Gel
Gel ey millet ruhu ve fatihlik düşüncesi! Yıllar geçiyor ki bizler, başı açık ve yalınayak hayallerimizle hep yollardayız ve seni bekliyoruz..! Bir upuzun aydınlığın öncüleri sayacağımız şafak emarelerinin, peşi peşine tüllendiği şu günlerde, rüyalarımızda ağardığın aynı noktadan çıkıvererek ışığa muhtaç dünyalarımıza nurlar saç!
Hazanının şiddetli ve amansızca estiği yörelerde sabrın solukları kesilmiş olabilir; ne var ki bizler, her gün biraz daha ümitli, biraz daha canlı “emarelerin şafağı”nda ve şafakları zorlayan sebeplerin bağrında bir ulu dirilişin gerçekleştiğini görüyor gibi oluyor ve kendimizden geçiyoruz. Gel, bu umumî “ba’sü ba’del mevt”in son türküsünü sen söyle ve bu uzun ızdırap bezmini de sen kapa!
Fazilete arka çevrilip rezaletin peylendiği, sevaba hacir konup günah toptancılığının yapıldığı, iffete kezzap dökülüp haysiyetin dağa kaldırıldığı, tarihin mıncıklanıp geçmişe salyalar atıldığı o uğursuz dönemler artık çok gerilerde kaldı. Her gün güneş doğarken, bir yeni şevkle şahlanıp istikbale koşanları daha fazla bekletme! Atını ışık arayanların dünyasına doğru mahmuzla ve gel artık!
Eşyanın çehresine ziya çalıp gözlerimizden perdeyi kaldıran, kâinatların özü o saflardan saf ruh aşkına gel! Hak katının makbul erleri enbiyâ, evliya aşkına gel! Göklerde ve yerde kudsîlik soluklayan ruhlar aşkına gel! Âl-i Âbâ aşkına, Şâh-ı merdân aşkına gel! Şehitler aşkına ve dört bir yanda tazim gören şehitler efendisi Hamza aşkına gel!
Yıllardır yollara dökülmüş seni gözleyen yaşlı gözler ve sabahlara kadar uyku nedir bilmeyip kıvranan dertli sineler aşkına, ne olur gel! Anaların ızdırapla çarpan yüreklerine, perişan ve derbeder nesillerin ayyuka çıkan feryatlarına, çığlık atıp inleyen çocukların heyecan ve hafakanlarına merhamet et de gel..!
Akın karadan ayrıldığı, ışığın zulmet ordusunu tarumar ettiği, cehaletin ilmin önünde bozguna uğradığı ve sabânın güzel kokular sürünüp herkese ve her şeye bahar muştuları fısıldayıp dolaştığı şu mübarek günlerde ger dizginini, gel gayri!
Karlar eriyip buzlar çoktan çözülmeye durdu; goncalar kemer kuşanıp senin uğrunda yollara döküldü ve çiçekler sana ait türkülerle semaa kalkıp bir yüce bayram adına çevrelerine davet gamzeleri çakmaya başladı. Yaprakların hışırtısından ırmakların çağıltılarına, göklerin ışıkla sarmaş dolaş gürültüsünden ormanların heybetli uğultularına kadar hemen her şeyde bu yeni dirilişin nağmeleri duyulup seziliyor. Bak! Bayırlar, rengârenk güzellikleriyle milletimin tâli’ine tebessüm ediyor; bağ ve bahçeler etrafa saldıkları diriltici rayihalarla gönülleri coşturuyor ve ruhlara bahar muştuları sunuyor. Ve artık, aylar güneşler bir başka türlü doğuyor, bir başka türlü batıyor.
Ey asırlardan beri hasretle yolunu gözlediğimiz ruh! Eğer sen bir şafaksan gel gayri bunca emare yeter! Eğer kıyametsen, bilmem ki başka hangi alâmeti beklersin?!
“Gül açıp bülbül öteli hayli zaman oldu;
Gel şeytanın kâsesini kır; iblisler dünyasına bir velvele sal! Nemrut’a rahatı haram edip Firavun hanümanını harap eyle! Işıktan kaçanları nurunla boğ; yarasalara aydınlıkta yaşama âdâbını öğret! Gel, bize sonsuzluk şarabını sun ve derbeder gönüllerimizi ölümsüzlük aşkıyla coştur! Coştur ve asırlardan beri hicranla yanan sinelerimize “âb-ı hayat” ulaştır!
* * *
Bir yeni var oluşun tan yeri ağarırken, temcid verir gibi hep haykırıp inliyoruz: Gel ey var oluşumuzun mâyesi, ümitlerimizin ruhu! Gel ey birkaç asırdan beri nesillerin beklediği feleğin karnındaki mübarek yolcu! Gel ey millet ve tarih şuuru! Gölgen başımıza düştüğü günden bu yana, bu dünyada, hem şevkle gerilip coşanlar hem de salacağın tufandan uykusu kaçanlar var. Henüz ışığının tam zuhur etmediği şu günlerde, gölgenle yanıp kül olanları gördükçe, yolunu gözleyen gariplerin sana olan iştiyakları daha da artmakta ve buğu buğu gönül gözlerini saran visal arzusuyla yürekleri bir başka atmaktadır. Gel, visale koşan gönüllerimizi şâd eyle! Gel, aslanların yüreklerine korku salan o müthiş naralarınla haykır! Haykır ki, vatansız ve mazisiz ruhlar kahrolup gitsin; her tarafa zehir çalıp geçen yılanlar, akrepler deliklerine girip saklansın ve asırlardan beri kötü duygu ve kötü tutkuların meşcereliği hâline getirilmek istenen şu mübarek topraklar, sadece, ilmin, inancın, ahlâk ve faziletin fideliği olsun!
Bu ülkede huzur ve nizam, yeryüzünde adalet ve emniyet, gölgen gibi seni her yerde takip eden ve kıvrılıp açılmalarıyla sana selâm duran şerefimizin remzi forsunun dalgalanmalarında –o forsu dalgalandıran var olsun!– cihan sulhü ve devletler muvazenesi senin o sultanlara taç giydiren kutlulardan kutlu silahının namlusundadır.
Senin re’yine müracaat edilmeden devletler planındaki her karar bir aktörlüktür ve bu kararın verildiği yerlerin de tiyatrodan farkı yoktur. Senden âdâb ve erkân öğrenmeden milletlerine baş olmuş bütün başlar, o toplumlar için bir tâli’sizlik eseri; bu tâli’sizliğe uğramış olan yığınlar da gaflet ve dalâletin esiridirler.
Gel, Süleyman Nebi (aleyhisselâm) gibi, rüzgârlarla kanatlanan tahtına bin; ilhadla çehresi kararmış dünyalar üzerine şimşekten kamçılarını sal; inkârla gözü bağlanıp diline kilit vurulan ilmin dilindeki kilitleri çöz; dünden bugüne hep karanlık şeyler fısıldayıp duranlara aydınlık bestelerinden bir şeyler fısılda; akrebin kuyruğunu kırıp yılanların ağzına panzehir akıt ve çirkef olan toprakları ruhunda taşıdığın ıtırlarla yıka, Cennet yamaçlarına çevir.
Gel, öyle sihirli oyunlar oyna, öyle sanatlar yap ki, bütün sihirbazların kolları kanatları kırılsın ve senin harikaların karşısında bütün hüner sahipleri apışıp kalsın! Gel, çöllere düşmüş “âb-ı hayat” arayanlara öyle bir şerbet içir ki, suyu Hızır çeşmesinden, şekeri de gökler ötesinden getirilmiş olsun..!
Dört bir yandan misafirliğine koşanlara semadan sofralar indir ve her yanda karanlıkta kalmış ruhları aydınlatacak meşaleler yak! Başka çerağlara ihtiyaç bırakmayacak kadar parlak meşaleler…
Gel, hep ışınlarıyla başımızı okşayan güneş gibi üstümüzde dolaş ve ruhlarımızı aydınlat! Yağmur yüklü bulutlar gibi hep bizi kolla, hasretle yanan sinelerimize sular serp! Senin kehkeşanlara denk ruh ikliminde kol gezen güneşler dünyayı da aydınlatmaya yeter ukbayı da.
Sıyrıl kabuğundan ve ışıklandır karanlığa boğulmuş dünyaları! Bağrındaki bütün su menbalarını sal bağ ve bahçelerimize; her tarafta kevserden çeşmeler akıt! Kendin de, bu çeşme ve pınarlara hazinedarlık yapan yüce dağlar gibi mehabetle yerinde kal! Okyanuslar gibi medlerle kanatlan ve öyle köpür, öyle dalgalan ki, karşı durulmaz o dalgaların her yeri alsın; o güçlü kollarınla sarmadığın bir kara parçası kalmasın!
Evet, dünyalar yaşadıkça, geceler gündüzleri kovalayıp duracak, ölümler de dirilişleri takip edecektir. Gel, eşya ve hâdiseler üstü ayrı bir buudda öyle bir dünya kur ki, zamanın dişleri, onu aşındıramasın ve onun temelini öyle sağlam esaslara bağla ki, hiçbir hâdise ile sarsılmasın ve hiçbir uğursuz el onunla oynayamasın!
Gel, gönüllerimizde hazırladığımız tahtına otur! Duygu ve düşünce dünyalarımıza durmadan emirler yağdır! Bizleri kapıkulu olmaya kabul et ve cesetlerimizde can olduğunu göster!