Arkada Kalan Bir Buhranlı Dönem

Tarihin belli bir döneminde başlayıp, bugünlere kadar uzayıp gelen bir mizaç inhirafıyla, bize ait değerler hep horlandı, hep hakir görüldü. Bu dönemde, gönlünü bir kısım fantezilere kaptırmış, ruh dünyasıyla lime lime bazı gençler, bu güzel dünyamız ve onun, tarihin derinliklerinden gelen paha biçilmez değerlerini hep tiksinti duyan bir ruh haletiyle hatırladı.

Bizi ve dünyamızı tanımama bahtsızlığı içinde yetişen bu gençler, biraz alafranga olma merakı, biraz da dünümüzü ve bugünümüzü çok iyi bilememelerinden, his ve heveslerinin tesirinde kalıyor; daha kötüsü de, his ve heveslerini fikir zannediyor; bize ve geçmişimize ait şeyleri değersiz, fazla, hatta sevimsiz ve zevksiz buluyor, “Şarklılık ve Asyalılık” deyip geçiyorlardı. Dünden bugüne millet çoğunluğunun, sevip saydığı, zevkle yaşadığı şeyler, onların hissiyatlarına ters geliyor, zevklerine dokunuyordu.

Artık bu serâzât gönüllere hem ailelerinin, hem de bir kısım dinî, millî çevrelerin telkin etmeye çalıştıkları, dine saygı ve mukaddeslere hürmet gayretleri de alâka görmeden heba olup gidiyordu. Aslında onlara, devrin idrak ve anlayışına göre ve çağın diliyle dinî ve millî değerleri tefsir edip yorumlayacak çapta ne bir edip ve şairleri, ne de bir mütefekkir ve üstatları yoktu. Üstelik bunlar, hislerinin en amansız, iradelerinin en dermansız, nefislerinin en imansız ve tecrübelerinin de en yetersiz olduğu buhranlara açık gençlik dönemlerini yaşıyorlardı.

Vâkıa, her zaman gençlik ve çocukluk dönemleri, beşerî duygu ve düşüncelerin galeyana geçtiği, her fikrin, beraberinde bir kısım romantik mülâhazalar da getirdiği, muhakeme, his ve mantığın birbiriyle çarpıştığı tuhaflıklar ve gariplikler devresidir; ama o günkü gençlerin heves ve hevâ kaynaklı boşlukları bütün bütün farklılık arz ediyordu.

Bu gençler, milletin bütün tarihî değerlerini ret ve inkâr ediyor; bir çırpıda her şeyi değiştireceklerini sanıyor ve bu mevzuda karşılarına çıkacak bilumum problemleri rahatlıkla halledeceklerine inanıyorlardı. Hayat ve medeniyetin güzelliklerini, masmavi bir sabahın tazeliği içinde tahayyül ediyor ve âdeta her şeye renkli bir cam arkasından bakıyor gibi hayallerle oynaşıyorlardı.

Kendi dünyalarından habersiz ve nankörce yetişen değişip başkalaşmaya açık bu gençler, çarçabuk dış tesirlerde kalıyor; başka iklimlere ait hususiyetlere gönül kaptırıyor ve başka nizamlara âşık oluyorlardı. O günleri görmüş ve o günlerin alafranga terbiyesiyle yetişmiş hemen bütün nesiller, içinde yetiştikleri topluma muarız yaşamayı âdeta huy edinmişti; ona ait hiçbir şeyi tasvip etmiyor; millî ve tarihî değerleri “Şarklılık ve Asyalılık” diye ret ve tezyif ediyor, her gün bize ait değerlerden birine başkaldırışa geçiyor ve sonra da hezeyandan hezeyana yalpalayıp duruyorlardı.

Böylece, hep aynı anlayış, hep aynı duyuş ve aynı sezişle yabancılaşmaya meyillenmiş bu serâzâd gönüller, hep hülyalı hisler içinde yüzerken “memnu”lar birer birer yok ediliyor, “meşru”lar, “gayri meşru”lar izafîlik telâkkisiyle askıya alınıyor ve hayat dümdüz hâle getiriliyordu.

Belki zamanla düşünce fasılları değişiyor, ortaya yeni akımlar çıkıyor ve bu yeni akımlardan yeni akıntılar meydana geliyordu; ama özden kaçış ve uzaklaşışta herhangi bir değişme olmuyordu. Aksine o sürekli, bitevî ve geri dönmeme tabiatı içinde sürüp gidiyordu. Yakın tarihe kadar da bütün seyyiat ve utandırıcılığıyla devam edip durdu.

Ancak belli bir dönemden sonra, yavaş yavaş, bu moda düşünceler üzerinde de hazanlar esmeye başladı; hezeyanın o gürül gürül sesi kısılmaya yüz tuttu ve her yerde esen serin rüzgârların tesiriyle sarsılıp tir tir titreyen vücutlar, kendilerine yeni sığınaklar aramaya koyuldular.

Artık hayatın neşesi bütün bütün kaçmış ve bir zamanlar çağlayanlar gibi coşan o mest ü mahmur ruhlar, şimdi karların eriyişiyle derelerin yolunu tutan boz bulanık sular gibi bulanmış; dünyaları tamamen toz duman olmuş ve âdeta her yerde bir “son” duyulmaya başlamıştı. Ruhlar burkuntularla bükülüyor; gönüller hasretlerle kıvranıyor ve o eski halâvetli ihtişamlar bir bir veda ediyordu.

Tam bu dağılış ve çözülüş anında idi ki, Semavî Ses, bu alabildiğine yorgun ve tükenmiş ruhlar üstünde beyan mızrabını bütün yakıcılığıyla hareket ettirerek seslerin en tesirlilerini ve nağmelerin en uyarıcılarını duyurdu ve onlara âdeta bir yeni dirilişin sûrunu öttürdü.

İşte, o zaman, pek çok kimse, birden, tâli’in en uzak köşelerine, en uzak bucaklarına uyandı ve şimdiye kadar bildiği bu dünyayı bir başka türlü hissetmeye, bir başka türlü duymaya başladı.

Gayrı bundan böyle, bir bir kendi dünyasından kopup gidenler, bir bir dönüp gelecek.. hevâ ve hevesine uyarak birer birer aydınlık ve sıcak yuvalarından uzaklaşanlar, mantık ve muhakemenin nurlu yoluyla yeniden eski yurtlarına avdet edecek.. bütün bütün dağılıp uzaklaşanlar, tekrar derlenip toparlanacak ve bir kuru sevda uğruna mecnunlar gibi yollara dökülenler, birer kara sevdalı olarak tarihî mefkûreleri etrafında kümelenip kenetleneceklerdir.

Öyle anlaşılıyor ki, bir zamanlar utandırıcı bir göçle, kendi dünyalarını terk edenler, çok yakın bir gelecekte, hem de dinleri, dilleri, edebiyatları, idealleri, ahlâkları, sanatları, düşünceleri, mektepleri ve idareleriyle ana yuvalarına dönecek ve asırlık bütün hicranlardan kurtulacaklar…

-+=
Scroll to Top