Asker
Bir bahçedeyiz şimdi şehitlerle beraber,
Askerlik yüksek bir pâyedir; Hakk’ın katında da, halkın katında da… Ona denk yüce bir topluluk ve gördüğü vazifeye denk yüksek bir vazife yoktur şu fâni âlemde. Yüklendiği iş itibarıyla, zaman onda başkalaşır, muammalaşır ve bir sır hâline gelir. Saati seneler sayılır askerin.. talimiyle, terbiyesiyle ve serhat boylarında nöbetiyle geçirdiği saati.
Uhdesine verilen emanetleri görüp gözetmede onun gözü, lahut âlemini seyretmekle doymuş ve dolmuş bir göze denk tutulmuştur, sözü lâl ü güherin1 dilinde. Ve bu noktada eşi menendi yoktur askerin…
Onu vatanın bekçisi diye anlatırlar. Bence, ona topyekûn mukaddeslerin; mazinin, harsın, hürriyet ve emniyetin en emin muhafızı demek daha uygun olacaktır. Zira, endişelerimiz ancak, onun mevcudiyetiyle zâil olur. Huzursuzluğumuz onun türkü ve haykırışlarıyla huzura ve emniyete inkılap eder.
İnsanlık, askerle medeniyet ve ümrana tırmanır. Fetihler ve sonra kültür akımları, onun sancağı ve mızrağıyla her tarafa ulaşır ve bu sayede yeni yeni medeniyetler doğar; yeni yeni iklimler aydınlığa kavuşur. Sonra taşıyıp geliştirdiği her şeyi, emniyet altına alma ve koruma da yine kendisine düşer. An olur, bir sel gibi çağlar, bir tufan kesilir, temizler her tarafı. Gün gelir buharlaşır, bir sıyanet bulutu kesilir milletinin üstünde… Dolu dolu gözleriyle yatıştırır tozu toprağı ve sular baştan başa bütün bir çemenzârı2.
Milletlerin ölüş ve dirilişinde büyük tesiri vardır askerin. Bütün kaynaşmalar, huzursuzluklar ve nihayet yıkılışlar, hep onun kendinde olmadığı zamanlara rastlar. Bütün bir irfana eriş, kendine geliş ve diriliş ise, onun zinde ve canlı olduğu günlerde görülür.. çağlayanlar gibi akıp akıp gittiği, tepeleri düz, ovaları bereketli kıldığı günlerde…
Her milletin tarihinde asker, bir tepe varlıktır. O, dağ cesametiyle türkülere mevzu olur, destanlara renk katar ve milletinin gönlünde, yüce burçlarda dalgalanan bayraklar gibi huzurun ve emniyetin remzi hâline gelir. Bu mânâda her milletin askeri vardır ve o milletin gözdesidir, canlılığı, şuuru ve aksiyonuyla.
Bir de anadan doğma asker millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Âşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya.
“Râyete meylederiz kâmet-i dil-cû yerine,
Sığmaz kabına ve bir çığlık olup kıt’adan kıt’aya yayılır. Denizler gibi kükrer. Dağlarla pençeleşir, stepleri aşar, Çin Seddi’ne ayak öptürür.
O, kendini yerin tek vârisi bilir ve gözü dünya hâkimiyetindedir. “Gün doğusundan gün batısına kadar bizimdir.” sözü, onda idealleşir ve bu uğurda ölüm, hayatın en tatlı gayesi, en sevimli neticesi hâline gelir. “Şimdiye kadar çok muzaffer oldum. Artık benim için Hak yolunda ölenlerin eriştiği yüce saadetten başka bir şey kalmadı. Gayrı, akacak kanımın değeri bu olsun.” duygusuyla öne atılır. Ordusu zafere yürürken, kendisi de Yüceler Yücesi’ne kanat çırpıp yükselir ve beşikten o âna kadar içinde taşıdığı mânâya bir kere daha tercüman olur: “Attan inmeyesüz!” Bu aydınlık tufanı, Lazar’ın ve Miloş’un ülkesini de sardıktan sonra, Balkanlar’ın ona mezar olmasının ne ehemmiyeti var..!
Asker millet, elinde taşıdığı meş’ale ile her tarafı aydınlatma yolundadır. Mızrağının ucunda taşıdığı ışıkla, en ücra yerlere koşar insanlık için; onun saadeti ve aydınlığa ermesi uğruna dağlara tırmanır, denizlerle boğuşur, surları göğüsler, bir yıldırım gibi milletlerin beyninde çakar; zulmü ve zalimi tarumar eder.
Geçilmez zannedilen surlar ve yüksek burçlar onun karşısında toz duman olur, erir. Mütekebbir ve mağrur başlar, huzurunda iki büklüm hâle gelir. Kılıç çalışı, gökte ve yerde velvele meydana getirir. Tuğuna ve sancağına cihan selam durur. O âbide ruh için dost selam durur, düşman selam durur.
Muvakkat bir kadirşinaslığı içinde Monstesqieu: “Bu millet olmasaydı tarih olmazdı.” der. Asker millet için, bu hüküm doğru fakat eksiktir. Zira bu millet, şahidi bulunduğu yüce âlem ve büyük dava itibarıyla, tarihin de, medeniyetin de kurucusu ve koruyucusu olmuştur.
Evet o, baştan başa insanlık ufkunun karardığı bir dönemde, bir kama gibi zulmetleri yırtmış ve kendinden sonraki devirlere hükmünü kabul ettirmiştir; cesaretiyle, ikdamıyla ve ölüme karşı fütursuzluğuyla…
Ve yine o, taarruzunda destanlara sığmaz bir celadet gösterir:
“Vur pençe-i âlî’deki şemşîr aşkına
(Y.Kemal)
Müdafaasında da cansiperanedir. Hatta onun müdafaası, taarruzundan farksızdır. Batılı; “Bütün milletlerin müdafaadan ümitlerinin kesildiği yerde onun taarruzu başlar.” der. Bu, Malazgirt’ten Çanakkale’ye kadar, destanlaşan bir milletin aksiyonunun en güzel ifadesidir. Palandöken’de, Rus ordusunu, elindeki satırıyla karşılayan ninesinden, yüzünden duvağı çözüp Çanakkale’ye koşan gelinine kadar, Batılının gözünden kaçmamıştır bu millet.
İmkânsızlığın ve yokluğun kendini boğmaya çalıştığı dönemde dahi, İngiliz toplarına süngüsüyle cevap veren Mehmetçik, tarihe gömülürken, Ulubatlı Hasan’la selamlaşır, Mohaç’a tebessüm atfeder, Malazgirt’ten geçip “Bedr’in Aslanları”yla boyun boyuna gelir.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı…
Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam..!
1 Lâl ü güher: Kırmızı, kıymetli bir süs taşı ve mücevher.
2 Çemenzâr: Yeşillikler.
3 Gazi Giray: Kırım hanı (ö. 1607). Türk kahramanlığını ve yiğitliğini Divan tarzındaki şiire getiren bir şâirdir.
“Gönül çeken endam yerine biz sancağa meylederiz.