Söğüt’ün Bağrındaki Diriliş
Dünya kuruldu kurulalı gündüzler geceleri, ışık da karanlığı adım adım takip etmekte; yok olmaları varolmalar, ölmeleri de dirilmeler kovalayıp durmaktadır. Toprağın sinesinde kendini çürümeye salmış bir tohum, sümbül hayatını netice vermekte; kayaların bağrını döl yatağı edinmiş minik çam çekirdeği, şartların müsamahasızlığına rağmen salkım salkım boy atıp gelişmekte ve tıpkı hasmını yenmiş bir gladyatör havası içinde, dalların diliyle gerilip varlığını haykırmaktadır. Nice dev çağlayanlar vardır ki, menbaları küçük birer sızıntı; nice bitip tükenme bilmeyen ışık kaynakları vardır ki, esasları birer zerreden ibarettir. Tomurcuk dudaklarını açıp varlığını haykıracağı, güller, çiçekler yüzümüze gamze çakacakları güne kadar onların varlıklarından haberdar bile olamayız. Oysaki onlar, İsrafil’in Sûr’unu çoktan duymuş ve belli bir tempo ile dirilişe geçmişlerdir bile…
Cihanı üst üste karanlıkların sardığı bir dönemde, âdeta Kehkeşanlardan yıldızlar derip, bununla her gün ayrı bir donanma gecesi teşkil ederek kendi ülke ve kendi insanına hep başka başka bayram şenlikleri yaşatanlar, üstûreleşen koca bir tarihin ilk rüyalarını cılız bir söğüt ağacının dalları altında görmüşlerdi.
Mütevazi bir toprak parçası üzerinde, oldukça basit bir hayat yaşayan bir avuç insanın, hayallere sığmayan bir müthiş patlamayla, denizlerin dev dalgaları gibi birdenbire belirip ortaya çıkmaları, hangi sebeplerle izah edilirse edilsin, kat’iyen inandırıcı olamayacaktır.
Acaba, yağmur yüklü bulutlar gibi ellerinde ışıktan kamçılarla, kıyametler kopararak dört bir yanı tutan bu heyecanlı sineler, akıllara durgunluk veren bu hareket ve bu hızı nereden alıyorlardı? En sağlam manevralarla kitlelere hükmedip, onları arkalarından sürükleyerek, cihan çapında meydana getirmeyi başardıkları bir büyük diriliş ve bir büyük inkılapla, hâdiselerin akışını, tarihin çehresini değiştiren onlardaki bu müthiş güç nereden kaynaklanıyordu? Dostların vefa bilmediği, düşmanların cefadan yılmadığı, handikapların handikapları takip ettiği çalkantılı bir devrede, her türlü imkânsızlığı aşarak kemmiyetin bütün müesseselerine galebe çalmaları, yani “bir sineğin bir kartalı sallayıp yere vurması” nasıl mümkün olmuştu? Rica ederim, olup biten bunca şeye (ganimet) tutkusu, şöhret hissi, kavga hırsı, cihanı istila etme arzusu dememiz mümkün müdür?
Hayır hayır! Bu âteşîn ruhları harekete geçiren, bu çelik iradeleri dünyanın hâkimi kılan sır, ne bunlarda ne de bunlar gibi şeylerde kat’iyen aranmamalıdır. Bence bu sır onların sağlam inançlarında, tarih şuurlarında ve mukaddes ideallerinde aranmalıdır.
Uzun yıllar, sağda-solda bitkin, yorgun ve tutarsız bir hayat yaşadıktan sonra, onu, yepyeni bir güç, taptaze bir kuvvet ve apaydın bir millet olarak cihanın karşısına çıkaran bu inanç ve bu ideal, onun için âdeta ölümsüzlük kevseri olmuştu.
Baharda, erimeye başlayan karın-buzun zayıf noktalarını kollayıp da, oralara diriliş mesajları sunan toprağın, kendini bir mübarek çimlenmeye terk etmesi gibi.. birkaç yüz çadırdan ibaret bu kutlu aşiret de, ona baştan başa bağrını açan yeryüzü meşcereliğinde tıpkı kar çiçekleri gibi her yanı sardı ve dünyanın üç kıtasında cihangirâne bir devlet kurmaya muvaffak oldu.
Artık söz onun, devran onundu; atını en karanlık noktalarına kadar sürecek; her uğradığı yere gönlünün ilhamlarını boşaltacak; mazlum ve mağdurların âhını dindirerek, sivri süngüsü ve keskin kılıcıyla bütün zalim ve müstebitleri zapturapt altına alacak ve dünya devletleri seviyesinde cihan sulh ve muvazenesinin en gür sesi hâline gelecekti.. ve geldi de… Tarihin tespit ettiği en utandırıcı zulümlerden en iğrenç tecavüzlere, en kanlı ihtilallerden en ümit kırıcı çalkantılara kadar, bin bir gailenin kol gezdiği, hezeyan ve çılgınlıklara alkış tutulduğu, yangınların şehrayin sayılıp vahşetlere yahşî çekildiği alabildiğine karanlık bir çağı, ense kökünden yakalayıp derdest ederek zamanın bağrından söküp attı.
Evet o, bütün bunları yaptı. Ve yüksek inanç sistemi, ruhundaki fazilet aşkı, herkesi hayran bırakan güzel seciye, üstün ahlâk, disiplin ruhu, itaat şuuru ve hayatı hakir görme gibi eşsiz meziyetleri sayesinde, dünyanın üç kıtasında yaşayan insanların hemen ekserisinin gönüllerini fethederek arkasına almasını bildi. Böylece, bir kudsinin uğurlu elleriyle temelleri atılan bu yüksek mefkûrevî devlet, arkadan gelen hayırlı mirasçılarla da devam ettirilince, bir cihan hâdisesi hâline geldi. Sonra da parlaklık ve ihtişamından hiçbir şey kaybetmeyerek bir ölçüde bugünlere kadar gelip ulaştı. O, Sezarların, Napolyonların saltanatlarından daha parlak, daha şaşaalı ve daha uzun ömürlü olmuştu; olmalıydı da.. zira bir yanda altın-gümüş, şan-şeref üzerine kurulmuş bir saltanat; diğer yanda, ahlâk, fazilet, inanç üzerine kurulmuş ve insanî ağırlıklı bir hükümranlık..! Şöhret ve servet, hiçbir zaman inanç ve yüksek ideallere bağlılık kadar insanlık üzerinde tesirli olamamıştır ve olamazdı da. Geçmişteki Fransa, İngiltere cumhuriyet ve hükümetleri gibi, bugünkü süper güçler de dış yüzlerindeki ihtişama rağmen, hiçbir zaman gerçek nizam ve âhengi idrak edememiş, çürük sistemlere dayalı istikbal vaad etmeyen kuvvetlerdir. İskender ve Napolyon’un kandan seylâplarla kurup çevirdikleri imparatorluk değirmenleri, arkada bir sürü inilti, bir sürü lânet bırakarak kurucularıyla beraber yıkılıp gitmesine karşılık, söğüt çevresindeki saf tohumlar üzerinde kanatlanan papatyalar, hâlâ salınıp durmaktadır.
Bir gökkuşağı gibi daima onların düşünce ufkunu tutan ve bir bayrak gibi hep başlarının üzerinde dalgalanıp duran bu yüksek inanç ve “devlet-i ebed müddet” idealinin, onlar üzerinde tesiri o kadar büyük olmuştu ki, daha o ilk kıpırdanış dönemlerinde, altı-yedi yüz senelik muhteşem bir milletin düşünce hareketinin, teşkilat ve idaresinin plan ve programlarının mevcut olduğu hemen sezilebilir. Bir de bu yüksek ideal; sağlam bir dinî duygu, dupduru bir heyecan, her işte sıkı bir disiplin, fevkalâde yiğitlik ve civanmertlik; herkesi memnun edecek ölçüde bir idare, iyi işleyen bir adliye, cesaret ve hak ölçüsüyle gürül gürül bir askerî teşkilatla da bütünleşince çarçabuk dünyanın efendisi oluvermişlerdi.
Aslında bu, tarih felsefesine göre tabiî bir netice idi. Zira, bir tarafta, kin, nefret ve türlü türlü ihtiraslarla, durmadan bir cadı kazanı gibi kaynayan, çevrede çapulculuk yaparak zayıfları ezen millet şeklindeki yığınlar; beri tarafta, insanlık ve mürüvvet adına mazlumların imdadına koşan, dünyayı yeni baştan hak ölçüsüne göre planlayan, camileri, çeşmeleri, sebilleri, hastaneleri, vakıf ve imaretleriyle yüzlerce insanî müesseseyi gergef gibi işleyen incelerden ince ayrı bir dünya… Bu dünya, insanlık çapında, hayata yeni bir mânâ, yeni bir tefsir getirme düşüncesiyle ortaya çıktı ve yeryüzünü saran bütün şirretliklere rağmen, kendine has bu yüksek hayat felsefesini insanlığa kabul ettirmesini bildi.
Dostların vefasızlığına, düşmanların ardı arkası kesilmeyen istilâ ve ifsatlarına uğramasaydı, kim bilir daha neler yapacaktı?!
Keşke, bu mübarek dünya, duygu, düşünce, anlayış ve hayat felsefesiyle hiç değişmeseydi! Keşke, onun yiğitliği, sadeliği ve mertliği bugüne kadar dipdiri kalabilseydi! Keşke o, muhteşem saray ve yüksek kasırların altın yaldızlı kubbeleri altında, baygın ve mahmur dolaşan hasım dünyanın tâli’siz insanlarının durumuna düşmeseydi..!
Ah, o zevke dalıp özden uzaklaşmalar, firuze ve zebercet yaldızlı tavanlar altında çalım satmalar; zümrüt gibi bağ ve bahçelerde, lâle ve zambaklar arasında mest ü mahmur rahata ve rehavete teslim olmalar..!
Eyvah ki, bütün bunların hepsi oldu..! Ne çıkar..! Söğüt’ün gök rengi tomurcuklarının dudaklarında yeni bir günün muştusu var..!