Bizim Maarifimiz1

Her ders yılına girerken, mektebi ve muallimi düşünmeden edemeyiz. Nasıl düşünmeyiz ki, mektep, hayatî bir laboratuvar; derslerimiz hayat iksiri; muallim ise bu esrarlı şifahanenin kahraman üstadıdır.

Mektep bir öğrenme yeridir. Orada hayat ve ötesine ait her şey öğrenilir. Aslında hayatın kendisi de bir mekteptir. Ne var ki biz, hayatı da ancak mektep sayesinde öğreniriz.

Mektep, hayatî hâdiselerin üzerine irfan hüzmeleri göndererek onları aydınlatır; talebelerine çevrelerini kavrama imkânını hazırlar. Aynı zamanda gayet hızlı olarak eşya ve hâdiseleri keşfetme yolunu açar ve insanı düşünce bütünlüğüne, tefekkürde istikamete ve çokta, Tek’e götürür. Bu mânâda mektep ayn-ı mâbettir ve o mâbedin azizleri de muallimlerdir.

İyi bir mektep, fertte fazilet duygularını inkişaf ettiren, müdavimlerine ruh yüceliği kazandıran melekler otağıdır. Talebelerine hoyratlık aşılayıp onları canavarlaştıran bina görünümlü bir kısım harabeler ise, birer çıyan yuvasıdır ve insanımız, asırlardan beri ters işleyen bu kabîl irfan ocakları karşısında hep hacâletten iki büklümdür.

Gerçek muallim, saf ve temiz tohumun ekicisi ve koruyucusudur. İyisiyle, sağlamıyla meşgul olmak onun vazifesi olduğu gibi, hayat ve hâdiseler karşısında ona yön vermek ve hedef göstermek de ona aittir.

Bin koldan akıp giden hayatın, kendine has hüviyeti kazandığı yer mektep olduğu gibi, çocuğun gerçek şeklini aldığı ve benliğinin sırlarına erdiği yer de mekteptir. Dağınık bir ırmağın dar bir geçitte katlanıp kendine has ihtişamıyla görünmesi veya ağaçtaki saf hayatî sıvının billûrlaşıp güneş hüzmeleriyle münasebete geçmesi gibi, hayatın çokluk içinde akışı, mektep sayesinde vahdete ulaşır; tıpkı bir meyvenin, ağacın cihetü’l-vahdetini2 izhar etmesi gibi…

Mektebin, hayatın sadece bir parçasında insanı alakadar ettiği zannedilir; aslında o, kâinat mektebindeki bütün dağınık şeyleri bir arada görme ve gösterme vazifesiyle, çıraklarına daimî okuma imkânını hazırlayan, susarken dahi konuşan bir yuvadır. Bu itibarladır ki o, hayatın sadece bir bölümünü işgal ediyor görünse bile, bütün zamanlara hükmeden ve hâdiselere sözünü dinleten hâkimiyetin remzi bir yuvadır. Bir çırak hüviyetiyle mektebe intisap eden her talebe, bütün bir ömür boyu oradan aldığı dersi tekrar eder durur. Oradan alınıp benliğe mâl edilen şeyler, birer tasavvur, birer hayal olabileceği gibi, birer hakikat, birer hüner de olabilir. Asıl mesele ise, elde edilen şeylerin fazilete giden yollarda bir rehber ve kapalı kapıları açan sırlı bir anahtar olmasıdır.

Mektepte, ilim benliğe mâl edilir; insan bu sayede yaşadığı katı ve maddî dünyanın buudlarını aşar ve bir bakıma sonsuzluk sınırına ulaşır. Benliğe mâl edilememiş ilim ise, insanın sırtına vurulmuş bir yük, hem de mahcup edici bir yüktür. Böyle bir bilgi, sahibinin omzunda bir vebal ve şuuru teşviş eden bir şeytandır. Evet, fikre bir aydınlık, ruha kanatlanma vaad etmeyen her türlü kaba belleme ve ezbercilik, benliği aşındıran bir törpü ve kalbe indirilmiş bir darbedir.

Mektebin vereceği en iyi ilim, dıştaki hâdiselerle içteki irfanın uç uca getirilmesinden ibarettir. Bu mektepte muallim ise, dışımızda yaşanana içimizde canlılık kazandıran mürşiddir. Şurası muhakkak ki, hiçbir zaman değişmeyen ve durmadan derslerini tekrar eden en büyük mürşid ve en doğru üstad hayattır. Ne var ki, doğrudan doğruya ondan ders almasını bilmeyenler için aracılara ihtiyaç vardır ve bu güzide aracılar da, hayatla benlik arasında kürsü kuran ve hâdiselerin muğlak ifadelerine tercüman olan muallimlerdir.

Gazeteler, kitaplar hatta radyo ve televizyon belki insanlara bir şeyler öğretebilirler. Ama, kat’iyen gerçek hayatı ve onun insan içinde akıp gitmesini öğretemezler. Her gün ayrı bir sancı ve ızdırapla talebenin gönlüne inen, ders ve davranışlarıyla onun dimağına silinmez renkli çizgiler bırakan muallim, yeri doldurulamaz bir öğreticidir. Onun içindir ki günümüzde her şeyi kolaylaştırma usulü sayılan Batı metoduyla talebeye bir şeyler verilebilse bile, hiçbir zaman iyi örnekler verilemeyecek ve ilimlerin gayesi öğretilemeyecektir. Bu güzel şeyler, ancak, siması hakikat gamzeden, bakışları alabildiğine derin ve çıraklarına vereceği her şeyi gönül menşurundan geçiren muallim tarafından verilebilecektir.

Havari, Hazreti Mesih’in çarmıha gerilme tehdidine rağmen ders verdiğini görmeseydi, aslanların ağzına atılırken gülmesi lazım geldiğini nereden öğrenecekti? İlk ve son yolun en büyük mürşidine bel bağlayanlar, onun kanlar içinde dahi gönüllere yumuşaklık dilemesini görmeselerdi, ateşte “berd ü selam”3 olduğunu nereden bileceklerdi…?

İyi bir ders, mektepte ve muallim önünde öğrenilen derstir. Böyle bir ders insana sadece bir şey vermekle kalmaz; onu sonsuz bilinmeyenlerin huzuruna yükseltir ve ona sınırsızlık bahşeder. Bu dersin talebesi nazarında her hâdise, görünmeyen âlemler üzerinde bir kanaviçe, o da hareket eden levhalar arkasında hakikatlerin müşahidi olur.

Böyle bir mektepte ne öğrenmeden ne de öğretmeden doymak düşünülemez. Nasıl düşünülür ki, kanatlanan muallimin himmeti, çırağını kâh yıldızlara yükseltir, kâh vicdanda soluk aldırır ve bu iki şey arasında duyulan hayret, hâsıl olan düşünce, onları yaşadıkları buudların dışına çıkarır.

İşte bize göre gerçek muallim; teker teker eşya ve hâdiselerdeki nirengileri yakalayan, bir ahize ve nâkile kontaklaşması gibi, hayat ve vicdan arasında münasebet kuran, her şeyden gerçeği duymaya ve her dille ona tercüman olmaya çalışan, Yunus diliyle;

“Tur dağında Musa ile,Elindeki asâ ile,Deryalarda mâhî ile,Sahralarda âhû ile…”

onu söyleyen insandır.

Rousseau’nun üstadı vicdan; Kant’ınki vicdan ve aklın iltisakı… Mevlana ve Yunus mektebinde ise üstad Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)… Kur’ân, bu ilahî dersten nağmeler ve söyleyişler; ama bütün sözleri kesen, çokta Bir’i gösteren, sırlı söyleyişler…

Mektep bu ışığın odaklaşacağı mukaddes yuva. Muallim bu esrarengiz laboratuvarın sehhâr üstadıdır.. iki büklüm belimizi sihirli elleriyle doğrultacak, ufkumuzu kaplayan karanlıkları temiz soluklarıyla giderecek mukaddes üstadı…

* * *

Öğrenme ve öğretme göklere dayalı iki yüce vazifedir. Bu vazife ile, insanın ruhundaki ehlîlik ve ehliyet ortaya çıkarılır ve o, topluma armağan edilecek hâle getirilir. Öğrenme ve öğretme imbiğinden geçmemiş fertte, insanî meziyetler ve yükseltici hususiyetler gelişmediği için, içtimaî bir hüviyet aramak da beyhudedir.

Ancak, neyin öğrenilip, neyin öğrenilmemesi lazım geldiğini ve nelerin ne zaman verileceğini bilmek de, en azından öğrenme ve öğretme kadar mühimdir. Bilgi adına mevsimsiz verilmiş nice şeyler vardır ki, dimağı çepeçevre sarmış bir sis gibidir. Böyle bir bilgi, sahibine ışık tutamayacağı gibi başkalarına da faydalı olmayacaktır.

Bilmek zâtî bir değer ifade etse de, çok defa talibinin omuzunda bir yük ve bir vebaldir. Hele her şeyi bilmek isteyenlerin ve sırf bilmiş olmak için ilim edinenlerin bilgisi, onları birer malûmat hamalı yapmaktan başka bir şeye yaramayacaktır.

Öğrenilip öğretilecek her şey, insan şahsiyetini bütünleştirici ve iç âlem ile eşya ve hâdiseler arasındaki ince münasebeti keşfe matuf olmalıdır. Hatta bundan da öte, öğrenilen şeye ait her parça, pratiğe sağlam bir mesnet ve yeni terkiplere götürücü esaslı birer rehber mahiyetinde bulunmalıdır.

Şahsiyetimizle eşya arasındaki esrarı çözmeye matuf olmayan bir ilmin, haricî dünya adına ve onunla bütünleşme hesabına bize kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Aynı zamanda bu durum vicdanın böyle muammalar karşısında mahkûm olması demektir. Vicdana kol kanat olup onu seyyal kılacak husus, onun haricî duyuşlarıyla, içteki bulunuşudur. Binaenaleyh o, bu kol ve kanattan mahrum edilince, asla kendinden bekleneni eda edemeyecektir. Onun için, sadece öğrenmek ve önüne gelen her şeyi öğrenmek, götürdüğü şeyler itibarıyla hiç bilmemekten daha tehlikelidir.

Bu itibarladır ki, insanı bilgi budalası yapabilecek bilgileri öğrenmek yerine, kâinatla bütünleşmeye götürücü şeylere gönül verilmelidir. Bu husus, düşüncenin ilk merhalesi, öğrenme ruh ve ciddîliğinin de en sağlam belirtisidir. Bu teminatı elde ederek ilim yoluna koyulma, insanı ezbercilik ve hafıza müsabakasından kurtaracağı gibi, materyalizmin içine düştüğü kışırla iştigal ve hezeyanlardan da koruyacaktır.

Her şeye merak sardıran ve her gördüğünü ve duyduğunu öğrenmek isteyen, ciddî hiçbir şey öğrenemez. Gerçek ilim ve tefekkür “bu lazımdır” denen şeyle, iştigal nispetinde elde edilir. Fuzuli ve sırf merak sâikasıyla öğrenilen şeyler ise, çok defa öğrenen için öldürücü zehir tesiri yapar. Ya bunlar, tertemiz genç dimağlara ve hele hele onun kalbî ve ruhî yapısına zıt olursa…

Gençlere, öğretilecek şeylerle onları birer hafıza hamalı kılmaktan ziyade, yaş ve kültür durumları nazar-ı itibara alınarak, gördüğü nesnelerin ötesinde gayeler hissettirilmeli ve öğreneceği şeyler, hazmedebileceği ölçüde verilmelidir. Daha ilk mektepte çocuğa cihan coğrafyası, beşer tarihi veya felsefe ile taşıyamayacağı bir yük yüklemek, ders için de, talebe için de tâli’sizliktir.

Her gün, ilim adına, çırağını bin şüphe ve tereddütle baş başa bırakan öğreticiye muallim denemeyeceği gibi; talebesini bir laboratuvar ciddîliği içinde doğru neticelere götüremeyen mektebe de mektep denemez.

Aile ve içtimaî çevrenin, gence bir şey vermeyişi ve veremeyişi bir gerçektir. Ancak bir başka taraftan, onun yüce duyguları ve iç âlemi askıya alınmasaydı ve etraftan akıp akıp ruhuna gelen örseleyici ders ve telkinler olmasaydı, hiç olmazsa onu, safvet-i asliyesi içinde korumak mümkün olacaktı. Heyhât..! Günlük televizyon haberleri, siyasî polemikler, sporlar ve sporcular, sırf merak uyarma maksadıyla tertip edilmiş yalanlar, tezvirler, her türlü aldatmalar ve sansasyonlar o zayıf dimağları, o denli işgal etmiştir ki, bu Kafdağı’ndan ağır yükü, değil o cılız varlıklar “benim diyen” her babayiğit dahi rahatlıkla yüklenemeyecektir.

Bu kadar yük altında mektepteki derslerin anlaşılması; anlaşılıp kavranması ve hayatın içine sokulması; hele hele onlarla yeni terkiplere ulaşılması asla mümkün olmayacaktır. Bir de buna, bilgi hamalı yetiştirme programı eklenmişse, artık vay hâline o mektebin de, talebenin de…!

Günümüzün tembel talebeleri veya bu bozuk havanın tembelleştirdiği çıraklar, daha çok, çile çekmeden elde edilen şeylerin peşindedirler. Günlük hayatlarında onları daha ziyade meşgul eden şeyler: Gazete haberleri, sporlar ve sporcular, film ve artist isimleri, gençlik heyecanlarından istifade edip onları birer insan azmanı hâline getiren bir kısım izm’li müskirat ve mükeyyifattır4. Böylelerine bir fatihlik ve kâşiflik anlatmak en güç şeydir. Evet, emek ve çile isteyen büyük insan olma yolu, onlara göre en menfur şeydir. Çalışmayı, hele metod ve sistem içinde çalışmayı asla sevmezler. Bir de buna, günümüzün renkli hâdiselerinin vitrinleştirilmesi ve sahnelendirilmesi ilave edilecek olursa, doğruyu öğretme sancısını çekenlerin vay hâline!

Asrımız içinde cereyan eden hâdiselerin çokluğu, araştırmaların artması, ilmî eğrilerin ihtimaliyatı yeniden hızlandırıp sahneye sürmesi; tecrübelerle elde edilen kat’îliklere nispeten, istatistikî bir havanın daha çok revaç bulması, insanoğlu için her şeyin kavranabilir olmasını imkânsız kılmaktadır. Esasen böyle bir teşebbüs de, hem öğrenen için hem de öğreten için boş bir gayret ve budalalıktır.

Günümüz, iş bölümünü, vazife taksimini ve ihtisaslaş-mayı zarurî görmektedir. Her fert, eşya ve hâdiselerin bir bölümünü keşfe koyulacak ve kendinden bekleneni verebilmek için o uğurda fâni olacaktır.

Şimdi bir kere düşünün! Zihni günlük hâdiselerle işgal edilmiş, ruh dünyası kısır boğuşmaların alçaltıcı baskısı altında ezilen bir gencin gönlüne bir şey koymak mümkün müdür? Ve hele kafasına takılan şeyler, hayvanî hisleri ve beşerî garîzeleri tarafından hüsnü kabul görüyorsa… Allah’ın günü, onun yüce hisleri üzerine bir balyoz gibi inen, kudurtulmuş şehevî arzu ve ihtiraslar, onda okuma ve düşünmeye mecal bırakır mı..?

İyilik ve güzellik bilgisi, yozlaşma ve soysuzlaşmaya karşı savaşan bir ordu gibidir. Genç, bu kuvveti, mektep ve mektep vazifesini yapan muhitinden alacaktır… O, ancak bu lâhutî bilgiyle donatıldığı zaman, fenalıklara mukavemet gücünü kazanır ve iradesinin kanatlarıyla yükselir.

Hiçbir şey bilmeme, gencin elini kolunu bağlayıp onu müdafaadan mahrum bırakacak, yanlışın ve kötünün öğretilmesi ise onu felç edecektir.

Ne acıdır ki, asırlardan beri milletimizin ömür törpüsü sayılan bu hususa karşı, henüz toplu bir kıyam ve bir seferberlik hissi görülmemektedir.!

1 Bu konudaki ilk düşüncelerimin nüvelerine, her fikrini tasvip etmesem de Celal Nuri’nin çığlıklarıyla, yaptıklarını tasvip etmem ama Haşim Nahid’in sorgulayıcı ifadeleriyle, Muallim Cevdet’in mukayeseleri ve merhum Topçu’nun hayatbahş soluklarıyla ulaştım. Bugün konuyla alakalı bir şeyler karalasaydım, her şey biraz daha farklı olurdu.

2 Cihetü’l-vahdet: Birlik ciheti.

3 Berd ü selam: Serin ve emniyetli.

4 Müskirat ve mükeyyifat: Sarhoş edici ve keyif vericiler.

-+=
Scroll to Top