Sağlam Geçmiş Güçlü Yarın

Şanlı geçmişimizi kendine has zevkleriyle her duyuş ve her yudumlayışımızda, peşi peşine ihtişamlarla başımızın döndüğünü hisseder, bu hisle gerilir; onunla bir başka hazlara uyanır ve o şanlı, namlı devirleri bütün tazeliğiyle yeni baştan yaşıyor gibi oluruz.

Maziye dair her söz, her düşünce, her hatıra öyle sırlı bir menşurdur ki, geçmişten esip gelen, ruhlarımızı okşayıp geçen her ses ve her izle gözlerimizin önünde bambaşka dünyaların tüllendiğini duyar gibi olur ve kendimizi cedlerin o velveleli hayat armonileri içinde buluruz. Buluruz da; dünü bugünle, bugünü de yarınla iç içe tahayyül eder ve bu uçsuz bucaksız hazlarla sonsuzluk kadar derinleşiriz.

Vâkıa, yer yer geçmişten hazan rüzgârlarının esip geldiği, hayallerimizi bir kısım hüzünlerin sardığı da olur; ama sürekli olmayan bu sis ve duman, tıpkı bahar bulutları gibi çarçabuk silinip gider, yerlerini göklerin ve zeminin çehrelerinde dalgalanıp duran daha çarpıcı güzelliklere ve daha derin zevklere bırakırlar. Aslında, gerçek zevk de, bu iniş ve çıkışların, bu med ve cezirlerin birleştiği noktada çağlayıp duran zevktir.

Bu itibarla geçmişin hülya ve hatıralarıyla gelen hüzün ve kederler, hayatın bütün buudlarını duyup hissetmek, her lahza var olmanın ayrı bir derinliğine ermek yolunda çok zevkli bir “daüssıla”dır ve bizler için yaşanmış ve yaşanacak olan bin bir hazzın beliğ bir lisanı olduğunda da şüphe yoktur. Bu lisan, her şeyi cismaniyetin karanlık labirentlerinde ele alan bahtsızlar için, matemle dolmuş ağlayanların dili olarak kabul edilse bile, hakikate uyanmış gönüller nazarında o, geçmişin baş döndürücü zenginliklerine, hülyalarla bezenmiş en tatlı, en imrendirici güzelliklerine menfezler açıp, hasret ve hicranla yanan sinelerimize, olmuşun çehresinde olacağın mesajlarını fısıldayan talâkatlı bir beyandır.

Evet, geçmişten kopup gelen levent naraları, nal sesleri ve at kişnemeleri, bizlere ayrı bir inşirah ve teselli esintileriyle gelir ve hayat yolunda karşımıza çıkan engelleri aşabilmemiz için kollarımız, kanatlarımız olurlar. Bu sayede en acı anların yanında en tatlı saatlerle, en karanlık dakikaların ardından en aydınlık günlerle yeni yeni ümitlere, sevinçlere erer; ışıktan ışığa koşar, ilerisi için beslediğimiz hülyaları, emelleri, rüyaları yakalamağa çalışırız.

Kendini, geçmişin bu tatlı, bu zevkli hayal akıntılarına salıverenler için hayat, içimine doyum olmayan kevserler gibi gönülleri yararak hislerin en derin noktalarına ulaşır ve girdiği sinelerde eski günleri yeşerten birer tohum hâline gelir. Sonra da, bunların iç dünyalarında en büyüleyici renkleri, en bayıltıcı kokuları ve en imrendirici desen ve nakışlarıyla yepyeni baharlar belirir.. yarınki mutluluklara uyanmış kalblere, aşk ve ümidin bilmem kaç zevkini birden tattıran baharlar…

Evet, insan, hayatın bin bir tecellisi içinde, geçmiş, gelecek ve ikisinin birden onun ruhuna boşalttıkları duygu ve şuurla, varlığa daha bir başka bakabilir; vak’aları daha değişik tahlil edebilir ve her an ayrı bir zaman parçasını tartan hassas bir terazi gibi, bütün zamanları birden tartarcasına daha isabetli hüküm ve neticeler elde edebilir.

Bu kuşakta o, dünden bugüne ortaya konan en parlak tabloların birtakım uhrevî kıymetlere ulaştıklarını görür; fiziğin dudağında metafiziğe ait nağmeleri dinler; sonra da iç içe bu seziş ve anlayışlarla her türlü takdirin üstünde ledünnî bir hayatın zevkleriyle beslenerek, kendini sonsuz denizlere salıp, onların maviliklerinde yüzer gibi semaların derinliklerine dalıp, yeni bir yurt arama yolunda uçar gibi aya, güneşe, yıldızlara bakarak sonsuzluğa yelken açar gibi olur.

Eski-yeni, dün ve yarın arasındaki bu rabıtaları bulamamış, şuraya buraya konup kalkan, köksüzlere ve geçmişten nasipsizlere gelince, onlar, bu dalgın bakışlarla ne bir terkip ve tahlil yapabilir, ne de bir yere varabilirler.

-+=
Scroll to Top