Beklentilere Girmeme

Soru: Yapılan işler karşısında maddî-mânevî bir beklentiye girmemenin ölçüsü nedir? İzah eder misiniz?

Mü’min, her yaptığı şeyi Allah emrettiği için yapar. Ne kendi, ne ailesi, ne de beraber olduğu insanların çıkarlarını kat’iyen düşünmez. Bir mü’minin, bu tür beklentilere girmeden hareket etmesi, “hâlisâne” tabiriyle ifade edilir ki, bu hak erinin, hiçbir zaman para-pul, makam-mansıp, şan-şeref.. davası gütmeden, İslâm’a hizmette tıpkı bir nefer gibi hareket etmesi demektir. İnsanın, bir kısım maddî şeylerle birlikte, bir de mânevî füyuzat hislerinden feragat etmesi söz konusudur ki, bunun için de isterseniz “en hâlisâne” tabirini kullanabiliriz. Evet, eğer Üstad’ın “Gözümde ne Cennet sevdası, ne Cehennem korkusu var. Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım..”1 hasbiliği içinde, gerçek bir hillet sergilemeyi düşünüyorsak ve Allah’a dostluğa talipsek, hâdiseleri Hz. İbrahim gibi göğüsleme ve her şeyi O’nun rıza ve rıdvanı etrafında örgülemeye talibiz demektir.. ve işte, maddî-mânevî bir beklentiye girmeden Allah yolunda hizmet etmek de budur.

İnsana bu seviyeyi kazandırabilecek hususlar üzerinde kısaca durmak istiyorum:

İnsan, afakî ve enfüsî tefekkürle sürekli kendi iç âleminde bir yenilik yaşamalı ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisine şah damarından daha yakın olduğunun idrakine varıp, O’nu her an yanında hâzır ve nâzır hissetmelidir ki bu hâl, onun sürekli “Ballar balını buldum; varlığım yağma olsun.” zirvelerinde dolaşması demektir. Evet, Allah’ı ve O’na ait vâridâtı duymayan bir insanın, bırakın “en hâlisâne” olmasını, hâlis bir kul olması bile çok zordur. Böyle bir insan zamanla arzularının esiri hâline gelir ve cismaniyetine takılıp kalarak onun kulu kölesi olur.

Rabıta-yı mevt, ihlâsı kazandıracak hususların önemlilerindendir. Ölüm ötesi mülâhazaların bir kitap gibi okunması, onun bütün enginliğiyle kalbde hissedilmesi.. zamanla insanı, hayatla ölüm arasındaki farkın, bir odadan diğerine geçmek gibi bir şey olduğu inancına ulaştırır. İşte, “ba’sü ba’de’l-mevt”e böyle inanan bir insanın, artık birtakım dünyevî hatta uhrevî beklentilere girmesi düşünülemez.

Hakikî anlamda ihlâsı kazanmanın bir diğer yolu da, kalbî hayatı Allah’a açık olan insanlarla oturup kalkmak ve her şeye rağmen, bu insanlardan ayrılmamaktır. Fert olarak bir insan, şahsî kemalâtın hangi mertebesine çıkarsa çıksın, Cenâb-ı Hakk’ın, aynı düşünce etrafında kenetlenmiş olan insanlara bahşettiği lütuflarını elde etmesi mümkün değildir. Abdülkadir Geylanî Hazretleri bile zannediyorum, toplum üzerine sağanak sağanak inen vâridâtla, kutbiyet ve gavsiyet arasındaki seçimini, “Kutbiyeti de, gavsiyeti de istemiyorum; madem şu topluma gelen şeyler nuraniyet sırrıyla, herkese veriliyor. O hâlde ben de ondan nasibimi almak isterim.” şeklinde yapar ve insanlar içinde bir fert olmayı tercih ederdi.

Yine birlik ruhuyla hareket, ferdin yanlış yol ve saplantılardan uzak kalmasını sağlar. Efendimiz: “Ümmetim dalâlette içtima etmez.”2 buyurmuşlardır. Bunun mefhum-u muhalifi, bir yerde içtima yok ve ferdî hareketler söz konusuysa, dalâlete düşmeme konusunda, bir garanti yok demektir. Diğer bir hadislerinde de O (sallallâhu aleyhi ve sellem), sürüden ayrılanı kurtların yiyeceğini haber vermişlerdir ki,3 üzerinde durulması gereken bir mevzudur. Ayrıca anlatıldığı şekliyle davranma bu tür risklere karşı olduğu kadar, şeytanlar ve nefsin yıkıcı şahaplarına karşı da koruyucu bir atmosfer mahiyetindedir.

İhlâsı elde etmenin bir başka yolu, selef-i salihinin hayat-ı seniyyelerinin örnek alınmasıdır. Onlar gerçek imanı, gerçek İslâm şuurunu, gerçek vefayı.. temsil etmiş insanlardır. Dolayısıyla onları dinde örnek ve önder kabul edenler, değişik falso ve fiyaskolar içine düşmeye karşı, sağlam imamlara iktida etmiş sayılırlar. Nitekim, benim âcizane kanaatim bu olduğu için, yıllarca insanlara hep Sahabe, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve bu davanın asrımızdaki ilkleri olan Üstad’ın talebelerini nazara vermiş ve onların örnek hayatlarını anlatmışımdır.

Hâsılı, bütün bunlar maddî-mânevî bir beklentiye girmeden İslâm düşüncesinde sebat ve devamlılığı sağlayacak önemli esaslardır.

Gaye-i Hayalimiz

Bizim bir tek hedefimiz vardır o da, Zat-ı Ulûhiyet’in yine O’nun rızası için bütün sinelerde yer buluncaya dek anlatılmasıdır. Evet, bunun dışında başka hiçbir mülâhaza bizi ilgilendirmez. Biz sohbetlerimize rıza-yı Bâri’nin dışındaki şeyleri konu edinmeyi bir yanlışlık sayar ve içine girmişsek, farkına vardığımız an hemen keser ve konumuza döneriz. Böyle düşünmemiz, başkalarına karşı bir tavır olarak da algılanmamalıdır; aksine çizilmiş sınır içinde hareket ettiğimizin delili sayılmalıdır.

Burada bahsini ettiğimiz sınır, irşad ve tebliğ usûlü ile ilgilidir. Yoksa İslâm hakikatlerinin ulaştırılacağı mekân adına değildir. Zira bu anlamda bir sınır tayini bahis mevzuu olamaz. Meselâ bir kutlu tarafından bize: “Bu mesele, İlhanlılarla şu safhada, Selçuklularla bu merhalede, Osmanlılarla da şu seviyede insanlığa tanıtıldı; bundan sonra da şuraya kadar size aittir..” denseydi, biz bunu yapmaya çalışacak, geriye kalan vaktimizde de yine boş durmayacak ve “Bu sınırlar dışında başka yer yok mu?” deyip sesimizi duyurmak için uygun zeminler arayacaktık. Aslında mezmum bir şey olmasına rağmen, olanca hırsımızı da ortaya koyacak ve ruhumuzun ilhamlarını başkalarına da duyurmaya çalışacaktık. Zira bu hırs, zamanı büzüp daraltmanın, az zamanda çok iş yapmanın hırsı değil; Nâm-ı Celil-i Muhammedî’nin bir bayrak gibi her tarafta dalgalandırılmasının hırsıdır. Mademki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Benim davam güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır.”4 demiş, o hâlde bunun bizim için bir gaye-i hayal olmasında ne sakınca olabilir ki! Evet, bir mü’min için en önemli mesele, nâm-ı celil-i ilâhînin dört bir yanda duyurulması olmalıdır.

Bunun dışında, devletimizin dünya devletler muvazenesinde yerini alabilmesi için, Üstad’ın bundan yüz sene evvel çekirdek bir düşünce olarak ortaya attığı, ciddî bir ilim seferberliği başlatıp, insanları cehaletten kurtarmak; ekonomik yönden esaslı tedbirler alıp halkın refah seviyesini yükseltmek; ittifak ve vifak ölçüsünde olmasa bile, en azından ihtilâfların işletilmemesi şeklinde de olsa bir birlik sağlamak.. evet bütün bunlar da bir önceki düşünceye tâbi hususlardır. Zira temel düşüncemiz; Allah rızası için, Allah adının her tarafta şehbal açmasını sağlamaktır. Böyle hareket edildiği müddetçe Cenâb-ı Hak, bu milleti tutacak, kaldıracak ve himaye buyuracaktır.

İkinci bir mesele ise, günümüz şartları da nazar-ı itibara alınarak, İslâm evrenselliğinin temsili hususudur. Bunun yolu da, ferden ferda İslâm’ın güzelliklerini başkalarına anlatmaktan geçiyorsa bu işi yarına bırakmadan yapmak; belli bir seviyede yapılıyorsa, o zaman da mümkünse bunu ikiye, üçe katlamak…

Rahman ve Rahim Sıfatları

Rahman ve Rahim sıfatları, aynı kökten gelen Cenâb-ı Hakk’a ait iki sıfattır. Bu sıfatlar, ihtiva ettiği mânâ itibarıyla birbirinden farklıdır. Rahman sıfatı tıpkı Lâfz-ı Celâle’de olduğu gibi, şu ana kadar başka bir varlığa isim olarak konulmamış, sadece ve sadece Allah’a mahsus bir sıfat olarak bilinmektedir. Elmalılı Hamdi Yazır, onu tefsir ederken: “Rahman; yeryüzünde canlı-cansız, mü’min-kâfir.. herkese Allah’ın rahmet etmesidir.”5 şeklinde bir yaklaşımda bulunur.

Rahim sıfatı ise, dünyada iken vazife ve sorumluluğunu bilmiş kişilerin, mazhariyeti ne ölçüde olursa olsun, ahirette mükâfatlandırılmalarını tekeffül ve ifade eder. Evet, görüldüğü gibi Rahman sıfatı mânâ yönüyle daha umumi görünmektedir.

Kelime ve harflerin çokluğunun mânânın genişliğine delâlet etmesi, Arap dilinde bir esastır. Bu iki kelimenin her besmelede geçmesinden başka, sûrelerin içinde de zikredildiğini düşünecek olursak, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin, bereketinin bunca vurgulanmasındaki espriyi daha iyi anlarız. Bir kudsî hadiste, Allah’ın rahmetinin gazabına sebkat ettiği ve onun her şeyi kuşattığı ifade edilir.6 Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir başka hadisinde ise, bu rahmetin sadece insanlara değil; bütün canlılara şamil olduğu vurgulanır. O: “Allah, rahmetini yüz parçaya ayırmıştır. Onun doksan dokuzunu kendi katında bırakmış, bir parçasını da yeryüzüne indirmiştir. Mahlûkatın birbirine karşı merhameti, meselâ hayvanın yavrusunu emzirirken, ona basmamak için ayağını kaldırmasında olduğu gibi, işte bu bir parça merhametten dolayıdır.”7 buyurur.

Evet, dünyada bu denli geniş olan Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, ahirette de herkes için çok önemli bir nokta-yı istinattır. Allah’ın orada kimlere rahmet edip, merhametiyle kucaklayacağını bilemeyiz. Bunun, sadece iman ve amel eden kullara has olduğunu söyleyip dünyada insanlara karşı bir Cehennem zebanisi gibi davranmak doğru değildir. Aksine, onlara karşı Cennet hâzinleri gibi yumuşak edalı olup, yarım kelimeyle dahi olsa bir kurtuluş yolunun olabileceğini hatırlatmak gerekir. Unutmayalım ki, bazen mükellefiyetlerin tam-tekmil edası bile, insanın kurtuluşuna yetmeyebilir. Bu hakikati, Nebiler Serveri şu hadis-i şeriflerinde beyan buyururlar. Şöyle ki, bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Hiç kimse ameliyle kurtulamaz.” der. Sahabe Efendilerimiz: “Sen de mi ey Allah’ın Resûlü?” diye sorduklarında, O: “Evet, ben de kurtulamam. Ancak Allah rahmet ederse.”8 cevabını verir. Ama aynı Allah Resûlü bir başka hadislerinde: “Lailahe illallah deyin, kurtulun.”9 buyurur. Buradan hareketle fukaha, bu kelimeyi söyleyen insanlarla savaşta karşı karşıya gelinmiş olsa bile, kesinlikle öldürülmemeleri gerektiğini söylerler. Bu hususta Allah Resûlü’nün Üsame b. Zeyd,10 Mikdat b. Esved,11 Muhallim b. Cessâme’ye12 (r. anhüm) olan serzeniş ve itapları hepimizin malumudur.

Hâsılı, rahmet hepimiz için çok önemli bir kaynaktır. Rahmetten mahrum kalan, her şeyden mahrum kalır. Her insan, rahmeti kendisi açısından yorumlayıp, ona ehil olup olmadığının muhasebesini yapabilir; ancak başkaları hakkında bu türlü yorumlara girmesi, kesinlikle doğru değildir.

İltifata Mazhariyet Adına..

Bugün, milletimiz adına “Tarihî” denebilecek ölçüde çok iyi bir başlangıç yapılmıştır. Bu hareket çaplı, geniş kapsamlı olması ve Türkiye için istikbal vaadetmesi yönüyle, Müslüman-Türk milleti olarak tarihimizde meydana gelen iki-üç önemli hâdiseden biri sayılabilir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın milletimize olan bir iltifatıdır. Bizim de, bu iltifat-ı Rabbaniyeye mazhariyeti devam ettirme adına, olanca gayreti göstermemiz gerekmektedir.

Efendimiz, kendi liyakatine mebsuten mütenasip olarak verilen peygamberlik davasında, başkalarının gönlüne girmek için savm-i visal (birkaç gün ard arda oruç tutma) yapıyor,13 ayakları şişinceye kadar geceleri nafile namaz kılıyordu. Kendisine, geçmiş ve gelecek günahları affedildiği hâlde niçin bu şekilde hareket ettiğini hatırlatanlara da: “Bu lütuflarla beni serfiraz kılan Allah’a şükretmeyeyim mi?”14 cevabını veriyordu. Evet, biz de, her oturup kalkışımızda, gülüp eğlenme yerine, konumun müsait olduğu ölçüde, Rabbimizle münasebetimizi yenileme mecburiyetindeyiz. Hatta, biraz mübalağa edalı da olsa, istibra anı da dahil yatağa girip uyayacağımız vakte kadar zamanın hemen hepsini O’nun adına değerlendirip: “Verdiğin nimetlere binlerce şükürler olsun Allah’ım!.. Liyakatimiz olmadığı hâlde, bunca nimetlerle bizleri serfiraz kıldın.. şimdi de bizlere liyakat ihsan buyur ve aramızdaki nifakı, şikakı bertaraf eyle!..” deyip dua etmeliyiz. Bütün bunlar, Allah’la olan irtibatı kuvvetlendirmeye yönelik hareketlerdir ki Cenâb-ı Hak, kendisiyle bu ölçüde münasebetlerini koruyan insanların hiçbir zaman ikballerini idbara çevirmemiştir.

Ne var ki O, nimetlerini artırdıkça biz de kendimizi gaflete salıyor, istikbal adına beklentilere giriyor, bulunduğumuz makam ve mansıba göre hakk-ı temettu peşinde koşuyorsak, işte o zaman Cenâb-ı Hak, bu nimeti bizden alıp Kur’ân-ı Kerim’de ifade edildiği üzere, duyguda, düşüncede taze; her gün ayrı bir performansla hareket eden ve Allah’la irtibatı kavi bir başka topluluğa verir. Evet Allah (celle celâluhu), ruhen canlılığını kaybetmiş insanlara bu davayı temsil ettirmez. Küçük bir emâre ve gösterge olarak, namazların şeker-şerbet halâveti içinde edâ edilmesi, Rabbin mübarek isminin anılırken zevkten zevke girilmesi, O’na ait hususların, her şeye tercih edilmesi.. evet işte bunlar, tazeliğin ve iltifat-ı ilâhîye mazhariyetin ifadesi sayılabilir. Aksi durumlar ise, farklılaşmanın, ruhta bitmişliğin ve kadavralaşmanın alametidir.

Netice itibarıyla herkes, üzerine sağanak sağanak gelen bu nimetleri gördükçe birer âbid, birer zâhit kesilmeli ve hiçbir beklentiye girmeden Allah yolunda koşmaya devam etmelidir.

Birlik ve Beraberlik

Dine hizmet etmek için bir araya gelmiş insanlar arasında bulunup da, bu topluluğun genel havasından istifade edemeyen insanlar olabilir. Hatta bunlar, herhangi bir topluluk içinde bulunmayan insanların ferdî bir kısım muvaffakiyetleri karşısında bakışı bulanıp: “Madem ‘Allah’ın yardımı cemaatle birlikte’15; o hâlde bu insanların durumu nedir?” diyebilirler.

Evvelâ şunu belirtmeliyim ki, zikredilen hadis-i şerifin mânâsı kesinlikle doğrudur ve İslâmî düşünce için bir araya gelmiş insanların bütünü hidayet üzeredir. Evet, eğer bir topluluk, Cenâb-ı Hakk’ın rızası istikametinde hareket ediyorsa yaptığı şeylerde başarılı olsun veya olmasın, o, Hakk’ın rızasını kazanmış demektir. Dinî hizmetler adına atılmış her adımı aynı şekilde değerlendirmemiz mümkündür. Ayrıca, farklı farklı insanların aynı duygu ve düşünce etrafında birleşip hizmet etmeleri ilâhî inâyetin bir tezahürüdür. Diğer taraftan da, birlik ve beraberlik, inayetin celbine önemli bir vesiledir.

Dolayısıyla böyle bir düşünceye sahip olan insanlar, evvelâ bu meselenin perde arkasını görememekte ve acele edip indî kararlar vermektedirler. Cenâb-ı Hakk’ın, bir insanın sadece dünyasını mamur edip ahiretini onun tepesine yıkması, O’nun elinin o insan üzerinde olması demek değil, aksine aleyhinde olması demektir. O hâlde böyle bir topluluk dışında kalan insanların, her tuttuğu altın oluyorsa, ihtimal bu onlar için bir imtihandır.

Diğer bir husus da, eğer Cenâb-ı Hak kendi dinine hizmet misyonunu, kendi hoşnut olduğu insanlara eda ettirecekse, bu işi gece-gündüz O’nun rızasını heceleyen insanlara yaptıracaktır. Bir zamanlar enbiyâ, evliyâ, asfiyâ ile gerçekleştirilen bu ulu iş, şimdi de şu ya da bu toplulukla gerçekleştirilebilir.

Burada mühim olan, o insanların, yaptığı işler karşısında gurur ve kibre girmeden, ciddî bir vazife şuuru ve sorumluluğu içinde vazifelerine devam etmeleridir. Allah için birlik ve beraberlik ise bunun en önemli bir teminatıdır.

Vakar ve Ciddiyet

Cemiyet hayatı itibarıyla, her tür anlayışta insanlarla karşılaşmamız muhtemel olduğu kadar mukadderdir de. Bunlara karşı, hemen ilk anda, gerekli tavrı ortaya koymakta zorlanır, nasıl davranacağımızı bilemeyebiliriz. Hâlbuki vakar ve ciddiyet sayesinde, karşımızdaki kişi kim olursa olsun, en başta tavrımızı ortaya koyup münasebetlerimizi bu çizgiye oturtabiliriz. Bu durum bizim için olduğu kadar, bir anne-baba, bir öğretmen, bir amir-memur.. için de söz konusudur. Özellikle laubali ve yılışık tipler, onların müsamaha ve hoşgörüsünden istifade edip, her türlü şımarıklığı yapabilir ve onların bu duygularını suistimal edebilirler. İşte bütün bunlara meydan vermemek için, evvelâ onları severken bile, ciddiyeti elden bırakmamak gerekir. Karşımızdaki insanlarla şakalaşıp oyun oynamak başka; vakarın, ciddiyetin bir top hâline getirilip onların önüne atılması daha başka şeydir.

Evet, özellikle sorumluluğumuz altındaki insanlarla olan münasebetlerimizi çok iyi ayarlamamız gerekir. Onlarla ilişkilerimiz, yüce dağlarla ovaların ilişkisi gibi olmalıdır. Yani bir taraftan yücelikle onları sarıp kuşatırken, diğer taraftan da güzellikleri beraber paylaşabilmeliyiz. Onların da bir insan olduğunu unutmama; daima onlara olan yakınlığımızı hissettirme; hatta keder ve sevinçlerini paylaşma adına bize açılmalarını sağlama.. evet bütün bunlar, o insanlara karşı şefkat ve merhametimizin gereğidir.

Bir âmirin hüküm verirken takındığı tavırla, çoluk-çocuğuna karşı takındığı tavır elbette ki birbirinden farklı olacaktır. Bu farklılığı bir tasannu şeklinde yorumlamak, yanlış; yanlış olduğu kadar da bu tavrın gerekliliğini anlayamama demektir. Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur; özellikle İslâm’a hizmetle alâkalı işlerde bulunanlar vakar ve ciddiyetlerini muhafaza etmelidirler. Aksi takdirde tamiri zor ve hesabı verilemeyecek yanlışlıklara düşülebilir.

Mukaddes Emanet

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde: “Bu dava, güneşin doğup battığı her yere ulaşacak.”16 ifadesini kullanır. Bu hadisten, şehirlisinden köylüsüne, siyahından beyazına herkesin İslâm’a inanıp onu yaşayacağı ve bu din, sadece medenîlerin veya bedevîlerin ya da sadece falanca kavmin dini olmayacağı, bütün insanlığın dini hâline geleceği mânâlarını çıkarmak mümkündür.

Ne var ki, bu uğurda bütün çaba ve gayretler gösterilmiş olmasına rağmen, yeryüzünde şimdiye kadar bu denli bir yayılma söz konusu olmamıştır. Ancak bu durum, hadislerin mânâsıyla bir çelişki arz ediyor şeklinde algılanmamalıdır. Zira şu ana kadar bu davayı temsil eden insanlar, çağlarına has bütün imkânlarını kullanmışlar ve vazifelerini yerine getirmişlerdir. Bundan sonrası ise, muhabere ve muvasala vasıtalarının bir köy hâline getirdiği şu dünyanın insanlarına düşmektedir. Evet; bu vazife, İslâm’a gönül vermiş insanların omuzlarına konmuş mukaddes bir emanettir. Bugün bu emanet, bir tâk gibi onların başları üzerinde durmaktadır. O hâlde mezkur vazifenin yerine getirilmesi için herkes kendini birinci kutlu ve birinci sorumlu bilmelidir.

Mâzi-Hâl-İstikbal Yamaçlarında Kısa Bir Gezinti

Mâzi, hâl ve istikbal, zaman kaydı altına giren insanlar için üç ayrı dilimdir ama, meseleye “manzar-ı âlâ”dan bakma durumunda olanlar için bir vahidin üç ayrı yüzünden ibarettir.

Zamanı aşmış olanlar için mâzi, hâl ve istikbal belki bir masaldır. Vakıa, masal tabirini Ömer Hayyam şiirlerinde kullanmıştır. O:

“Bir geçmiş gün için beyhude feryat etme, Bir gelecek günü boşuna yâd etme, Geçmiş, gelecek masal hep Eğlenmene bak, ömrünü berbat etme.”

mülâhazasıyla her şeyi, cismaniyeti ve bedeni hesabına değerlendirmiş bir kem tâli’lidir. Bu, materyalistçe bir tarz-ı telâkkidir. Bizim dünyamızda da, zaman her buuduyla masal sayılabilir. Ama bu, zamanı aşmaya bağlı bir takdirin unvanıdır. Evet insan, zaman üstü olma ufkunu yakalayınca, dünkü Kadir Gecesini gelecek Kadir Gecesiyle aynı anda görmesi mümkündür. Bu sayede hayvaniyetten uzaklaşıp, cismaniyeti bırakan ve bu sayede ruhun derece-i hayatına giren bir seyyah, hayretten hayrete girer ve hep üns yamaçlarında tayeran eder.

Yine bu ufku yakalayan tâli’liler, “Vur pençe-yi âlideki şimşir aşkına” yeniçeri türküsünü, aynı coşku, tazelik ve sıcaklığıyla beraber, beş yüz sene evvelki hâliyle İstanbul surları önünde dinleyebilirler. İşte böyle bir durum da hâl (şimdi), geçmişe karışmış ve onunla bütünleşmiş demektir. Öyleyse bir vahidin üç yüzü olan zamanı parçalamadan yaşamak da imkân dahilindedir.

Öte yandan geçmiş, esasen bizi besleyen sağlam bir köktür. Değişik zamanlarda bu kökün üzerindeki sürgünler hırpalanmış, yer yer bazılarında kuruma emaresi görülmüş ve hazan yaşanmıştır. Ancak, geçmiş, çok sağlam olduğu ve sağlam bir zemine oturduğu için yeni sürgünler çıkmış; hâl, bir yönüyle bu sürgünlerin yeniden neşv ü nema bulma dönemi ve gelecek de bunun muhit hattında açılışının bir ifadesi olmuştur. Bu yönüyle de biz, zamanın ayrı ayrı üç dilimine baktığımızda, bunları birbirinden ayırmadığımız da olabilir.

Bir dönemde Ziya Gökalp’in,

“Harâbisin, harâbâtî değilsin Kökün mâzide, âti değilsin.”

demesine karşı Yahya Kemal,

“Ne harâbiyim, ne harâbâtiyim, Kökü mâzide olan bir âtiyim.”

sözüyle cevap vermiştir. Evet, geçmişi olmayan milletlerin geleceği de olamaz. Zira hâlihazırdaki durumumuz geçmiş üzerinde değişik dalga boylarına ulaşır ve bunlar, aynı zamanda sürgünler hâlinde geleceğe yürür. Mâzisi, kültürü, bir kısım medenî kriterleri ve geçmişi ikame etme düşüncesi olmayan milletlerin, yeni bir gelecek kurmaları da mümkün değildir. Bu açıdan bir milletin ilelebet payidar olması adına geçmişin unutulmaması önemli bir dinamiktir. Evet, mâzi unutulmamalı, hâl çok iyi değerlendirilmeli ve bu sayede geleceğe de sağlam ve emin adımlarla yürünmelidir.

Bahsini ettiğimiz bu üçlü zaman dilimi, yeryüzü mirasçılarının zamanıdır. Bu meseleyi farklı zamanlarda ariz ve amik olarak arz ettiğim için, ilgili yerlere havale ederek sözlerimi merhum Mehmet Âkif’in yapmış olduğu Asr sûresinin manzum meâliyle noktalamak istiyorum:

Hani Ashab-ı Kiram ayrılalım derken, Mutlaka sure-yi ve’l-Asr’ı okurmuş neden? Çünkü meknûn o büyük surede esrar-ı felah; Başta iman-ı hakikî geliyor, sonra salah, Sonra hak, sonra sebat işte kuzum insanlık. Bu dördü birleşti mi sende, yoktur sana izmihlâl artık.

Hz. Hatice Validemiz

Hz. Hatice Validemizin, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nezdinde çok büyük değer ve kıymeti vardır. Çünkü o, Efendimiz’in ilk zevcesi olmanın yanında, daha başka birçok meziyete de sahiptir ki, bunları şöylece sıralayabiliriz:

1. Peygamber Efendimiz’in kıyamete kadar devam edecek olan nesl-i pâki Hz. Hatice Validemizden gelmektedir. Efendimiz’in diğer ezvâc-ı tahirattan –Hz. Mariye hariç ki, ondan doğan İbrahim de sonradan vefat etmiştir– çocukları olmamıştır. Hz. Hatice Validemizden, Efendimiz’in 6 tane çocuğu olmuştur. Bunların en birincisi, Efendimiz’in de soyunu devam ettirecek olan Analar Anası Hz. Fatıma’dır ki, ondan da, kıyamete kadar gelecek olan velilerin efendileri Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin dünyaya gelmiştir.

2. Hz. Hatice Validemiz, vahye mazhar olduğu ilk sıkıntılı günlerinden vefatına kadar İnsanlığın İftihar Tablosu’nu hiçbir zaman yalnız bırakmamıştır. Onun bu vefası tabiî ki Efendimiz’in nezdinde onu kıymetler üstü kıymetlere ulaştırmıştır.

3. Hz. Hatice, vahyin ilk muhataplarındandır. Nitekim Nebiler Serveri peygamberlikle serfiraz kılındığı zaman, kadınlardan ilk iman eden o olmuştur.

4. Bir kadın olarak da ömrünün sonuna kadar Efendimiz’e karşı hep sadakat içinde kalmıştır. Efendimiz’le bizzat kendi isteğiyle evlenmiş ve O’ndan başkasına da iltifat etmemiştir.

5. Son olarak, Allah’ın onu hususî yaratmış olabileceğini söyleyebiliriz ki, o, en büyük insana en büyük eş olmuş ve Âl-i Beytin en başındaki kadın olma şerefiyle şereflendirilmiştir. Zira Âl-i Beytin başında Hz. Fatıma, onun başında da Hz. Hatice vardır.

Metafizik Gerilim Gevşeyince…

Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler. Ancak, canlı kalma şartlarına riayet edildiği takdirde, oksijen çadırında da olsa, ömür bazen uzatılabilir. Osmanlı Devleti, bu hakikate çok güzel bir örnek teşkil etmektedir. II. Abdülhamid o baş döndürücü firaset, kiyaset ve fetanetleriyle ve çevresindeki dört başı mâmur idarecileriyle, Devlet-i Âliye’nin ömrünü uzatmışlardır.

Cihan tarihinde, bir sülalenin elinde devam etmiş ve 6 asır dünyanın kaderine hükmetmiş başka bir devlet yoktur. Bu mânâda Osmanlı’ya, “Neden yıkıldı?” yerine “Neden bu kadar uzun yaşadı?” demenin daha doğru olacağı kanaatindeyim.

Evet, Osmanlı’yı yıkan birçok sebep vardı. Zannediyorum bu sebeplerden en önemlisi de fetihlerin verdiği zafer sarhoşluğuydu. Son dönemler itibarıyla, bir Tarık, bir Yavuz Selim ve Sultan Süleyman gibi hareket edildiği söylenemez. Dolayısıyla da bir zafer sarhoşluğu her zaman söz konusu olabilir. Bu dönemde, güçlü ordularımızın ve yüksek iradelerimizin dünyayı hep tedip edip, onu hâkimiyetimiz altında bulunduracağını ve hâkim konumumuzu devamlı muhafaza edeceğini zannettik. Oysa hâkim olma, bir kısım esasları ve onların muhafaza edilmesini gerektiriyordu. Heyhât ki biz, çoktan o esasları kaybetme vetiresine girmiştik bile… Dolayısıyla bu dönemde devletin, idarî, iktisadî, siyasî, kültürel yanlarıyla alâkalı herhangi bir alternatif projemiz olmadı. Nasıl olsa fatih ordular, cihanı fethediyor ve ülkemize ganimet akıtıyordu.. iktisadımızı buna göre plânlar, “gelir-gider” dengesi der, kulağımızın üzerine yatar ve yan gelip keyfimize bakarız, diyorduk. Ne var ki biz böyle düşünürken hasımlarımız da boş durmamış, yapmış oldukları inkılâplarla süper devlet olma yollarını bulmuş ve yürümüşler.. biz ise içine girdiğimiz “teekkül” fasit dairesinde kendi sonumuzu hazırlamışızdır.

İnhitatımızı hazırlayan bu sebebe; tenperverlik, rahatperverlik, haremperverlik, çoluk çocuğa düşkünlük, ideal ve mefkûre insanı olamama… gibi zaaf ve hastalıkları da eklemek mümkündür.

Doğrusu, ışık doğudan geldiği ve “biz” kaynaklı olduğu hâlde; sırf kendi prizmamızda odaklayıp değerlendiremediğimizden dolayı onu elden kaçırmışızdır. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, Allah insanlara zulmetmez; zulüm evvelâ insanların kendi nefislerinde başlar. Zira onlar, heva-i nefislerine uyup bedenî hayatlarını yaşadıkları için, birer cismaniyet insanı olmuşlar ve dolayısıyla da duygu, düşünce ve “gaye-i hayal”den uzaklaşmışlardır. Allah da ölmüş ruhları gibi onların cesetlerini de öldürmüştür.

Evet, geçmişteki o ölmeler belki bizim için çok ağırdır, ama –inşaallah– ilerideki milletçe dirilişimizin onu telâfi edeceğine inanıyorum.

Nispetler Perspektifinde Bugün

“Kimse yok mu?” nidasına, aks-i sadâ nev’inden olsun cevap verenin olmadığı dün, ehl-i insafı isyana sevk edecek kadar çıldırtıcıydı. Meselâ Merhum Âkif, bu yokluklar içinde, âdeta cinnet geçirmiş muzdarip bir ruhun, dertli bir vicdanın tercümanı olarak;

“Nur istiyoruz sen bize yangın veriyorsun; Yandık diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun. Esmezse eğer bir ezelî nefha yakında, Ya Rab o Cehennem’le bu tufan arasında, Toprak kesilip, kum kesilip âlem-i İslâm, Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm.”

deyip inlemişti.

Evet, belki böyle düşünmek, Cenâb-ı Hakk’a karşı saygısızlık ve isyan sayılabilir. Ama, bence, o gün âlem-i İslâm’ın derdiyle dertlenen kim olursa olsun böyle bir vicdanî hissiyat onun dilinden dökülecekti.

Ya bugün? Dünyanın dört bir yanını aydınlatma azmiyle harıl harıl koşanlar.. bir bir silinmeye yüz tutan asırlık teşvişler.. ahenkle işleyen bir saat gibi yürüyen işler.. çoktan hırıltıya düşen karanlık.. her tarafa oluk oluk akan nurlar.. ve bunların gerçekleşmesi için âdeta başımızdan aşağı dökülen lütuflar, inayetler, nimetler, fırsatlar.. hayır, hayır.. Âkif bugünleri görseydi belki şöyle diyecekti:

“Nur istiyoruz, hüzme hüzme nur gönderiyorsun; Yandık diyoruz, üzerimize çağlayanlar salıyorsun.. Esiyor hep bir ezelî nefha ruhumuzda O tufanla bu nevbahar arasında Nimet üstüne nimet yağıyor göklerden İnandım, kalacak yerlerin altındaki esnâm ebediyen.”

Mağara-Ashab Münasebeti

İlâhî dinlerin hemen hepsinin, yayılma sürecinde bir mağara dönemi vardır. Mağara dönemi derken, o dinlere sahip çıkan insanların çevrelerinden görmüş oldukları tazyik karşısında ya da başka sebeplerle içtimaî hayattan tecerrüt ederek, mağaraya sığınmalarını ve belli bir müddet ömürlerini halvethanelerde geçirmelerini kastediyorum. Yalnız bu umumi tarihî tekerrürden Sahabe-i kirâmı müstesna tutmak icap edecek.

Mağara, insanın ilâhi ihsanlarla dolması, gelecekte yapacağı ilâhî rıza boyutlu güzel hizmetler için hazırlanmaktan ibaretse, bu yönüyle o, şarz olma ve metafizik gerilim adına aktif bir bekleyiş, anahtar bir kavramdır. Ashab-ı kiram efendilerimize gelince onlar, mağaraya sığınma lüzumunu duymamışlardır. Onlara Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evi, bahsini ettiğimiz enerjiyi toplamaları için yetmiştir. Demek ki, başlangıçta diğer semavî dinlere sahip çıkan insanlarda sahabe ölçüsünde bir kıvam yoktu veya o kıvamı yakalayabilmek için bir mağara dönemini yaşamışlardı.

Öfkenin Böylesi

İnsan, fıtratı gereği güzel hasletlerin yanında, bir kısım kötülüklere esas teşkil edebilecek kin, nefret, adavet.. vs. vasıflarla da donatılmıştır. Bunların hepsi birden değil, bir tanesi onun benliğini sardığı an, insan artık onun ağına düşmüş ve kurtulması da çok zor demektir. Meselâ hiddet, insanın duygularına hâkim olduysa o, bağırır, çağırır, saldırır ve derken onun tamamen şirazeden çıkmasına sebep olabilir. Artık böyle bir durumda, insanın aklının, mantığının işlemesi ve başka bir şey düşünmesi mümkün değildir. Hatta çok güçlü engeller karşısında olması bile, bu insanı durdurmaya, duygularını bastırmaya yetmez. Bu hâldeyken ona, melek endamlı birisi gelip, o engin nefesiyle bir şeyler üflese dahi, herhâlde zerre kadar etkilenmez ve “Az müsaade edin de bunu halledeyim..” der; der ve onu da kırıp geçirir… Zannediyorum bu denli garizelerinin baskısı altında olan insana, ahlâk-ı seyyienin esası ve bu yönüyle insanın kupürü olan şeytan bile, teslim-i silah eder, ilişmez.

Üstad bu tür insanlara, “Açmayın bunların ağzını, içleri hep şer dolu..” şeklinde yaklaşmaktadır.

Yine Kur’ân, Hz. Peygamberi, peygamberliği itibarıyla tanımayanların iç yüzünü şöyle resmeder: “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, o Peygamberi, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar ve onlardan bir grup da, hakkı bile bile gizlerler.”17 Ama buna rağmen inanmayan Yahudilerin inanmayış sebebini anlatırken “bağy” tabirini kullanır ki bu kelime, zulüm, isyan, kibir, fesat, kıskançlık gibi mânâlara gelir. “Allah nezdinde hak din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki, Allah’ın hesabı çok çabuktur.”18 İşte bu mülâhazaya binaen, Yahudi âlimi Abdullah İbn Selâm bu kıskançlığı aşmış ve Allah Resûlü’nün peygamberliğini kabul etmiş aşkın bir kahraman sayılır. O, bu âyetin tefsiri mahiyetinde: “O’nun peygamberliğini kendi çocuklarımdan daha iyi tanırım. Çünkü çocuklarımın bana ait olup olmadığını sadece annesi bilir, ben bilemem. Fakat, Tevrat O zatı öyle târif ediyor ki, peygamberliği hususunda asla şüphe edemem; O, anlatılanların aynıdır.” demektedir.

Örneklerden de anlıyoruz ki, benliğini bu tür duyguların ağına kaptırmış bir insan, açık beyyineler karşısında bile bu kaprislerini aşamamakta ve yerinde şeytandan da daha şeytan bir konuma düşmektedir.

İbrahim Müteferrika ve Matbaa

İbrahim Müteferrika, Osmanlı’da ilk matbaayı kuran kişi olarak bilinir. Fakat, onun matbaa üzerine çalışma yapmasından yaklaşık 400 yıl evvel hem Selanik’te, hem de İstanbul’da, Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan gayrimüslimlerin matbaa ile kitap basımı yaptıkları bilinmektedir. Matbaanın ilk kurucusu olarak bilinen Gutenberg, denemelerini yaparken, Yahudiler, Ermeniler, Rumlar.. değişik yerlerde matbaalarını çoktan kurmuşlardı. Ancak, hem Devlet-i Âliye, hem de ulema, ayaklar altında çiğnenir, saygısızlık olur düşüncesiyle, o zaman için Kur’ân ve dinî kitapların basımına izin vermemişlerdi. Ayrıca, günümüzde de, bazı işçilerin, iş yerlerine bilgisayarın girmesine, kendi işlerinden olacakları endişesiyle karşı çıktıkları gibi, o gün de hattatlık yapan ve geçimlerini o yolla temin eden insanlar, aynı düşüncelerle bunu o dönem itibarıyla engellemiş olabilirler.

Zannediyorum, İbrahim Müteferrika’nın yaptığı iş, ilk Arapça lügatı basarak bu yasağı aşmak olmuştur. İlk matbaanın onun tarafından kurulduğu iddiası her zaman münakaşa edilebilir.

Kureyş ve Osmanlı

Devlet başkanlarının, Kureyş’ten olması gerektiğini bildiren hadis, tarih boyunca bazıları tarafından kritiğe tâbi tutulmuş ve bu ifadenin İslâm’ın evrenselliğiyle bağdaşır olmadığı iddia edilmiştir. Ancak tarihe bakıldığında çoğunluk itibarıyla, kâmil mânâda gerçek devlet başkanlarının Kureyş’ten çıkmış olduğu görülecektir. Meselâ; bir Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Ömer b. Abdülaziz.. ölçüsünde kemal sahibi başka insanlar göstermek mümkün değildir.

Belki de bu iddialara karşılık son dönemde Osmanlı hâkimiyetinden yola çıkarak, İsmail Hami Danişmend vb. şahıslar, Osmanlı ile Kureyş arasında bir irtibat kurmaya çalışmış; burunlarının kavisli, alınlarının geniş, elmacık kemiklerinin çıkık olması..vs. yönden bir benzerliğin olduğunu iddia ederek, onların da Kureyş soyundan olabilecekleri ihtimali üzerinde durmuşlardır. Zaten bazıları Türk Milletinin eski dini olan Şamanizm’in, Hz. İbrahim’in Hanif diniyle aynı olduğunu dolayısıyla Türklerin ehl-i kitap oldukları fikrini ortaya atmışlardır.

Bütün bu mülâhazaların tekellüflü, belki de zorlamalar neticesi yapılmış olduğunu düşünmekle birlikte, Kayı Boyu’nun nezaheti ve nezaketi konusunda bir şey söylemek mümkün değildir. Onlar, olabildiğine temiz ve dine de Sahabe ölçüsünde cibilli sahip çıkmış bir nesildir. Nübüvvet, onlarla sanki yeniden tüllenmiştir. Bu yönüyle de, Sahabe’den sonra en yüksek payeye onlar ermiştir. Ayrıca bir avuç insanın idare edilmesinin bile zor olduğu göz önüne alınacak olursa, o kadar farklı milletleri bir çatı altında toplayıp altı asır idare eden Osmanlı’nın, bu başarısının altında neyin bulunduğunu tahmin edebilirsiniz…

Şeyh Bedreddin

Şeyh Bedreddin-i Simâvî (ö. 823/1420), Edirne yakınlarında, bugün Yunanistan sınırları içinde bulunan Simavna’da dünyaya gelmiş bir ilim adamıdır. Rivayetlere göre babası Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus’un torunu Abdülaziz’in oğlu Simavna kadısı İsrail, annesi ise Rum asıllı bir Hristiyan iken ihtida etmiş olan Melek Hatun’dur.

Şeyh Bedreddin, İslâm fıkhında oldukça ileri gitmiş ve hatta bu alanda “Letâifü’l-İşârât” isimli bir de eser yazmıştır. Bu eser, onun fıkhî meselelere vukufunu ve muktedir bir fakih olduğunu göstermektedir.

Şeyh Bedreddin’in en meşhur eseri ise felsefî, tasavvufî ve kelâmî görüşlerinin yer aldığı ve hakkında pek çok tartışma ve eleştirilerin yapıldığı “Vâridât” isimli eseridir. Esasen vâridât, “Allah’tan gelen ilhamlar, vahiyler ve mevhibeler.” demektir. Ne var ki bu kitap, açıktan açığa materyalizmin müdafaasını yapmakta ve yer yer sosyalist ve komünist düşünceler ihtiva etmektedir.

Şeyh Bedreddin, vahdet-i vücutçu daha doğrusu monist olduğunu bu eserinde açıkça ortaya koyar. O, “Varlıkta yalnız birlik vardır. Âlem Cenâb-ı Hakk’ın zuhurundan ibarettir. Bu sebeple âlem yaratılmamıştır.” diyerek tıpkı materyalistler gibi maddenin ezelî ve kadim olduğuna inanmaktadır. Bu görüşlerinden dolayı günümüzde ona bazı marjinal çevreler sahip çıkmakta ve onu yüceltmektedirler.

Şeyh Bedreddin, Timur’un Ankara Savaşıyla Yıldırım Bayezid’ı mağlup etmesinden sonra ortaya çıkan ve tarihte “Fetret Devri” diye bilinen karışık bir dönemde meydana çıkmış, belki de çıkarılmış bir bozguncudur. O, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal gibi meşhur isyancılarla bir olup padişaha başkaldırmıştır. Padişah Çelebi Mehmet, önce onu yakalatmış, daha sonra da ilim adamlarından bir heyet teşkiliyle muhakeme ettirmiş ve mahkeme neticesinde Şeyh Bedreddin idam edilmiştir. 60’lı yıllarda İbnü’t-Tayyar Semaheddin Cem –zannediyorum– müstear ismiyle bir gazetede Şeyh Bedreddin ve düşüncelerinin tenkit edildiğini hatırlıyorum ve o yazıların gözden geçirilmesini şahsen kayda değer buluyorum.

Kıblenin Değiştirilmesi

Mescid-i Aksâ, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun İsra hâdisesinde, Mescid-i Haram’dan sonra uğradığı ikinci duraktır. O, Medine’de 16-17 ay Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kılmış ve daha sonra Bedir Gazasından iki ay önce Receb-i şerifte “Yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir.”19 emriyle yönünü Kâbe’ye çevirmiştir.

Evvelâ, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’ye teşrif buyurduklarında, Mescid-i Aksâ’ya dönüp namaz kılması, Allah’ın emriyle, Yahudiler için hususî bir iltifattır. Bu hareket, muvakkaten dahi olsa, onların Müslümanlara olan adavet ve husumetlerine karşı bir engel teşkil etmiştir. Çünkü Yahudiler de, ibadetlerini ifa ederken kıble olarak Mescid-i Aksâ’ya yöneliyorlardı.

Bir taraftan Mekke’den Medine’ye gidip gelen Kureyş müşrikleri, diğer taraftan da Medine’de bulunan münafıklar, Efendimiz’in aleyhinde menfi propagandalarda bulunuyor ve etrafa garaz dolu düşünceler neşrediyorlardı. Oysaki Allah Resûlü, Mescid-i Aksâ’ya yönelmesi ve daha sonra ilân ettiği Medine vesikası ile, tansiyonu aşağıya çekmenin yanında, çevresine kendini anlatma fırsatını da bulmuştu. Evet, bu engin tavır, Efendimiz’e olan şartlı bakışları kırmış ve kalblerdeki kin ve nefreti büyük ölçüde izale etmişti.

Saniyen, hangi ibadet vesilesiyle olursa olsun, esas yönelinmesi gereken, zaman ve mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Hak’tır. Kâbe ise, Sidretü’l-Müntehâ hakikatinin yeryüzündeki bir iz düşümüdür ve hakikat-ı Ahmediye ile tev’em (ikiz) yaratılmışlardır. İşte, bir başka vesile ile izah etmeye çalıştığımız bu gerçek zaviyesinden, Allah Resûlü’nün Mescid-i Aksâ’ya yönelmesi, O’nun ruhunda müthiş bir hicran ve hasret meydana getirmişti. Bu yüzden Mescid-i Aksâ’ya yöneldiği 16-17 ay içinde kıblenin tahvili için sık sık gökyüzüne bakıyor ve Allah’tan yeni bir hüküm bekliyordu. İşte Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ızdırabı âdeta bir fiilî dua yerine geçmiş, hem O’nun için bir vesile-i kemalât olmuş, hem de Cenâb-ı Hakk’ın merhametinin ayrı bir dalga boyu olarak O’nun isteği doğrultusunda ceddi Hz. İbrahim’in de yöneldiği Kâbe, yeniden kıble oluvermiştir.

1 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.616 (Tahliller).

2 İbn Mâce, fiten 8; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s.367.

3 Ebû Dâvûd, salât 46; Nesâî, imamet 48; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/196.

4 Bkz.: Müslim, fiten 19; Tirmizî, fiten 14; Ebû Dâvûd, fiten 1.

5 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili 1/34.

6 Bkz.: Buhârî, tevhid 15, 55; Müslim, tevbe 14-16.

7 Bkz.: Buhârî, edeb 19; Müslim, tevbe 17.

8 Buhârî, rikak 18, merdâ 19; Müslim, sıfâtü’l-münâfikîn 71-78.

9 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/492, 4/63; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/332.

10 Buhârî, meğâzî 45, diyât 2; Müslim, îmân 158.

11 İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/481; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/30.

12 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 6/38-40; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/40-41.

13 Bkz.: Buhârî, savm 48; Müslim, sıyâm 60.

14 Buhârî, teheccüd 16, rikak 20; Müslim, sıfâtü’l-münâfıkîn 81.

15 Tirmizî, fiten 7; İbn Hibbân, es-Sahîh 10/438.

16 Bkz.: Müslim, fiten 19; Tirmizî, fiten 14; Ebû Dâvûd, fiten 1.

17 Bakara sûresi, 2/146.

18 Âl-i İmrân sûresi, 3/19.

19 Bakara sûresi, 2/144.

-+=
Scroll to Top