Izdıraplı Nesiller ve Ufuktaki Işık

Yıllardır buhurdanlık gibi tütüp duran sinelerimizde birer inilti, dudaklarımızda birer çığlık hâline gelen senin ızdırap ve acılarınla, yine senin imdadına koşmak istedik. Çevremizde sis ve duman, önümüzde ard arda mânialar; hissiyatımız sarsık, ruhlarımız yaralı; yer yer aksak karıncalar gibi sekerek, zaman zaman yanıp kül oluncaya kadar ateşin etrafında pervaz eden kelebekler gibi uçarak senin gurbet ve senin yalnızlığın için çırpınıp durduk.

Ne kadar kalbinin feryatlarına kulak verebildik, ne kadar sinelerimizdeki çığlıkları ruhuna duyurabildik bilemeyiz; ama, hakikat olan bir şey varsa o da, seni tam anlayamamanın ızdırabı, kendi hazlarımızı unutup sana yâr-ı vefadar olamamanın hüzün ve azabı gündüzlerimizi gece, gecelerimizi de karanlık karanlık üstüne kabir hayatına çevirdi.

Etrafımızı görüp sezdiğimizden bu yana gözlerimizde Mecnun’un hicran ve hasreti, gönüllerimizde Yakub’un hüzün ve derdi, dillerimizde Kerbela türküleri kendimizi bu dertliler yolunda bulduk ve o gün-bugün ızdırap içinde kaynaya kaynaya bir hâl olduk.. senin ızdırabın, benim ızdırabım, insanımızın ızdırabı ve topyekün bizim dünya, bizim âlemimizin ızdırabı… Doğrusu, bu hâle getirilmiş bir dünyada sana ve bana başkası da yaraşmazdı ya!

Sen ve ben, mazisi kartallar gibi hep zirvelerde geçmiş şanlı bir milletin, cihana medeniyet muallimliği yapmış muhteşem bir devletin, hasım ve hain bir dünyanın hiç dinme bilmeyen kin ve nefretleriyle tarihten silinip gideceği korku ve endişesini vicdanlarımızda duyup kaç defa içimiz burkuldu; kaç defa, bu muhteşem millet gemisinin, asırlardan beri yolunu kesen ölüm girdaplarından herhangi birine takılıp gideceği telâşıyla iki büklüm olduk…

Dünyanın dört bir yanına ışıkla beraber ürpertiler de salan ve koca yeryüzünü hükümranlığına kâfi bulmayan dev bir milletin, birdenbire sarsılıp alt üst olacak hâle gelmesi; bir zamanlar kendinden korkup tir tir titreyen devletler karşısında aynı zilletle boyun büküp temennâ durması ve yüksek kalelerin yüksek burçlarında bayraklaşan çelik yürek ve çelik iradelerin, eski kapıkulları önünde ric’at ric’at üstüne geriye çekilip durması karşısında, yapacak başka bir şey de olamazdı sanırım.

Ah, nerede o zafer sancaklarını yüksek burçlara dikip göklere selâm duran polat ruhlar! Nerede, o eşya ve hâdiselere sözlerini dinletip engin zevk ve zekâlarıyla çevrelerini Cennet’lere çevirenler! Nerede, yeryüzünün vârisleri olma şuuruyla dünyalarına kazandırdıkları bambaşka renk ve ışık tayfları arasında, ötelerle içli-dışlı olup bin bir rayiha içinde yaşama zevkini idrak edenler! Nerede, o çalışmayla mutluluk, mücadeleyle haz arasında kurdukları köprülerle milletlerini rüyalarda gezdirenler!?

İnançsızlığın, ahlâksızlığın, vatansızlığın ve milliyetsizliğin birer sârî illet gibi dünyayı sardığı; iftirak, bağnazlık ve hakka hürmetsizliğin ruhları esir ettiği bir dönemde, sizin aydınlık dünyalarınızı hatırlamamak mümkün mü? Hele bir zamanlar, aynı hastalıklarla yurtlarından, yuvalarından edilen ve bugün boyunlarında tasmalar, ayaklarında zincirler, kulaklarında zalimlerin “hayhuy”u ve tepelerinde müstebidlerin yumrukları sağa-sola itilip kakılan vatansız ve bayraksız yığınları düşündükçe hasretle yanmamak, ürpermemek kabil mi?

Evet, bir baştan bir başa dünyamızın dört bir yanında harap iller, yıkılmış hanümanlar, mezar taşlarına rahmet okutturan cansız cesetler, hasımlarının akla hayale gelmedik hokkabazlığı karşısında apışıp kalmış irfansız ruhlar, simsiyah bir atmosfer içerisinde yaşayan derbeder, perişan ve cahil kitleler, o tertemiz ikliminizden gelecek ışık ve diriltici soluklara su kadar, hava kadar muhtaçtırlar. Ve ancak bu sayede dirilip kendilerini bulacaklardır. Evet, bu sayede mutlaka bir gün uyanıp kendilerine geleceklerine, silkinip ufuklarını saran kanlı kâbuslardan sıyrılacaklarına inanç ve ümidimiz tamdır. Ve hele, şafakların şafakları kovaladığı, millet içinde millete hizmet düşüncesinin yeniden canlandığı; menfaat düşüncesi, makam sevgisi ve şöhret hissi gibi insanı alçaltan kötü duygu ve tutkuların yerlerini, hasbîlik ve diğergâmlık gibi yüksek hislerin almaya başladığı; zevk düşkünlüğü ve istikbal endişesiyle sarsık ruhlara bedel, hemen her yerde yiğitlik ve civanmertlik soluklayan kimselerin hissedildiği şu günlerde, daha da inançlı ve ümitliyiz. Hatta bu çaplı ve çalımlı hamlelerin, geleceğin içtimaî coğrafyasında meydana getireceği silinmez izleri bugünden seziyor ve görüyor gibiyiz.

Ne var ki, o mutlu yarınların gelmesi için yine de, maddî-mânevî hiçbir şey beklemeden, dünyevî-uhrevî hiçbir sevdaya kapılmadan, “Yol bu, devran bu!” deyip sarsılmadan hak bildikleri yolda yürüyen kara sevdalılara ihtiyaç olacağı da hatırdan bir lahza çıkarılmamalıdır.

-+=
Scroll to Top