Kur’ân
Varlığın en bereketli ışık kaynağı, sözün en çarpıcı, en kuvvetli nüktesi odur. Yeryüzündeki bütün cazibedar güzellikler, onun ışığının varlık üzerine akseden gölgesi; en büyüleyici ses ve nağmeler, o semavî solukların sadece bir perdesidir. Onun ışıktan beyanları arasında tenezzüh, gönülden kirleri, gözlerden de günahları siler süpürür. Onun ötelere açık zümrütten iklimlerini temâşâ, düşünceye hikmet tohumlarını saçar, aklı semalar ötesi âlemlerde gezdirir.
Güneş, onun aydınlık dünyasına nispeten bir ateş böceği; Ay, çehresine ışık çalınmış bir avuç siyah topraktan ibarettir. O, dışının parlaklığı, içinin derinliği, muhtevasının zenginliği ile, gökler ötesinden gelmiş öyle bir sofradır ki; bize ulaşıncaya kadar, onu elden ele bir gül demeti gibi taşıyan melekler dahi ondan müstağni kalamamışlardır.
Yeryüzü ve onun sakinleri, bu ilâhî sofranın gelişini ihtiyaç ve iştiyak türküleriyle karşıladı ve bu köhne kürenin dört bir yanı onun gülüyle, nergisiyle âdeta Cennet yamaçlarına döndü. Onun olmadığı dönemde kapkaranlık kesilen ova, vadi, dağ, dere, tepe onun her yana saldığı nurlarla aydınlandı ve okunan bir kitap hâline geldi. Hele, onun şerh edip önümüze serdiği eşyanın hakikati âdeta ruhlarımızı dolduran bir hitap oldu.
İki cihan saadetinin yol göstericiliği ona verilmiştir. Mutluluğun altın anahtarı onun elindedir. O her yerde karşımıza çıkıp bizleri hayret ve şaşkınlıklara sevk eden muammaları çözüp aydınlatmasaydı, bu bin bir bilinmezler karşısında hayretten hayrete sürüklenip duracak, müşâhede ve düşüncelerimizi telif etme imkânını bulamayacaktık. O bir Hızır gibi imdadımıza yetişmeseydi, bu uçsuz bucaksız çöllerde garip, kimsesiz mahvolup gidecektik…
Ey bütün bir ölü dünyayı tertemiz soluklarıyla canlandıran Ruh, Sen olmasaydın dünyaların Cehennem’den farkı neydi! Yeryüzünde Hak rahmetini temsil eden Sen.. gönüllerden imansızlık zulmetini silen de yine Sen’sin! İnsanlık doğru yolu ve doğru yolda yürümeyi Seninle öğrendi. Öğrendi de kaoslardan ve yollara takılıp kalmaktan kurtuldu. Varlık Seninle aydınlandı ve ruhlara ünsiyet salan dost ve ahbâb hâline geldi..!
“Sayende azaldı zulmet-i beşeriyet,
(İsmail Safâ)
Şimdi, aç ağzını konuş ki, ağzının suyuna susamış gönüller cana gelsin; diller ve dudaklara şeker şerbet erişsin! Ve ilk turfanda hurmalarına denk, gönüllerde turunçlar yeşersin! Bak, bin-şeref başımıza ayak basışınla “İrem bağları”na dönen bu ülke, zakkum ve dikenlerin işgaline uğradı. Bize azap olsun diye mi bilmem, nûrun gidip “Kafdağı”nın arkasına saklandı.
Çilemiz bittiyse gel artık; gel ki, Sen’i bütün bütün hiçbir zaman unutmadık. Zemini sararan, seması kararan bu ülkede hâlâ, yoksullar yuvası mâbedler Senin anber kokularınla dolup taşmakta, karanlık gönüller Senin meşalelerinle aydınlanıp ışığı tanımakta..!
Ey Mekke’de inip Medine’de çağlayanlaşan Nur, saklanmak Sana yaraşmaz; aç nurlu çehrenden nikabı..! Aç ki, çirkinliğe boğulan gözler güzellik görsün! Aç ki, bizler bir kere daha şem’ine pervane olalım!
“Ey hutbe-i ezeliye, ey nazilet’ül-arş..!
(İsmail Safâ)
Hakk’ın ezelî hutbesi olarak, Arş’dan iniyor gibi in! İn ki; gönüller, Hazreti Ahmed’in aydınlık dünyasına bir kere daha uyansın! Ey o ışık kaynağı Fahr-i Kâinat’ın gönlünde zuhur eden Nûr; ey O’nun güneşlere taç giydiren hakiki çehresine ayna olan Kitap, seslen dört bir yana; cihanlar soluklarınla dolsun… Hatip taslakları seslerini kessin ve kalp hutbeler sussun!
Yıllar var ki, insanlık yanlış şeyleri dinleye dinleye doğruları anlamaz oldu ve karanlıkta yürüye yürüye yarasalarla arkadaşlığa karar kıldı… Çöz dilinin bağlarını, ruhlarımız Senin söz cevherinin çağlayanlarını duysun! Sal ışıklarını dünyamıza, insanoğlu asırlık karanlıklardan kurtulsun! İsrafil gibi borunu öttür ve yeryüzünü velveleye ver; ver ki, uykuda olanlar uyansın; ters yanından doğrulan bencil ruhlar kendilerine gelsin; kendini rahata salmış olanların ödü kopsun ve birkaç asırdan beri her yanı saran karakuralar savulup gitsin..!
Yağmur gibi yağ başımıza; kuraklıktan, canlarımız dudaklarımıza geldi. Sabâ gibi Arş’ın kokusuyla es her tarafta; mâsiyet kokusundan ruhların midesi bulandı. Yıldırımlara bin ve dört bir yanda gürle; ortalığı saran haşarat kaçıp inlerine girsin..! Yağmazsan, esmezsen, gürlemezsen nasıl olacak halimiz ve insanlığın hâli? Millet nasıl canlanacak? Mektep nasıl hamle yapacak? Mâbed nasıl nurlanacak? Kalb, ruh, akıl aradığını nereden bulacak? Başka hangi şey bu perişan ruhların ve bu yaralı gönüllerin dermanı olacak; olacak da, meflûç ruhları kanatlandırıp uçuracak..? Aklın önü sıra tıkanan yolları açıp düşünceye sonsuzluğu gösterecek..!
Senin olmadığın bir dünyada iradenin kolu kanadı kırık, his âlemi kaos üstüne kaos; beşerî duygular bir bataklık; muhakemeler tutarsız, mantık aldatan bir hokkabaz, ilim de bir ukalalıktır. Bu karanlık dünyada insanî değerleri aramaksa beyhudedir, abestir ve bir aldanmışlıktır.
Gel, nefesinden bir vefa kokusu gönder; şeytanın bütün oyunlarını boz ve bizlere, Âdem Nebi’ye gösterilen tevbe yollarını göster!
***
Günümüzde pek çok düşünür, gelecek yılların Kur’ân’a açık yıllar olabileceği hususunda hemen hemen ittifak hâlindedir. Aslında, az dikkat edildiğinde, içinde bulunduğumuz çağın, düşünce ve tasavvurlarımızın üstünde bir sür’atle Kur’ân’a doğru kaydığı hemen sezilecektir.
Evet, artık bugün, en âmiyâne bakışlar dâhi, Kur’ân’ın ne denli kâinatla içli dışlı olduğunu sezebiliyor, onun varlık adına beyanlarındaki isabeti görüyor, mesajlarındaki güç ve nuraniyet karşısında hayret ve hayranlıktan kendilerini alamıyorlar.
Bugün, bu yüce Kitap’ın; varlığın bağrındaki sırları, tabiatın ruhundaki incelikleri zevkle mütalaa edilecek bir kitap şeklinde, ilim ve irfan erbabının gözleri önüne serdiğini, yine ilim ve hikmetle uğraşanlar söylüyorlar.
Evet, varlığı didik didik edip, onun, gaye, muhteva ve esaslarını herhangi bir tereddüde meydan vermeyecek şekilde açıklayıp ortaya koyan bu Kur’ân’dır!
İnsanın kalbî, ruhî ve fikrî hayatını tanzim edip ona en yüksek hedefleri gösteren ve elinden tutup gösterdiği hedeflere ulaştıran; lütufla, merhametle, şefkatle, adaletle muameleyi emredip onunla kötülükler arasında, âdeta aşılmaz engeller koyan yine o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’dır.
Allah’ın insanoğluna bahşettiği sıhhat ve afiyeti, istidat ve kabiliyeti, imkân ve kuvveti en iyi şekilde değerlendirme ve bu mevhibelerden hakkıyla istifade etme yollarını gösterip insanları birbirine “bâr” olmaktan kurtaran yine bu ilâhî beyandır.
Bu öyle ışık kaynağı bir Kitap’tır ki; gönül verip arkasına düşenlerin ruhlarında hürriyet düşüncesi, adalet anlayışı, kardeşlik ruhu ve başkaları için yaşama arzusunu tutuşturarak, etten-kemikten varlıklara melekleşme âdâbını öğretip, onlara, iki cihan mutluluğuna giden yolları gösterir ve bu yolda kapıları ardına kadar açar…
O, öyle rehber bir Kitap’tır ki; sayesinde hakikate uyanmış gözlerin önüne geçer, onları ötelerde gezdirir; itminan ve doygunluğa ermiş kalbleri mehabet iklimlerinde dolaştırır; mütefekkir ruhları hayret ve hayranlıklarla sarhoş eder ve temiz vicdanlara her an ayrı bir nefha üfler…
Bu öyle parlak bir Beyan’dır ki; ruhların en yükseği ve şekillerin en mükemmeliyle dünyaya gönderilen insana, mutluluk ve saadetin en idealini, teâlî ve terakkinin en erişilmezini ve yaşamanın en insancasını göstererek ona, yolların en doğrusuyla “insan-ı kâmil” olma zirvelerini vaad eder.
Bu şanı yüce Kitap’tır ki; o, bütün cihan, derin bir gaflet ve dalâlet içinde bocalayıp durduğu bir dönemde, insan, fert ve cemaatlerinin birbirine karşı hukuk ve muamelelerini, hareket ve davranışlarını, vazife ve mükellefiyetlerini tanzim ederek, hürriyet, adalet ve müsâvât hakikatlerini, bir hamlede, gerçek mânâlarıyla tahakkuk ettirmiş; zulüm ve haksızlığa karşı mücadelelerin en çalımlısını vermiş; beşeri, hatta bütün canlıları içine alabilecek şekilde âlemşümul şefkat ve merhamete çağırarak, harp ve sulhü insanî değerler çizgisine çekip, etrafında toplananları yeryüzü emniyet ve huzurunun, denge ve muvazenesinin temsilcileri hâline getirmiştir.
Bu öyle pırıl pırıl nûrefşân bir Kitap’tır ki; bir taraftan insana acz ve fakrını hatırlatarak onun gurur ve bencilliğini frenlerken, diğer taraftan onu aşk u şevkiyle coşturarak nâmütenâhîliklere yelken açmaya çağırır.
Bu öyle bir ilâhî nefhalar mecmuasıdır ki, her emriyle binlerce faydalar temin ederek ve her yasağıyla da akla, hayale gelmedik zararları hatırlatarak bizleri emniyet ve güven yamaçlarında dolaştırmaktadır. Evet O, emanet, ihsan ve adalet mesajlarıyla gönüllerimizi coşturup, Cennet ufuklarını gösterdiği aynı anda; ahlâksızlık, münkerât, başkalarının mal, can, ırz ve hukukuna tecavüz gibi gayyalara çeken duygu ve düşüncelere karşı da tahşidat yapıp, bizleri, sürekli Hakk’ın sıyanet ve himaye çizgisine çağırmaktadır.
Bu öyle bir Kitap’tır ki, kendinden evvel gelip geçmiş bütün peygamberleri kudsî bilmiş, onların suhuf ve kitaplarını mübarek tanımış, hususiyle Tevrat, Zebûr, ve İncil’e tazimde bulunmuş; onlardaki ihtilaflı noktaları hal ve fasl, tağyir edilmiş yerleri tashih, mahfuz kalmış bölümleri de tespit ederek bir mânâda kaybolmuş kitapları bulup ortaya çıkarmış ve o kitapları tebliğle serfiraz peygamberleri saygıyla anmış; hususiyle Hz. Musa ve Hz. İsa aleyhimesselâmı “Ulü’l-azm” peygamberler arasında sayarak hak ve hakkâniyetin dili olduğunu göstermiş.. sonra bu iki şanlı peygamberin validelerinin de ilhama mazhar, ötelere açık, beşer üstü ruh ve vicdana sahip bulunduklarını ihtar ederek ihkâk-ı hak maksadıyla nazil olduğunu bütün selim kalblere duyurmuş ve kabul ettirmiştir.
Bu Kitap, insanları türlü türlü sapıklıklardan kurtararak fazilet yoluna irşad edip, Allah’ın emirlerini yerine getirenlere gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve kimsenin tasavvur edemeyeceği mükâfatlar; o emirleri ihlâl edenlere de bakışları bulandıracak, başları döndürecek ve yürekleri hoplatacak cezalar var olduğunu ifade ederek akılları hayrette bırakan muvazeneler vaz’etmiştir.
Bu Kitap, düşmanlıktan başka bir şey bilmeyen münkir tâli’sizlerin ve dostluğun hakkını veremeyen iz’ansız dostların bunca tecavüz, tebdil ve tağyir gayretlerine rağmen, yeryüzünü şereflendirdiği günden bu yana hep olduğu gibi kalmış ve kitaplar arasında vahiy orijinini koruyan biricik Allah mesajı olmakla serfirazdır.
Kur’ân, Levh-i Mahfuz’un en nadide pırlantası olarak nazil olduğu zaman, eşi-menendi olmama gibi bir mazhariyetle nazil olmuştu… Bugün de aynı parlaklık ve kıymetini, hatta daha da artırarak bütün ihtişamıyla devam ettirmektedir. Gelecek yıllar ise onun, güneşlere taç giydireceği yıllar olacaktır.
Kur’ân-ı Mübîn, ilk zuhuruyla, şarkı, garbı, şimali, cenubu ışıktan kollarıyla sardığında, uğradığı her yere bütün ilimleri de beraber götürmüş ve dünyanın dört bir yanını Cennet yamaçlarına çevirmişti. O gün ona sahip çıkanlar, onun o nurdan mesajlarını en mükemmel şekilde temsil ediyor ve insanlığa “Kur’ân medeniyeti”ne açılan yolları gösteriyorlardı. Bu öyle yüksek seviyede bir temsil ve gösterme idi ki, bugün dünyanın muallimi olduklarını iddia edenler, o gün olsalardı, Kur’ân talebelerine ancak çırak olabilirlerdi.
Kur’ân-ı Mecîd, öyle nurdan, ezelî ve ebedî mesajlarla gelmiştir ki, beden ve cismaniyetimizin yanında, kalb, ruh, akıl ve vicdanlarımızı da terbiye ederek bizleri geleceğin insanları olmaya hazırlamakta ve bizlere hedef olarak maddî-mânevî zirveler ötesi şâhikâları göstermektedir –ki bir kısım körler, sağırlar görüp duymasalar dahi– onun, aklı başında millet ve devletlerin sık sık başvuracakları bir kevser kaynağı hâline geleceğinden şüphe edilmemelidir.
Şayet günümüzün Müslümanları Kur’ân çizgisinde ve ilk Müslümanlar safvetinde hareket edebilselerdi, –ki bugün o istikamette ciddî gelişmelerin olduğu söylenebilir– bir hamlede sıçrayıp devletler muvazenesindeki yerlerini alacak ve taklit vadilerinde başkalarının türküleriyle teselli olmaktan kurtulacaklardı…
Kur’ân’ın ilk talebelerinin cihanı hayret ve dehşetlere sevk eden iman, ahlâk, fazilet ve aksiyonları, günümüzün insanının bir kere daha hassasiyetle ele alıp incelemesi gerekli olan önemli hususlardandır. Evet, bir zamanlar, Mekke’nin yalçın kayaları arasında zuhur edip, bir hamlede dünyanın dört bir yanını aydınlığa kavuşturan birkaç bin sahabinin, Kur’ân’ın aydınlık ikliminde gerçekleştirdikleri büyük inkılap, her zaman üzerinde düşünülüp değerlendirilmesi iktiza eden harikalar cümlesinden bir hâdisedir ve mü’minlerin daima müracaat edecekleri tertemiz, dupduru bir kaynaktır.
Bu itibarla diyebiliriz ki; Kur’ân, dünden bugüne kendisine gönül verenleri aldatıp şaşırtmadığı gibi, bundan sonra da aydınlık iklimine teveccüh edenleri aldatmayacak hayal kırıklığına uğratmayacaktır. Zira inanıyoruz ki, zihinler müspet fenlerle aydınlandığı, gönüller Hak mârifetiyle şahlandığı ve varlık, ilim ve hikmet adesesi altında tetkik ve araştırmaya tâbi tutulduğu sürece, ilimler adına verilen her hüküm Kur’ân’ın ruhuna uygunluk içinde cereyan edecektir.
Evet O, her zaman insanları ilme, ilmî araştırmaya, düşünce ve düşüncede sisteme, kâinat kitabını okumaya ve varlığın esrarını kavramaya davet edip yol gösteren bir kitap olmuş ve hakikî çıraklarını hep düşünen ve araştıran insanlar arasından seçmiştir.
İşte, o geniş deryadan kısa mealler hâlinde sadece birkaç damla:
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bakınız ki, arzı ölüp gittikten sonra nasıl diriltiyor; Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O her şeye kadirdir.”1
“De ki: Göklerde ve yerlerde neler var, bakıp ibret alınız! Fakat, inanmayan yığınlara, deliller, uyarılar fayda vermeyecek.”2
“Şüphesiz semavat ve arzın yaratılmasında, gece ve gündüzün deverânında, insanlara yararlı şeyleri denizde taşıyarak yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirdiği yağmur ile ölmüş toprağı diriltmesinde, derken her tarafa canlıları yaymasında, rüzgârları, yerle gök arasında emre musahhar bekleyen bulutları evirip çevirmesinde aklını kullanıp düşünen bir cemaat için pek çok âyet ve işâretler vardır.”3
“Onlar, göklerin ve yerin melekûtuna (varlığın perde arkası), Allah’ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur’ân’dan sonra hangi söze inanacaklar.”4
“Onlar, üstlerindeki semaya bakmıyorlar mı? Hiçbir çatlaklığı olmadığı halde onu nasıl bina etmiş ve donatmış.”5
“Yakîne açık kalbler için yeryüzünde işaretler vardır. Görmüyor musunuz sizin nefislerinizde de..!”6
“De ki, yeryüzünde gezip dolaşınız… Allah ilk başta nasıl yaratmışsa, sonra âhiret hayatını da öyle inşa eder. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.”7
“Göklerde ve yerde nice harikalar (deliller) vardır ki, onlara uğrar geçerler, ama yüz çevirerek…”8 Kur’ân bu ve benzeri âyetleriyle, insanı kâinattaki harikaları düşünmeye, varlığın çehresindeki ince mânâları tetkike, çevremizdeki baş döndürücü güzellikleri temâşaya ve dört bir yanda duyulan sesleri dinlemeye davet edip onun ruhunu tefekkürle şahlandırdığı gibi…
“Âfâk ve kendi nefislerinde onlara âyetlerimizi göstereceğiz. Böylece Kur’ân’ın hakkaniyeti onlar için iyiden iyiye belli olacak.”9 fermanıyla da Yüce Yaratıcı’nın, âfâk ve enfüste gösterdiği baş döndürücü âhenk ve nizamı, güzellik ve ihtişamı nazara vererek, seyrine doyulmayan en muhteşem tabloları müşâhedeye davet etmektedir.
“Gökleri, yeri ve bunların içinde yaratıp ürettiği canlıları var etmesi de O’nun harika icraatındandır.”10
“Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mahiyetini bilemedikleri şeylerden yaratılan her varlığı çift olarak yaratan Allah’ı tesbîh ve takdîs ederiz.”11
“Sen dağları görür ve onları yerlerinde duran camidler sanırsın… Oysaki onlar, bulutların yürüdüğü gibi yürümektedirler. Bu, her şeyi sağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.”12
“Güneş, kendine mahsus yörüngesinde akıp gitmektedir. İşte bu Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir. Ay için de bir kısım yörüngeler tayin ettik. Nihayet o, eğri bir hurma dalı gibi hilâl olur, geri döner.”13
“Semayı Biz kendi elimizle kurduk ve onu sürekli genişletmekteyiz.”14
“Görmez misin Allah birtakım bulutları (çıkarıp) sürüyor; sonra onları toplayıp birleştiriyor, daha sonra da üst üste yığıyor ve sen yağmurun bunun arkasından çıktığını görüyorsun. Ayrıca O, gökten içinde dolunun bulunduğu dağlar gibi bulutları indirir de onu dilediğine dokundurur, dilediğinden de çevirip uzaklaştırır; (bu bulutların) şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alır.”15 gibi sihirli beyanlarıyla da, bugün hemen herkesin merakla takip ettiği medeniyet harikalarına esas teşkil eden, hatta bir kısmını henüz tam anlayamadığımız, pek çok ilmî buluşlara parmak basmakta ve ehl-i insafı dikkate davet etmektedir.
1 Rûm sûresi, 30/50.
2 Yûnus sûresi, 10/101.
3 Bakara sûresi, 2/164.
4 A’râf sûresi, 7/185.
5 Kaf sûresi, 50/6.
6 Zâriyât sûresi, 51/20-21
7 Ankebût sûresi, 29/20.
8 Yûsuf sûresi, 12/105.
9 Fussilet sûresi, 41/53.
10 Şûrâ sûresi, 42/29.
11 Yâsîn sûresi, 36/36.
12 Neml sûresi, 27/88.
13 Yâsîn sûresi, 36/38-39.
14 Zâriyât sûresi, 51/47.
15 Nûr sûresi, 24/43.