütüphaneme koymuştu. Bir ara kayboldu ve bulamadım. Belki kütüphaneyi beş-altı defa alt-üst ettim. Çıkarıp her gün bir insana bir elbise versem, bir arabam olsa onu hediye etsem hiç üzülmem.. evet, o konuda çok rahatım ve telaşım söz konusu değildir, ancak fiyatı çok daha ucuz bir kitabın kaybolması karşısında öyle muzdarip oldum ki, “Acaba İzmir’e gittiğimde orada mı unuttum?.” deyip, sadece o kitap için gidip oraya bakmayı bile düşündüm. Derken bir hafta boyu, yani kitap bulununcaya kadar hep arayış içinde oldum.
Aslında, Allah için vermek, benim için ayrı bir zevk kaynağıdır. Her şeyimi verebilir ve her verişimde de “Sırtımdan bir yük daha eksildi.” der, mutluluk duyarım. Ancak fuzulî harcanan beş kuruş için de fevkalâde rahatsız olurum.
Çeşitli vesilelerle burada misafir olarak kalan ve bazen pantolon, ceket, saat… gibi eşyasını unutup giden ve merak da etmeyen insanları görünce hayretten donakalırım. Hele bazıları öyle unutulmayacak şeyler unutuyorlar ki, bunlar karşısında insanın; “Bir gün burada bir adam bulunursa ona da şaşmayın!..” diyesi geliyor…
Hafızanın Korunması
Sokaklar hafızayı öldürüyor. Çocukken çok kuvvetli bir hafızam olduğunu söylerler. Yeterli param olmadığı için çok defa ders kitabı alamazdım. Çoğu zaman ders halkasının ortasına oturmaya çalışır; sıra bana gelinceye kadar yanımdaki arkadaşın kitabından kendi yerimi ezberlemeye çalışırdım.
Erzurum’da 6 ay kadar kaldığım yerin yanında sinema bulunduğunun uzun zaman farkına varamamıştım. Bir defasında arkadaşlarla sokağa çıkıp dönünce dersimi tam veremedim. Hocam durumu anlamış ve “Ne oldu sana?” diye hayretle sormuştu. Eğer, ruha ters mâlâyâniyâtı düşünmek insanda stres yapıyor ve onu devamlı meşgul ediyorsa günümüzde insan dimağının nasıl hırpalandığını tahmin edebiliriz. Allah, genç nesillerimizi fena duygulardan muhafaza buyursun!
Konferans Hatıraları
1976 yılında seri konferanslara çıkmıştım. Malatya’ya gideceğim zaman, sis yüzünden Ankara’dan uçak kalkmadı. Arkadaşlarla bir taksi tuttuk. Vaktinde yetişip milleti bekletmemek için, şoföre sürekli “Sür!” diyordum. Şehre, ancak gece 11’de varabildik. Ancak, konferansı dinlemek için toplananlar, şehrin dışından itibaren yolun iki yanında toplanmış ve heyecanlarından hiçbir şey kaybetmeden bekliyorlardı. Bitkin olmama rağmen arkadaşlar kollarımdan tutarak kürsüye çıkardılar. Dinleyici gençlerin diriliği ve coşkusu sebebiyle, bir müddet konuşabildim. İşin olumlu yanları Malatyalı gençlere ait olmak üzere çok coşkulu olmuştu.
Evet, ben en diri bir dinleyici kitlesini Malatya’da buldum diyebilirim. Çorum da Malatya’dan geri değildi. Vaazlarda olsun, konferanslarda olsun, bazı arkadaşların ve dinleyicilerin teveccühü, heyecanı ve coşkusu çok defa hatibi konuşmaya sevk eder. Konya’da bir grup, konferansı sabote etmeye çalıştı. Ve orada her şey ciddî bir isteksizlik etrafında örgülendi.
O zaman, durup dinlenme bilmeden şehir şehir dolaşabiliyorduk; şimdi ise artık bu mümkün değil. Demek bir zaman deliliğe ve delilere de ihtiyaç oluyor. Akıllılara ihtiyaç duyulduğu zaman deliler meydandan çekilmeli!..
Derin Çukur
Fazla kilolu arkadaşların zayıflaması gerekiyor. Bazı zayıf arkadaşlarımız da nedense daha çok zayıflıyorlar. Bir zaman, bir arkadaş 50 kilo falan geliyormuş. Kendisine latife yollu, Gümüşhanevî Hazretleri 45 kilo kadarmış deyince, o da: “Ben 5 kilo daha vermem lâzım.” cevabını verdi. Ben de İhlâs Risalesi’ndeki ifadeye telmihle ve mecaz olarak, “O zaman senin için derin bir çukura düşme ihtimali var.”17 demiştim.
Hoca Sakıp Efendi
Sakıp Efendi, bir zaman kültür bakanlığı yapmış olan Rıfkı Danışman Beyefendi’nin babasıydı. Büyük bir âlimdi. Kendisinden çok az da olsa ders dinlemiştim. Gençliğim sırasında bir defasında Erzurum’da vaaz vermiş ve bir sinemada oynatılmak üzere afişleri asılmış bulunan “İslâmiyet’in Doğuşu” mu, yoksa “Hazreti Ömer’in Adaleti” mi, bir filmin oynatılmasını, “Eşya misliyle temsil edilir, kimse Hazreti Ömer’i, Hazreti Hatice’yi oynayamaz.” diyerek önlemeye çalışmış ve halkı uyarmıştım. Halk da usûlünce o filmin oynatılmasını protesto etmişti. O zaman Sakıp Efendi Erzurum’da müftü idi. Bu hâdise, oldukça canını sıkmıştı. Daha sonra, askerde iken izinli olarak Erzurum’a geldiğimde yine vaaz etmek istedim. Önceki hâdise dolayısıyla Hocamız izin vermek istemedi. Halk, sokağa döküldü ve bunun üzerine müsaade etmek zorunda kaldı. Daha sonraları, hastalanıp yatağa düşünce, “Gidip bir ziyaret etsem, acaba kabul eder mi?” diye haber gönderdim. Kabul buyurmuşlardı. Ziyaretine vardım ve ölüm döşeğindeki o hasta adam beni kapıda karşıladı, boynuma sarıldı.
Evet, o öylesine kâmil bir insandı. Şark’ın daha başka şehirlerinden de âlim, kâmil zatlar çıkmıştır ama, böylesine mübarek insanlar o zaman en çok, Erzurum ve İstanbul gibi yerlerde bulunuyordu.
Hırsızlık ve Bir Hatıra
Geçenlerde bir arkadaş, Avrupa hatıratından bahsederken, bir kadının evine hırsız girip eşyalarını çalmasına tepki olarak “Ah onu elime bir geçirsem, iki elini birden keserim!” dediğini anlattı.
Bu hâdise bana şu hususları çağrıştırdı: İslâm’da hırsıza verilen “el kesme” cezasının çok ağır şartlara bağlandığı fıkıh kitaplarında uzun uzadıya anlatılmaktadır. Öyle ki, 23 yıllık Asr-ı Saadet içinde el kesme vak’ası sadece bir-iki tanedir.18 Düşünce itibarıyla “İki elini keserim!” deme seviyesine yükselmiş insanlara İslâm’da hırsızlığa verilen cezanın tarihî, fıkhî, içtimaî, psikolojik buudları anlatılabilse, zannediyorum onlar İslâm’ı bir kere daha gözden geçirme ihtiyacı duyacaklardır. Ne var ki, bizim dünyamızda, akademik seviyede bunların ele alınıp anlatıldığı kitaplar yok denecek kadar azdır.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı
Böyle bir vakıf, Türkiye’deki kalemşörlerin, isim yapmış müelliflerin bir kısım fasl-ı müşterekler etrafında bir araya getirilmesi amacıyla oluşturulmuştur. Yapılan toplantılarda bu amaca matuf olarak liberalinden, bir dönemde komünizm vadilerinde insanımıza kurtuluş vesilesi arayan samimî, fakat bir yanlışı başına külah gibi geçirmiş olanlara varıncaya kadar hemen her kesimden insanlar davet edilmiştir.
Bu insanlar, yapılan davetler neticesinde samimî ifadelerini dile getirip, şu âna kadar yapılan diyalog çağrılarının en anlamlısının bu vakfın yaptığı çağrılar olduğunu açıklamışlardır. Bu kuruluşun üyeleri aynı arayış adına bugün de çalışmalarını devam ettirmektedirler. Çeşitli konumdaki insanlar ziyaret edilmekte, bu düşünceye katkıları sağlanmaktadır. Şimdiye kadar bu çağrıya sadece bir-iki insanın hüsnükabul göstermediği düşünülecek olursa, bir bakıma maksat hâsıl olmuş demektir.
Vakfın, bundan sonraki yapacağı işlerde daha büyük hedeflere yöneleceği kanaatindeyim. Meselâ, bunlar arasında, “İslâmî İlimler Araştırma Merkezi” kurulması düşüncesi vardır. Bu şekilde oluşturulacak olan bir bilgi bankasıyla, dünya ile entegrasyona girme, yabancı dillerde yazılan eserleri Memun döneminde olduğu gibi tercüme ettirme gibi faaliyetler vardır.
Bu çalışmalar devam ettirildiği sürece, Türk toplumunun dağınıklıktan ve şimdiye kadar yaşamış olduğu zelillikten kurtulacağı kanaatindeyim.
Tehlikeye Atılmayın
Sizlere bir düşüncemi açmak istiyorum. Şu anda –Allah muhafaza– herhangi bir ülkeyle savaş olsa, çoklarımızın yolda kalacağı ve döküleceği kanaati var bende. Evet, rahat, rehavet içinde yaşamaya alışmış insanlarımızın, çoluk-çocuğunu, evini, işini, eşini terk edemeyeceği endişesini taşıyorum. Eğer öyleyse zaten biz tehlikeli bir zeminde yaşıyoruz demektir. Bir âyet bunu ne güzel dile getirir. “Allah yolunda infak edin ve kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın!”19 Demek ki Allah yolunda olmayan, O’nun adına infakta bulunmayan, bedenî ve ruhî gücüyle dalâlet ve karanlıklarla yaka-paça olmaya hazır bulunmayan kendini tehlikeye atıyor demektir. Bu âyete sebeb-i nüzûl açısından baktığımızda20 bu mânâların hepsini geçerli kabul edebiliriz.
Belki ayrı bir husus ama yeri geldiği için söyleyeceğim: âyetlere, sair nasslarla çatışmadığı müddetçe bütün bu mânâları yüklemede de mahzur yoktur. Zira bazen sebeb-i nüzûl, meselelere ışık tutması bakımından çok önemlidir. Ama onu kapalı bir fanus içine koyup muhtemel mânâlara karşı kilitlerseniz, âyeti dondurmuş olursunuz. Meselâ, bu çizgide, yukarıdaki âyetle, namazlarda ön safı tutma meselesini irtibatlandırabilirsiniz. Yani “Namazlara önce gelmeyip ilk safa geçmemek suretiyle kendinizi helâk etmeyin.” Kaldı ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Erkek saflarının en hayırlısı ön saf, en şerlisi de arka saftır.”21 buyurmaktadır. Yalnız buradaki helâk, lügat mânâsı itibarıyla değil de, sevap kazanma açısındandır. Küfür veya nifak bahis mevzuu değildir.
Ekoloji
Avrupa’da kendilerine “Yeşiller” adı veren çevreci bir grup ortaya çıktı. Siyasî parti kurmanın yanı sıra, değişik ad ve unvanlarla organize olarak, bu konuda çalışmalar başlattılar. Hatta bu çalışmalar vesilesiyle, dünyanın kaderine hâkim güçler ile temasa geçip onlarla bütünleştiler.
Bize gelince; bizde Müslümanları bu işe uyarmak bir hayli zor. Bu konuda 5-6 yıllık gayretimiz içinde ciddî bir mesafe alındığı söylenemez. Okullar, yurtlar seviyesinde sahip çıkma olmadı bu işe. Zaten devletin de bu işi ciddî anlamda sahiplendiği söylenemez. Yanan ormanları yeniden ikame için kaç defa müracaat ettiğimiz hâlde, pek çoğunda müspet cevap alamadık.
Evet, çevreye sahip çıkmak, ekolojik dengeyi korumak ve kollamak Müslümanın aslî görevleri arasındadır. İnşâallah, başta arkadaşlarımız bu hakikate uyanır, sonra da bunu dinî, millî, vatanî bir görev telâkki ederek, etraflarına anlatarak yemyeşil ve dengeli bir dünya kurmayı başarırlar.
“Küçük Dünyam”
Bir müessesede itaat şuuru ve disiplin anlayışı esas ama, öte yandan da, sevgi, tevveccüh, gönül kırmama, incitmeme, rencide etmeme de en azından diğerleri kadar önemli. Bazen oluyor ki, hassasiyetimin duvarlarına çarpan bazı hâdiseler beni bayılacak hâle getiriyor. Meselâ, bir yerde konuşma yapmışsınız. Merdivenleri aç-susuz, yorgun-argın yavaş yavaş çıkıyorsunuz. Birisi kesiyor önünüzü “Hocam takkenizi verir misiniz?” diyor. “Bu kadar hâl bilmezliğe pes doğrusu!” diyor ve daha bir hafakanlanıyorsunuz. Kaldı ki bu ve bu kabîl şeylerde liyakat esastır. Aslında, o basit nesne bir değer ifade ediyorsa, eğer senin ona liyakatın varsa bugün veya yarın çeşitli vesilelerle Allah senin eline ulaştırır onu.
Öte yandan, öyle yerler vardır ki, günde bin bir meselenin konuşulduğu bir arena gibi. Her bir şahıs ise kendi problemini “en önemli” telâkki ederek hemen, evet, hem de hemen arza çalışıyor. Hâlbuki onlar kendilerine göre en müsait anda buraya geliyorlar ve benim müsait olup-olmadığımı hiç mi hiç düşünmüyorlar. Oysaki, inanın bana, beni o kadar çok bağlayan ve bekleyen işler var ki, bazen Rabbim’e “Bir günü niye 24 saat yaptın Allahım, 48 saat yapsan olmaz mıydı?” diyorum.
Tabiî bütün bu sıkıntılar yakın gelecekte zevke inkılâp edecek şeyler ama terbiye, disiplin, mesai tanzimi hatta bedenî ve ruhî rahatsızlıkların da dikkate alınması lâzım. Kimse bu sözlerimden rencide olmamalı. Bir hakikati beyan için şimdilik bu kadar söylüyorum.
Ölüleri Yakma
Geçenlerde ölen birisi, cesedinin yakılmasını vasiyet etmiş; o bu düşüncesiyle âdeta, Hazreti Âdem’den bu yana bütün dinlerin fasl-ı müştereki sayılabilecek olan ölülerin toprağa gömülmesi meselesine karşı çıkmış oluyor. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’de müşâhede ettiğimiz gibi ilk insanlardan kardeşini öldüren Kabil, bir karganın delâletiyle onu gömüyor ve bu süreci başlatıyor.22 Dinler arenası olan Hindistan’da, bazı din şeklindeki organizasyonlarda cesetlerin yakılması söz konusu olsa bile, semavî bütün dinlerde ölü gömme bir fasl-ı müşterektir.
Gerçi bir hadis-i şerifte Allah Resûlü, cesedini yakma tavsiyesi yapan bir zattan bahseder. Bu zat oğullarına, “Cesedimi yakın ve külümü savurun.” der, onlar da yakar ve külünü savururlar. Daha sonrasını Allah Resûlü şöyle hikâye eder: “Allah onun zerratını biraraya getirir ve ona, ‘neden?’ diye sorar. O zat da: ‘Günahlarımla huzuruna çıkmak endişe ve korkusundan’ der.”23
Görüldüğü gibi burada mülâhaza çok farklıdır. Keşke bu mülâhaza bizim de ruhlarımızı sarsa!. Böyle endişeler bizim de davranışlarımızın mihrakı olsa! Fakat bu ve buna benzer mülâhazalar olmadıktan sonra, “telâkki-i bi’l-kabule” mazhar olmuş ve insanlık tarihi boyunca uygulana gelen bir gerçeğe karşı çıkmanın hiçbir mânâsı yoktur.
Cuma Günü ve Şer Güçler
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadesiyle cuma günü, bizim günümüzdür.24 Öyle olmasına rağmen, yeryüzünde şer güçlerin, Müslümanlara musallat olduğu günün genellikle hep cuma günü olduğu görülür.
Evet, şeytanlar ve şer güçler, cuma namazlarını ifsat için her türlü hileye başvurur; insanların, cumaya gitmemeleri için, çeşitli yolları dener, onlara engel olmaya çalışırlar. Hatta bazen camiye kadar gitmiş de oturacak bir yer bulamamışsa ona: “Ben bir daha bu camiye gelmem!” dedirtip, camiye, cemaate karşı onda nefret hissi uyarır. Bazen de imam, Kur’ân okurken, “Şunun okuyuşuna bak, bari Kur’ân okumasını bilseydi!”, hutbede, “A be birader! Başka bir konu kalmamış mıydı?” şeklinde tenkitler üreterek, camiden çıkıncaya kadar, bin bir türlü fitneyle, ellerinden gelen her şeyi yaparlar.. ve kim bilir, daha nicelerini ne akla-hayale gelmedik şeylerle iğfal ederler.
Biz bu tespitlerimizle, diğer günlerde fitne ve fesat olmaz demek istemiyoruz. Biz cuma gününün ayrı bir hususiyeti olduğunu vurgulamak istiyoruz. Evet, nasıl Arafat’a çıkılan Arefe günü, haccın yümün ve bereketinin toplandığı gündür;25 aynen öyle de cuma günü de haftanın günleri içinde bir nokta-i beyzâdır. Onun lekelenmesiyle diğer günler de o lekeden nasiplerini alırlar.
Bütün bunlar karşısında insan bir defa “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh”26 dese, etrafta fitne ve fesat saçan bu güçler, tepelerine bir balyoz yemiş gibi olur ve kendilerini yerde bulurlar. Ama, şeytan bir taraftan yaptıklarını süslü ve cazip gösterirken, diğer taraftan da bunları gerçekleştirmede çırakları olan insî ve cinnî avenelerini kullanmaktadır. Öyle olunca da insan çok defa aldatıldığının farkına varamamaktadır.
1 Bkz.: Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.689 (Risale-i Nur).
2 Bkz.: Fussilet sûresi, 41/30; Kadir sûresi, 97/4.
3 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/123-126.
4 Bkz.: Kadir sûresi, 97/1-5.
5 Bkz.: Buhârî, meğâzî 11; İbn Mâce, mukaddime 11; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/465.
6 Buhârî, cihâd 141, meğâzî 46, tefsîru sûre (60) 1, isti’zân 23; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 161.
7 Kadir sûresi, 97/1-5.
8 Bkz.: Necmeddin Şahiner, Üç Feyizli Nur s.178.
9 Bkz.: Buhârî, cenâiz 37; Müslim, vasiyyet 5.
10 Bkz.: Buhârî, cenâiz 37; Müslim, vasiyyet 5.
11 En’âm sûresi, 6/92; Şûrâ sûresi, 42/7.
12 es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân 3/115; el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 1/115.
13 Nasr sûresi, 110/1-2.
14 Bu maç 18 Eylül 1995 tarihinde İstanbul Ali Sami Yen Stadı’nda oynanmıştı.
15 Nisâ sûresi, 4/79.
16 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/76; İbn Hibbân, es-Sahîh 12/491.
17 Bediüzzaman, Lem’alar s.204 (Yirmi Birinci Lem’a).
18 Bkz.: Buhârî, enbiyâ 54, fezâilü ashâb 18, hudûd 20; Müslim, hudûd 8.
19 Bakara sûresi, 2/195.
20 Bkz.: Tirmizî, tefsîru sûre (2) 19; Ebû Dâvûd, cihâd 22.
21 Müslim, ezân 132; Tirmizî, salât 52; Ebû Dâvûd, salât 97; Nesâî, imâmet 32.
22 Bkz.: Mâide sûresi, 5/31.
23 Buhârî, tevhîd 35; Müslim, tevbe 25, 27.
24 Bkz.: Müslim, cuma 22; İbn Mâce, ikâmetü’s-salât 78; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/90.
25 Bkz.: Tirmizî, hac 57; İbn Mâce, menâsik 57; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/309.
26 “Hareket ve güç, ancak yüceler yücesi ve pek büyük olan Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi ile olur.” (Bkz.: Buhârî, meğâzî 38, daavât 51, 68, kader 7; Müslim, zikir 44-46)