d. FETANET AÇISINDAN EFENDİMİZ’İN (s.a.s.) DİĞER BAZI VASIFLARI

da. RAHMET VE ŞEFKAT

Allah Resûlü’nün rahmet ve şefkati de O’nun fetanetinin bir buudunu teşkil eder. O’nun şefkat ve rahmetinde, aynı zamanda muhteşem bir kavrayışın ayrı bir derinliği gizlidir. Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin yeryüzündeki biricik temsilcisi olarak, bu iki mübarek sıfatın tesirini bir iksir gibi kullanmış ve bütün gönüllerde taht kurmuştur. Zaten, şefkat, re’fet, yumuşaklık, yürekten ve samimî olmak kadar insanı kitlelere kabul ettiren ikinci bir vesile yoktur. İşte, Allah Resûlü iç inceliği, kabiliyet-i fevkalâdesi ve fetanetiyle, rahmet ve şefkati fetanetinin ayrı bir buudu olarak çok iyi değerlendirmiştir ki, bu da O’nun peygamberliğinin ayrı bir delili sayılır.

Allah (celle celâluhu), O’nu bütün âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Evet O, pırıl pırıl Hak rahmetini aksettirmektedir. Sanki O, çöl ortasında bir su menbaı, bir kevser havuzudur da, kabını eline alıp gelen herkes o havuzun başına varmış, hem kabını doldurmuş hem de kana kana içmiştir. İşte O, rahmet buuduyla böyle herkese açık bir kevser kaynağı gibidir.. isteyen her fert O’ndan istifade edebilir.

Şu kadar var ki, O, muhteşem fetanetiyle, mahiyetindeki bu rahmeti, o rahmete muhtaç ruhlara, âdeta Cennet’e götüren bir nurlu tuzak yapmıştır. Kim o tuzağın büyüleyici atmosferine girerse kendini zirvelerde bulur. İşte “rahmet”, Allah Resûlü’nün elinde böyle sihirli bir anahtardır. O, paslanmış küflenmiş ve açılamaz zannedilen bütün kilitleri bu anahtarla açmış ve her sinede bir iman meşalesi yakmıştır.

Evet, bütün insanlar arasında, bu altın anahtar, altın ruhlu ve madeni som altın Hz. Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) teslim edilmiştir. Zira, beşer içinde o anahtarı almaya en lâyık O’dur. Evet, Allah, her zaman emaneti ehline verir. İnsanlara emanet olarak verdiği kalbin anahtarını da, o işe en ehil olan İki Cihan Serveri’ne vermiştir.

Evet, Allah (celle celâluhu), O’nu âlemlere rahmet olarak göndermiş, O da bu rahmeti fevkalâde muvazene içinde en iyi şekilde değerlendirmiştir. Rahmette muvazene de çok önemlidir.

Rahmette İfrat ve Tefrit

Her meselenin bir ifrat ve tefriti olduğu gibi, rahmeti kullanmanın da ifrat ve tefriti vardır. Rahmetin suiistimale uğramasının en tipik misalini, hümanist geçinen bazı grupların düşünce ve davranışlarında görmek mümkündür. Onlar, bir yanda dengesiz bir sevgi ve hümanizmden söz etmekle, diğer yandan da hiçbiri, bir mü’min ve mütedeyyine karşı samimî bir alâka duymamakla, bu hususta en canlı örnek teşkil ederler. Evet, ellerinden gelse Müslüman ve dindar insanları bir kaşık suda boğmak isterler. Onların sevgileri sadece kendilerine ve kendileri gibi düşünenleredir. Aslında bu sevgi de, bizim anladığımız mânâda hasbî değil, menfaat üzerine kurulmuştur. Hâlbuki İki Cihan Serveri’nin rahmeti bütünüyle istikamet içinde cereyan etmiş ve sadece insanlığı değil bütün varlığı kuşatmıştı ve kuşatmaktadır da…

Allah Resûlü’nün temsil ettiği rahmetten, mü’minler istifade eder. Çünkü O, mü’minlere karşı “Raûf” ve “Rahim”dir.398 İçtendir, yumuşak yüreklidir ve çok merhametlidir. O’nun temsil ettiği rahmetten mü’minlerin yanında, kâfir ve münafıklar da istifade eder. Hatta bu rahmetten Cibril’in dahi kendisine has bir istifadesi vardır.399 Bu rahmetin enginliğini şununla ölçün ki, şeytanın dahi bu rahmete bakıp ümitlendiği olmuştur.400

O’nun temsil ettiği rahmet, belli insanlara ve belli gruplara inhisar etmez. O, bazılarının yaptığı gibi rahmeti istismar vesilesi olarak da kullanmaz.

Hümanizm Aldatmacası

Günümüzdeki bir kısım cereyanların, insanı aldatmak için onu paravan olarak kullandıkları bir gerçektir. Rica ederim; bunun insanı sokmak için onun yanına sokulan yılanın, çıyanın yakınlığından farkı nedir? Allah Resûlü’nün temsil ettiği sevgi kat’iyen bu türlü sevgi anlayışıyla karıştırılmamalıdır. Evet, İslâm’ın sevgi anlayışı da, bütün meselelerde olduğu gibi kendine mahsus, dünya-ukbâ buudlu ve dengelidir.

Hz. Muhammed Aleyhisselâm, bir mesaj olarak bütün insanlığı ve bütün varlığı içine alan bir sevgiyle insanları kucaklamıştır. Ancak, yukarıda da arz ettiğimiz gibi, O’nun bu engin şefkati ve derin rahmeti, bu meseleleri istismar edenlerin sevgi ve şefkat anlayışlarında olduğu gibi sadece bir düşünce olarak ve kitap sayfalarında kalmamış; aksine en kısa zamanda pratiğe dökülmüş ve bütün derinlikleriyle temsil edilmiştir. Zaten, Efendimiz’in tatbike sunulmayan hiçbir düşüncesi yoktur. O, bütünüyle bir aksiyon ve hamle insanıdır.

Allah Resûlü, bütün varlığı ihata eden o engin rahmet anlayışını en içten, en samimî şekilde ve varlığın sinesinden yükselen bir mânâ olarak ortaya koyduğundan, söylenenler hep tatbik görmüştür. Meselâ O, hayvanlara karşı şefkatli davranmayı şöyle ibretli ve müşahhas misallerle anlatır. Allah Resûlü’nün anlattığı bu iki örnek unutulacak gibi değildir:

“Allah (celle celâluhu) bir köpek yüzünden, ahlâksız bir kadını affedip Cennet’ine aldı. Köpek bir kuyunun başında, susuzluktan dili sarkmış bir vaziyette soluyup duruyordu. Tam o esnada oradan geçmekte olan bu kadın, köpeğin hâlini görünce dayanamadı. Hemen belinden kemerini çıkarıp ayakkabısına bağladı, bununla kuyudan su çıkarıp köpeğe içirdi, böylece köpek ölümden kurtuldu. İşte bu kadının bir köpeğe karşı bu davranışı onun affına vesile oldu ve Allah (celle celâluhu), onu Cennet’ine koydu.”401

Aksi kutupta ikinci örneği de Allah Resûlü şöyle anlatıyor:

“Bir kadın bir kedi yüzünden Cehennem’e girdi. Ne o kediye yedirdi, içirdi ne de salıverdi. Ve kedi açlıktan öldü. O kadın da bu yüzden Cehennem’e girdi.”402

Allah Resûlü, bu engin rahmet mesajının tebliği vazifesiyle gelmiştir. O, Menhelü’l-azbi’l-mevrûd”dur. Yani bir tatlı su kaynağıdır; kim O’na idrak kovasını daldırsa O’nda rahmet bulur. O’nun elinden âb-ı hayat içen ise, mânen ölümsüzlüğe erer.

Keşke, cebrî-lütfî bu kevser havuzunun başında bulunanlar O’nun kadrini bilselerdi!

Söylediğimiz sözleri mücerret bırakmamak için birkaç müşahhas misal arz etmek istiyorum. Ancak, ondan evvel, burada şu hususa da dikkatinizi çekmeden edemeyeceğim:

O, Her Şeyde Zirvedir

İnsanların arasında bazı mesleklerde ileriye gidenler, ileriye gittikleri mesleklerinin hilâfına, başka sahalarda o oranda, göze çarpacak kadar geridirler.

Meselâ, bir erkân-ı harp, bir muharip, her ne kadar askerlik mesleğinde muvaffak ve başarılı bir erkân-ı harp olsa da, bazen başka sahalarda bir çoban kadar anlayışlı, duyarlı ve şefkatli olamayabilir. Hatta bazen böyle birinin tabiatı öldürme ile bütünleştiğinden dolayı, bu insan hiç şefkatli de olmayabilir. Zira öldüre öldüre, hisleri belli bir ölçüde körelmiştir ve artık o, herhangi bir insanı öldürmekten duyduğu teessürü duymayabilir.

Bir siyasî, siyasette çok muvaffaktır. Ancak o oranda doğruluktan taviz verebilir ve insanların hukukuna saygıda kusur edebilir. Yani, siyasî sahada başarısı nisbetinde, doğrulukta, mürüvvette her zaman bir gerileme söz konusu olabilir. Bu, bir yerde sivrilip zirveleşirken, diğer yerde dibe doğru inmek demektir.

Yine kendisini pozitivizm akımına kaptırmış ve her şeyi deneye, tecrübeye dayandırma peşinde koşup duran bir insan görürsünüz ki, kalbî ve ruhî hayatında sıfırı aşamamıştır. Hatta bazen, akıl planında Everest Tepesi gibi yükselirken, kalbî hayatında Lut Gölü gibi çukurlaşanlar da vardır.

Her şeyi maddeye irca etmeye çalışan, aklı gözüne inmiş nice insanlar vardır ki, vahyin mantığı karşısında aptallardan aptal ve mânâya karşı âdeta kördürler.

Bu kısa izahtan da anlaşıldığı gibi bazı kimseler, belli sahalarda muvaffak olmalarına karşılık, ondan daha hayatî ve mühim sahalarda hiç mi hiç başarılı olamamışlardır. Yani, insanlarda bulunan birbirine zıt vasıflar, âdeta bir diğerinin aleyhine işlemektedir. Biri gelişip inkişaf ederken, öbürü dumura uğramakta ve güdük kalmaktadır.

Hâlbuki, Allah Resûlü’nde bu durum hiç de öyle değildir. O bir muharip olmanın yanı başında, engin bir şefkat insanıdır.. bir siyasîdir.. ve bir o kadar da mürüvvet sahibi ve sımsıcaktır.. müşâhedeye, tecrübeye ehemmiyet verirken, ruhî ve kalbî hayatın da ta zirvelerindedir.

Uhud muharebesinde bunun en çarpıcı misallerini bulmak mümkündür. Düşünün ki, orada Allah Resûlü’nün canı kadar sevdiği amcası ve sütkardeşi Hz. Hamza şehit edilmiş.. şehit edilmenin de ötesinde vücudu paramparça ve lime limedir.403 Yine orada, halasının oğlu Abdullah b. Cahş kütükte doğranan et gibi doğranmıştır.404 Hatta bu arada kendi mübarek başı yarılmış, dişleri kırılmış, vücudu kan revan içinde kalmıştır.405 Düşmanlarının gayz ve öfkeyle üzerine çullandığı ve bütün gayretleriyle O’nu öldürmek istedikleri bu hengâmede, o yüceler yücesi insan, kanı yere akarsa Allah onları mahveder endişesiyle tir tir titremekte ve:

اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِقَوْمِي فَإِنَّهُمْ لَا يَعْلَمُونَ “Allahım, kavmimi bağışla; çünkü onlar (beni) bilmiyorlar!” demektedir.406

Bu ne müthiş bir şefkat anlayışıdır ki, O’nu öldürmek isteyenlere O, dua dua yalvarmakta, tel’in ve bedduaya kapalı kalmaktadır.

Mekke’nin fethine kadar, düşmanlarının O’na yapmadığı tek kötülük kalmamış gibidir. Düşünün bir kere; size karşı boykotaj yapacak, sizi evinizden, yuvanızdan edecek, bir çöl ortasına bırakacak, sonra da zehir zemberek bir ahidnâmeyi Kâbe’nin duvarına asacak ve diyecekler ki: “Kovduğumuz bu insanlarla çarşı-pazarda alışveriş etmek, onlardan kız alıp vermek yasaktır…” Ve sizi bu ağır şartlar altında üç sene o çölde tutacaklar.. yakınlarınız bile yardım edemeyecek ve siz orada ağaç-ot yiyerek hayatınızı sürdürmeye çalışacaksınız.. çocuklar, yaşlılar açlıktan ölecekler.. hiç mi hiç insanlık ve mürüvvet görmeyeceksiniz.. bunlar yetmiyormuş gibi, sonra öz vatanınızdan çıkarılacak ve başka yerlere sürüleceksiniz.. hatta orada da rahat bırakılmayıp çeşitli hile ve desiselerle her gün ayrı bir tehdit altında bulundurulacaksınız.. sonra Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te defaatle onlarla yaka-paça olacak ve hep iz’âc edileceksiniz.. hatta, Kâbe’yi ziyaret gibi en tabiî haklarınızdan mahrum bırakılacaksınız.. bundan da öte, aleyhinizde zâhiren en ağır şartları kabul ederek geriye döneceksiniz ve ardından Cenâb-ı Hak lütufta bulunacak, büyük bir ordunun başında Mekke’yi fethedip oraya hâkim olacaksınız…

Acaba onlara karşı muameleniz nasıl olurdu? “Gidin, hepiniz hürsünüz, bugün size kınama yoktur!”407 diyebilir miydiniz?

Ben, kendi hesabıma, eğer O’ndan bu dersi almış olmasaydım, kat’iyen onlara bu şekilde davranamazdım. Tahmin ediyorum ki, hemen hepiniz benimle bu düşünceyi paylaşıyorsunuzdur. Ama O, sırtında zırhı, başında miğferi, elinde kılıcı, terkisinde okları, atını mahmuzlamış Kâbe’ye girerken aynı zamanda bir şefkat kahramanıydı. Mekkelilere sordu: “Benden nasıl bir muamele bekliyorsunuz?” Hepsi birden cevap verdi: “Sen Kerîmoğlu Kerîmsin? Senden ancak kerem beklenir!”

O da, Hz. Yusuf’un kardeşlerine dediği408 gibi dedi: Bugün size kınama yoktur. Allah sizi bağışlasın, O Erhamürrâhimîn’dir.”409

O, hayatında, tedbirde hiç kusur etmemişti. O’nun kadar tedbirle tevekkülü yan yana ve sımsıkı telif eden ikinci bir insan yoktur.

Bedir’e çıkarken ashabını denedi. Her biri bir atom bombası gibiydi.. ve tek başlarına bir orduya güç yetirecek gerilimi taşıyorlardı. Sa’d b. Muaz: “Sen atını Berk-i Gımâd’a kadar sür yâ Resûlallah! Bizden tek kişi dahi geride kalmayacaktır.” derken işte bu gerilimin örneğini veriyordu. Hele bu zatın devamla şöyle demesi ne kadar mânidardır: “Canımız işte burada, istediğin canı al yâ Resûlallah! Malımız işte burada, isteğin kadarını al ve istediğin yere ver yâ Resûlallah!”410

Asker hazırdı. Hepsi de âdeta birer Sa’d b. Muaz’dı. Ama bununla beraber, Allah Resûlü tedbirde kusur etmiyor, bir muharebe için gerekli olan bütün ön hazırlıkları eksiksiz yerine getiriyordu. Bu fiilî duadan sonra da ellerini açıyor ve kalbinin ta derinliklerinden yükselen bir yakarışla Cenâb-ı Hakk’a dua ve niyaza başlıyordu. Hem de öyle kendinden geçercesine dua edip yalvarıyordu ki, üzerindeki ridâsı yere düşüyordu da bundan haberi bile olmuyordu. Bu manzarayı seyreden Hz. Ebû Bekir, dayanamayarak yanına sokuluyor, ridâyı üzerine koyuyor ve: “Yeter ey Allah’ın Resûlü. Allah seni kat’iyen mahzun etmeyecektir, bu kadar yalvarış ve yakarış yeter.” diyordu.411

Evet, bir taraftan bu denli tedbir, diğer taraftan da bu seviyede Rabb’e tevekkül, ancak bu zirve insana müyesser olan apayrı bir hususiyetti…

Evrensel Rahmet

Sözün başında da ifade ettiğim gibi, Allah Resûlü, mü’min, kâfir ve münafık, herkesin kendisinden istifade ettiği rahmet timsali bir insandı. Mü’min O’ndan istifade eder; çünkü O, “Ben mü’minlere, kendilerinden daha yakınım…” buyurmaktadır.412 Gerçi müfessirler اَلنَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ âyetine413 istinad ederek: “Allah Resûlü, mü’minlere kendi canlarından daha azizdir.” derler. Fakat, aslında her iki mânâ da birbirine yakındır. Biz O’nu kendi canımızdan daha çok severiz; Allah Resûlü de kendisine bu denli muhabbet besleyenleri aynı ölçüde sever; çünkü O, en büyük mürüvvet insanıdır.

Bu bir muhakeme ve mantık sevgisidir. Bu sevginin hissî yanı olsa da daha çok mârifet buudlu ve mantık derinliklidir. Şayet kurcalanıp işlettirilebilse insanda öyle bir kökleşir ki; insan, Mecnun’un Leyla’sını aradığı gibi her yerde Resûlullah’ı arar durur. Arar durur da her adını anışta burnunun kemikleri sızlar ve O’nsuz geçen hayatı kendisi için bir hicran kabul eder.. ve O’nun için bir ney gibi inler gezer.

Evet, Allah Resûlü bize kendi nefislerimizden daha yakındır. Nasıl olmasın ki, biz nefislerimizden çok kere kötülük görürüz. Hâlbuki O’ndan hep kerem, iyilik, merhamet, şefkat ve mürüvvet gördük. O, Allah’ın rahmetinin temsilcisidir. Öyleyse elbette bize bizden daha yakındır.

O: “Ben mü’minlere kendilerinden daha yakınım.” İsterseniz şu âyeti okuyun: اَلنَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ diyor ve sonra da sözüne şöyle devam ediyor: “Kim bir mal bırakırsa o akrabalarınadır. Fakat kim de bir borç bırakır ve öyle giderse o banadır.”414

Bu hadisin arkasında şöyle bir hâdise var:

Bir gün bir cenaze getirildi. Namazı kılınacaktı. Allah Resûlü sordu: “Bunun borcu var mı?” Orada bulunanlar: “Evet, yâ Resûlallah, çok borcu var!” dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü: “Siz arkadaşınızın namazını kılın, ben borçlunun namazını kılamam.” buyurdular. Ancak bu durum kendisine de çok ağır gelmişti. Daha sonra Allah Resûlü bir kısım imkânlara ulaşınca, ölen mü’minler hakkında: “Onun mevlâsı benim, alacaklılar bana gelsin.” derdi.415

Dünya ve ahirette Allah Resûlü, mü’minlere kendilerinden daha yakın olma keyfiyetiyle bir rahmettir. O’nun bu rahmet yönü ebedlere kadar da devam edecektir.

O, münafıklar için de bir rahmettir. Münafıklar, bu engin rahmet sayesinde dünyada azap görmediler. Camiye geldiler, Müslümanların içinde dolaştılar ve Müslümanların istifade ettiği bütün haklardan istifade ettiler. Allah Resûlü onlar hakkında perdeyi yırtmadı. Onların çoğunun iç yüzünü biliyordu. Hatta bunları Hz. Huzeyfe’ye (radıyallâhu anh) söylemişti de.416 Rivayete nazaran, bundan dolayı da Hz. Ömer, Huzeyfe’yi takip eder, onun kılmadığı cenaze namazını o da kılmazdı.417

Bununla beraber İslâm onları fâş etmedi. Onlar hep mü’minler arasında bulundular ve mutlak küfürleri en azından şüpheye, tereddüte dönüştü. Böylece, dünya zevkleri de bütün bütün acılaşmadı. Zira yok olup gideceğine inanan bir insanın dünyadan lezzet alması mümkün değildir. Ama, “Belki ahiret vardır.” diyecek kadar, küfürleri şüpheye bürününce, ihtimal, hayat o zaman bütün bütün acılaşmaz. İşte bu yönüyle Allah Resûlü, münafıklara da bir ölçüde rahmet olmuştur.

Kâfir de Allah Resûlü’nün rahmetinden istifade etmiştir. Zira Cenâb-ı Hak daha önceki millet ve kavimleri küfür ve isyanları sebebiyle toptan helâk etmiş olmasına karşılık, Allah Resûlü’nün bi’setinden sonra toptan helâk etmeyi kaldırdı, dolayısıyla da insanlar, böyle bir azap çeşidinden kurtulmuş oldular. Bu da kâfirler için dünya adına büyük bir rahmettir.

Bu mevzuda Cenâb-ı Hak, Habibine hitaben şöyle buyurmaktadır: وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنْتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّٰهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ “Sen onların içlerinde bulunduğun hâlde, Allah onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerken de Allah onlara azap edecek değildir.”418

Evet, Efendimiz’in hürmetine Cenâb-ı Hak toptan helâk etmeyi kaldırmıştır. Hz. Mesih: “Eğer azap edersen, onlar Senin kulların.”419 derken, Efendimiz’in Allah indindeki kadrine, kıymetine bakın ki, Cenâb-ı Hak O’na: “Sen onlar arasında bulunduğun sürece Allah onlara azap edecek değildir.” buyurmaktadır.

Yani, Sen onların sinesinde yaşadığın sürece Allah onlara azap etmeyecektir. Sen yeryüzünde anıldığın ve dillerde yâd edildiğin sürece.. yani insanlar Senin yoluna baş koyduğu müddetçe Allah onların altını üstüne getirmeyecektir.

Kâfirin Allah Resûlü’nün rahmetinden istifade yönlerinden biri de Allah Resûlü’nün إِنِّي لَمْ أُبْعَثْ لَعَّانًا وَإنَّمَا بُعِثْتُ رَحْمَةً buyurmasıdır.

“Ben rahmet olarak gönderildim, lânet isteyici olarak değil.”420 Ben herkes için Allah’tan bir rahmet olarak geldim. İnsanların başına belâ ve musibet yağdırılsın diye beddua edip lânet isteyen bir insan olarak gönderilmedim. Onun içindir ki Allah Resûlü, en büyük İslâm düşmanlarının dahi hep hidayetini istemiş ve onun için çırpınıp durmuştur.

Allah Resûlü’nün getirdiği nurdan, Cibril dahi istifade etmiştir. Bir gün Efendimiz, Cibril’e sorar: “Senin için de Kur’ân bir rahmet midir?” Cibril cevap verir: “Evet yâ Resûlallah! Çünkü ben de akıbetimden emin değildim. Ne zaman ki مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ ‘Göklerde ona itaat edilir, vahiyler ona emanet edilir.’421 âyeti nazil oldu, ben de emniyete erdim.”422

Ve yine bir başka hadislerinde Allah Resûlü şöyle buyurur: أَنَا مُحَمَّدٌ وَأَحْمَدُ وَالْمُقَفِّى وَالْحَاشِرُ وَنَبِيُّ التَّوْبَةِ وَنَبِيُّ الرَّحْمَةِ “Ben Muhammed’im, Ben Ahmed’im, Ben Mukaffî –son peygamberim– Ben Hâşir’im. (Benden sonra haşir gelecek, araya başka bir peygamber girmeyecektir. Allah insanları benim önümde haşredecektir.) Ben tevbe ve rahmet peygamberiyim.”423

Tevbe kapısı kıyamete kadar açıktır.424 Zira Allah Resûlü bir tevbe peygamberidir ve hükmü de kıyamete kadar sürecektir.

O, yerinde ağlayan bir çocuk görse oturur, onunla ağlar. İnleyen ananın ızdırabını vicdanında duyar. İşte Hz. Enes’in rivayet ettiği bir hadis ve O’nun dillere destan şefkati:

“Ben namaza duruyor ve onu uzun kılmak istiyorum. Sonra bir çocuk ağlaması duyuyorum. Annesinin ona duyacağı heyecanı bildiğim için hemen namazı hızlı kılıp bitiriyorum.”425

Allah Resûlü, namazlarını oldukça uzun kılardı. Bilhassa nafile namazları, sahabinin bile tâkatini aşacak mahiyette idi.426 İşte O, böyle bir namaz kılma niyetiyle namaza duruyor, sonra da namaz esnasında bir çocuk ağlaması duyunca, hemen namazı hızlandırıyordu. Çünkü o günlerde kadınlar da Allah Resûlü’nün arkasında namaz kılmak için cemaate iştirak ediyorlardı. Efendimiz, ağlayan çocuğun annesi mescitte olabilir mülâhazasıyla namazı hızlandırıyor ve böylece kadını rahatlatıyordu.

İşte O, hemen her meselede böyle bir şefkat âbidesiydi. Bir çocuğun ağlaması O’nu dilgîr eder ve ağlatırdı. Ne var ki O, bu engin şefkatine rağmen dengeliydi. Meselâ, O’nun bu baş döndüren şefkati, hiçbir zaman dinî hadleri tatbikine mâni olamamış ve cezanın şekli ne olursa olsun onu mutlaka tatbik etmişti…

Mukarrin’in evlâtlarından biri hizmetçisini dövmüştü. Hizmetçi kadın, ağlayarak Allah Resûlü’nün yanına geldi. Efendimiz, bu hizmetçinin sahiplerini çağırdı: “Onu haksız yere dövdünüz, azat edin.” dedi. Ashab: “Yâ Resûlallah, başka hizmetçileri yok.” dediler. Bunun üzerine: “Onlara hizmet etmeye devam etsin. Ancak ona ihtiyaçları kalmadığında salıversinler gitsin!” buyurdu.427 Evet, bu haksız tokatın karşılığı ahirete kalacak olursa, oranın tokatları çok daha şiddetli olacaktır. Binaenaleyh; tokatın bedeli hürriyet olmalı ki, ötedeki Cehennem azabının diyeti olsun…

Çocuklar

Hele, O’nun kendi çocuklarına karşı şefkati bütün bütün farklıydı. Çok defa, oğlu İbrahim’in süt emdiği ailenin yanına gelir, onu kucağına alır ve uzun müddet severdi.428

Akra’ b. Hâbis, Allah Resûlü’nün, Hz. Hasan’ı kucağına alıp sevdiğini görünce: “Benim on çocuğum var; daha hiçbirini öpmüş değilim.” dedi. Allah Resûlü şöyle cevap verdi: “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.”429

Diğer bir rivayette ise verdiği cevap şöyledir: “Allah senin kalbinden merhamet duygusunu almışsa, ben sana ne yapabilirim ki?”430

Bir başka hadis: اِرْحَمُوا مَنْ فِي الْأَرْضِ يَرْحَمْكُمْ مَنْ فِي السَّمَاءِ “Siz yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.”431

Allah Resûlü, akrabalarına karşı olduğu gibi yakın-uzak dostlarına karşı da muhabbet ve rahmet hissiyle dopdoluydu.

Abdullah b. Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor:

Sa’d b. Ubâde hastalanmıştı. Allah Resûlü, bu vefalı dostunu ziyarete gitti, yanında bazı sahabiler de vardı. Sa’d b. Ubâde’nin hazin hâli öylesine rikkatine dokundu ki hıçkırıklarını tutamadı ve ağladı. Onun ağlaması, orada bulunanları da ağlattı. Bu ağlamanın başka türlü değerlendirilmemesi için de şöyle buyurdu: إِنَّ اللّٰهَ لَا يُعَذِّبُ بِدَمْعِ الْعَيْنِ وَلَا بِحُزْنِ الْقَلْبِ وَلٰكِنْ يُعَذِّبُ بِهٰذَاAllah asla gözyaşından ve kalb üzüntüsünden dolayı azap etmez. Ancak şundan azap eder.” dedi ve dilini gösterdi.432

Evet, Allah gözyaşından dolayı azap etmez; aksine bazı gözyaşları sebebiyle azabı kaldırır da. Allah Resûlü bir başka hadislerinde şöyle buyurmaktadır: عَيْنَانِ لَا تَمَسُّهُمَا النَّارُ: عَيْنٌ بَكَتْ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ وَعَيْنٌ بَاتَتْ تَحْرُسُ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ “İki göz vardır ki, Cehennem ateşi onlara dokunmaz. Allah korkusundan ağlayan (insanın) gözü, bir de gecesini Allah yolunda, nöbet tutarak geçiren göz.”433

Bu gözlerden biri “ruhban”a diğeri de “fürsân”a aittir. Geceleri bir rahip gibi kendini ibadete veren ve gözyaşı döken; gündüzleri de birer aslan kesilip küfürle yaka-paça olan insanların gözleri, yani hakikî mü’minin gözleri… Zaten sahabi de bize anlatılırken öyle anlatılmaktadır: Onlar geceleri birer rahip gibi ibadetle meşguldürler; gündüzleri de her biri birer aslan kesilir ve dört bir yanı velveleye verirler.434

Osman b. Maz’ûn vefat edince Allah Resûlü ona da koşarak gitti. O, Allah Resûlü’nün kendisine kardeş yaptığı şanlı bir sahabiydi. Cenazesinin üzerine o kadar ağladı, o kadar gözyaşı döktü ki, sanki cenaze Allah Resûlü’nün gözyaşıyla yıkanmış gibi oldu.435 Tam o esnada biri, Osman b. Maz’ûn’u kastederek: “Kuş oldu, Cennet’e uçtu.” gibi bir ifade kullandı. Allah Resûlü hemen kaşlarını çattı ve: “Ben Allah’ın Resûlü’yüm, ne muamele göreceğimi bilmiyorum, sen onun Cennet’e gittiğini nereden biliyorsun!” dedi.436

Evet, O, denge insanıydı. Şefkati, ağlaması, asla bir yanlışı düzeltmesine mâni olmuyordu. Hıçkırıklarıyla, kardeşim deyip bağrına bastığı insanı sararken ve gözyaşlarıyla yuyup yıkarken, söylenen mübalağalı bir söz, O’nun uygunsuz bulduğu bu söz sahibini ikazına mâni olmuyordu. Vefa başkaydı, hak başka; Uhud şehitlerini her hafta ziyaret ediyordu ama, “Uçup Cennet’e gittiniz.” demiyordu. Biz “Onlar da Cennet’e gitmeyecekse…” desek bile, bu böyle…

Yetimleri himaye edenlere verdiği pâye, O’nun nasıl bir şefkat âbidesi olduğunu ispata yetmez mi? Bakın ne buyuruyor: أَنَا وَكَافِلُ الْيَتِيمِ فِي الْجَنَّةِ هٰكَذَا “Ben ve yetimi gözeten Cennet’te şöyleyiz.” diyor, sonra iki parmağını yan yana getiriyor ve yetimi görüp gözetene ne kadar yakın olduğuna işaret buyuruyor.437

Sanki Allah Resûlü, yetimi görüp gözeten ve onu himaye edenle benim arama Cennet’te kimse giremez, diyordu.

Hayvanlara da Şefkat

O’nun şefkati hayvanları da içine alıyordu. Yukarıda bir kadının bir kedi yüzünden nasıl Cehennem’e girdiğini; yine ahlâksız bir kadının bir köpeğe su içirmesiyle nasıl Cennet’e “Buyur!” edildiğini arz etmiştim. Bir başka hâdiseyi de nakledip bu hususu da noktalayalım:

Bir muharebeden dönülüyordu. Dinlenme vaktinde, sahabeden bazıları bir kuş yuvası görmüş ve yuvadaki yavruları alıp sevmeye başlamışlardı. Tam o sırada anne kuş geldi ve yavrularını onların elinde görünce, orada çırpınıp pervaz etmeye başladı. Allah Resûlü bu duruma muttali olunca fevkalâde celâllendi ve hemen yavruların yuvaya konulmasını emir buyurdu.438

Evet, O’nun rahmeti hayvanları da kuşatıyordu. Zaten Allah, geçmiş peygamberlerden birini karınca yuvası yüzünden itap etmemiş miydi? Bu peygamber farkına vararak veya varmayarak karıncaları yakmış.. arkadan da Allah’tan azar işitmiştir.439 Şimdi bu ve emsali vak’aları bize nakleden Allah Resûlü’nün başka şekilde davranması mümkün mü?

Sonra, O’nun ümmetinden öyleleri yetişecektir ki, adları “Karınca Çiğnemez Efendi” olacaktır. Çünkü onlar ayaklarına zil takacak ve yolda böyle yürüyeceklerdir. Ta haşereler zilin sesiyle uzaklaşsın ve ayak altında kalıp ezilmesinler…

Aman Allahım! Bu ne derin, bu ne cihanşümul bir şefkat ve merhamet örneğidir. Evet, O’nun rahmet dairesinden karıncalar dahi istisna edilmemiştir. Karıncayı bile ezmeyen bu insanlar acaba başkalarına zulmedebilirler mi? Hayır, bilerek ve kasıtla onların haksızlık yapmaları mümkün değildir!..

İbn Abbas anlatıyor: “Allah Resûlü’yle bir yere gidiyorduk. Birisi, kesmek üzere bir koyunu bağlamış, koyunun gözü önünde bıçağını biliyordu. Allah Resûlü bu şahsa: أَتُرِيدُ أَنْ تُمِيتَهُ مَوْتَاتٍ “Onu defalarca mı öldürmek istiyorsun?”440 buyurdu. Bu; bir bakıma o şahsa itaptı.

Abdullah b. Mesud ve Ya’lâ b. Mürre (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Allah Resûlü, yanında birkaç sahabiyle zayıf mı zayıf bir deve gördü. Deve, Allah Resûlü’nü görünce sicim gibi gözyaşı dökmeye başladı. İki Cihan Serveri hemen devenin yanına gitti. Bir müddet o devenin yanında kaldı, sonra devenin sahibini çağırtarak, deveye iyi bakması hususunda onu gayet sert ikaz etti.”441

Günümüzdeki hümanistlerin iddia ettikleri sevgi ve şefkatin çok ötesinde merhametle dopdolu olan Allah Resûlü, bu cihanşümul rahmetini de her türlü ifrat ve tefritten korumasını bilmiş ve o her şeye yeten fetaneti sayesinde hiç mi hiç ifrat ve tefrite düşmemiştir.

Evet, O, hiçbir zaman hoşgörü adı altında, kötülüklere müsamaha ile bakmamış, kötülük ve günah seraları kurmamıştır. O, bir caniye ve bir canavar ruhluya, şefkat adına gösterilecek müsamahanın, binlerce masum insanın hukukuna tecavüz olduğunu çok iyi bilmekteydi. Üzülerek ifade etmeliyim ki, günümüzde işlenen bu türlü haksızlıklar her devirden çoktur. Anarşiste, ecdat ve mazi düşmanlarına gösterilen müsamahanın memleketi ne hâle getirdiğini yakın tarihimiz itibarıyla acı acı gördük ve hâlâ da kısmen görmekteyiz. Sevgi, şefkat, dengeli kullanılamazsa, fert için de cemiyet için de önü alınamayacak neticeler doğabilir. Hâlbuki Allah Resûlü için, menfî mânâda böyle tek bir hâdise dahi göstermek mümkün değildir.

Evet O, kendisini telef edecek kadar insanları seviyordu. Yer yer Kur’ân-ı Kerim’in O’nu tadil etmesi bunun delilidir. Kur’ân: “Onlar Kur’ân’a inanmıyorlar diye, nerede ise kendini bitirip tüketeceksin.”442 diyordu. Zaten nübüvvet atmosferi benliğini sarmaya başlayınca, O kendini bir mağaraya hapsetmemiş miydi? Vahiy de ilk defa O’na orada geldi. Demek ki O, insanları seviyordu ve bu yola baş koymuştu.

Esasen Allah Resûlü’nün cihad anlayışı da O’nun bu rahmet yanından kaynaklanıyordu. Evet, insanlar cihad sebebiyle belki dünya namına bazı zararlar göreceklerdir; fakat ebedî hayatları adına kazanacakları o kadar çok şey olacaktır ki, onların bu zararlarını hiçe indirecektir! Allah Resûlü, taşıdığı kılıcının ucuyla Cennet’e giden yolları açıyordu. Bu da O’nun âlemlere rahmet oluşunun ayrı bir buudu…

db. SABIR

O, sabrı da fetanetiyle yerli yerinde ve iç içe kullandı. Bu sayede nice ulaşılmaz zannedilen zirveler ayaklar altında kaldı, nice aysbergler gibi katı yürekler, buz gibi ruhlar o Sabır Güneşi karşısında eriyip hidayete erdi. Ebû Süfyan, İkrime ve daha niceleri.. eğer O’ndaki bu denli sabır ve tahammül olmasaydı, bunlar hiç İslâm’a dehâlet edebilirler miydi?

Evet, O, Rahmeten li’l-âlemin’dir. Rahmetinin dengesi ise fetanetinin bir başka delilidir…

dc. HİLM (Peygamberimiz’in Yumuşak Huyluluğu)

Bundan evvelki bölümde, Efendimiz’in, Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetine en mücellâ, en parlak bir ayna olduğunu arz etmeye çalıştık. O’nun, rahmâniyet ve rahîmiyette nasıl bir denge tutturduğunu ve bunu fetanetiyle nasıl hallettiğini, kamet-i kıymetine göre olmasa da, ufak çapta ve fikir vermeye yetecek keyfiyette anlatmaya gayret ettik. Bu bölümde de, yine Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) rahmâniyet ve rahîmiyetiyle alâkalı ve bir cihetle de onların ayrı bir buudu sayılan, Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın hilmini, yumuşak huyluluğunu takdime gayret edeceğiz.

Hilm, Allah Resûlü’ne verilmiş ayrı bir altın anahtar durumundadır. O, bu anahtarla pek çok gönlü açmış ve onlara taht kurmuştur. Eğer O’nun bu hilmi olmasaydı, pek çok hazımsız gönül bir kısım sertliklerle karşılaşacak ve şimdi olduğunun aksine, kimileri İslâm’a cephe alacak, kimileri de belki bir hisle O’ndan uzaklaşacaktı. Ancak Allah Resûlü’nün hilmiyle ki, bütün bunların önü alındı.. ve koşan koşana herkes gelip İslâmiyet’e dehalet etti.

Evet hilm, Cenâb-ı Hakk’ın Habibine verdiği en mümtaz sıfatlardan biriydi.. ve olduğu gibi rahmeti aksettiriyordu. Bu hususu anlatan bir âyette Cenâb-ı Hak aynen şöyle buyuruyor:

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ إِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

“O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet Sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç süphesiz onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet, bağışlanmaları için duada bulun! (Umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven! Çünkü Allah, kendisine tevekkül olanları sever.”443

Âyetten de anlaşıldığı üzere hilm, rahmetten geliyor. Eğer Allah Resûlü, kaba ve haşin olsaydı –ki değildir– etrafında bulunanların hepsi dağılıp gidecekti. Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetidir ki, O’nu yumuşak huylu kıldı. Yani O’nun mâyesini öyle mükemmel ve mahiyetini de öyle halîm kıldı ki, O’na dokunan eller dahi hiçbir zaman incinmedi ve diken bekledikleri anlarda gül buldular. Nerede kaldı ki gönüllerine girdiği ve sinelerine taht kurduğu insanlar O’ndan incinmiş olsun!

Bu âyet, Uhud muharebesi münasebetiyle nazil olmuştu. Allah Resûlü, ashabına, her türlü harp taktiğini ve tekniğini hem de en ince teferruatına kadar anlatmış olmasına rağmen, bazılarının emri dinlemedeki inceliği tam kavrayamayışı ve bulundukları mevzii, emir gelmeden terk edişleri, Müslümanların muvakkat mağlubiyetini netice verdi. Belki netice itibarıyla buna tam bir mağlubiyet denemezdi ama mutlak bir galibiyet olmadığı muhakkaktı…

Allah Resûlü’nün öldürüldüğü şâyiası Müslümanların pek çoğunu paniğe sürüklemişti. Bu arada o gün orada Enes b. Nadr gibi düşünenler de vardı. Onlara: “Resûlullah’ın öldüğü yerde siz niye duruyorsunuz?” diye kükremiş ve gidip canlarını Allah için vermişlerdi.444 Zaten yol da buydu; Resûl-i Ekrem’in öldüğü yolda koşup ruhlarını feda etmeliydiler.

Şayet Peygamber emri istikametinde hareket edilseydi ihtimal muvaffakiyete gidilecek ve başarı elde edilecekti. Hâlbuki gösterilen az bir muhalefet, neticeyi ne kadar değiştirmiş ve ne kadar vahim hâle getirmişti!

Şimdi bu noktada bir lahza durup düşünelim: Eğer bu cemaatin başındaki lider, Allah Resûlü değil de başka bir insan olsaydı, acaba emir dinlemeyen veya emre muhalefet eden bu insanlara karşı tavrı ne olurdu? Onlara karşı hiçbir şey olmamış gibi davranabilir miydi? Bir de o, onların maddî ve mânevî liderleri ise…

Evet onlar, bütün doğruları O’ndan öğrenmişlerdi. Hayatlarında yüzlerce defa O’nun her meselede isabet ettiğine şahit olmuşlardı. İşte bu zat, daha işin başında onlara, ısrarla yerlerini terk etmemelerini ihtar etmişti. Şimdi O’nun sözünü dinlememenin cezasını acı acı çekiyorlardı. Verilen onca şehidin yanında yaralanmayan da yok gibiydi. Bizzat, Allah Resûlü’nün başı yarılmış, dişi kırılmış ve vücudu da kan revan içinde kalmıştı.

Evet, Allah Resûlü’nün yerinde bir başka lider olsaydı, en azından yüzünde bir sinirlilik veya yine en azından “Ben size şöyle yapın demedim mi?” gibi maziyi hatırlatma kabîlinden bir söz, bir davranış sâdır olmaz mıydı? Bu en nazik noktada, Kur’ân, O’nun içinden geçmesi muhtemel düşüncelere karşı bir set oluşturuyor ve O’na, yukarıda zikrettiğimiz âyetle hitap ediyordu.

Bu öyle bir an ve öyle nazik bir durumdu ki, liderden sâdır olabilecek en küçük jest, mimik ve hareket dahi, bu psikolojik hava içinde, normal zamandakilerden çok daha değişik tesirler icra edebilirdi. Onları kırıp gücendirebilecek en küçük bir hareketten dahi kaçınılması gereken böyle bir dönemde, Kur’ân, Allah Resûlü’ne hitaben: “Eğer onlara karşı sert ve kaba olsaydın –ki kat’iyen öyle değilsin– senin etrafından dağılıp gideceklerdi.”445 Hâlbuki sahabi eski tavrını hiç mi hiç değiştirmiş değildi; Allah Resûlü’nün etrafında pervane gibi dönüp duruyorlardı.

O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.446 Aslında Kur’ân’ın bize anlattıkları da işte bu ilâhî ahlâktı. Görülmüyor mu ki, insanlar sürekli Allah’a baş kaldırıp isyan ettikleri hâlde O onlara bol bol rızık ihsan ediyor. Onlar Allah’a oğul ve eş isnat edip daha ne iftiralarda bulunurken, Allah rahmâniyetiyle onlara çeşitli lütuflarda bulunuyor. Güneş her gün ısı ve ışığıyla, bulutlar yağmur denen gözyaşıyla hep insanların imdadına koşuyor, yer her zaman onlara çeşit çeşit bitki ve meyveleriyle bağrını açıyor; onlar ise bütün bu nimetlere karşı akla hayale gelmedik nankörlüklerle mukabele ediyorlar.

Evet, insanlar, kendilerine verilen bunca nimetin milyonda birine dahi şükür ve minnettarlıkla mukabele etmiyorlar. Ne var ki, Halîm olan Allah (celle celâluhu) onları hemen cezalandırmıyor, işlenen hatalar yüzünden ilâhî âdetini değiştirmiyor, hep veriyor ve durmadan veriyor…

Hz. Muhammed Aleyhisselâm da Cenâb-ı Hakk’ın bu ismiyle isimlenmiş, bu ahlâkıyla ahlâklanmış olduğundan bu mevzuda Cenâb-ı Hakk’ın sıfat ve isimlerine tam âyinedarlık yapıyor. Zaten Kur’ân da O’na: بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَحِيمٌ “Mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametli.” demiyor mu?447

Sadece O değil, dedesi Hz. İbrahim de anlatılırken yine hilmiyle anlatılıyor.. evet, O’nun hakkında da Kur’ân şöyle diyor:

إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لَحَلِيمٌ أَوَّاهٌ مُنِيبٌ “Muhakkak ki İbrahim, yumuşak huylu, içli ve kendini Allah’a vermiş biri idi.”448

İbrahim, seviyeler üstü seviyede yumuşak huylu bir insandı. Kendini ateşe atan insanların dahi başına bir belâ gelir endişesiyle tir tir titriyordu. O, sabahlara kadar âh u vâh eden, inleyip duran bir insandı.. ve münîbdi, her lahza, ayrı bir var oluş ve dirilişle Allah’a dönüşün menfezlerine yönelir, durmadan taptaze ve heyecan dolu bir yürekle Rabb’in kapısında inler ve iki büklüm olurdu.

Allah Resûlü, kendisini hep Hz. İbrahim’e benzetir.449 Evet O, hilm u silmde de dedesi İbrahim’e benzerdi.

Bütün Hak dostları için de hilm çok mühim bir esastır. İnsan, her köşe başında kendisini kin ve nefretle bekleyen kimselere dahi yine hilmle muamele etmelidir. Hallac, ellerini-kollarını kesenlere hakkını helâl eder; kan gölü içinde Asrın Çilekeşi, kendisini bir cani gibi sürgünlere gönderenlere, hapishane hapishane dolaştıranlara beddua etmek şöyle dursun, hep imanlarını kurtarmaları için hayır duada bulunur.. bulunur ve hilmin ne derece yüksek bir pâye olduğunu onlara gösterir. Keşke, sonradan gelenler de hilmindeki bu büyüyü anlayabilselerdi!

Yine Hz. İbrahim’e dönüyoruz: Hasımları onu ateşe atıyor, ve Cenâb-ı Hak da ateşe emrediyor: “Ey ateş, İbrahim üzerine berd ü selâm, yani ne buz ne de ateş, ikisi ortasında ‘Selâm ol!’” diyordu.450 Zira, İbrahim evvelâ âleme karşı kendi içini öyle donatmıştı. Ne öfkeleniyor ne de insanlara karşı soğuk davranıyordu. O bir “selâm” insanıydı. Cenâb-ı Hak’tan da aynı şekilde muamele gördü. İbrahim, Allah ahlâkıyla ahlâklanır da, Allah (celle celâluhu) ona başka türlü muamele eder miydi? Asla! “Selâm” bizzat Cenâb-ı Hakk’ın ismiydi.. ve ateş de İbrahim’e karşı “selâm” oluyor ve “selâm” duruyordu.

Hz. İbrahim’in başlattığı bu hilm ahlâkını Allah Resûlü zirveye çıkardı. Düşmanlarını yerle bir ettiği ve bütün imkânları elinde topladığı devrede dahi Allah Resûlü mürüvvetten kıl kadar ayrılmadı. O, suçluları cezalandırmış olsaydı, O’na karşı gelecek mi vardı? Hayır. Belki Hz. Ömer gibi yüzlercesi, O’nun gözünün içine bakıyor ve O’nu üzen bir hâdise karşısında aslanlar gibi kükreyerek, baş almak için müsaade istiyorlardı. Hâlbuki her defasında O, ashabını yatıştırıyor ve hilm ü silm tavsiye ediyordu.

Bir gün, iffetine kat’iyen inandığı mübarek hanımına çamur atılmıştı. Hangi Müslümana kaşıyla işaret etse, pek çok münafığın başı gidebilirdi.. ve herkes bunu seve seve yapar. Oysa ki Allah Resûlü, günlerce diken yutar gibi söylenen sözleri yutuyor, yutkunuyor, vicdanında ızdırapların en tahammül-fersâsını yaşıyor ama kat’iyen ses çıkarmıyordu. Bu durum, muhteremler muhteremi Âişe-i Sıddîka’nın Kur’ân’la beraati tescil edileceği âna kadar devam etti. Bütün sahabe O’nun iki dudağı arasından çıkacak bir çift söze bakıyordu.

Bazen O’nun karşısına çıkıp kaba-saba hareket eden ve hakarette bulunan insanlar olurdu. O, parmağını hafif indirip kaldırsaydı yüz kılıç birden o adamın kellesi üzerinde iner kalkardı. Ancak O, bu kaba-saba hareketleri hep mülâyemetle karşılamaya kararlıydı. O, kimseyi korkutmamaya o kadar çok dikkat ediyordu ki, vereceği kılıç veya bıçağı, kabza ve sap tarafıyla uzatıp öyle veriyordu. Böyle bir insan nasıl olur da haksız yere bir insanın canına kıyabilirdi?..

O, incelerden ince bir insandı. Karşısındaki insanların kaba-saba davranışlarından fevkalâde rahatsız olurdu. Ancak O, bu tür davranışları, kendi hilm denizine atar, eritir ve her şeye rağmen yumuşak davranırdı. His dünyası böylesine genişti. Zaten hastalık ve diğer rahatsızlıkları, bizim duyup hissettiklerimizi kat kat aşıyordu. O kadar ki, hasta olduğu bir gün, Abdullah b. Mesud (radıyallâhu anh) O’na: “Yâ Resûlallah, bir fırın gibi yanıyorsun!”451 demişti. Evet, Allah Resûlü’nün sinir sistemi o kadar gelişmişti ve O, o kadar duyarlıydı. İhtimal, O’nun parmağına batan bir iğne, bir başkasına saplanan mızraktan belki on kat daha ızdıraplı oluyordu. Bu hassasiyet O’na, vazifesinin icabı duyarlı olabilmek için de verilmiş olabilir.

Her ne olursa olsun. Bu kadar hassas bir insanın, çevresindeki kaba saba hareketlerden rahatsızlığı da o ölçüde fazladır zannediyorum. Bir başkası o nispette hassas olsa, her gün etrafını birkaç kere yıkar devirir ve bulunduğu yerde fırtınalar koparır. Ne var ki Allah Resûlü hiç böyle yapmamıştı ve yapmıyordu da; çünkü O bir hilm insanıydı. Şu kadar var ki, O’nun hilmi de gayet dengeliydi. Bir kâfirin küfrü O’nu iki büklüm eder, ağlatırdı. O, bir insanın hidayete erebilmesi için elinden gelen her şeyi yapardı. Fakat bir ceza ve haddin tatbiki bahis mevzuu olduğu yerde de kat’iyen taviz vermez; kim olursa olsun mutlaka cezayı tatbik ederdi. Ancak O’nun ceza verdiği suçlardan hemen hiçbiri kendisine karşı işlenmiş suçlardan değildi. Aksine O’nun, kendisine karşı işlenmiş suçlardan affetmediği görülmemiştir.

Dini yaşamada da O, aynı şekilde davranırdı: Kendisine daima en ağırını seçer, başkalarına ise hep hafif olanını yüklerdi. Hatta ümmetine zorluk olmaması ve farz gibi telakki edilmesine meydan verilmemesi için, sünnetleri hep evinde ve yalnız olarak kılardı. Ayrıca, O’nun kıldığı nafile namazların uzunluğuna dayanabilecek ikinci bir insan da yoktu. Bazen oruçlarını da öyle birbiri üstüne tutardı –ki buna “savm-ı visâl” denir.–452 O, bu çok ağır ve sadece kendinin götürebileceği işlerde hep yalnız yürürdü. Aslında Cenâb-ı Hak, O’nun gelmiş geçmiş bütün günahlarını affetmişti.453

Bunun bir mânâsı şu olsa gerek: Allah O’ndaki günaha girme istidadını daha baştan yok etmişti. Zaten kendisi de bir defa çocukluğunda, bir defa da miraç öncesi mânevî birer ameliyattan geçirildiğini haber veriyor ve çocukluğunda olan ameliye sırasında meleklerin sinesinden kesip attıkları bir parçadan söz ediyor454 ki nefsanîliğe ait bir şey olması kaviyyen muhtemeldir.

Allah Resûlü’nden, kat’iyen günah sayılabilecek bir fiilin suduru görülmemiştir. Buna rağmen, günde yetmiş defadan fazla tevbe ve istiğfar ediyordu.455 Evvelâ O, mahviyet, murâkabe ve muhasebe insanıydı. Her adımda, Cenâb-ı Hakk’a doğru bir önceki adıma nisbetle daha fazla yaklaşmış olduğundan, kazandığı bu yeni durum zaviyesinden eski ve mercuh hâline bakıp istiğfar ediyordu. Yani her yeni gününde O, bir evvelki günü istiğfarla anıyordu. Bu denli günahsız bir insanın, insanlar arasında bulunmaya sabretmesi dahi O’nun hilminin enginliğini göstermeye yeter zannederim. Hâlbuki O, aynı zamanda nice saygısızca hareketlere maruz kalmış, bunlara da yine hilmle mukabelede bulunmuştur.

Buhârî ve Müslim, Ebû Said el-Hudrî’den rivayet ediyorlar: Zü’l-Huveysıra adında birisi Resûl-i Ekrem Aleyhisselâm’a geldi. Bu şahıs, hadis ve siyer kitaplarında bize şöyle resmediliyor: Gözleri çukurca.. elmacık kemikleri biraz dışarıya fırlamış.. burnu basık, yüzü de ablak ve yuvarlaktı.. âdeta dövülmüş bir kalkan hissi veriyordu. Allah Resûlü o esnada mal taksiminde bulunuyordu. Efendimiz’e hitaben küstahça şöyle demişti: اِعْدِلْ يَا مُحَمَّدُ “Yâ Muhammed, adaletli ol!.” Bu söz bizden birisine söylenmiş olsaydı, zannediyorum ciddî bir sarsıntı geçirirdik. Oysa ki biz, hakikaten adaletsizlik de etmiş olabiliriz. Fakat kendisine bu söz söylenen zât, dünyaya adaleti getirmeye memur edilmiş bir peygamberdi.

O sırada orada bulunan Hz. Ömer, bu saygısızca hitap karşısında birden kükrer ve: دَعْنِي فَأَقْتُلَ هٰذَا الْمُنَافِقَ “Bırak beni, şu münafığın başını alıvereyim yâ Resûlallah!” der.

Allah Resûlü, Hz. Ömer’i ve onun gibi düşünenleri teskin ettikten sonra bu adama döner ve şöyle seslenir: وَيْلَكَ! وَمَنْ يَعْدِلُ إِذَا لَمْ أَعْدِلْ؟ “Yazık sana! Eğer ben de âdil olmazsam, başka kim âdil olabilir ki?”

Hadisin bazı rivayetlerinde Efendimiz şunu da ekler: لَقَدْ خِبْتُ وَخَسِرْتُ إِنْ لَمْ أَكُنْ أَعْدِلُ “Eğer ben adaletli değilsem, yandım, mahvoldum demektir.” Başka bir rivayette bu söz muhatabınadır: لَقَدْ خِبْتَ وَخَسِرْتَ إِنْ لَمْ أَكُنْ أَعْدِلُ “Eğer ben adaletli olmazsam, sen yandın, mahvoldun demektir.” 456

Yani, ben ki bir peygamberim.. ve sen ki her şeyinde bana uymak zorundasın. Eğer ben bir istikamet insanı değilsem –hâşâ– sen yandın, demektir. Çünkü o zaman sen de istikamette olamazsın…

Allah Resûlü, her zaman olduğu gibi onu öldürmek isteyenlere izin vermiyordu. Çünkü O, tepeden tırnağa bir hilm insanıydı.

Ancak ileride önemli bir fitneye karışacak bir haricî tipini o gün, Zü’l-Huveysıra’nın şahsında resmetmeyi de ihmal etmemişti. Evet, Allah Resûlü, bu ırkın ileride fitne çıkaracağını, ümmetinin başına gaileler açacağını Allah’ın bildirmesiyle biliyordu. Nitekim, daha Hz. Ali devrinde, Allah Resûlü’nün haber verdikleri aynen zuhur etti. Nehrivan’da Hz. Ali’ye karşı gelen Haricîlerin içinde Allah Resûlü’nün resmettiği insan bulunmuştu…457

Evet, İki Cihan Serveri işte bu adama da bir şey dememişti. Eğer başını kımıldatsa veya Hz. Ömer’den gelen teklife bir an sessiz kalsaydı, bu densiz insanın öldürülmesi kaçınılmazdı. Ancak Allah Resûlü, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine talim buyurduğu üzere hareket ediyor ve bu türlü cahillere takılıp kalmıyordu. Zira Kur’ân O’na وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ diyordu: “Sen cahillerden yüz çevir.”458 Onlara takılıp kalma, yani onların yaptıklarından rahatsız olma. Cahil cahilce davranır. Sen ise asla cahil değilsin. Öyleyse, onların sana davrandıkları gibi onlara mukabelede bulunamazsın. Sen hilm sahibisin, yumuşak huylusun. Ve sen bu hilminle gönüllere taht kurmaya namzetsin. Nitekim öyle de olmuştur. Allah Resûlü, hilmi sayesinde hem de hiç ümit edilmeyen insanların gönlünde taht kurmuştur.

Birçok sahabi müttefikan haber veriyor: Hayber fethi sonrası bir kadın, bir koyunu kızartmış, içine de biraz zehir koymuş ve Allah Resûlü’nü yemeğe davet etmişti. Sofrada bulunanlardan Bişr İbn Berâ ismindeki sahabinin henüz sofradan kalkmadan rengi değişmiş, bir müddet sonra da vefat etmişti. Demek ki bu kadın çok tesirli bir zehirle Allah Resûlü’nü öldürmek istemişti… Bu meselenin mucize yönü şu andaki mevzumuz değil.. Allah Resûlü lokmayı ağzına götürürken, koyunun bir yanının, kendisine, zehirli olduğunu haber vermesi üzerine yemek sofradan kaldırılarak, kadın derdest edilip huzura getirilmiş.. ve suçunu itirafla, Allah Resûlü’nü öldürmek için böyle bir yola başvurduğunu ifade etmiştir. Hatta rivayetlerde kadına şöyle bir söz de izafe edilir:

Kadın, Allah Resûlü’nün huzuruna getirilip de bunu niçin yaptığı kendisine sorulunca şöyle demiştir: “Eğer sen hakikaten Allah’ın gönderdiği bir peygambersen, bu zehir sana tesir etmeyecektir. Yok eğer peygamber değilsen, insanlığı senin şerrinden kurtarmak istedim.”

Sahabi, derhal bu kadının öldürülmesi talebinde bulunur. Ancak Allah Resûlü kendi adına kadını affeder. Fakat ölen sahabi Bişr (radıyallâhu anh) adına bir şey demez.

Kadının akıbeti hakkında iki rivayet vardır: Birincisi, Bişr’in vârisleri, kısas yaparak kadını öldürtmüşlerdir. İkincisi ise, kadın ihtida edip Müslüman olduğundan Peygamber Efendimiz onu affetmiş ve Müslümanlığı, kadının kurtuluş sebebi olmuştur.459

Burada bizim, üzerinde durmak istediğimiz husus, Allah Resûlü’nün hilmiyle alâkalıdır ki, Allah Resûlü, canına kastetmek isteyen bu yahudi kadını dahi affetmiştir. Hilmde zirveyi yakalama adına bu ne güzel bir örnektir.. evet, kâmil mânâda Hz. İbrahim’in başlattığı hilm dönemi, Nebiler Sultanı’yla zirveleşmiştir.

Ebû Dâvûd ve Nesâî, Ebû Hüreyre’den rivayet ediyorlar: Allah Resûlü, mescitte ashabıyla sohbet etmiş ve tam hücre-i saadetine çekilmek üzere iken bir bedevinin, Allah Resûlü’nün cübbesini arkadan çekerek:

يَا مُحَمَّدُ، اِحْمِلْ لِي عَلَى بَعِيرَيَّ هٰذَيْنِ فَإِنَّكَ لَا تَحْمِلُ مِنْ مَالِكَ وَلَا مِنْ مَالِ أَبِيكَ

dediği duyuldu. Yani: “Yâ Muhammed! İki devemi de yükle. Zira sen, ne kendi malından ne de babanın malından veriyor değilsin.”

Bu ne küstahlık, bu ne terbiyesizlikti! Allah Resûlü’ne mücerret ismiyle hitap etmekle başlayan bu saygısızlık, diğer dedikleriyle devam etmişti. Derken yine sahabe kükredi; belki Hz. Ömer’in sesi tın tındı, âdeta tansiyon yükseltmek için “Bırak, şunun başını koparayım yâ Resûlallah!” diyordu. Ancak, Allah Resûlü’nün, ashaba hitaben: “Bu adama istediğini verin.” buyruğu, onları yatıştırmıştı. 460

Düşünün ki, Allah Resûlü’nün, o insanı incelerden ince hâle getiren sohbetinden sonra böyle bir davranış, davranış sahibinin nasıl bir kalb katılığına ve nasıl bir karaktere sahip olduğunu göstermesi bakımından yeter. Zira, Allah Resûlü’nün sohbetleri, ne bir veli ne de bir mürşidin sohbetine asla benzemez. Aslında bu ham söz ve bu yırtık beyanla o sohbetteki ferah-fezâ havayı duyurabilmemiz mümkün değildir. Fakat herkesin bilebileceği bir hakikat vardır ki, o da, Allah Resûlü’nün, sohbetlerinde, kendi varlık atmosferinin üstünden bir menfez açıp, Hak’tan gelen tecellîlere ayna hâline getirdiği vicdan ve kalbiyle, huzurunda oturanları bir hamlede, bir nefhada, o değiştirici insibağ yoluyla zirvelere çıkarmasıdır. Evet, çok kısa dahi olsa O’nun huzurunda bulunabilenler, beşerin ulaşabileceği en seçkin yerlere sıçramışlardır.

O’nun huzurunda tasavvurlar üstü insibağ vardı ve oraya bir kere giren âdeta melekleşir öyle çıkardı. Hem de sinelerinde hiçbir kötülük kalmazdı.

Bir İnsibağ Örneği

Hiçbir velinin sahabeye yetişememesindeki sırlardan en mühimi de işte bu insibağ hakikatidir. Bu insibağla alâkalı asrımızdaki bir büyük zat mealen şöyle diyor: “Ben kendi kendime, acaba Muhyiddin İbn Arabî gibi zatlar sahabe derecesine neden yükselemiyorlar diye düşünüyordum. Bir gün namaz kılarken Cenâb-ı Hak bana, sahabi gibi bir “secde” nasip eyledi. Anladım ki sahabe derecesine çıkmak mümkün değildir.”461

İhtimal ki bu büyük zat için pencere açıldı ve ettiği bu secdenin sahabe secdesi olduğu da ona duyuruldu. Ne var ki burada işin fezlekesi önemlidir. O da şudur: Bu zat, bir rekât böyle bir namaza, bir senelik ibadetini verebileceğini söylemektedir. Hâlbuki bu zatın yetiştirdiklerinden, onu takliden namaz kılan bir talebesinin namazını gördüğümde, kendi kıldığım namazlardan hayâ edip utanmıştım. İşte sahabi, sohbet-i nebevîde böyle bir zirvenin adıdır. Bizim bir rekâtına muvaffak olamadığımız namazı, onlar devamlı o derinlikte eda ederler.

Çünkü onlar, derslerini bizzat Allah Resûlü’nden alıyorlardı. Hem o devirde dinin bütün meseleleri terütaze ve orijinaldi. Bir gün kulakları tın tın ezan duyuyor ve bu belli bir müddet onların heyecan ve coşkunluğuna yetiyor.. bir başka gün ayrı ilâhî bir sofra ile, dinin diğer bir hükmü âdeta turfanda bir meyve gibi onların önüne konuluyor, bu defa da, bu semavî sofra onlarda yeni bir gerilim hâsıl ediyordu…

Her şeye rağmen bu şart ve atmosferde dahi erimeyen kalbler vardı ve bunlar Allah Resûlü’ne karşı kabaca, saygısızca davranabiliyorlardı… O incelerden ince zat, bu tür davranışlara müsamaha ile bakıyor ve hilminin okyanusunda âdeta eritemediği bir sertlik kalmıyordu.

Evet, O, bugünü, yarını, yarınları hesap ederek öyle davranıyordu. Eğer şiddet göstermiş olsaydı, Kur’ân’ın ifadesiyle462 etrafında bulunanların hepsi dağılıp gidecekti. Demek ki onların gitmemesi, bir cihetle Allah Resûlü’nün hilmi sebebiyleydi. O, insanları kırıp geçirmek, toplumu dağıtmak için değil, bütün insanları dünya ve ahiret saadetine erdirmek için gelmişti. İnsanlık, ebedî hayatı, O’nun gösterdiği yolda elde edecekti. Öyleyse O’nun perspektifinde ebediyet vardı. O da davranışlarını böyle bir zamanüstü anlayışa göre planlıyordu.

Hz. Halid, Uhud’da Müslümanlara büyük zararı dokunmuş bir insandı. Hâlbuki Allah Resûlü’nün huzuruna gelip teslim olduğunda öyle bir muamele görmüştü ki, ertesi gün kendini neredeyse Allah Resûlü’nden bir parça kabul ediyordu. Hatta, bu esnada ilk muharebeye götürülmeyişi ona çok ağır gelmiş ve sabaha kadar hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Bu da onun, bir hamlede Allah Resulü’yle ne seviyede bütünleştiğini göstermesi bakımından çok mânidardır.

Ashaptan Amr b. Âs ve İkrime, her ikisi de önceleri Allah Resûlü’ne çok kötülük yapmışlardı. Allah Resûlü’nün hilmi onları da öyle bir eritti ki, daha sonra her ikisi de âdeta küfrün başına çekilmiş birer İslâm kılıcı oldular. Eğer onların ileride kazanıp ihraz edecekleri bu seviye nazara alınmış olmasaydı, hiç mi hiç bu insanları sahabi arasında görmek mümkün olmayacaktı.

Ve Hâris İbn Hişâm ki, onu herkes bilir. Ebû Cehil’in kardeşi, İkrime’nin de amcası ve kayınpederi olan bu sahabi, Efendimiz’in vefatından az evvel Müslüman olmuştu. Müslüman oluncaya kadar hep küfür cephesinin hem de ileri saflarında vazife alan Hâris, İslâm’a girdikten sonra da hep ileride ve daha ileride bulunmuştu. Nihayet Yermük’te tıpkı kütükte doğranan bir et gibi doğranmış, şehit düşüp Rabbine yürümüştü. Son dakikalarında kendisine su getirilir. İçmek maksadıyla matarayı dudaklarına götüreceği sırada, biraz ileriden bir ses duyulur. Bu cılız ses de su istemektedir. Hâris hemen matarayı dudaklarından iter ve işaretle suyun ona götürülmesini ister.. hâdisenin tafsilatı herkesin malumu.. bu ikinci şahıs da tam matarayı ağzına götüreceği sırada başka bir sesin “Su!” diye inlediği duyulur. Derken ikinci şahıs da üçüncüye işaret eder.. ve ona ulaşılıncaya kadar o vefat etmiştir.. dönüp geri gidelim derken üçü de, bir yudum su içemeden hayata gözlerini yummuşlardır.463

Diğergâmlık.. Allah Resûlü’nün mümtaz hasleti. Ve sahabe de Allah Resûlü’nden insibağla diğergâmlık denen bu yüce haslette ilerilerin ilerisinde. Evet O, başkasına hayat vermek için yaşıyor ve akıllara durgunluk verecek fedakârlıklarda bulunuyordu. O öyle olduğu gibi, ashabı da öyleydi. Yukarıda verdiğimiz misal ise binlerceden sadece biri…

Zeyd b. Sa’ne anlatıyor:

“Allah Resûlü benden borç para almıştı. Ben, o gün henüz Müslüman değildim. Gününden evvel geldim, alacağımı istedim. Hatta O’na: ‘Siz Abdülmuttalip evlâtları borcunuzu vermekte çok tembelsinizdir!’ dedim. Benim bu sözüme Ömer kükreyerek: ‘Ey Allah düşmanı, eğer Yahudilerle aramızda anlaşma olmasaydı, senin kelleni uçururdum! Allah Resûlü’ne karşı terbiyeli konuş!’ dedi. Allah Resûlü bana bakarak tebessüm etti. Ve Ömer’e hitaben de: ‘Yâ Ömer, bu adama hakkını ver. Ve korkuttuğun için de ona yirmi sa’ ilave et.’ buyurdu.”

Hz. Ömer Allah Resûlü’nün emri üzerine kalktı, Zeyd b. Sa’ne’ye verilmesi gerekenleri vermek üzere onunla yola koyuldu, vereceklerini verdikten sonra Zeyd ona, hiç beklemediği şu sözleri söyledi:

“Yâ Ömer! Biliyorum benim davranışıma kızdın. Ancak ben Tevrat’ta, son peygamber hakkında söylenenlerin hepsini O’nda gördüm. Sadece Tevrat’ta bir âyet şöyle diyordu: يَسْبِقُ حِلْمُهُ جَهْلَهُ وَلَا تَزِيدُهُ شِدَّةُ الْجَهْلِ عَلَيْهِ إِلَّا حِلْمًا O’nun hilmi cehline sebkat etmiştir. O’na karşı takınılan cehaletin şiddeti, O’nun ancak hilmini artırır.” Ben acaba O’nun hilmi, Tevrat’ta söylendiği gibi midir, bunu öğrenmek istemiştim ve dediklerimi de bunun için demiştim. Şimdi inanıyorum ki, O, Tevrat’ın geleceğini haber verip müjdelediği peygamberin ta kendisidir. Şu andan itibaren ben de O’nun son nebi olduğuna iman edip şehadet getiriyorum.”464

Allah Resûlü, yahudi âlimi Zeyd b. Sa’ne’nin gönlünü de yine hilm u silmiyle yumuşatmış ve onun hak din olan İslâm’a girmesine sebep olmuştu.

Evet, Allah Resûlü, başkasının tahammül edemeyeceği ölçüde halim ve yumuşak huyludur. Ancak O’nun bu hilmi de ayrı bir denge ve istikamet buudluydu. Kendi şahsına yapılan her türlü hakarete karşı hilmle davranan Allah Resûlü, bir başkasına karşı yapılan haksızlık karşısında kükreyen bir aslan gibi celâllenir ve hak yerini buluncaya kadar da hiddeti bir türlü dinmek bilmezdi. Haksızlık kime karşı, kim tarafından yapılırsa yapılsın, İki Cihan Serveri’nin tavrı hep aynıydı. Ve hele dinî emirlerin ihmale uğraması O’nu öylesine ayaklandırırdı ki, artık durup-dinlenme bilmezdi; bu da O’nun nasıl bir denge insanı olduğunun en açık ifadesidir.

Birbirine zıt gibi görünen bu iki hareket tarzı, Allah Resûlü’nün mümtaz şahsiyetinin semavî yanlarındandı. Şimdi bir fikir vermek için, söylediğimiz hususlara müşahhas bir iki misal arz etmeye çalışalım:

Buhârî ve Müslim, Ebû Mesud el-Ensarî’den naklediyorlar: “Bir gün Allah Resûlü’nün huzuruna bir sahabi geldi. Bu sahabi, Allah Resûlü’nün gönderdiği ve mescide gelemeyenlere namaz kıldırmasını emrettiği şahıstan şikâyet ediyordu. Çünkü imam olan bu zat, sabah namazlarını çok uzatıyordu. Şikâyete gelen sahabi Allah Resûlü’ne aynen şöyle diyordu: “Yâ Resûlallah! Falan yüzünden nerede ise cemaate gitmeyeceğim. Çünkü namazları çok uzatıyor.”

Onun bu sözü üzerine Allah Resûlü kaşlarını çattı, celâllendi ve minbere çıkarak orada bulunanlara şunları söyledi: “Ey insanlar! Siz insanları nefret ettiriyorsunuz. İçinizden kim namaz kıldırırsa, namazı hafif tutsun. Çünkü aranızda, hasta, yaşlı ve ihtiyaç sahibi insanlar var…”465

Bizzat kendisi de buna riayet ederdi. Bazen namazı uzun kıldırır bazen de cemaatin durumuna göre oldukça kısa keserdi.

Allah Resûlü, Muaz b. Cebel’i çok severdi. Ancak onun yatsı namazlarını çok uzun kıldırdığı şikâyeti kendisine ulaşınca yine celâllendi ve çok sevdiği bu sahabiye: أَفَتَّانٌ أَنْتَ، أَفَتَّانٌ أَنْتَ، أَفَتَّانٌ أَنْتَ “Sen fitne misin, sen fitne misin, sen fitne misin?” diyerek itapta bulundu.”466

Üsame b. Zeyd, kumandanı bulunduğu seriyenin başında bir muharebede: “Tamam, kabullendim.” diyerek Müslüman olduğunu ifade etmek isteyen şahsı, korkusundan böyle söylediğine hükmederek öldürmüştü. Diğer bir rivayete göre bu adam şehadet de getirmişti. Ancak birinci sözü söylediyse zaten Müslüman olmamıştı. Yok, şehadet getirdiyse bunu korkusundan yapmıştı. Hz. Üsame böyle düşünüyordu ama, dönüşte hâdise Allah Resûlü’ne haber verilince, İki Cihan Serveri, derhal Üsame’yi huzuruna aldı. Onu istintak etti, Üsame de hiçbir şey ketmetmeden vak’ayı olduğu gibi anlattı. Bunun üzerine Allah Resûlü, o derece celâllendi ki durmadan: “Yarıp da kalbine mi baktın!” diyor ve çok sıkıldığını ortaya koyuyordu. Hatta bu sözü o kadar tekrar etmişti ki, Hz. Üsame: “Keşke bugüne kadar Müslüman olmasaydım da, bu sözleri duymasaydım.” diyecek kadar bunalmıştı.467 Hâlbuki Üsame, Allah Resûlü’nün kucağında büyüyen ve Allah Resûlü tarafından Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin kadar sevilen bir insandı.

Bir gün Ebû Zerr, Bilal’e hitaben: “Ey siyah kadının oğlu!” demişti. Bilal de gelip Allah Resûlü’ne şikâyette bulununca Allah Resûlü Ebû Zerr’e karşı gadaplanmış: “Sende hâlâ cahiliye emaresi var.” sözüyle ona tevbihte bulunmuştu.468

Hz. Ebû Bekir’le Hz. Ömer arasında geçen bir küçük tartışmada, Hz. Ebû Bekir’i rencide eden Hz. Ömer muhatap alınmış ve Hz. Ebû Bekir’in hakkı, Ömer’de bırakılmamıştı.469 Hâlbuki İki Cihan Serveri Hz. Ömer’i de çok seviyordu.

Bu ve benzeri yüzlerce misalden anlıyoruz ki, Allah Resûlü’nün hilmi de diğer sıfatları gibi yine denge buudluydu. Evet, bütün meselelerde olduğu gibi, O, bu hususta da tam sırat-ı müstakîmi temsil ediyordu. Kendi şahsına yapılan en uygunsuz hareketlere karşı engin bir müsamaha ve hilm insanı olan İki Cihan Serveri, bir başkasına yapılan zerre kadar haksızlığa asla rıza göstermiyor, haksızlık yapan kim olursa olsun mutlak onu karşısına alıyor ve ihkak-ı hak ediyordu.

398 Tevbe sûresi, 9/128.

399 Kadı Iyâz, eş-Şifa 1/17.

400 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 3/168.

401 Buhârî, enbiyâ 54; Müslim, selâm 153-155.

402 Buhârî, müsâkât 9; Müslim, selâm 151-152.

403 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/44-45.

404 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/47.

405 Buhârî, meğâzî 24; Müslim, cihad 101-104.

406 Buhârî, enbiyâ 54; Müslim, cihad 104-105; Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 4/199-200.

407 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/74; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/118.

408 Yûsuf sûresi, 12/92.

409 Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/118.

410 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/264.

411 Buhârî, meğâzî 4; Müslim, cihad 58; Tirmizî, tefsîru sûre (8) 3.

412 Buhârî, kefalet 5; istikraz 11; Müslim, cuma 43; ferâiz 14-16.

413 Ahzâb sûresi, 33/6.

414 Buhârî, istikraz 11; Müslim, ferâiz 14-16.

415 Buhârî, kefalet 5; istikraz 11; Müslim, cuma 43; ferâiz 14-16.

416 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 1/468.

417 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 1/468.

418 Enfâl sûresi, 8/33.

419 Mâide sûresi, 5/118.

420 Müslim, birr 87.

421 Tekvir sûresi, 81/21.

422 Kadı Iyâz, eş-Şifa 1/17.

423 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/395; Müslim, fedâil 126.

424 Bkz.: Tirmizî, daavât 98; Ebû Dâvûd, cihad 2.

425 Buhârî, ezan 65; Müslim, salât 192.

426 Bkz.: Buhârî, teheccüd 9; Müslim, müsâfirîn 203-204.

427 Müslim, eymân 31-33; Ebû Dâvûd, edeb 123.

428 Buhârî, edeb 18; Müslim, fedâil 62-63; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/112.

429 Buhârî, edeb 18; Müslim, fedâil 65.

430 Buhârî, edeb 18; Müslim, fedâil 64.

431 Tirmizî, birr 16; Ebû Dâvûd, edeb 58.

432 Buhârî, cenâiz 45; Müslim, cenâiz 12.

433 Tirmizî, fedâilü’l-cihad 12.

434 Taberî, Câmiu’l-beyan 15/26; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 10/89; Deylemî, Müsned 2/400.

435 Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 5/481.

436 Buhârî, cenâiz 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/237, 6/436; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 5/139, 9/37.

437 Buhârî, talak 25; edeb 24; Müslim, zühd 42.

438 Ebû Dâvûd, edeb 163; cihad 112; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/404.

439 Buhârî, cihad 153; Müslim, selâm 148-150.

440 Abdürrezzak, el-Musannef 4/493; Hâkim, el-Müstedrek 4/257, 260; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/280.

441 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/173; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 9/81.

442 Kehf sûresi, 18/6.

443 Âl-i İmrân sûresi, 3/159.

444 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/31-32.

445 Âl-i İmrân sûresi, 3/159.

446 Müslim, müsafirîn 139; Ebû Dâvûd, tatavvu 26.

447 Tevbe sûresi, 9/128.

448 Hûd sûresi, 11/75.

449 Buhârî, enbiyâ 24; Müslim, iman 272.

450 Enbiyâ sûresi, 21/69.

451 Buhârî, merdâ 3,13; Müslim, birr 45.

452 Buhârî, savm 20; Müslim, sıyâm 55-61.

453 Bkz.: Fetih sûresi, 48/2.

454 Çocukluğunda kalbinin yıkanması hâdisesi için bkz.: Müslim, iman 261; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/149; İbn Hibban, Sahih 14/242. Miraç öncesinde kalbinin yıkanması için bkz.: Buhârî, tevhid 37; Müslim, iman 263.

455 Buhârî, daavât 3; Müslim, zikr 41-42.

456 Buhârî, menâkıb 25, edeb 95, istitâbetü’l-mürteddîn 4; Müslim, zekât 148.

457 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 7/290-297.

458 A’râf sûresi, 7/199.

459 Hâdisenin farklı kaynaklardaki farklı rivayetleri için bkz.: Buhârî, hibe 28; Müslim, selâm 45; Ebû Dâvûd, diyât 6; Ma’mer b. Râşid, Câmi’ 11/28-29; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 8/46-47; Kadı İyâz, eş-Şifa 1/316-318; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 8/46-47; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/208-212.

460 Ebû Dâvûd, edeb 1; Nesâî, kasâme 23.

461 Bediüzzaman, Sözler 27. Söz’ün Zeyli.

462 Âl-i İmrân sûresi, 3/159.

463 el-Hâkim, el-Müstedrek 3/270; İbn Abdilberr, el-İstîâb 3/1084.

464 İbn Hibbân, Sahih 1/521-524; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 5/222-223; Hâkim, el-Müstedrek 3/700; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 1/361.

465 Buhârî, ilim 28, ezan 61; Müslim, salât 182.

466 Buhârî, ezan 60, 63; Müslim, salât 178-179.

467 Buhârî, meğâzî 45; Müslim, îmân 158-160.

468 Buhârî, iman 22, edeb 44; Müslim, eymân 38-39; Beyhakî, Şuabü’l-iman 4/288; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 1/86.

469 Buhârî, tefsir (7) 3.

-+=
Scroll to Top