Hazanla Gidip Baharla Gelenler

Son asırlarda, içeride ve dışarıda, millet ve ülkemiz hakkında, ne düşünülen ne de söylenilen şeyler hiç de iç açıcı olmamıştır. Bu düşünce ve söylentilere göre, devlet eski güç ve aktivitesini kaybetmiş, toplum bütün bütün fonksiyonunu yitirmiş; kitlelerin çehrelerinde fevkalâde bir durgunluk, dalgınlık ve bitkinlik.. en canlı dakikaları sadece geçmişi sayıklama zamanlarında, en çalımlı halleri ona destanlar dizdikleri anlarda.. yaşadıkları asırla hesaplaşırken maziyi imdada çağırmakla iktifa etmekte ve tahkir edildiklerinde eski devirlerin ihtişamına sığınmakta.. alabildiğine güçsüz, alabildiğine iktidarsız ve ayakta durabilmek için sarmaşıklar gibi hep dıştan destek arama peşinde.. hâsılı, hangi taraftan bakılırsa bakılsın, eskilerde gücün, kuvvetin, canlılığın, nizam ve ahengin yurdu olan bu ülke, harap illeri, kimsesiz hanümanları, yıkılmış yolları, çökmüş köprüleri ve dize gelmiş insanlarıyla yürekler acısıydı…

Bir ölçüde düşünüp söylenenlerin hepsi doğruydu. O kıskıvrak bir cendere içine alınmıştı ve bir taraftan, tıpkı toprağın bağrında çürüyen kökler gibi zeminin ta derinliklerine kadar inen öldürücü sızıntılar onu çürütürken; diğer yandan esip savuran hazan rüzgârları onda ne dal ne de yaprak bırakmamışlardı. Sonra da dört bir cepheden ona hücum eden çeşit çeşit hastalıklar, alttan üstten sarsılmış bu enkaz üzerine gelip taht kurmuşlardı. Bu durum bir taraftan bir bitiş, bir tükeniş, bir inkıraz görünürken, diğer yandan bin bir gürültü, tarraka ve etrafı velveleye vermesiyle de âdeta bir “bâ’sü ba’del mevt”in başlangıcıydı.

Evet, millet bünyesindeki bu yorgunluk ve durgunluğu, bu çürüme ve kokuşmaları hemen her yerde ve hissedilir şekilde, tatlı bir canlılık, yeni bir yeşerip çimlenme ve gönüllerimize ümit kıvılcımları salan bir başka bahar takip ediyordu. Her yerde gülün, çiçeğin tomurcuklaştığı; kuşların, böceklerin birer hatip gibi minberleri tutup hutbe ve münacatlarını îrâda başladıkları; selvilerin “hû hû!” deyip salınmaya durdukları; zeminin bir baştan bir başa rengârenk ve pırıl pırıl bir haliçeye büründüğü; pembe, beyaz, erguvan ve kırmızıdan fistanlar giyip yeni bir bayrama, yeni bir şehrayine hazırlandığı… Hâsılı, her şeyin kendi çevresine diriliş solukları salıp bir taze bahar müjdelediği ve bu taze baharın geçmiş hazan mevsimiyle aynı noktada buluştuğu, birinin alıp götürdüklerini öbürünün aynıyla getirip yerlerine koyduğu yumuşak, tatlı, canlı fideleriyle, öteki âlemin bağ ve bahçelerinde hazırlanmış gibi taptaze bir bahar…

Bunun böyle olduğuna inanan günümüzün nesilleri, mazi kadar derin, inançlar kadar güçlü bir muhteşem tarihî mirasın böyle birkaç sadme ile yıkılıp yok olmayacağını; dalları kesilse bile, kökünün bütün bütün kurutulamayacağını; bugün darbelense dahi yarın toparlanıp kendine geleceğini zaten biliyor ve yürekten inanıyorlardı.

Aslında, insanımızın tabiatının bir parçası hâline gelen ve tıpkı su sesi, bülbül sesi, mehtap görüntüsü kadar onun ruhuyla, gönlüyle bütünleşmiş bulunan, bunca örfü, âdeti, tarihî vâridâtı ve yüzlerce senelik kültür birikimi böyle rahatlıkla bir tarafa itilemez ve ona karşı lakayt kalınamazdı…

Bir zamanlar, Hak düşüncesi ve Yüce Yaratıcı’yı her şeye tercih etme felsefesiyle, melekleri imrendiren muhteşem medeniyetleri kurmuş; en tatlı mûsıkîlerden daha tatlı ve Cennet esintileri gibi ruhları sarıp sevindiren bu medeniyetler sayesinde, sabah-akşam hep tâli’ine tebessüm etmiş; ebediyete meftun ruhuyla uhrevîliklere yönelmiş, onları sevmiş ve arzulamış; saraylarını, köşklerini Cennet kasırlarının minyatürleri mahiyetinde düzenlemiş ve âdeta öteleri çekip burada yaşamış.. düşüncede dürüstlerden dürüst, inancında melekler kadar sâfi, yaşayışında saadet asrının şivesini kullanan bu millet, bir daha dirilmemek üzere nasıl ölebilirdi ki..?

Bugün artık bu duygu ve bu düşüncelerle kaynayıp bütünleşen, mânevî hazlarıyla, sevgiyle süslü yumuşaklardan yumuşak kalbleriyle, kendilerini erişilmez bir güzellikler armonisi içinde bulan ve nazarları emniyet telkin edici bir tatlılığa ulaşmış bulunan.. bin bir sıkıntı ve zahmetlerden geçe geçe pişip olgunlaşan; yıllarca zamanın ters akışını imanla, ümitle, sabırla göğüsleyerek zamana karşı mücadele etmesini öğrenen; defalarca rüyalardan aldıkları ürpertilerle tir tir titreyerek teyakkuza geçen ve yine defalarca rüya ve hülyalardan aldıkları sevindirici mesajlarla ufuklarında şafak aramaya koyulan.. kim bilir ne kadar, emek deyip terbiye deyip terleyen; ne kadar, dikkat deyip, tedbir deyip kıvranan.. bilmem kaç defa, dökülüp yolda kalmışlarda yeniden doğrulup yürüme arzusu uyandırmak için yüzsuyu ve gözyaşı döküp ağlayan; kaç defa, hazırlamaya çalıştığı, hazırladığı veya hazırladığını sandığı ham ruhların, henüz dava düşüncesinin koridorunda dolaşıp durduklarını görerek burkuntuyla iki büklüm olan yığın yığın muzdaripler vardır ve bunlar ters yüz edilemeyecek kadar Hak’la irtibat içindedirler. Onlar bulundukları hemen her yerde, donanma gecelerinde gözlerimizi kamaştıran havaî fişekler gibi çevrelerine ışıklar yağdırır ve bin bir sihirli oyunlarla bizleri aydınlık iklimlerine çekmeye çalışırlar; hülyalarımız ve rüyalarımız gibi şefkatli, yumuşak, huzur verici ve pırıl pırıl iklimlerine…

-+=
Scroll to Top