Takdim

Kabul etmek gerekir ki, bugün bütün bir insanlık âlemi olarak “gürültü çağı” denebilecek ölçüde sükûnetten uzak bir hayat yaşıyoruz. Dünya bir baştan bir başa en münasebetsiz seslerle inliyor. Medeniyet harikaları dediğimiz otobüsler, trenler, tramvaylar, grayderler, dozerler, vapurlar, uçaklar, radyolar, televizyonlar… atmosferimizi kirletip huzur ve sükûnumuzu delik deşik ettikleri gibi, bizi de sanki kendilerine benzettiler; bugün hemen pek çoğumuz itibarıyla dillerimiz kalblerimizin önünde, seslerimiz makineleri aratmayacak şekilde dem tutuyoruz âdeta bu umumî gürültüye.

İnsanın, özünden uzaklaştığı, kendine yabancılaştığı; sükûtun vakarından, derûnîliğinden, kalbleri tesir altına alan o müthiş büyüleyici tesirinden mahrum kaldığı böyle bir dünyada değişik toplumlar ve o toplumlar içindeki farklı görüş, farklı düşüncedeki gruplar sürekli kinle, nefretle, öfkeyle oturup kalkıyor; akla-hayale gelmedik ifnâ ve itlâf projeleri arkasında koşuyor. Her millet ve o milletin içindeki farklı kesimlerin her biri, “öteki” dediği şahıs ve grupların, kuş gribine maruz kanatlılar gibi yakalandığı yerde hakkından gelmek istiyor; mütemadiyen intikam hissiyle homurdanıp duruyor; yeni yeni düşmanlık senaryoları üretiyor ve hep öldüren bir kin ve nefret duygusuyla yatıp kalkıyor.

Bu atmosferde neş’et eden insanın sevgiden haberi yok, sevmeyi silip atmış sözlüğünden ve hafızasının hiç renk atmayan en canlı mazmunu “antipati”.. o bu hâliyle hiç mi hiç nefrete doymuyor, kinden usanmıyor ve öfkesini aşamıyor; öfkesini aşmak bir yana bu tür şeytanî duyguların tesirinde sürekli haksızlıktan haksızlığa koşuyor; bâtılı hak göstermeye çalışıyor ve o eski tiranların bir ömür boyu işledikleri mesâvîyi rahatlıkla bir iki aya veya bir iki seneye sığıştırmasını biliyor. Bu zaviyeden o, melekeleri itibarıyla meflûç, muhakemesi açısından mâlûl ve her şeyiyle öyle bir derbeder ki, ne sıhhatli düşünebiliyor ne normal bir insan gibi davranabiliyor ne de tutarlı bir fikri var. Bazen cinnete denk tehevvürlere girerek etrafını yakıp yıkıyor; bazen de hiç dinmeyen o gayz ve öfkesiyle kendisini yiyip bitiriyor.

Şimdilerde dünyanın pek çok yerinde fertler de böyle, toplumlar da böyle ve idarî mekanizmayı elinde bulunduran zimamdarlar da böyle. Çoklarının huzura, güvene savaş ilân etmiş gibi bir hâlleri var; hem kendi huzurlarını dinamitliyor hem de umumî emniyeti sarsıyorlar. Dört bir yanda yükselen âh u efgân gidip ta ayyuka dayanmakta, zalimler sürekli kin, nefret soluklamakta; mazlum, iniltilerini –hâlâ mevcudiyeti söz konusu ise– mâşerî vicdana duyurmaya çalışmakta, hukuk hem de “hak” diyenlerin ayakları altında ezilmekte ve kaba kuvvet lânet ile anılan cebbarlara rahmet okutturacak kadar tuğyan içinde.

İşte böyle bir dünyada hâdiseler karşısında mü’mince bir duruş nasıl olmalıdır? Bu şartlar altındaki hakikî ve kâmil bir mü’minin ıslah ameliyesi, harekat tarzı, aksiyon anlayışı hangi çerçeve içinde ele alınmalıdır?

İşte bu can alıcı sorunun cevabı “sükûtun çığlıkları” mazmununda gizlidir. O mazmunun ifade ettiği derin muhteva ise kanaatimizce elinizde tuttuğunuz bu kıymetli eserin sayfa ve satırları arasında meknuz bulunmaktadır.

Bu sebeple, eldeki bu kıymetli eser mütalaa edildiğinde görülecektir ki, sükûtun çığlıkları mutlak sessizlik demek değildir. O, hâdiseler karşısında iradî bir tavır belirlemenin, iradî bir tercihte bulunmanın; inandığı değerlere bağlılığın, kendi karakterine saygının tabiî bir neticesi olarak iradî bir duruş ortaya koymanın adıdır. Bundandır ki, hakikî ve kâmil bir mü’minin hiçbir zaman mutlak mânâda sustuğu görülmemiştir; onun eli-kolu bağlansa ağzını kullandığı; ağzına fermuar vurulsa heyecanlarıyla duygularını seslendirdiği; bütün bütün tecrit edilip çevreyle alâkası kesilse içten içe hafakanlarla gürlediği ve sürekli mağmalar gibi köpürüp durduğu müşâhede edilmiştir.

Evet, hakikî ve kâmil bir mü’minin sessiz gibi duruşu, başka değil, bir karıncayı bile incitmeyecek kadar incelik ve şefkatinden, emniyet ve güven felsefesinden, insanî değerlere saygısından, herkese merhametinden ve her işini Allah’a havale etmesinden ileri gelmektedir. Zira o, konumunun farkında, ne yapıp neler söylediğinin şuurunda bir gönül, bir akıl ve bir temkin insanıdır. Ağzını açma fırsatı verildiğinde âlemşümul insanî değerleri dillendirir; dilini tutup susması gerektiği yerde de sürekli heyecan soluklar, dua ve niyazla oturur kalkar, çevresine şefkatle bakar ve herkese gülücükler yağdırır. Hiçbir zaman kadere küsmez, Cenâb-ı Hakk’ı insanlara şikâyet ediyor gibi onlara dert yanmaz; aksine, nefsini sorgular ve nerede yanlış yaptığını bulmaya çalışır. Izdıraplarını sinesine gömer, hâlden anlamayanlara ızdıraptan söz etmez, incinse de kimseyi incitmez, kendisine zulmedilse de o asla can yakmaz.

Görüldüğü gibi çığlıklarını içine gömüp duygularını sükûtun nevhalarıyla dillendiren irade kahramanlarının en büyük dayanakları, en önemli güç kaynakları Sonsuz Merhamet Sahibi Zât’ın kendilerine lütfedip ihsanda bulunduğu şefkat hissidir. Zira şefkatte öyle bir güç vardır ki, onunla en katı kalbler yumuşar, en mütemerrit ruhlar dize gelir ve en korkunç düşmanlıklar bile onun karşısında “pes” eder. Kini-nefreti çözecek bir iksir varsa o şefkat; şiddeti, hiddeti, düşmanlığı ters yüz edecek bir silah varsa o da yine şefkattir. Bu sebepledir ki, sinesinde bu hissi taşıma bahtiyarlığına ermiş biri herhangi bir karşılık beklemeden sevgi ve merhamete muhtaç herkese şefkat elini uzatır; gücü yettiğince devrilenleri tutar kaldırır; üşüyenleri ısıtır; yalnızların, gariplerin vahşetini giderir ve kimsesizlere kimse olur. Körler onunla körlüklerini aşar, sağırlar onunla duymaları gerekli olan en önemli şeyi duyar ve ihtimal hep zulüm ile gürleyip duranlar bile onun sükûtî beyanlarıyla dillerini yutar, muvakkaten dahi olsa kendilerini sorgulamaya dururlar.

Hâsılı, nur ve zulmetin peş peşe, güzel ve çirkinin iç içe olduğu ve süratli bir ışık karanlık devr-i dâiminin yaşandığı günümüzde, muvakkat fırtınalarla sarsılsak da dâimî meltemlerin ümit ve beklentisi içindeyiz. Her ne kadar enaniyet ve egoizmin, kibir ve hasedin gemi azıya aldığı, insanlığın sevgiye hasret gittiği buhranlar çağının kabuslu yıllarını yaşıyor olsak da kalbin soluklarıyla bir gün bizim de dirilişe ereceğimize, şafakların üst üste attığı bir büyülü dünyanın yeniden insanlığı kucaklayacağına inancımız tam. Şeytan ve onun çağdaş takipçilerinin ağında, kendi değerlerine bîgâne nesillerin sefâhet yolunda tükenişi karşısında içten içe burkuntular yaşasak da, Allah karşısındaki konum ve duruşunun şuurunda; hakikat aşkı, ilim ve araştırma iştiyakıyla serfiraz; Müslüman ufkundan dünya ve içindekileri yeni bir bakış açısıyla tekrar ber tekrar okumaya tâbi tutan; tâbi tutup eskimeme cehdi ve yenilenme gayreti içinde olan bir diriliş neslinin ufukta belirdiği de apaçık. Gafletle geçen upuzun yılların ardından, hayali cihan değer bir büyülü dünyanın yeniden inşa edildiğini, kendimiz olduğumuz/olacağımız günlerin pek yakın olduğunu hissediyor ve seziyoruz. Tabiî bütün bunların da alabildiğine sessiz ve gösterişten uzak, ızdırap yudumlayıp gözyaşı soluyan, sessiz çığlıklarla inleyip duran muzdarip gönüllerle gerçekleşebileceğinin de farkında bulunuyoruz.

İşte bu sebeple sizi beyanların en güçlü ve en müessiri olanına, “Sükûtun Çığlıkları”na davet ediyoruz.

“Sükûtun Çığlıkları”nı, o sessiz çığlıkları duyabilmeniz, hatta ondan da öte o sessiz çığlıklara dem tutabilmeniz, ortak olabilmeniz ümid ve duasıyla, hayırlı okumalar…

Nil Yayınları

-+=
Scroll to Top