Sabır
Sabır, yücelme ve fazilete ermenin mühim bir esası ve iradenin zaferidir. O olmadan, ne ruhu inkişaf ettirmekten, ne de yücelip benliğin sırlarına ermekten bahsedilemez. Sabırla insan, toprağa, ete, kemiğe bağlılıktan kurtulur. Onunla yüce âlemlere ermeğe namzet bir kutlu olur. Sabır, öteler ötesi saltanatlara ulaşmak için dar bir geçit, aşılmaz bir zirve ise, gönlünü o âlemlere kaptırmış hakikat eri de, geçilmez ve aşılmaz gibi görünen geçitlere ve şahikalara meydan okuyan bir Heraklit’tir; en sarp yokuşları dümdüz ve ovaları da pürüzsüz gören bir Heraklit…
Sabır, fıtratın sinesinde cereyan eden armoninin, insan tarafından sezilmesi, kavranması ve taklit edilmesidir. Evet, o, eşya ve hâdiselerin dilini anlama ve onlarla “diyalog”a geçme gayretidir. Bu dili anlayacağı âna kadar sebat gösteren, sonra da, varlığın zaman seli içindeki akışıyla kendi davranışları arasında bir köprü kurarak tabiatla bütünleşen insan ne mübeccel; kâinattaki bu ilahî mûsıkî ne ulvî ve bu âhengin sezilip görülmesi ne âlî bir temâşâdır…!
Sabır; zamanın, eşya üzerindeki tesirinin kavranması ve vak’aların, zamanın, keskin dişleri arasında öğütülerek, şekilden şekle, hâlden hâle girmesinin idraki demektir. Zamanın bu sessiz eriticiliği ve değiştiriciliği karşısında, yerinde polat ve yerinde de buz olmasını bilenler, onun cereyan çizgisinde ayrı bir buuda yükselerek yok olmaktan kurtulurlar. Bunu idrak edemeyenler ise, onun demir pençeleri arasında ezilir giderler.
Evet fıtrat, onu tanımayan ve yürüyüşünde ona ayak uyduramayan ayakları kırar, ruhları da çiğner geçer. Onu tanıyan, hareket ve davranışlarıyla onun ruhundaki sessiz infiallere dem tutan ve ona yeni yeni davudî nağmeler kazandıranların elinde de balmumu gibi olur.
Ah, bu sırrı kavrayamayan ve bir türlü sabretmeye yanaşmayan aceleci, yaramaz çocuklar..!
Evet, nice kendini bilmez ve fıtrat tanımaz kimseler vardır ki, yıllar yılı doludizgin gitmiş; fakat bir çuvaldız boyu mesafe alamamışlardır. Ve nice sessiz, gürültüsüz kimseler de vardır ki, derin nehirler gibi durgun ve hareketsiz görünmelerine rağmen, durmadan yürümüş; adım adım ilerlemiş, önünü kesen karanlıkları teker teker tepelemiş ve karşısına çıkan engelleri en sezilmedik şekilde toz duman etmişlerdir; sessiz, gürültüsüz; gösterişsiz ve âlayişsiz.. tıpkı mercan gibi; deniz derinliklerinde ızdırap görmüş, ızdırap yaşamış, kanda boğulmuş ve zebercet ufkuna ulaşmış mercan…
Tohum bu sessizlik ve sebat içinde taşı toprağı deler, gün yüzüne çıkar. Tomurcuk, yüz defa bağrını güneşe açar; yüz defa gecenin karanlıkları karşısında gerilime geçer ve sonra varlığa erer. Ya yavru? Bir “rüşeym” hâlinde anne karnında belirip karanlıktan karanlığa intikal eden yavru; onun serencamesi hepten garip ve garip olduğu kadar da sabır ve teenni gamzetmektedir. Evet, şekillerin ve kalıpların her çeşidine gire gire, tam dokuz ay sonra, o gülendam kametiyle dünyaya ayak basar.
Bir de, bu muhteşem kâinatların ve koca “kozmos”un yaratılışına bakalım. Her şeyi, bir “ol!” deyivermekle varlığa erdiren Kudreti Sonsuz’un elinde, bütün mekân ve eşyanın, milyarlarca sene şekilden şekle, tavırdan tavra intikal ettikten sonra belli bir vaziyete gidip ulaşması, ne kadar manidar ve ne çarpıcı bir derstir!
Varlık âleminde her şey, ama her şey sabırlı bir bekleyiş, bitmeyen bir azim ve direnişle, hedefine doğru adım adımdır. Acele etmeden, fıtratta cari kanunları gözeterek ve yön-yol değiştirmeden…
Ah, aceleci insan! Sabırsızlık gösteren sadece sensin. Sensin, eşya arasındaki tertibe riayet etmeyen! Sensin, yükselirken mesafelere tahammülü olmayan ve tırmanmada birkaç merdiveni birden atlamak isteyen! Sensin, sebepleri gözetmeden netice bekleyen! Sensin, olmayacak kuruntulara gömülerek hayalden sırça saraylar kuran! Sonra da yalancı vehmin ve aldatıcı ümniyelerin altında tükenip giden! Sensin, düşünmeden konuşan, konuştuklarına pişmanlık duyan ve birbirini takip eden pişmanlıklardan ders almayan, uslanmayan! Bir bilsen; bu halinle, ne kadar sevimsiz ve ne kadar uğursuzsun..! Keşke, her biri beliğ bir hatip ve her biri bir dil olan çevrendeki hâdiselerden ders alarak, eşya arasında bulunan tertibe riayet etmeyi; sebep ve neticelerin hakkını gözetmeyi ve hayalinle değil, imanın, azmin ve iradenle var olmayı bilseydin…!
Sen, sabrettiğin kadar var ve Hakk’ın katında da sabrın kadarsın; Kitab’ının güzel diye parmak bastığı en güzel haslet ve en güzel huyları, arızasız ve ara vermeden yaşamadaki sabrın ve azmin kadar.. ve çirkin diye tespit ettiği sevimsiz şeyler karşısında da dayanma gücün ve sebatın kadar.. nihayet, tepeden inme başa gelenler karşısında, tavrını değiştirmeden:
“Gelse celalinden cefâ, yahut cemâlinden vefa;
gerçeğine dilbeste, yürekliliğin ve hoşnutluğun kadar…
Bütün yükseltici şeyleri, ara vermeden sürekli olarak yaşama, alçaltıcı şeylere karşı devamlı teyakkuz1 ve direnme; nihayet, beklenmedik anda ve beklenmedik şekilde, seni ırgalayan ve örseleyen umum belalara karşı yılgınlık göstermeden dayanma; evet, işte acılardan acı ve neticesi itibarıyla da zülallerden zülal sabır budur!
Kol kanat verip yerinden ayrılmama.. mum gibi eriyip gitme; yine de yerinde kalma…
Nerdesin azim, nerdesin irade! Nerdesin civanmertlik ve nerdesin yiğitlik! Durmadan yön ve yol değiştirme bizi şaşkına çevirdi. Her gün ayrı bir şeye dilbeste olma bizi bitirdi. Ve durmadan mihraptan mihraba koşma, bizi kıblesiz hâle getirdi…
Bir Hak dostu; “Beni bir kedi irşad etti.” der. Avını beklediği delik önünde, sabahlara kadar gözünü kırpmadan bekleyen bir kedi… Ya sen, insanoğlu! Tavrını değiştirmeden, nazarını ayırmadan ne kadar bekledin ebedî mihrabında..? Evet, kaç defa düzenin bozuldu, hizmetin hebâ oldu da, gönül koymadan darılmadan yeni baştan deyip yürüdün yoluna..? Ve kaç defa, kapılardan kovuldun, diyar diyar sürüldün de, dönüp yine başını koydun sevgilinin eşiğine..? Yoksa sen, senden evvel gelip geçenlerin hâlleri başına gelmeden Cennet’e gireceğini mi sandın? Oysa onlara öyle ezici sıkıntılar, öyle kımıldatmaz ızdıraplar dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) ve maiyetindeki inananlar: “Ne zaman Allah’ın yardımı?” dediler. Bil ki, O’nun yardımı yakındır;2 sabredip kulluğunu sürdürenlere, canını dişine takıp günahlara karşı koyanlara, bin defa düzeni bozulduğu hâlde ümit ve azmini yitirmeyenlere…
Evet “Cânân yolunda, dağdağa-i câna3 düşmeyenlere; Girdik reh-i sevdaya4, gayrı bize bir şey lazım değil.” diyenlere…
1 Teyakkuz: Uyanık olma hâli, uyanıklık.
2 İktibas tam olmadığı için, meal tırnak içine alınmadı. Bkz.: Bakara sûresi, 2/214.
3 Dağdağa-i cân: Cân telaşı, cân derdi.
4 Reh-i sevda: Sevda yolu.