Bizim Köyümüz

Eskinin köylerini düşünürken hayallerimizi saran o derin sessizlik, o düşündürücü sükûnet ve o büyüleyen fıtrîlik yok artık. Geçmişin, o dinlendiren, düşündüren köylerinde bugün, sessizlik ve sükûnetin yerini radyo, televizyon, pikap mırıltıları; otomobil, traktör, motopomp gürültüleri aldı; huzur ve sükûn delik deşik olup hudut dışı edildi.

Evet, bugün köylerimize kadar hemen her yerde, sessizlik ve sükûnet o kadar azalmış, o kadar büzülmüş, o kadar ufalmış ve dar hudutlar içine sıkıştırılmıştır ki; böyle devam ederse ihtimal, çok yakın bir gelecekte, dinlenme ihtiyacını duyan kimseler, sessizlik arayışıyla birer birer ormanların derinliklerine çekileceklerdir. Aslında, daha şimdiden, dev şehirlerimizden köy ve kasabalarımıza kadar hemen her bucakta sessizlik ve sükûnet “ân-ı seyyâle”siyle en çok aranan bir metâ hâline gelmiştir. Şurada-burada ona rastladığımızda yakalayıp gül gibi kokluyor, çekip içimize sindiriyor ve tıpkı bir mûsıkî gibi dinliyoruz.

Şimdilerde, uzak bir koy ve koruda duyup coştuğumuz bir dilim sessizlik, eski köylerimizin hemen her zaman tabiî ve daimî iklimiydi. O zamanlar kana kana tattığımız o sükûnet ve sessizliğe, bugünkü kadar muhtaç olmadığımız için, ihtimâl ki, böyle bir açlığı ve susuzluğu hissetmiyorduk. O zamanlar biz hissetmediğimiz gibi, günümüzün, mânâsız, gayesiz, hedefsiz ve fevkalâde gürültülü hayatıyla bütünleşmiş insanlarının da, ruhun asude iklimi sayılan o huzur ve sükûnet dünyasından haberleri yok zannediyorum!

Eski köylerimizle şehirlerimiz arasında öyle sıcak bir bağ, öyle tatlı bir denge var idi ki, köylü şehre ve şehirliye imrenmez; şehirli de, köylüyü hakir görmez ve köyde oturmayı da ihmal etmezdi. O zamanlar küçük bir şehir sayılan köy, şehirlinin tenezzühe çıktığı, kendini dinlediği, tabiatla sarmaş dolaş olduğu bir ilâhî güzellikler meşheri; büyük bir köy gibi görünen şehir de, taşralı için, vahşi ormanlar, engin denizler gibi biraz ürpertici ama fevkalâde zevkli, biraz yorucu fakat alabildiğine eğlendirici bir “lunapark” gibiydi. Bu iki dünya birbirini tamamlayan farklı iklimleri, çarşı-pazarlarındaki farklı metaları itibarıyla, her mevsim birbirine taşınır durur ve zaman zaman her iki tarafta da âdeta bir bayram, bir şehrayin havası yaşanırdı.

Bilhassa eski köylerimizde, daima lezzetli bir sessizlik ve sükûnet hüküm sürerdi: Sabahları güneşin ışımasıyla, en tatlı zevk dalgaları hâlinde gelip gönüllerimize çarpan koyun-kuzu meleyişleri, böcek ve kuş çığlıkları, tabiatın o içten ve derin mûsıkîsine ses katar.. akşamları, gurub loşluğunun örtüleri altında, varlığın büründüğü o esrarengiz hâl, âdeta insanı büyüler ve rüyalara salar.. geceler, hep bir sessizlik ve sükûnet şarkısı olarak tınlar ve alaca karanlıkla beraber dört bir yana yağan hülyalar, evlerimizin içine kadar sızar, her şeyi tesiri altına alır; az sonra da kandillerin titrek ışıkları altında meydan, bütün bütün o tatlı hülyalara kalırdı.

Her türlü gürültüye karşı âdeta tecrit edilmiş gibi olan bu iklimde, hemen hiçbir yerden hiçbir ses sızmaz; hatta en küçük bir “çıt” dahi duyulmazdı. Ne sokaklardan akseden serseri kahkahaları, ne sarhoş naraları, ne motor gürültüleri, ne de siren çığlıkları bu şirin gecelerin derin ve ezelî şiirini hiçbir zaman bozmazdı. Ara sıra, tabiatın içinde bulunduğumuzu hatırlatan bir köpek havlaması, bir çakal uluması veya bir çoban türküsüyle bu sessizliğin bozulduğu da olurdu, ama hemen yeniden gece, o efsanevî hâline bürünür; bizler de bütün şaşaasıyla ruhlarımızı saran geçmişin hülyalarına dalar giderdik…

Bu derunî hisler içinde, zaman zaman kendimizi, geçmişi yakalamak için bir muamma deryaya yelken açmış gibi hisseder ve süratle o tarafa doğru aktığımızı sanırdık. Bazen, elimizde olmadan sürüklenip gittiğimiz bu garip yolculukta, öyle bir noktaya varırdık ki; ruhumuz, âdeta bilmediği bir âlemden ürpertici nağmeler duyar gibi olur ve kendinden geçerdi. Bazen de, mazinin o pırıl pırıl hülya âlemlerine dalar, gördüğümüz şeylerin sağını-solunu kurcalar, her şeyi sorgular ve her şeyi anlamaya çalışırdık. Çok defa bu hayalî seyahat esnasında, sanki önceden hislerimize sızmış geçmişin o tutuşturucu ve yakıcı alevleri, kapısı açılıp hava ile teması sağlanan yangın mahalli gibi, birdenbire infilâk eder, parlar; her şeyi siler, süpürür götürür ve sadece kendisi kalırdı.

En tatlı hülyaların petekleştiği bu mübarek evlerin en mutena bir köşesinde, şanlı geçmişimizi bütün mânâ ve muhtevasıyla temsil eden anneler-babalar, dedeler-nineler bu umumî sessizliğe denk sükûtlarıyla hep birer vakar ve mehabet âbidesi gibi görünür ve bizlere o kadar tesir ederlerdi ki; başkalarını bilmem, ben onları, gökler ötesi âlemlerde edep ve erkân öğrendikten sonra, gelip aramıza katılmış ruhanîler gibi hatta onlardan da öte görürdüm. Onlar, daima içimizden uhrevi âlemleri hatırlatan birer mânâ ve melekûtun rikkatli birer gölgeleri gibiydiler.

Onların oturuş ve kalkışlarına, düşünce ve davranışlarına, aşk u şevk ve ibadet anlayışlarına; hele Hak karşısında el pençe divan durup tir tir titreyişlerine bakıp da ürpermemek mümkün değildi.

Evet, onların, bu derinlerden derin âlemlerinden sık sık esip gelen ve ruhlarımızı dolduran sırlı bir mûsıkî, bazen günlerce, haftalarca tesirini devam ettirir ve bizleri hep kendiyle meşgul ederdi.

Günde birkaç defa, çok ciddi bir merasime hazırlanıyor gibi onların o yürekten abdest alışları; sonra da mahşere, hesaba koşuyor gibi namaza gidişleri.. o esnada sık sık duyulan âh u enînleri ve sızlanışları, bizlerde öyle bir haz ve lezzet, öyle derin bir halâvet ve rikkat hasıl ederdi ki; aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, onların ruhlarının, ruhlarımıza fısıldadığı o mahrem beyan ve o sözsüz talâkatın tesiri hâlâ kendini hissettirmektedir.

Hele, Hak dergâhına yönelirken o vakar ve itminan içindeki hâlleri, o âbidevî görünüm ve duruşları, bizlere, öyle derin şeyler anlatır ve gönüllerimizi öyle saygı ve mehabetle doldururlardı ki; çok defa onların bu teveccühlerindeki sırlı mânâlar bizleri de büyüler ve onların yanına çekerdi. Bu ciddî ve ihtişamlı dakikalar, bir haşyet faslı gibi bütün ruhlarımızı bürür; derken, her gün bize anlatıp durdukları Cennetlerin büyüleyici iklimlerine doğru yükseldiğimizi hisseder; bir adım daha atarak, çeşit çeşit menkıbelerle hayallerimize taht kurmuş Hak dostlarıyla selâmlaşır, kudsîlerin sohbetine iştirak eder; bir gümüş fanustan gönüllerimize dökülen ötelerin tılsımlı ışıklarıyla büyülenir, kendimizden geçer ve sonra da bütün bir ömre gaye teşkil edebilecek ruhanî zevklerin en derinlerine ulaşırdık.

Uhrevî âleme kapı komşu bu dünyada, ötelerin lisanı sayılan ezanlar-salâlar, tesbihler-dualar, bizleri ayrı bir fasla çağırır ve daha derin, daha lahutî iklimlerde dolaştırırdı. Öyle ki, kendimizi hep bir başka dünyada hissederek, içeriye adımımızı attığımız bu âlemde sözlerin en derin ve mükemmelleriyle, daha doğrusu lahutîleriyle en baş döndürücü tasavvurlara ulaşırdık. Saygının, mehabetin, haşyetin doldurduğu sinelerimiz, en dindarâne mülâhazalar içinde herkesi ve her şeyi arınmış, temizlenmiş, kudsîleşmiş olarak görür ve bahtiyarlığına tebessüm ederdi.

O kudsî dönemlere ait düşünce ve tasavvurlar, ruhlarımıza öyle tohumlar saçmış ve dimağlarımıza öyle kök salmışlardır ki; onların tesirinden azade kalmamız kat’iyen düşünülemeyeceği gibi onları içimizde hissettiğimiz sürece, geçmişimizden kopmamız ve geleceğe bîgane kalmamız da mümkün değildir. Benim gibi, o günün köyünü ve köylüsünü az dahi olsa görüp tanımış olanlar, yıllar ve yıllar sonra, aynı şeyleri sinelerinin derinliklerinde hissedecek ve günümüzün, üzerine toz toprak elenmiş köy ve kasaba şeklindeki “harap elleri, yıkılmış hânümânları, kimsesiz çölleri…” esir ruhları, meflûç iradeleri, aşk u heyecansız gönülleriyle karşılaşıp da, gurbetlerin en acısını, yalnızlığın en hüzünlüsünü vicdanlarında duydukları bir zamanda, bu hicranlı hâlihâzırın yanında, olmayı tahayyül ettikleri ve bu bin bir handikap karşısında kurup ortaya koymayı planladıkları, geleceğin o eskilere denk köy ve kasabalarını, onların kudsî ve mutlu sakinlerini, bu sakinlerin buğu buğu huzur tüten yuvalarını, her gün eşiğine baş koydukları, semalarla bütünleşen mâbedlerini, aşk u şevkle bestelenen ezan ve kâmetlerini, yüreklere haşyet salan dua ve tesbihlerini, arş u ferşi velveleye veren naat ve ilâhilerini tasavvur ve tahayyül edecek; tahayyül ettikçe güç kazanacak ve bir zamanlar bizlerin veya daha önceki nesillerin yıktıkları şeyleri yeniden inşa edeceklerdir.

-+=
Scroll to Top