B. PEYGAMBER EFENDİMİZ VE SAVAŞLARI
1. Bedir ve Bedir’in Sebepleri
Ve işte böyle semavî bir ihtişamla Bedir’e gelindi.. ve artık, i’lâ-yı kelimetullah yaparken, yani Allah’ın (celle celâluhu) yüce adını, en masum duygu ve düşüncelerle etrafta neşrederken, O’nu engellemeye çalışan insanlara karşı son darbesini vuracaktı ve diyecekti ki: Bundan böyle, Allah adının dört bir yanda anılmasını engelleyemeyecek ve O’na açık sineleri baskı altına alamayacaksınız.
Evet, O’nun Nam-ı Celîli bir yere takılıp kalmamalı, bütün sinelere girmeli ve bütün gönülleri huzura kavuşturmalı. Bütün engelleri bertaraf etmek için, i’lâ-yı kelimetullah maksadıyla, “i’lâ-yı kelimetullah”ı esaret altında kalmaktan kurtarmak, onun yapılmasını bütün insanlıkça prensip olarak kabul etmek, fikir ve düşünce hürriyetine giden yolları açmak için, Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine, Mekke’de insanca yaşama hakkı tanımayan o gözü dönmüş kâfirlere son darbesini indirecekti.
Ayrıca, Müslümanların, o güne kadar kazandıkları bütün mal ve menalleri ellerinden gitmişti. Zira, Allah Resûlü ve arkadaşları Mekke’den uzaklaştırılırken, beraberlerinde fazla bir şey götürememiş, mallarını mülklerini, servetlerini Mekke-i Mükerreme’de bırakmış, öyle hicret etmişlerdi. Ve Mekkeliler, Müslümanların gözlerinin önünde, bu malları develerin sırtlarına yükleyip, Şam’a, Yemen’e götürüyor ve satıyorlardı. Şimdi Medine civarından geçecek olan kervandaki mallar onlarındı ve bunu mutlaka almalıydılar.
Bir de, sağda solda Müslümanların önlerini kesen, onları tehdit eden, Müslüman olan herkese akı-karayı seçtiren, kimilerinin mızraklarla göğüslerini delen ve ciğerlerini dışarı çıkaran, kimilerini yurtlarından yuvalarından eden düşmanlar mutlaka sindirilmeliydi.
Evet, onlara son darbeyi vurmak suretiyle diyecekti ki; kuvvet onların elinde değil, kuvvet hakkın elindedir ve kim hakka teslim oluyorsa, Allah (celle celâluhu) onu kuvvetli kılacaktır. Bugün olmasa da yarın, bütün kuvvetler, güçler hakkın eline geçecektir ve bir gün gelecektir ki, sözü hak söylecek, gönüllere hak düşüncesi hâkim olacak; insana ve insanla gelen yüce mânâya herkes temenna duracak ve saygı gösterecektir. Ve işte Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), bunun kavgasını veriyordu.
Bu arada, kavim ve kabilelerden mütehayyir, ortada kalmış olanlar vardı. Bunlardan bazıları İslâm’a girmek istiyorlardı ama, Kureyş’in zulüm ve işkencesinden korkuyorlardı. Bu mütehayyir ve müteredditler, ayaklarını kaldırıyor, fakat adımlarını atamıyorlardı.
İşte, bunlara adım attırma sırası gelmişti. Kuvvetin Allah’ın (celle celâluhu) elinde olduğunu ve kuvvet dengesinin Medine lehinde değiştiğini gösterecek ve onlara itminan verecekti. “Korkmayın, tasalanmayın, inanıyorsanız, yani mü’min iseniz, Allah (celle celâluhu), er geç size fereç ve mahreç ihsan edecek; kapıları, pencereleri sonuna kadar açacak ve siz huzura, saadete, mutluluğa uyanacaksınız!” diyordu.
O, böyle diyordu.. müteredditler de Bedr-i Kübrâ sonunda anlayacaklardı ki, artık kuvvetler yer değiştiriyor. Mekke’deki küfür yobazlarının bize yapacağı bir şey kalmadı diyecek ve Medine’ye, medeniyetin başkentine, medeniyet düşüncesiyle gelen O yüce insan, Hz. Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) yönelecek ve “La ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” hakikatiyle yeni bir anlayışa uyanacaklardı.
a. Bedir’deki Kuvvetler
Allah Resûlü, sahih meğâzî ve siyer kitaplarının nakline göre, Bedr’e 305 insanla çıktı. Bulunup bulunmadıkları ihtilâflı olanlarla bu rakam 313’e ulaşıyor.1 Bazı kitaplar bu rakamı Hz. Dâvûd’un arkasında, Câlût’la savaşan askerin sayısına denk tutarlar.2
Evet, bu iki dönemde de insanlığın kaderini değiştirme operasyonu yapılmakta, karanlığa karşı ışık ordusuyla gidilmekte, haniflik gerçeğinde, İshak zirvesiyle İsmail zirvesi temsil edilmekte olduğundan her iki ordunun sayısı da 313 olabilir.
Evet, Muhyiddin İbn Arabî’nin Füsûs’unda anlattığı gibi, birinin başında hilâfeti temsil eden Hz. Dâvûd, diğerinin başında ferdiyet ve gavsiyeti temsil eden makam-ı ferdiyetin sahibi, ferd-i ferîd Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) vardı.
Bedir ordusunun 2 adet süvarisi, 30-40 adet de devesi vardı. Müslümanların bu kadar az imkânlarına ve iki atlarına mukabil, karşı tarafın tam 200 atı bulunuyordu. Bir ata karşılık 100 at. Bir süvariye karşılık 100 süvari kavga edecektir. Müslümanların 310 askerine mukabil, karşı tarafın asker sayısı 1000’e yakındı.3 Bu, her insanın, 3-4 insanla yaka paça olması demektir.
Kureyş, o güne kadar, askerlik sanatı adına bilebildiği şeylerle donattığı bir orduyla.. yani o günün şartlarına göre tam tekmil ve musallah bir ordu nasıl olursa, işte o şekilde silahlandırılmış olarak gelmişti. Allah Resûlü ve ordusu ise, oraya kadar o beş-on devenin sırtında nöbetleşe gelmişlerdi.. hem de 200 km’lik bir mesafe katederek…
Bunları bilmekte fayda var; zira çöl, yaz, sıcak, Ramazan ayı, halk oruçlu ve 200 km’lik bir mesafenin aşılması… Çöl nedir? Bedir nerededir? Hacca gidenler bunu az çok bilirler. Bugün o yollarda benzin istasyonları var. Onları ve bazı vahamsı yerleri yok farz etseniz -ki bunlar çok yeni şeyler- gözünüzün kestiği kadar kum göreceksiniz. Yer yer fırtınalar uğuldayacak, sizi tehdit edecek ve siz bu arada iki aylık yolu birkaç güne sıkıştırmaya çalışacaksınız.. Hem de yürüyerek.
İşin bir diğer yanı da, Müslümanlar, Kureyş kervanını tehdit gayesiyle yola çıkmışlardı. Ne var ki murad-ı ilâhî başkaydı ve onlar istemeyerek bu noktaya sevk olunmuşlardı. Allah (celle celâluhu) Enfâl sûresinde kendi muradını şöyle anlatır:
وَإِذْ يَعِدُكُمُ اللّٰهُ إِحْدَى الطَّائِفَتِيْنِ أَنَّهَا لَكُمْ وَتَوَدُّونَ أَنَّ غَيْرَ ذَاتِ الشَّوْكَةِ تَكُونُ لَكُمْ وَيُرِيدُ اللّٰهُ أَنْ يُحِقَّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ وَيَقْطَعَ دَابِرَ الْكَافِرِينَلِيُحِقَّ الْحَقَّ وَيُبْطِلَ الْبَاطِلَ وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَ
“Allah iki taifeden birini size vaad etmişti; siz kuvvetsiz olanın size düşmesini istiyordunuz. Oysa, suçluların hoşuna gitmese de hakkı ortaya çıkarmak ve bâtılı tepelemek için Allah, sözleriyle hakkı ortaya koymak ve inkârcıların kökünü kesmek istiyordu.”4
b. Buluşma Noktasına Doğru
Allah (celle celâluhu), bunu murad ettiği için, Müslümanların arzusu, niyeti başka olsa bile, evirip çevirdi ve onları kervanla değil de muharip birlikle karşı karşıya getirdi. Müslümanlar, kervanı takip edip, kıstırıp mallarını geri almak niyetindeydiler; hâlbuki Cenâb-ı Hak onlara, bir daha ebedî olarak mallarını başkalarına kaptırmama yollarını açıyordu. Evet, Müslümanlar, kâfirin başına öyle bir yumruk indireceklerdi ki, kâfir bir daha kendine gelemeyecek, sürekli sendeleyip duracaktı.
Artık bundan böyle işte اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلَا يُعْلَى عَلَيْهِ fehvâsınca, Hak galebe çalacak ve hiçbir şey Hakk’ın üzerine çıkamayacaktı. Allah, bunu murad ediyordu. Kim ne murad ederse etsin مَا شَاءَ اللّٰهُ كَانَ وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ “Allah neyi murad ediyorsa o olur. Allah’ın olmasını murad etmediği de olmaz.”5; وَمَا تَشَۤاؤُونَ إِلَّا أَنْ يَشَۤاءَ اللّٰهُ “Allah dilemedikçe siz hiçbir şeyi isteyemezsiniz.”6 esaslarına göre.. Allah (celle celâluhu), Bedir’e gidilmeyi murad buyurmuştu. O’nun Habib-i Edib’i de bunu seziyordu.
Gökler bir başka türlü bakıyordu o mübarek Ramazan’da adım adım Kadir Gecesine doğru gidilirken, zemin bir başka türlü tebessüm ediyordu. Hatta Bedr’e vardıkları zaman, orada kendi sınırları dahilinde, sekîne yağmurunun yağması, başka bir mânâ ifade ediyordu. Toz toprak yatışmış… kuyular su ile dolmuş ve yağmur damlalarıyla beraber âdeta melekler de inmişti.. vâkıa, melekler de inmiş ve mü’minlerin nişanlarını takıp, size benzemek için böyle yaptık demişlerdi. Ve o gün, mü’minlerin parolası “Ehad! Ehad!”dı.7 Herkes “Allah bir!” deyip kükreyecekti. Urbaları bembeyaz, tıpkı kefenler gibi. Çünkü oraya gelirken; “Nerede düşmanla karşılaşırız, nerede onunla yaka-paça oluruz, ne olur ne olmaz, bizi biraz ötede huri ve gılmanlar karşılayacak.” deyip, Arafat’ta hacıların elbiseleri gibi bembeyaz urbalar giymiş öyle geliyorlardı. Öyle bir geliyorlardı ki görmeye değerdi…
Bu mübeccel sefere iştirak edememe burukluğunu yaşayanlar da vardı. Rüyasında bile Resûl-i Ekrem’in yanından ayrılmayı düşünmeyen Enes b. Nadr da bunlardandı.. Bulunamamış ve bir sene bu hicranla yanıp tutuşmuştu. Hicran ki en müessir duadır. İsterseniz, ben de sizlere, ızdırap ve hicran talebinde, mâsivâ ile alâkalı hicran talebinde bulunayım: (Allah (celle celâluhu), ızdırabı, çileyi, hicranı zihinlerinize, kalblerinize saçsın ve uykularınızı kaçırsın!)
Evet, perişan milletimiz ve sizin gibi düşünen perişan milletler için ızdırap içinde yatıp kalkma, ızdırapla inleyip durma, öyle müthiş bir duadır ki, bin rekât namaz kılsanız, hatta bu namazı Kâbe’de eda etseniz bin defa tavafta bulunsanız, sonra da el açıp yalvarsanız yine ızdırap duasının ve muzdaribin duasının seviyesini tutturamazsınız. Evet ızdırapta ağzınızı açıp “Yâ Rabbî!” demediniz ama, ızdırabınız size uyumayı haram kıldı. Sabaha kadar fasılasız düşünüp durdunuz.
“Ah benim Türkistan’daki kardeşlerim, ah benim Afganistan’daki kardeşlerim! Kim bilir yine hangi bacımın baş örtüsüne el uzatıldı? Kim bilir nerede hangi anam kıstırıldı ve ırzına tecavüz edilmek istendi? Cumâbâlâ’daki kardeşlerim, Gümülcine’deki kardeşlerim, Sofya’daki kardeşlerim, İskeçe’deki kardeşlerim!. Ve camilerin izi bile kalmayan o koca sultanların camilerle donattığı Kavala’daki kardeşlerim! Ve daha neredekiler, neredekiler…”
Evet, ızdırap öyle müthiş bir duadır ki, bu dua Allah’a doğru teveccüh ederken, bütün gök ehli “Âmin!” der. Izdırap, mü’minin kıymetler üstü kıymete ulaştığı bir andır. Ve o an mutlak duayla daha da verimleştirilmelidir. O an ki, insanın şakakları zonklar, kasıklarına sancı girer ve ellerini kasıklarına koyup ızdırapla döner. Çünkü o anda din kardeşleriyle ve kendi gibi düşünenlerle beraberdir. Zaten biz de, bunu gerçekleştirmek için varız. Bunu yapamayacaksak bizim için yerin altı da birdir, üstü de birdir. Zilletle yaşamaktansa; yani, benim insanımın, benim milletimin hakkına tecavüz edilecek de benim elimden bir şey gelmeyecekse bizim için yerin altı yerin üstünden daha hayırlıdır.
Sahabe de Bedir’e işte bu anlayışla güle oynaya gelmişlerdi. Çünkü önlerinde Cennet vardı.. ebediyet vardı ve Allah hoşnutluğu vardı. Melekler, o gün onların o tavırlarını öyle beğenmişlerdi ki, onlar “Ehad! Ehad!” dedikçe âdeta semalar deliniyor ve aşağıya tabur tabur melek iniyordu. Sanki daha Bedir başlamadan, Bedir’in zaferini kutlamak ve o zafer adına bir şehrâyin, bir donanma gecesi tertip etmek için melekler yeryüzüne iniyorlardı. Gören görüyordu; başlarında beyaz sarıklar ve sırtlarında beyaz urbalar. Niçin beyaz urbalar? Çünkü sahabe Bedir’e gelirken beyaz urbalarla gelmişti. Dillerinde parola, “Ehad! Ehad!” Evet, böyle karşılıyorlardı oraya gelirken, ruhları gibi simsiyah elbiseler içinde gelen Mekke müşriklerini ve kocamış küfür babalarını.
Bedir’e güle oynaya gelen sahabenin biri, güle oynaya bir ağacın başına çıkmış hurma yiyordu. Allah Resûlü’nün: “Bugün kim Allah’a iman ederek ve sevabını Allah’tan (celle celâluhu) bekleyerek burada savaşıp ölürse Cennet’e girer.” bişaretini duyunca dakika fevt etmeden elindeki hurmaları savurdu ve: “Bunların eliyle ölmekle Cennet’e gireceksem, bu cana minnet!” dedi, sonra da düşman saflarına dalıverdi. O gün bu sahabi Bedir’de muradına ermişti.”8
Esasen bu arzu, onların müşterek duygu ve düşünceleriydi. Onun için oraya şevk u tarâb içinde gelmişlerdi.. Bu, öyle önemli bir dinamiktir ki hiçbir gücün bunu aşması mümkün değildir.. ve işte bu asker, bu ruh, bu şuur içinde hazırlanmıştır.
Böyle güle güle ölüme giden askerle savaş edilmez! Çünkü o âdeta elinde iki can taşıyor, yani dünyayı da ukbâyı da hakir görüyor ve sadece “Allah” diyor, yollara düşüyor. Başa çıkılmaz bu ihlâs ve rıza topluluğuyla..
c. Sistemli Ordu
Bedir sayesinde çöl, aynı zamanda sistemli bir ordu görüyordu. Bu ordu sayesinde çapulculuk tarihe karışacak ve dünya bir yeni sistemle tanışacaktı. Zira, bu ordunun başında, insanlığa sistem getiren, nizam getiren, âhenk getiren insan vardı.
…وَوَضَعَ الْمِيزَانَأَلَّا تَطْغَوْا فِي الْمِيزَانِوَأَقِيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلَا تُخْسِرُوا الْمِيزَانَ
gibi âyetlerle,9 insana bakan, onu anlatan bir sûrede üç defa mizanın, dengenin, âhengin ehemmiyetini anlatan Allah (celle celâluhu), mizan emrini, mizan disiplinini en güzel şekilde temsil eden Hz. Muhammed Mustafa’yı (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir mizan ve denge insanı olarak, düzenli bir ordunun başında Bedr’e göndermesinden daha tabiî ne olabilirdi!
Keşif kolları vardı ve cahiliye bunu bilmiyordu. Bu keşif kolları, doğrudan doğruya hayatın içinde, öylesine pişmiş, yetişmiş kimselerdi ki, böyle ikinci bir kadro göstermek mümkün değildi.
Bu keşif kolları, 20’ye yakın seferiyle çölü didik didik etmiş ve sırf bir tatbikat olsun diye değil, doğrudan doğruya hâdiselerle boğuşa boğuşa yetişmişlerdi. Hasımları ile karşılaşma, onlarla yüz yüze gelme.. açıktan açığa onlarla hesaplaşma ve yer yer en mahrem noktalara kadar sokulma.. en has toplantı yerlerinde velvele olup inleme.. evet, bütün bunların hepsi onları öyle yetiştirmiş ve öyle bilemişti ki.. aynı eğitimden geçmeyen birinin onlarla baş etmesi mümkün değildi. Düşman nerededir? Düşman haberlerini ulaştıran ulaklar nerededir? Kervan nerededir? Yol emniyeti nasıl temin edilir? Bütün bunları çok iyi biliyorlardı. İlk defa çölde, hatta belki de insanlık tarihinde, böyle yıldırım hızı ile hareket eden keşif kolları Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) sayesinde gün yüzüne çıktı.
Nasıl mı? Bakın, askerlik ve istihbaratla iştigal etmemiş o Zât, bir ordu tertip ve teşkil ediyor. Yol emniyeti sağlanıyor. 200 km’lik bir mesafeyi yaya ve deve yürüyüşü ile katediyor. Ve bununla beraber yolda herhangi bir engelle karşı karşıya kalmıyor; çünkü O’nun o yıldırım timleri, o âna kadar çölü, 20 defa taramışlar “Rota şurasıdır, güvenli yol burasıdır-şurasıdır.” tespitini yapmışlar ve bu sayede bir yabancı kuşa, kendilerine ters bakan bir kartala dahi rastlamadan Bedir’e kadar emniyet içinde gelmişlerdir. Ve bu çok önemli bir meseledir.
d. Kuyuların Bulunduğu Noktaya Doğru
Ordunun ârâm edeceği yer, Bedir kuyularının başıdır. Düşman da orayı yakalamak isteyecektir. Düşman, iki yüz atlısı ile, hızla oraya doğru gelmektedir. Ama, firaset ve akıl almaz hız, mü’minleri onların önüne geçirmiştir. O havalide Bedir, suyun bulunduğu tek yerdir. Ve bu suyun başı Müslümanlar tarafından tutulmuştur. Böylece Kureyş, bir kere daha felç edilmiş oluyordu.
Bu esnada keşif kolları, kervan nerede, onu da iyi takip ediyorlar. Burada işi hallederlerse, onun hakkından da gelmeyi düşünecekler; zira o kervanda, Mekke’de bıraktıkları mallar var. Onu mutlaka istirdat etmelidirler. İşin hukukî gereği olarak mallarını, gasbedenlerin ellerinden geriye almalıdırlar.
Mü’minler, bu mülâhaza ile planlar yapıyorlardı ama, Allah (celle celâluhu), başka bir şey murad etmişti. Küfür, bütünüyle sindirilecek ve bir daha başkaldıramayacaktı.
Allah Resûlü, ordusunu, sağ-sol-merkez birliklerine ayırmıştı.. ve bu, o güne kadar bilinen şeylerden de değildi. Bunlardan merkez, muhacirîn ve ensarın ileri gelenlerinden teşkil edilmişti ki bunlar, Allah Resûlü’ne ölümüne biat etmiş kimselerdi. Tek başlarına da kalsalar, verdikleri sözden dönmeleri mümkün değildi. İşte, merkez kuvvetine böyle insanlar yerleştirilmişti.
Bu insanların başına da yine birçok defa rüşdünü ispat etmiş Hz. Ali ve Sa’d b. Muaz (radıyallâhu anhümâ) getiriliyordu. Bunlardan biri muhacirînin, diğeri de ensarın başına getirilmişti.10
Hz. Ali ki, hususî faziletle sahabenin en büyüğü idi. Umumî fazilette ilk üç halifenin, ondan üstün olduğuna dair umumî kanaat ve ittifak vardır. Fakat hususî durumu, Allah Resûlü’ne cibillî yakınlığı, o haneye ait bazı esrara vukûfiyeti, Allah Resûlü’nün neslinin ondan devam etmesi ve bütün evliyânın sertâc-ı ibtihâcı olması.. evet, bütün bu durumlarda, onun bir eşi daha yoktu. Yedi yaşında Müslüman olmuştu. Küfrün tozu toprağı onun eteklerine asla bulaşmamıştı. 9 yaşlarındaydı ki, Allah Resûlü, Kureyş’in ileri gelenlerine: “Bana içinizde yardımcı olacak kim var?” dediğinde elindeki su testisini bırakıp, eliyle göğsüne vuran ve: “Ben varım yâ Resûlallah!” sözleriyle kükreyen bir yiğitti.11
Yaşı 17’ye ulaştığında ve Allah Resûlü hicret edeceği zaman ona, kendi yerine yatmayı, yani ölmeyi teklif etmişti.. etmişti de bu çiçeği burnunda delikanlı, bu teklifi Cennet’e davet gibi, sevinerek kabul etmişti.12 Evet, Hz. Ali, hayatında hiç tereddüt soluklamamış bir insandı ve bu koçyiğit, Bedir’de muhacirînin başında bulunuyordu. İsabetine kurban olayım. Allah Resûlü nasıl da adam seçmesini biliyordu!
Sa’d b. Muaz’a (radıyallâhu anh) gelince, o da ayrı bir fazilet âbidesiydi. Sadakati herkesçe müsellemdi. Ve daha sonra aldığı yara sebebiyle ölüm yatağına düşünce, söylediği sözler, bunun en güzel şahidiydi. O gün şöyle demişti: “Allahım, eğer Senin uğrunda bir savaşa daha iştirak edeceksem beni yaşat. Yoksa beni hemen huzuruna al!”13 Ve o hastalığında vefat etmişti. Cenazesi teşyî edilirken, Allah Resûlü, parmaklarının ucuna basa basa yürüyordu. “Niye yâ Resûlallah?” diye soranlara da: “Bütün gök ehli, bu cenazeyi teşyi için indi, yere basmaya utanıyorum!” cevabını veriyordu. Bu ne seçme, bu ne yerinde intihapdır!
Ve işte bunlar, merkezi tutuyorlardı. Kumandan, zilletle yaşamaktansa izzetle ölümü tercih edecek insan olursa, asker kaçar mı? Onun, kellesini verdiği yerde asker vermez mi? Zaten, asker de şehitlik arayarak gelmişti oraya kadar! Allah Resûlü de bu merkezin içinde yani bu etten kemikten kalede muhat bulunuyordu. O’nun kılına bile dokundurmazlardı vallahi! Çevresindeki bu ölüm idealli insanlar, bütünüyle bertaraf edilmeden O’na ulaşmak mümkün değildi.
İşte O, böyle bir merkezin başında bulunuyordu. Merkezin umumî bayrağını Mus’ab b. Umeyr taşıyor.14 Bu ne müthiş manzara, bu nasıl seçmedir! (Uhud’da inen bir kılıç, sağ kolunu götürüyor, sancağı sol eliyle tutuyor. Bir kılıç da o kolunu götürünce, “Allah Resûlü’ne karşı, tek kalkanım kaldı, vur, bir de boynuma vur!” diyen15 ukbâya göre programlanmış bir ruh, Mus’ab (radıyallâhu anh), elinde bembeyaz bayrakla merkezde duruyor. Sağ cenah, sol cenah güzelce tabyelenmiş ve az ileride öncü kuvvetler yerlerini almış emir bekliyorlar. Arkadan da redif takımlar geliyor. Başlarında Kays İbn Ebî Sa’d (radıyallâhu anh).. teker teker tırnaklarını sökseniz “Of!” demeyecek kadar mukavim ve kararlı bir insan…
Öyle bir sistemle geliniyor ki o güne kadar, o günün erkân-ı harpleri, böylesini ne görmüşler, ne de biliyorlar! Zaten Kureyş’in belini kıran hususlar da işte bunlardı.. Allah Resûlü’nün, oraya değişik bir sistemle gelmesi, daha baştan onların köhne sistemlerinin hiçbir işe yaramadığını ilan ediyordu. Allah Resûlü, farklı bir sistemle; onlar ise, darmadağınıklık ve eski usullere mukayyet idiler.
Ayrıca Allah Resûlü, ordusunun içinde bulunuyordu ki, bu da Müslümanlar için ayrı bir güç, ayrı bir dinamizm kaynağıydı. Zaten: “Ölürsek beraber ölürüz. Kanım kanınızın; canım da canınızın önündedir!”16 demişlerdi. İmamın, raiyetine emniyet ve güven telkin etmesi çok önemlidir. Ve Allah Resûlü bunu en iyi şekilde yapmıştı: “Canım canınızın önünde; kanım kanınızın önünde, size ilişirlerse bana ilişmiş sayılırlar!” demişti.. diyordu ve bu sözler onların kulaklarında çınlarken, O da, onların aralarında dolaşıyor ve aralarında yürüyordu. Zaten oraya kadar develere nöbetleşe binerek gelmişlerdi. (Canım çıksın, keşke ayağını başımıza bassaydı!) iki kişi de, O’nun bindiği deveye binerek oraya ulaşmıştı. Bu zatlar fevkalâde üzülüyor ve: نَحْنُ نَمْشِي عَنْكَ “Senin namına biz yürüyebiliriz, Sen bin!” diyorlardı; ama, Allah Resûlü, onlara şöyle cevap veriyordu: مَا أَنْتُمْ بِاَقْوَى مِنِّي وَمَا أَنَا بِأَغْنَى عَنِ الْأَجْرِ مِنْكُمَا “Siz kuvvet bakımından Benden daha kavî değilsiniz. Ecr ü sevaba ihtiyaç bakımından da ben, sizden daha müstağni değilim.”17
Evet, bunu zaman ve mekânın Efendisi söylüyordu: “Siz benden daha kavî değilsiniz. Ecr ü sevaba ve Cennet ihtiyacına karşı ben de sizden daha müstağni değilim.” Bu Emirler Emiri, öyle insanlar içinde insanlardan bir insan olmuştu ki, onlarla oturup kalkıyor ve yanlarından hiç ayrılmıyordu. Onlarla aynı sofraya oturuyor, aynı yemeğe kaşık çalıyor ve aynı yeri paylaşıyordu.
Eşitlik ve müsâvât, Fransız ihtilalinden beri insanların dillerine pelesenk ettikleri bir kelime. Acaba o günden beri eşitlik denen, müsâvât denen şeyi hiç gören var mı?!. Onu sadece Saadet Asrı’nın insanı tanıdı, hem de Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) vasıtası ile.
Hayatının en sıkıntılı döneminde, gökler bütün kapılarını O’na açtı ve O’nu bağrına bastı. Evet O, miraca çıktı, Cennet hûrileri teşrifatçı gibi yollara döküldü, melekler başlarını kaldırım taşları gibi ayaklarının altına koydular ve Nizamî’nin dediği gibi: “Yarım hilâl, atının ayakları altında nal hâline geldi.” Cennet: “Kal, gitme!” dedi; fakat O, yine de dönüp insanların arasına geldi. Büyük veli Abdülkuddüs bu hâdiseyi zikreder ve yeminle şöyle der: “Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), kimsenin, ulaşamadığı yerlere ulaştı, Allah’a yemin ediyorum ki, ben oralara çıksa idim bir daha geriye dönmezdim!” Ve bunu bir başka veli değerlendiriyor: “İşte nebi ile veli arasındaki aşılmaz, büyük mesafe!”
Nasıl aşacaksın ki, O, Hz. Muhammed Mustafa’dır (sallallâhu aleyhi ve sellem). Evet O, Allah katında bu durumda, görüldüğü gibi, kendisini insanlardan bir insan saymakta ve her hâlinde insanlarla beraber olmaktadır.
İnsanlık, müsâvâtı O’nunla gördü. Ve bir gün bulacaksa yine O’nunla bulacaktır. Bu beklenti, hukukun kendi özünden kaynaklanıp gelişen kaçınılmaz bir realitedir. Ve işte çöl, bu orduyu, çok önemli bu yanıyla da görüyor. Çöl için bu büyük şeref.. o gün çölün etekleri mücevherlerle doluyor ve bu çöl o gün Cennet bahçeleri kadar izzet ve şerefe ulaşıyordu.
Allah Resûlü, orduyu bizzat kendisi tanzim edip mevzilerine yerleştirdi. Ardından merkezde büyükçe bir kuyu kazdırdı. Bu kuyuya, harp müddetince yetecek kadar su dolduruldu. Daha sonra da diğer kuyuların hepsi körletildi.18 Düşman kuyulara güvenip, hazırlıksız gelecek ve kuyuların durumunu görünce de tamamen kolu-kanadı kırılacaktı ve öyle de oldu…
Ordunun tanzim şekli mükemmel olduğu gibi, hareket tarzı da fevkalâdeydi. Askerler, nerede ok, nerede mızrak ve nerede kılıç kullanacaklarını çok iyi biliyorlardı. Sağ cenah ne zaman, sol cenah ne zaman harekete geçecek, arka kuvvetler ne zaman müdahalede bulunacaklar, hepsi zamanlama açısından çok güzel ayarlanmıştı.
Hele Efendimiz’in kendi otağını kurduğu yer, o kadar üstün bir firasetle seçilmişti ki, en büyük erkân-ı harp -ki bu O’ydu- ancak bu kadar isabetli bir yer seçebilirdi. Bütünüyle harp sahasına hâkim bir yere otağını kurdurdu. Sağ cenah, sol cenah, arka kuvvet, olduğu gibi görünüyordu. Ayrıca göndereceği haberler ve askerlere ulaşması gereken taktikler ânında duyurulabilecekti. Artık, her şey tamam, az sonra harp başlayacak.. ve müşriklerin o musallah kuvveti karşısında, 5-10 şehitle, kendilerinden 3-4 kat daha fazla düşmanı hâk ile yeksân edip geçecek. Daha önce de işaret edildiği gibi, Efendimiz o gün askerlerine parola da vermişti. Herkes “Allah bir!” mânâsına “Ehad! Ehad!” diyecekti. Ehad, Allah’ın (celle celâluhu) ismidir. Allah’tan (celle celâluhu) başkasına “Ehad” denmez. Ehad zâtında birdir.
قُلْ هُوَ اللّٰهُ أَحَدٌ ki, tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rubûbiyeti ifade eden bu mübarek sûrede: “De ki Allah birdir.”19 denilmektedir. O, öyle birdir ki, ikincisi yoktur. “Vâhid”in ikincisi, “İsneyn”dir. Ama “Ehad”in ikincisi yoktur. Ehad, rakamlar içinde tektir. İkincisi, üçüncüsü olmaz. Yani Allah isneyniyeti muhal birdir. O gün parola “Ehad! Ehad!”dır. Ve onlar “Ehad! Ehad!” dedikçe, sanki verâların verâsından bir ses onlara; “Lebbeyk kullarım!” demektedir. “Ehad” isminin parola olarak seçilişinde bir hikmeti bu ise;
İkincisi de, parola, Mekkeli tarafından o güne kadar bilinmeyen bir husustu. Mü’minler bu sayede hem birbirleriyle irtibat sağlıyor, hem de hep bir ağızdan ve tek ses hâlinde, öyle gür bir sadâ çıkarıyorlardı ki müşriklerin kalbi korkuyla çarpıyordu. Zaten hepsinin üzerinde kefen bezleri gibi beyaz elbiseler, onlara ayrı bir dehşet salıyordu. Hak cephesi ise “Ölümü hangi köşede yakalayabiliriz?” düşüncesi içinde idiler. Evet, mü’minler sadece bunun hesabını yapıyorlardı.
e. İlk Mübareze
Genel tanzim mahfuz, teker teker her strateji için ânında kararlar veriliyor ve Allah Resûlü tarafından tatbike sunuluyor ve bunlarda hiçbir falso olmuyordu. Önce üç mübariz çıkardı Allah Resûlü. Ensardan olan bu üç mübariz, çok önemli kimselerdi. Ölüme susamış ve durmadan şehadet arayan bu insanlar, değil o anda karşılarına çıkacak müşriklerle, Herküllerle, Gılgamışlarla bile savaşabilirlerdi. Fakat Kureyşliler gururla: “Biz Medine’nin rençberleriyle, çobanlarıyla savaşmayız!” deyip kendilerini helâk edecek kibre sığındılar.
Allah Resûlü’nün beklediği de buydu. Bilemeyiz, belki taktiği de oydu. Bunu siyer yazmıyor ama, zihninde hazırlamış olduğunda şüphe yok. O, قُمْ يَا حَمْزَةُ “Kalk yâ Hamza!” قُمْ يَا عُبَيْدَةُ “Kalk yâ Ubeyde!” قُمْ يَا عَلِيُّ “Kalk yâ Ali!” diyecektir.
Bu ordular kadar büyük üç insanın, ikisi amca çocuğu, birisi de amcası. Ölüme ilk gönderdiği insanlar kendisine neseben en yakın olanlar!.. Karşı taraftan da üç mübariz çıkmıştır: Utbe, Şeybe ve Utbe’nin oğlu Velid. Ve düşman son şokla karşı karşıyadır. Bu en güçlü kabile reisi, iki kardeş ve oğulları Bedr’in ortasında kılıçtan geçirilince, düşmanda moral kalmayacak ve bozguna sürükleneceklerdi.. ve mübareze esnasında öyle de oldu. Karşı tarafın üç mübarizi de, birer bozgun imzası gibi Bedr’in ortasında cansız yatıyorlardı. Müslümanlar şehit namzedi Ubeyde’yi, moral bozma mevkiinden alıp, amcazâdesi Cennet Rehberi’nin huzuruna getirmişlerdi.20
Düşmanın morali bozulmuş; dövüşmeden daha çok dövünüyor.. harp edeceğine çapulculuk yapıyordu. Bir kere, aralarında Utbe’nin, Şeybe’nin ve Velid’in gayretiyle harekete geçen insanlar vardı.. bunların ölmesi, diğerlerini paniğe ve öfkeye sevk etmişti.
Hedefler farklıydı
Her ağızdan bir ses çıkmaya başlamış.. ve orduda âhenk tamamen bozulmuştu.. bu ise onları, Müslümanların ok ve mızraklarına, sonra da kılıçlarına hedef olmaya doğru sürüklüyordu. Allah Resûlü, onlara, şuurlarını alt üst edecek şekilde öyle bir darbe vurdu ki, şaşkın şaşkın sağa-sola koşuyor ve ne yapacaklarını bilemiyorlardı.. zaten, oraya gelirken de bir mefkûreleri yoktu. Kitle ruh hâleti değerlendirilmiş ve kinin, nefretin, öfkenin önünde sürüklene sürüklene oraya gelmişlerdi. Allah Resûlü ise Bedr’e, yüksek bir mefkûre, yüksek bir gayeyi takiben gelmişti: İ’lâ-yı kelimetullah.
Evet, mefkûre çok önemlidir. Ebû Cehil’in, Şeybe’nin, Utbe’nin, İbn Ebî Muayt’ın, Ümeyye İbn Halef’in, niçin savaştıkları belli değildi. Onlar bir hınçla orada insan öldürmeye gelmişlerdi. Yapacakları bu şeyle Kâbe’nin izzeti yükselmeyecek, çevrelerindeki insanlar arasında itibarları artmayacaktı. Eskiye göre hiçbir kazançları yoktu.. olamazdı da, zira oraya bir kinle, bir nefretle, bir gayzla gelmişlerdi.
Mü’minler ise, yüksek bir gayeyi tahakkuk ettirmek için oradaydılar: Evet, Allah’ın (celle celâluhu) yüce adını, cihanın dört bir yanında bayraklaştırma düşüncesi, onların varlık gayesiydi. Herkesin kalbi bu duygu ile atıyordu ve böyle bir dava için ölünse idi değerdi. Çünkü Allah (celle celâluhu) için ölüyorlardı. Allah (celle celâluhu) için ölünce de gidip Allah’a (celle celâluhu) ulaşacaklardı. Allah’ı (celle celâluhu) bulan, hiçbir şey kaybetmemiş, aksine pek çok şey kazanmıştır.
İşte her mü’min, böyle bir düşünce ve böyle bir mefkûre ile savaşıyor ve bu mefkûre ile hayatı istihkar edip hafife alabiliyordu. Karşı taraf ise, hayatı en önemli şey sayıyor ve âdeta yaşamak için yaşıyordu. Şayet Bedir, onlar için zafer olsaydı, Ebû Cehil yemin etmişti: İçki içecek, kadın oynatacak ve eğlenecekti.21 Oysa Müslümanlar orada namaz kıldı, dua etti, Allah’a (celle celâluhu) kurbiyet yollarını araştırdılar.
İşte iki topluluk arasındaki fark, biri âdeta semalarda ve huzur içinde, diğeri ise çukurların en derininde ve ızdırapla kıvrım kıvrım.
f. Ümmetin Firavunu Yıkılıyor
Abdurrahman b. Avf (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Bedr’in tam kızıştığı andı. Allah Resûlü’nün bir avuç kum alıp düşmanın yüzüne saçtığı ve “Yüzleri kararsın!” buyurduğu anda âdeta kelle alınıyor, kelle veriliyor ve her şey kelleler üzerinde dönüyordu. Tam o sırada yanıma sülün gibi iki delikanlı süzülüverdi. Belki de, boyları tutsun diye, Bedr’e gelirken parmaklarının uçlarına dikilenlerdi. 15-16 yaşında iki delikanlı.. biri, sağımdan sokuldu ve bana şöyle dedi; ‘Bana Ebû Cehil’i gösterir misin amcacığım?’ Sordum: ‘Ne yapacaksın?’ Cevap verdi: ‘Allah’a (celle celâluhu) söz verdim. Allah Resûlü’nün bu düşmanını görürsem öldüreceğim!’ (Şimdiye kadar imanın, iman nurunun önünü engelleyen, Kur’ân nurunun neşredilmesine mâni olan bu karanlık ruhu, yemin ettim, vallahi görürsem öldüreceğim!) Öbürü ondan saklıyordu durumunu, sol kulağıma eğildi, O da ‘Amca! Bana Ebû Cehil’i gösterir misin?’ diye soruyordu. Ona da aynı soruyu sordum, ondan da aynı cevabı aldım.
Derken, bir aralık Ebû Cehil’i gördüm.. Parmağımla işaret ettim.. Elimi daha indirmemiştim ki, bir küheylân gibi Ebû Cehil’in yanında bitivermişlerdi.. az sonra da, birkaç kılıç darbesi ile onu yere indirmişlerdi.” İçlerinden biri ciddî yaralanmıştı. Koca yiğit yaralanmıştı ama, insanlık tarihinde küfrü temsil edenlerden biri ve Allah Resûlü’nün “Bu ümmetin firavunudur.” dediği en büyük kâfir de yıkılmıştı.22
Bu yiğitler, Avf İbn Hâris, Muavviz İbn Hâris ki, iki kardeşti. Daha net tanımak isterseniz, bunlar, Uhud vak’asında, oğullarını, kocasını, kardeşini şehit verdikten sonra, Allah Resûlü’nün cübbesine dudaklarını koyup da كُلُّ مُصِيبَةٍ بَعْدَكَ جَلَلٌ “Senden sonra bütün musibetler çok hafiftir!” diyen Sümeyra’nın (radıyallâhu anhâ) oğullarıydı.23
Ana oydu, oğullar da bunlar… Bir cehalet tepesini aşmış, öbür tarafa geçmişlerdi. Uhud’da umduklarını bulmuş ve Allah’a (celle celâluhu) gidip ulaşmışlardı. Aslında onlar, Bedr’e gelirken de işte bu yüksek idealle gelmişlerdi.
Sözün özü: Allah Resûlü kendisine bütün bir hayat boyu kötülük yapan, insanlığa, hakikate, ilme ve irfana, bunlardan öte iman ve İslâm’a karşı tavır alan işte bu küfür yobazlarına karşı ilan-ı harp ediyor ve onlarla hesaplaşıyordu. Ama, hesaplaşmada, son sözü söyleyeceği âna kadar, adımlarını öyle isabetli, öyle dengeli atıyordu ki, ne bir arıza, ne bir kusur, ne bir falso, ne de fiyasko. Sanki Bedr’e 50 defa gidilmiş; düşmanla 50 defa karşılaşılmış ve sanki o tatbikat, o stratejiler 50 defa tatbik edilmiş gibiydi. Evet, hiçbir yanlışlık yapılmamıştı. Gül bahçesinde yürüyor gibi oraya kadar gelinmiş.. Allah’ın (celle celâluhu) inayet ve keremiyle de zaferyâb olunmuştu.
Zafer, ayrı bir zaferi doğurur. Zira, salih daire içine girilmiştir. (Bu tabir, bazıları tarafından yadırganabilir. Herkesçe bilinen, “fasit daire” tabiridir. -Şimdi de ona, kısır döngü diyorlar.- İsterseniz, biz de bunun zıddına olarak, “salih daire”ye “velûd döngü” diyelim..) Salih daire, iyiliğin iyilik doğurması, fasit daire ise, kötülüğün kötülük doğurmasıdır. Yaptığımız bir yanlışlık, karşımıza değişik komplikasyonlar ve yeni yanlışlıklar çıkaracak, o da bir başka komplikasyon, bir başka yanlışlık, o da daha bir başka komplikasyon, başka yanlışlık.. derken sürüp gidecek.
Evet, silahlar çok iyi hazırlanmış, iyi tabyelenmiş ise, karşınıza hep iyi şeyler çıkaracaktır. “İyilikler, yine iyi şeyler doğurur.” hikmeti, Allah Resûlü’nün ifadesidir.24 Bedir zaferi, bir iyiliktir. Ruhta, gönülde, düşüncede iz bırakacak müthiş bir iyilik ve bir hayırdır. Bu yolda, can pazarında canını pazara çıkarıp mücadele edenlerin, Allah (celle celâluhu), önlerine bin hayır yolunu birden açtı. Sanki onlara: “İstediğinizden yürüyün. Yürüdüğünüz her yoldan zafere gideceksiniz!” diyordu ve öyle de oldu.
g. …Ve Hezimet
Müşrikler, yedikleri bu darbeyle, artık belleri kırılmış ve Allah Resûlü, her an âdeta bir balyoz gibi tepelerinde idi. Uzun zaman bu korku onlara yetti. Eğer, bazı Ebû Cehil taraftarları, yoğun bir tahrik ve propagandaya girmemiş olsalardı, Uhud’da Müslümanların karşısına çıkmaya hiç kimsenin ne cesareti ne de isteği vardı. Kureyş’in Uhud hareketi, bir intikam, bir hınç çıkışıydı. “Ya devlet başa ya kuzgun leşe!” “Ne olursa olsun bunlarla bir kere daha savaşalım!” diyorlardı. Hind’in Ebû Süfyan’ı tahrikleri, bunun en çarpıcı örneğidir. O, şöyle diyordu: “Benim babam öldü, amcam öldü, kardeşim Velid öldü. Sen böyle avrat gibi içeride oturuyorsun; bir avratla beraber oturacağıma, gider annemle otururum!”
Kadınlar, her gün ağlıyor, elbiselerini yırtıyor, avurtlarına bıçak atıyor, yüzlerinden kan akıtıyor ve erkekleri tahrik ediyorlardı. Bir senelik bu tahrik, gözü dönmüş bir sürü müşriki tahrik etti ve Uhud’da Müslümanların karşısına çıktılar. O fasla ayrıca döneceğiz.
Evet, Allah Resûlü, Bedir’de öyle bir balyoz indirmişti ki kafalarına, bir daha Müslümanlarla karşılaşmayı hiç mi hiç düşünmüyorlardı ama, içlerinde öyle bir kin, bir nefret hâsıl olmuştu ki, hiçbir şey onu yatıştıramıyordu. Vâkıa, Allah Resûlü, Bedr’in sonunda onlara bir cemilede bulunmuş, onların kırılan gururlarını, rencide edilen onurlarını tamir etmek istemişti. Meselâ; bütün esirler, zincirler içinde Allah Resûlü’nün huzuruna getirildiğinde o güne kadar Müslümanlara kötülük yapmış bu insanların hepsi kılıçtan geçirilebilirdi. Oysaki Efendimiz, o derin şefkatiyle bunları affetmeyi yeğlemiş ve “Bunları bağışlayalım.” demiştir. Vâkıa Cenâb-ı Hak, esirlerin bağışlanmasındansa, bedelle bırakılmalarını tavsiye edecekti; ama, Resûlullah’ın tavrı böyle incelerden inceydi. O gün bir kısım esirler de okuma-yazma bilmeyen on Medineliye okuma-yazma öğretip salıverileceklerdi. Allah Resûlü’nün bu davranışı da neticesiz kalmayacaktı…
h. Esirlerin Bağışlanmasındaki Hedefler
Evet, bu bir cemileydi… Bir kere, ölüm bekleyen bu insanlara fidye teklifi, onları seve seve fidye vermeye sevk etmişti. Zaten verdikleri; bir zaman Müslümanların Mekke’de kalan mallarından alıp-çaldıkları şeylerin karşılığıydı.
İkincisi: O güne kadar Medine’de, okuma-yazma oranı çok düşüktü. Hâlbuki bu insanlar, ilmin ve dinin neşrine namzettiler. Onun için okuma-yazma öğrenmeye herkesten daha çok ihtiyaçları vardı. Ayrıca, Mekkeli ile Medineli arasındaki kültür farkı, bu sayede Medinelilerin lehine değişecekti.
Üçüncüsü: Medine’de okuma-yazma öğretmek için kalan bu insanlar, İslâmiyet’i yakından görüp inceleme fırsatını bulacaklardı.. ve Mekke’ye döndüklerinde de, hepsi, Allah Resûlü adına, kendi hanelerini fethedebileceklerdi. Zira Allah Resûlü, o müthiş civanmertliğiyle onların hepsinin gönlüne girmiş sayılırdı.
Düşünün ki, Ebû Cehil’in kardeşi İbn Hişam, Müslüman olacağı güne kadar, bir daha Allah Resulü’ne karşı hiçbir muharebeye iştirak etmedi. O, Efendimiz’den öyle bir mürüvvet ve insanlık görmüştü ki, artık O’nun karşısına çıkmaktan utanıyordu. Ve bu durum, hemen hepsinde müşterek bir duyguydu.
Dördüncüsü: Bu esirlerin yakınları ve akrabaları, her gün hayatlarından endişe edip durdukları bu insanları, kıllarına dahi dokunulmadan birdenbire karşılarında görünce, onların gönüllerinde de ılık bir muhabbet havası esmeye başlamıştı. Çünkü, kendileri Müslümanlara neler yapmış ve neler yapmak istemişlerdi ama, işte O, şimdi küfür babalarına böyle davranıyordu. Bir Mekkeli bunu kendi öz evlâdına dahi göstermemişti ve gösteremezdi de.
Bu civanmertlik, hem Mekkelileri, hem de civardaki müttefikleri iyiden iyiye büyülemiş ve eritmişti. Gönüller öyle fethedilmişti ki, eğer Bedir’den sonra, Ebû Cehil kalsaydı, Benî Mahzûm’da Ebû Cehil hanesinde kâfir olarak sadece o kalacaktı. Zira o hane içinde bile herkesin sinesi yumuşayıvermişti. Benî Ümeyye’nin sert siması Ebû Süfyan bile, artık yumuşak davranıyordu. Hind gibi, babasını, amcasını ve kardeşini kaybetmiş bir hanımı olmasına rağmen, bu akıllı ve zeki adam Uhud’da kararlaştırılan ikinci Bedr’e çıkmamıştı. Eğer bir yumuşama söz konusu olmasaydı, daha ciddî kötülükler söz konusu olabilirdi.
Evet, Allah Resûlü, Bedir’le bir salih yola girmiş bulunuyordu. Zira o gün, zalim zalimdi. Hâkim olduğu kuvvetin hakkını eda etme noktasını yakaladığı zaman, beyinleri eziyor, ciğerleri de dişleri arasında çiğniyordu. Nitekim böyle bir fırsatı yakaladığı zaman Hind, Hz. Hamza’nın (radıyallâhu anh) ciğerlerini yamyam gibi çiğnemişti.25 Fırsat bulsaydı Bedir’de de aynı şeyi yapardı. Ama Müslümanın eline böyle bir fırsat geçince, Müslümanca davranıyor ve yüksek insanlık örnekleri veriyordu. Herkesin, nefret ve antipati toplayacağı bir yerde o sempati topluyordu. Bu, bir Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) fetanetiydi. Ve biz zaten cephelerde O’nun iyi bir erkân-ı harp olmasını yine bu fetanetinin bir buudu olarak ele alıyoruz.
ı. Zaferi Getiren Sebepler
Sebepler açısından, Allah Resûlü’nün Bedir zaferini, şu sebeplerle irtibatlandırıp inceleyebiliriz:
Bir kere Allah Resûlü, askerlik adına çok iyi tabyelenmişti. Tek kumandanın emri altında, beraber ve müşterek hareket eden, tek ağıza bakan, tek komutla harekete geçen bir orduyla Bedir’e gelmişti. Bu orduda, fevkalâde bir moral ve müthiş bir iman gücü vardı. Bu iman gücüyle, Cennet yamaçlarını açıkça dünyada bile görüyorlardı. Hatta bu asker, Bedr’in tepelerinde gezerken, adımını, Cennet’in yamacına mı atıyor, yoksa Bedr’in yamacına mı, bunun farkında değillerdi.
Bedir’e işte böyle bir iman ve moral gücüyle gelinmişti. Ayrıca, bu askerlerin hepsi de emre itaatteki inceliği kavrama şuuruyla dopdoluydular. Bazılarının kelleleri gitse bile, bu şehitlerin yanındaki insan, emir almadan o mevzuda bir şey yapmayacaktı. Herkes, Allah Resûlü’nün emirlerine kulak kesilecek ve dikkat edecekti.
Evet, emrin bir merkezden çıkması, muharebenin gelişme seyri içinde çok önemlidir. Bunun için Allah Resûlü gerekli olan şeyi yapmış ve bu merkezî otoriteyi çok sağlam bir blokaj üzerine oturtmuştu. Ayrıca, çok mükemmel bir haber ağı kurmuştu. Otağını kurduğu yerden her tarafı rahatlıkla gözetliyor.. yer yer iniyor, askerlerinin arasında dolaşıyor.. ve cephede kendine göre gevşeklik gördüğü yerlerde bizzat bulunuyordu ki bunu Hz. Ali (radıyallâhu anh), وَنَحْنُ نَلُوذُ بِرَسُولِ اللّٰهِ وَهُوَ أَقْرَبُنَا إِلَى الْعَدُوِّ “Biz Resûlullah’a sığınıyorduk; O, düşmana en yakın idi.”26 sözüyle anlatmaktadır.
Ama, hele bir O’na dokunmaya görsünler, etten kemikten bu kaleye toslar ve dağılır giderlerdi. Evet O, hep onların arasında bulunuyor ve onlara moral veriyordu. Aralarında geziyor ve: “Allah (celle celâluhu) sizinle beraberdir ve sizi teyit edecektir.” diyordu. Bu moral gücüyle, bu itaat ve inkıyat anlayışıyla herkes dimdikti. Cennet’e gidiyor gibiydiler.
Zaten, o günün şartlarına göre tam bir askerî düzen vardı. İyi tabyelenme, sağ cenah nedir, sol cenah nedir, merkez nedir, merkez kuvveti nedir, ihtiyat kuvveti nedir? Bunlara verilecek cevap, askerliğin ta kendisidir. Ve o gün, Allah Resûlü, bütün bu unsurları yerli yerince yönlendirmiş bir askerdi. Meselâ; askerlik itaattir; bütün acemi eğitimi süresince askeri itaate alıştırırlar.
Evet, emre itaatteki incelik çok önemlidir. “Yat!” yatacaksın, “Kalk!” kalkacaksın. Allah Resûlü, askerlerini oraya gelinceye kadar zaten itaate alıştırmıştı. Orada da komutan otağ-ı hümâyûnu Bedr’in bir tepesine yerleştirmiş her şeyi oradan gözetliyordu. O, emir veriyor ve onlar da emre itaat ediyorlardı. Zaten askerini oraya kadar öyle bir imanla yetiştirmiş ki, âdeta bu savaş, hayatı istihkar edenlerle, hayata talip olanlar arasında yapılmaktaydı.
Birileri, gül bahçesinden gül koparmak istiyor, öbürü de kanını döküp gül büyütmek, gül yetiştirmek istiyor. Biri: “Hayatın şu yükünü sırtımda taşıdığım yeter, açılsa da Cennet kapıları girsem ve onun yasemenliklerinde reftâre yürüsem!” Öbürü de: “Ah bir sapasağlam geriye dönebilsem, bir içki içsem, bir rakkâselere raksettirsem ve hayattan kâm alsam!” diyordu.. evet, burada, hayatı istihkar edenlerle hayatın kulları savaşıyordu. Bu, cemaat karşısında, darmadağınık yığınların savaşıydı.. ve savaşın neticesi daha baştan belliydi. Çünkü burada nizamla-nizamsızlık savaşıyordu.
Arz ettiğim gibi, ordunun içinde bir gedik açılır ya da bir yerde bir diş kırılır veya bir yaralanma olursa, Allah Resûlü, hemen orayı takviye buyurur ve askerler, Allah Resûlü’nü önlerinde görünce daha bir civanmerdâne savaşırlar ve o gedik hemen kapanıverirdi. Zaten sürekli taktik farklılığı kudsîlerin en belirgin vasfı. Öyle ki Bedr’e gelirken de, çok farklı taktikle gelinmişti. O bunları çok fazla yazıya da dökmüyordu; zira yazıya dökülen taktiklerin, karşı tarafça elde edilmesi her zaman muhtemeldi.
Allah Resûlü, kafasında olanları öyle planlıyordu ki, en hassas ölçüleri dahi nazardan kaçırmıyordu. Bugün, haritalar üzerinde yazılıp çizilen.. ve taslak planlarla ancak ifadesi mümkün olan manevraları O, hep kafasında kuruyor, ânı ve zamanı gelince de, kafasında kurup planladığı hususları takbik ediyordu. Bedr’e öyle bir strateji ile gelmişti ki, düşman düşünüyor, taşınıyor, 50 tane casus gönderiyor ve bir şey koparamıyordu. Harbin sonuna kadar, Allah Resûlü nasıl hareket edecek, ne yapacak, nasıl davranacak, sırdaşları ve has kumandanları müstesna, kimsenin bundan haberi yoktu. Oysaki, düşman hep karambole savaşıyordu. Allah Resûlü’nün ordusu ise, gözü açık, nereye ok atacak, mızrağı nereye salacak her hususta bilerek hareket ediyordu.
Evet, strateji çok önemlidir.. ve ben, günümüze ait bazı hususlar istisna edilecek olursa, bunca ilerlemiş olmamıza rağmen henüz bu seviyede bir stratejiye vâkıf olduğumuz kanaatinde değilim!
i. Cepheden Ayrılma Mü’minin İşi Değildir
Önemli bir diğer husus da, kendisinden emir geleceği âna kadar fertlerin, hissî hareket etmemeleri ve ölesiye oldukları yerde kalmalarıydı. Hatta bozgun mukadder olsa bile, “Kuzgun leşe” deyip yerlerinden ayrılmamalarıydı. Zaten, Kur’ân da onlara:
يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُۤوا إِذَا لَقِيتُمُ الَّذِينَ كَفَرُوا زَحْفًا فَلَا تُوَلُّوهُمُ الْأَدْبَارَ
“Ey iman edenler! Savaş için ilerlerken, inkâr edenlerle toplu hâlde karşılaştığınızda, onlara arkanızı dönüp kaçmayın!”27 demiyor muydu?
Bir tek kişi bile kalınsa kaçılmayacaktı. Ben, ne zaman Viyana bozgununu hatırlasam, yüreğim sızlar ve kendi kendime şöyle derim:
Keşke, Merzifonlu’nun etrafındakiler, son neferine kadar orada ölseydi de hiçbirisi kaçmasaydı. Kim bilir belki de orada idbâr, ikbâle dönebilirdi. “Kızıl elma” tarih boyunca alınamadı; belki de alınabilirdi. Ama, hayat tatlı görülünce ve ölüm de endişe edilen bir husus hâline getirilince, hatta Cennet ve iman, mü’minin nazarında ikinci, üçüncü mesele hâline gelince; dahası dünya, mü’minin gözünde büyüyünce Allah (celle celâluhu), mü’minin mehâbetini aldı.. mü’min, mehâbetsiz kalınca da kâfir gelip galebe çaldı. Artık, mü’mini görseler dahi ondan korkmuyorlar, gözünün içine baka baka onu aldatıyor ve onunla alay ediyorlar.28
Mü’mine, harp meydanından kaçmak yakışmaz. O, orada doğranabilir ama, yine kaçmaz. Tarih bunun binlerce misaliyle doludur. Ve hepsi de bu civanmertliği ve gözüpekliği âdeta Bedr’in aslanlarından öğrenmişlerdir. Bu savaş, ileride geleceklere de örnek olması bakımından çok önemlidir.
Yermuk’te 20 bin kahraman, 200 bin Bizanslıya karşı savaşmıştı. O da Bedir gibidir. Tabiî ki bu zafer aynı ruh ve şuuru paylaşan insanların omuzunda bayraklaşmıştı. Düşünün ki o gün, Yermuk’te, binlercesi gibi oldukça farklı bir kahraman daha vardır. Adı, Hayyâş b. Kays… Öğle vakti ayağı bir kılıç darbesiyle kopar da bundan hiç haberi olmaz. İkindi vaktine doğru, zafer mü’minlerin lehinde neticelenmiştir ve bu bahadır, attan inmek istemektedir. Her zaman olduğu gibi ayağını yere doğru atarken boşluğa gider ve yere yuvarlanır. Ne olduğunu anlamak için doğrulup ayağa kalkmak isteyince, işi anlar; o gün ayağı kendinden önce Cennet’e gitmiştir.29
Öyle savaşıyorlardı ki ne dünya, ne de ukbâ umurlarında değildi. Onlar, Yunus’un diliyle, “Bana Seni gerek Seni!” diyor, her yerde O’nu solukluyorlardı.
Savaşta kaçmak, büyük bir cürümdür. Bu mevzuda Cenâb-ı Hak, bir ölçü getirmiş ve geri çekilmeler, ancak bu ölçü çerçevesinde değerlendirmeye tâbi tutularak tecviz edilmiştir. Ve hiç kimse bu ölçüyü kendi heva, heves ve düşüncesine göre yoruma tâbi tutamaz. Ölçü şu âyetle çerçevelenmiştir:
وَمَنْ يُوَلِّهِمْ يَوْمَئِذٍ دُبُرَهُ إِلَّا مُتَحَرِّفًا لِقِتَالٍ أَوْ مُتَحَيِّزًا إِلَى فِئَةٍ فَقَدْ بَۤاءَ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِ وَمَأْوَاهُ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ
“Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı dışında, o gün arkasını dönüp kaçan kimse, Allah’tan bir gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer de Cehennem’dir. Bu ne kötü bir dönüştür!”30
Mute’nin kahramanları, geriye döndüklerinde, Allah Resûlü’nün huzuruna çıkamamışlardı. Hepsi de hicap içindeydi. Kendilerini harp kaçağı şeklinde mütalâa ediyor ve saklanıyorlardı. Efendimiz ise, onları bağrına bastı ve yukarıdaki âyetle onlara teselli verdi. “Siz kaçmadınız. Bana dehalet ettiniz. Toparlanıp yine gideceksiniz.”31 dedi. Evet, eğer geriye çekilme olacaksa komutanın emriyle ve bu mülâhaza içinde olacaktı.
Burada diğer önemli hususlardan biri de, kumandanın her an askerinin başında olmasıdır. Tarih şahittir ki, ne zaman İslâmî bir devletin başındakiler, ordularının başında bulunmuşlarsa, ekseriyetle hep muzaffer olmuşlardır. Ve belli bir dönemde Osmanlılar’da olduğu gibi, ne zaman da padişahlar sarayda oturmaya başlamışlarsa gerileme, gevşeme ve çözülme baş göstermiştir. Kanunî, 46 senelik saltanatını hep at sırtında ve cepheden cepheye koşarak geçirmiştir. Devleti zirvede tutabilmesinin en büyük sırrı da -Allah’ın inayetiyle- işte budur.
Yukarıdan beri arz etmeye çalıştıklarımızla gördük ki, Bedir de diğer zaferlerimiz gibi, Allah yolunda, Allah’a güvenilerek ve şartlarına riayet edilerek, yani sebeplere tutunarak elde edilmiş bir zaferdir. Evet, Allah Resûlü, bütün fiilî duaya ait hususları tamamladıktan sonra, orada da ellerini açmış ve Rabbine dua dua yalvarmıştı. Bu iki dua birleşince de, Cenâb-ı Hak, mü’minlere parlak bir zafer nasip etmişti.
Arîz ve amîk olmasa da, siyer ve meğâzînin bize intikal ettirdiği ölçüde, size Bedr’i intikal ettirmeye çalıştım. O, mükemmel bir askerdi. Bu mükemmel asker bir avuç serdengeçtisiyle, falsosuz, fiyaskosuz, Rabbinin takdir buyurduğu noktaları tutuyor ve biz, O’nun başarılarının alnında hep: “Muhammedün Resûlullah” gerçeğini okuyoruz.. evet, O niçin başarılıdır?
Çünkü Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın (celle celâluhu) Resûlü’dür. O, Cenâb-ı Hakk’ın talimiyle, terbiyesiyle ve Allah’ın iyi bir asker kılmasıyla iyi bir askerdi. Evet O, dersini Allah’tan (celle celâluhu) alıyordu. Çünkü O, bir vazifeliydi. Bu mevzuda O’na bahşedilen en büyük mazhariyetlerden biri, Allah’tan (celle celâluhu) gelen emirleri, bütün incelikleriyle anlayıp değerlendirebilecek olan “Fetanet-i A’zam”dı. Bu, akıllara durgunluk veren akıl; (Cerbeze yapan, kendine göre bir yol tutup giden değil) ilâhî maksatları, Allah’ın (celle celâluhu) emir ve isteklerini arızasız, kusursuz anlayan akıl demekti.
Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu, ferman-ı ilâhî olan Kur’ân’la, kâinat kitabındaki gerçekleri telife muvaffak olan tek insandır. Evet, Kur’ân ne diyorsa, daha evvel Allah’ın (celle celâluhu) ilim pergeline göre işlenmiş, kudret ve irade ile ortaya konmuş, meşîet-i ilâhî ile meydana getirilmiş kâinat kitabı da, aynı şeyleri anlatmaktadır. Bu iki kitabı tevfîk etmede, daha doğrusu, bu tevfîki kavrayıp ifade etme ve hayata geçirmede Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) tektir, müstesnadır ve eşi-menendi yoktur.
2. …Ve Sarp Yokuş Uhud
Şimdi de, Allah’ın (celle celâluhu) inayetiyle, Uhud’a dönerek, bir de Uhud zaviyesinden, O muhteşem asker, O Büyük İnsan ve O menendi olmayan Nebi’nin, Uhud’da ortaya koyduğu firaset ve fetaneti beraber takip etmeye çalışalım. Mü’minin münafıktan ayrıldığı Uhud, vefalının vefasızdan ayrıldığı Uhud, yiğidin kalleşten ve korkaktan ayrıldığı Uhud, Nebi’ye gerçekten bağlı olanın, yüreğinde zaaf olandan ayrıldığı Uhud… O hep ürpertilerle anılacaktır.
Allah Resûlü, bir gün Uhud’un eteklerinden geçerken, uzun uzadıya bu dağa bakmış ve أُحُدٌ جَبَلٌ يُحِبُّنَا وَنُحِبُّهُ “Uhud öyle bir dağdır ki o bizi sever biz de onu!”32 buyurmuştu.
Yukarıda da arz ettiğim gibi, bu söz, 14 asır öteden, Uhud’a karşı kalbinde bir küskünlük duyabileceklere, sanki Uhud’un müdafaası gibidir. Allah Resûlü, bir yanlış anlayışla, Uhud’a vefasızlık ve uğursuzluk isnadında bulunulmasın diye, gönüllere su serpmiş ve rencide olan Müslüman onura, başka sebep ve sâiklerin bulunduğuna işarette bulunmuştur.
Evet, Asr-ı Saadet’te, Müslümanların onuru, Uhud’da olduğu kadar, başka hiçbir karşılaşmada kırılmamıştır. Bu doğrudur; fakat sebep, Uhud değildir. Hatta Uhud, Müslümanların paniğe kapıldığı saatlerde onları himaye bile etmiştir. Esbap planında ona sığınmışlar ve mutlak bir mağlubiyetten kurtulmuşlardır.
Netice itibarıyla, Allah Resulü’nün bir başka derinliğini ortaya çıkaran hezimet görüntülü muvakkat sarsıntıda asıl sebep, bazı münafıkların, işin başında ordudan ayrılarak, Müslümanları arkadan vurmaları.. ve yine daha işin başında, Müslümanların kuvve-i mâneviyelerini sarsmaları.. bu arada, ashabın, kendi seviyelerine denk emre itaatteki inceliği tam kavrayamamış olmaları.. meşru da olsa, bazılarında ganimet arzusu belirmesi gibi şeyler sıralanabilir.
Her ne sebebe bağlı olursa olsun, Uhud’da küçük bir sarsıntı geçirildiği muhakkaktır. Ve bunu Uhud’a bağlamak hiç de doğru değildir. Onun içindir ki, Allah Resûlü, Uhud’u sevdiğini ifade buyurmuş.. ve bu vehmi zihinlerden silmiştir.
Şimdi, evvelâ Uhud’a nasıl gelindi, Uhud savaşına sebep olan sâikler nelerdi? Bundan kaçınılması mümkün değil miydi? Söze buradan başlayarak, önce Uhud’un bir tahlilini yapmaya çalışalım ki, bu mağlubiyet gibi görünen savaşta dahi Allah Resûlü, eşsiz bir erkân-ı harp ve nazîrsiz bir askerî deha -O’nun için bu tabiri kullanma caizse- olduğu ortaya çıksın.
Bedir hezimeti, Mekke müşriklerinin gayz ve kinini iyice körüklemişti. Bilhassa, Bedir’de yakınları ölenler, durmadan Mekkelileri harbe kışkırtıyor ve tahrik ediyorlardı.
Bu tahrikler; Mekkelilere de münhasır kalmadı. Ka’b b. Eşref vasıtasıyla, Medine içinde de fitne ateşi tutuşturulmaya çalışılıyordu. Ka’b b. Eşref, şiirleriyle Müslüman kadınlara iftiralar atan ve mü’minleri birbirine düşüren tipik bir yahudiydi. Hatta o yılan dilini, Allah Resûlü’ne bile uzatmaktan çekinmezdi. Tabiî, Müslümanlar bu durumdan çok rahatsız olurlardı ama, her defasında Resûlullah’ın tedbir, temkin ve sabrına takılırlardı.
Seriyye tertibini, onlar da öğrenmişti. Yaptıkları saldırı ve yağmalarla Medine halkının kuvve-i mâneviyesini kırmaya çalışır ve yer yer bunda muvaffak da olurlardı.
İşte Bedir’den sonra, bir sene boyunca hep böyle tahribat yapıldı. Vücuda musallat zararlı mikroplar gibi, Mekkeliler de artık Medine’ye musallat olmuşlardı. O emin ve medeniyetin beşiği olmaya namzet beldenin, bütün zararlı mikroplardan korunması gerekiyordu.. ve Allah Resûlü de işte bunu yaptı.
İslâm’ın en azılı düşmanı Kâ’b b. Eşref, bu dönemde öldürüldü. Çünkü O, büyük bir ihanet şebekesinin başındaydı. Öldürülmesi mutlak bir zaruret hâline gelmişti. Muhammed b. Mesleme bu zarureti yerine getirdi.33
Benî Kaynuka yahudileri, gemi azıya almış, sürekli serkeşlik yapıyorlardı. Bu arada bir Müslüman kadına sarkıntılık yaptılar; sonra çıkan kavgada karşılıklı adam öldürmeler oldu. Bu da yetmiyormuş gibi, kalelerine güvenip, Allah Resûlü’ne meydan bile okudular. Küstahça, “Sen harp bilmeyen Kureyşlilerle savaştın, eğer bizimle savaşırsan, harbin ne olduğunu, o zaman görürsün!” dediler.
Allah Resûlü de, her zaman Müslümanlara saldıran ve daha büyük saldırılar planlayan bu nâmertlerin üzerine yürüdü. Yaptıklarına pişmanlık duyup teslim oldular ama, güven vaat etmediklerinden Allah Resûlü de onları Medine’den sürdü.34
Medine artık, yavaş yavaş Emin Belde hâline geliyordu. Bu arada Mekke, bütün şiddetiyle kaynamaya devam ediyordu. Ebû Süfyan, Müslümanlardan intikam alıncaya kadar yıkanmayacağına yemin etmişti. Hatta bir ara Benî Nadîr yahudilerinin bulunduğu mıntıkaya kadar gelmiş, Müslümanlara ait bir iki yeri de kundaklamıştı. Müslümanların geldiğini duyunca da Mekke’ye kaçmıştı…35
Allah Resûlü’nün kurduğu haber ağı, kesintisiz işliyor ve bütün olup bitenleri saati saatine merkeze ulaştırıyordu. Bu arada bir haber daha geldi. Kureyş, çoluk-çocuk, kadın-erkek kim varsa hepsini, hatta bazı kabilelerden yandaşlarını da alarak Medine’ye doğru ilerlemekteler.
Allah Resûlü, kurultayını toplayarak istişare etti. Kendi düşüncesi, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapma merkezindeydi. Çünkü, Bedir’de nasıl Kureyş, hiç beklemediği bir strateji ile karşılaşmıştı, şimdi de öyle olacaktı. Kureyş, Bedir’deki tecrübeleriyle, kendini bir meydan muharebesine hazırlayarak geliyordu. Eğer Medine’de kalınıp müdafaa yapılsaydı, durumları uzun süre muhasaraya müsait olmayan Kureyş, ümitsiz bir bekleyişten sonra geldiği yere dönüp gidecekti. Allah Resûlü, bu düşüncelerini, yaklaşık olarak şöyle izah buyurdu: “Çocuk ve kadınları emniyet içinde kalabilecekleri yerlere yerleştirelim. Sonra da Medine’nin kenar mahallelerinde Kureyş’e karşı müdafaada bulunalım.”36
Efendimiz, bu strateji ve taktik ile şu hususları düşünüyordu:
a. Müslümanların esas gaye ve hedefi harp değildir. Onlar, emniyetin temsilcileridir.
b. Ancak, hak ve hakikati neşretmelerine mâni olmak istendiğinde, onlar bu mâniayı ortadan kaldırmak için her şeyi göze alır ve harp ederler.
c. Müslümanlar, saldırıya uğradıklarında dini, vatanı, ırzı, namusu müdafaa için savaşırlar.. ve gerekirse, bunun için can verir ve can alırlar. Bu da onların en meşru haklarıdır.
Etrafta, mütehayyir, hâdiseleri izleyen insanlara verilecek bu tür imajlar çok mühimdir ve Allah Resûlü, bu imajı yerleştirmek için müdafaa harbini tercih etmekte idi…
a. Uhud Öncesi Meşveret
Allah Resûlü, müdafaa harbi yapacaktı.. düşünceler bu noktada temerküz ediyordu. Bu arada bir de rüya görmüşlerdi: O, “Kendi zırhının içine girmiş ve bir kısım sığırlar boğazlanıyor, mübarek kılıcının ağzı bir diş atıyor.” Bu rüyayı kelimesi kelimesine şöyle tabir buyurdular:
“Bu zırh bizim için Medine’nin içidir, müdafaa harbi yapalım. Onlar saldırsınlar, biz onları burada karşılayalım. O boğazlananlar, benim ashabımdır. Oraya gitmeyelim. Kılıcımın ağzından bir parçanın kopması ve diş atması, yakınlarımdan birisinin ölmesi demektir.”
Evet, Allah (celle celâluhu), göstermiş, tenbihte bulunmuş ve Habib’ine bir sinyal vererek âdeta; “Onlara müdafaa harbi yapın.” demiştir. Rüyada Resûlullah’ın kılıcının ağzından bir parça kopmuştu ki, bu, Hz. Hamza’nın şehadetine işaretti. Evet, Allah’ın Aslanı Hamza, bu muharebede şehit olacaktı.37
Bu sırada Bedir’de bulunmayanlar da vardı ki, bunlar da şehit olmak için hep dua ediyorlardı. Allah (celle celâluhu), onların dualarını da kabul buyuracaktı.
Meselâ, Enes b. Nadr “Allah beni müşriklerle bir karşılaştırırsa!” diyor ve şehitlik arıyordu. Yani Enes ve emsali: O hangi gündür, o günün adı nedir ki, ben o gün şehit olur, şehadet kanı ile abdest alır ve bu hâlimle Allah’ın huzuruna çıkarım mülâhazası içindeydi.. ve onlar bunu ciddî bir istek ve önü alınmaz bir arzu ile bekliyordu. Bütün bir sene hep bunu heceleyip durmuşlardı. Elbet böyle bir dua reddolunmazdı ve olmadı.38
Kim bilir daha niceleri aynı arzu ve istekle yanıp tutuşuyor ve dua dua Allah’a (celle celâluhu) yalvarıp bir meydan muharebesi talep ediyordu ki, O’na da şehitlik kapısı açılsın.
Abdullah b. Cahş, Amr İbn Cemûh, Sa’d İbn Rebî, hepsi de şehitlik bekleyen ukbâ buudlu insanlardandı. Keza, Sümeyra Hanımın (radıyallâhu anhâ) çocukları da şehitlik bekleyen kimseler arasındaydı. Şehitlik onların her gece rüyaları ve hülyaları olmuştu. O gün bunlar, orada, meşverette ağır bastılar.
Allah Resûlü, meşveretle meseleleri topluma mâl ediyordu. O öyle davranacaktı ki, harekete iştirak eden her fert, fikren o işe sahip çıksın. Böylece, her fert, içinde kendi düşünce ve görüşü de olan meseleye daha çok omuz verecekti. Çünkü o da, fikren o düşünce örfanesine iştirak etmiş oluyordu. Gerçi Allah Resûlü vahiyle müeyyetti. Ama, bazı kimseler, daha sonra kadere taş atmasın, “Şöyle olsaydı, böyle olsaydı…” demesinler diye, evvelâ meşveret ediyor, sonra meşverette kendi içtihatlarını da ortaya koyuyordu.
Gençler: “Yâ Resûlallah! Bedir’de olduğu gibi yapalım: Dışarı çıkalım, ‘Hodri meydan!’ diyelim, yüz yüze, göğüs göğüse vuruşalım. Bizi bu şerefli mücadeleden mahrum etme!” diyorlardı.39
Evet, bunlar, Bedr’i örnek alıyor ve böyle harp etmek istiyorlardı. Hâlbuki Allah Resûlü, tatbik ettiği bir stratejiyi, ikinci muharebede tatbik etmeye taraftar değildi. Düşman daima sürprizlerle karşılaşmalıydı. Ne var ki gençler, alternatif düşüncede ısrar ediyorlardı. Büyükler meseleye muttali olduklarında ise, Allah Resûlü, çoktan zırhını giymiş, kılıcını kuşanmış bulunuyordu. Bunların gelip, gençlerin ısrarlarından vazgeçtiklerini bildirmeleri, meseleyi artık değiştiremezdi. Zira o zaman da bir kısım fikir ayrılıkları ve değişik mahzurlar doğuracaktı.
Evvelâ, karar verdikten sonra karardan dönülmesi, başka kimselere de baskı yapma ve fikirleri istikametinde zorlama düşüncesi verecekti ki, bu da fasit bir daire içine girilme demekti. Hâlbuki verilen karardan dönmek ve fertlerin duygu ve düşüncelerine göre durmadan karar değiştirmek, sıradan bir liderin dahi yapmayacağı bir yanlışlıktı. Elbetteki liderler lideri İki Cihan Serveri, böyle bir yanlıştan müberra ve münezzehti.. müberra ve münezzeh kalacaktı.
İkincisi: Eğer müdafaa harbi yapılır ve ezkaza bazı arızalar zuhur ederse, baştan bu işe gönüllü olmayanlardan çeşitli uygunsuz sözler duymak.. en azından böyle bir düşünce her zaman ihtimal dahilindeydi.
Üçüncüsü: Yapılacak müdafaa harbinde, elde edilecek her türlü ganimet, -kazanılacak şeref ve izzet de dahil- hiçbir zaman bir meydan muharebesindeki kadar olmazdı, olamazdı da. Bu da yine, gayr-i memnunların çıkış yapmalarına sebep olabilirdi.
İşte bütün bu ve benzeri sebeplerden dolayı Allah Resûlü şöyle buyurdu: “Bir nebi zırhını giydikten sonra, Allah onunla düşmanları arasında hükmünü vermedikçe, ona zırhını çıkarmak yakışmaz!…”40 Çünkü Allah O’na: فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ “İstişare ile karar verip azmettiğinde, Allah’a güven ve O’na tevekkül et!”41 buyurarak kararlılığı emrediyordu.
Evet, yoldaki her tereddüt, arkadakilerin kalbine korku ve tereddüt salar. Her yeni hareket halkı değişik fikirlere sevk eder ve teşettüt-ü ârâ (görüş dağınıklığı) olur. Bu da dağılıp çözülmelere yol açardı.
Gerçi Allah Resûlü, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapmak istiyordu. Fakat meşverette, meydan muharebesi yapma fikri ağır basınca, istişare istikametinde karar verdi ve bir daha da kararından dönmedi. Bunun akıbeti ne olursa olsun dönmezdi de. Zira, millet ve devlet hayatında “meşveret” gibi çok önemli bir esasın tespit edilmesi uğrunda, 70 değil 70 bin şehit de olsaydı Allah Resûlü, o yolda yürüyecekti…
Bedir, doğrudan doğruya bir fetihti, Uhud da en az Bedir kadar fetihtir.
b. Uhud’a Doğru
Allah Resûlü, derhal Uhud’a doğru hareket emri verir. Asker Uhud’u tutacak ve böylece düşmanın Medine’ye taarruzu önlenecekti. Kadın ve çocuklar emin yerlere yerleştirildi. Eğer düşman Medine’ye girmiş olursa, arkadan kıskaca alınacak ve böylece düşman hareketsiz hâle getirilecekti. Anında karar verilmişti ama, alternatif stratejiler de vardı.
Uhud’un eteğine varıldığında harp vaziyeti alındı, Müslümanlar, bütünüyle 700 kişiydi. Daha önce orduya iştirak etmesine rağmen Abdullah b. Übey b. Selûl, 300 adamını alarak, kendi dediğinin olmadığını ileri sürmüş ve ordudan ayrılmıştı.42 Müslümanların arasında zırhlıların sayısı 100 kadardı. Sancak yine Mus’ab b. Umeyr’e (radıyallâhu anh) verilmişti.43 Süvarilerin başında ise Zübeyr b. Avvam (radıyallâhu anh) vardır. Zırhsız askerlerin başında da Hz. Hamza (radıyallâhu anh) bulunuyordu..
… Ve okçular… Düşmanın arkadan gelmesine mâni olmak üzere önemli bir yere yerleştirilen bu okçuların başında Abdullah b. Cübeyr (radıyallâhu anh) vardı. Allah Resûlü, o gün okçulara ısrarla şöyle demişti: “Siz, bizim arkamızı koruyun.. ve zinhâr yerinizden ayrılmayın. Bizi ganimet paylaşıyor görseniz bile yerinizi terk etmeyin. Ve yine bizim cenazelerimizi kartallar kapıp götürüyor olsa bile bulunduğunuz yerde kalın!.”44
Allah Resûlü tam tekmil kendisine düşen şeyleri yapmıştı. Bu defa saf şeklinde değil de değişik bir taktik uygulayacaktı. Ordusunu Uhud’un bağrına çekecek, düşmanı kıskaç içine alacak ve onları okçularla kıstıracaktı. Sonra bir kısım ölüm fedailerini; İbn Cahşları, ölüm arayan Mus’ab İbn Umeyrleri, Ebû Dücâneleri ve aslanlar aslanı seyyidina Hz. Hamzaları düşmanın bağrına salacaktı…
Bedir’de parola “Ehad! Ehad!”tı. Uhud’da ise “Öldür! öldür!” mânâsına “Emit! Emit!”di.45 Burada taktik de parola da değişmişti; Müslümanlar, Allah ve Resûlü aşkına, kendilerini koruyacak ve düşmanı öldüreceklerdi.
Savaş planı düşünüldüğü gibi hazırlanmış.. ve Allah Resûlü elinde tuttuğu kılıcı göstererek: “Hakkını vermek şartıyla bu kılıcı isteyen var mı?” buyurmuşlardı. Bütün sahabe coşmuş ve herkes bu kılıcın kendisine verilmesini istemişti ama, herkesi herkesten daha iyi tanıyan Allah Resûlü, gözleriyle kılıcın asıl sahibini arıyordu. Derken kılıcın asıl sahibi Ebû Dücâne sordu: “Yâ Resûlallah! Bu kılıcın hakkı nedir?” Allah Resûlü: “Eğilip bükülünceye kadar harp etmektir.” buyurdu. O da: “Hakkını vermek üzere bu kılıcı bana ver yâ Resûlallah!” dedi.. ve artık kılıçla gerçek sahibi buluşmuştu. Ölüm sarığını başına sardı ve düşman saflarına daldı.
Ensar, Ebû Dücâne’yi (radıyallâhu anh) çok iyi bilirlerdi. O, al renkli sarığı sardığı zaman, artık ölüme gidiyor demekti.. ve bu esnada kimse Ebû Dücâne’nin (radıyallâhu anh) karşısında bulunmak istemezdi ve bulunamadı da. Biz, yukarıda geçen konuşmayı sadece Ebû Dücâne (radıyallâhu anh) ile Allah Resûlü arasında geçmiş bir konuşma olarak biliyoruz.46 Hâlbuki Uhud’un sonunda görülecekti ki, Ebû Dücâne (radıyallâhu anh) gibi daha niceleri var!
Abdullah b. Cahş (radıyallâhu anh), kendisini öldürecek bir hasımla karşılaşmak için Allah’a (celle celâluhu) dua etmektedir. Aman Allahım, bu nasıl ukbâ ve ebediyet mülâhazasıdır! Hamza’nın (radıyallâhu anh) kükreyişleri, aslanların ödünü koparacak gibidir. Ve bu ölüm fedailerini düşmanın bağrına salmak, hiç beklenmedik bir stratejiydi ki, Ebû Süfyan, Bedir hesapları yaparken, yeni bir şaşkınlık yaşıyordu. Evet, Uhud’da karşılaştıkları hiç de Bedir’dekilere benzemiyordu. Hele, “Ölüm! Ölüm!” nârâları, Kureyşlileri sıtmalılar gibi tir tir titretiyordu.
Evet, müşrikler böyle bir şey beklemiyorlardı. Beklemedikleri için de birdenbire bozguna uğramışlardı ki, işte Uhud’un birinci safhası buydu. Bu birinci safhada, Allah Resûlü Medine ile Uhud arasında, sırtını Uhud’a vererek okçularını uygun bir yere yerleştirmiş, onlara: “Sakın yerinizden kıpırdamayın!” demiş, sonra da aslanlarını düşman ordusu üzerine salmış ve düşmanı bozguna uğratmıştı.. hem öyle bir bozguna uğratmıştı ki, kaçanlar kendilerini bir anda kadınların çadırlarında buldular. Bu arada Ebû Dücâne (radıyallâhu anh) ta merkezde korunan, Ebû Süfyan’ın hanımı Hind’in yanına kadar gidip ulaştı; hatta kılıcını kaldırıp tam başına indireceği zaman “Allah Resûlü’nün kılıcını bir kadının kanı ile kirletmeyeyim.” mülâhazasıyla geriye döndü.47
Bütün sahabe, bu kadar başarı ile, kendilerine verilen rolü çok iyi oynamış, vazifesini bihakkın yerine getirmiş ve mücadele etmenin hakkını vermişlerdi. (Allah (celle celâluhu) ebeden onlardan razı olsun.)
Âl-i İmrân sûresi, sanki Uhud’da mücadele veren bu insanları destanlaştırmaktadır. Geçmiş peygamberlerden misallerle, onların etrafını alan yiğitler tablolaştırılıp tasvir edilirken Allah Resûlü’nün etrafındaki bu bahadırlara da telmihler yapılmış ve şöyle denmiştir:
وَكَأَيِّنْ مِنْ نَبِيٍّ قَاتَلَ مَعَهُ رِبِّيُّونَ كَثِيرٌ فَمَا وَهَنُوا لِمَۤا أَصَابَهُمْ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ وَمَا ضَعُفُوا وَمَا اسْتَكَانُوا وَاللّٰهُ يُحِبُّ الصَّابِرِينَوَمَا كَانَ قَوْلَهُمْ إِلَّا أَنْ قَالُوا ربَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَإِسْرَافَنَا فِۤي أَمْرِنَا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَفَاٰتَاهُمُ اللّٰهُ ثَوَابَ الدُّنْيَا وَحُسْنَ ثَوَابِ الْاٰخِرَةِ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
“Nice peygamberlerin yanında Rabb’e kul olmuş savaşan rabbanîler vardır ki, Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşememişler, yılmamışlar ve boyun eğmemişlerdir. Allah sabredenleri sever. Onların dedikleri ancak şu idi: ‘Rabbimiz! Günahlarımızı, işimizdeki aşırılıklarımızı bize bağışla, sebatımızı artır, inkârcı topluluğa karşı bize yardım et!’ Bu yüzden Allah, onlara dünya nimetini de ahiret nimetini de fazlasıyla verdi. Allah işlerini iyi yapanları sever.”48
Âyet, rabbanîleri anlatıyordu. Ama tarihî tekerrürler zaviyesinden anlatılanlar, Uhud’da kavga veren insanlardı. Zaten bu âyetler Uhud münasebetiyle nazil olmuştu.
c. Uhud’un Safhaları
Uhud’da üç ayrı tablo vardır:
ca. Birinci tablo:
Allah Resûlü’nün alelacele verdiği kararların başarı ve muvaffakiyetle neticelenmesi tablosudur. Gerçi bu bölümde de birkaç şehit verilmişti. Ama Seyyidina Hz. Hamza, Ebû Dücâne, İbn Cahş (radıyallâhu anhüm) düşmanı ekin biçer gibi biçip geçmişlerdi. Ve açık bir zafer kazanılmış, düşman da bozguna uğratılmıştı. Bu esnada kadınlar, yollarda kaçışanların ayaklarından tutup, kaçmayı önlemeye çalışmış ve “Bu size yakışmaz!” diye yalvarmışlardı ama, kaçmaya yüz tutmuş Mekke ordusunu durdurmak mümkün değildi.
Bu karşılaşmada, Müslümanların sayısının, münafıklar ayrıldıktan sonra 700 kişi kadar olduğunu mevsuk tarihler söylüyor. Karşı tarafın gücü ise üç bine yakındı. Bu da takriben Müslümanların beş katı demekti. Yani her fert, beş insanla savaşmak zorundaydı. Kureyş, kadınlarını, çocuklarını da getirmişti. Bunlar def çalıyor ve askeri coşturuyorlardı. Müşrik ordusu tam tahkim edilmiş, hazırlıklı idi, ama, Müslümanın fendi karşısında, Bedir’de olduğu gibi, burada da yine bozguna uğramışlardı. İşte tam bu esnada emir dinlememe gibi bir tali’sizlik oldu ki, biz buna “zelle” diyoruz. Zira, onlar mukarrabîn, yani Allah’a (celle celâluhu) çok yakın ve sanki O’nu görüyor olma mevkiinde bulunuyorlardı.
Bizler, İslâm ve iman mevkiinin insanlarıyız. İman ediyor, İslâm’ı yaşıyor ve ötesinde daha derinliklere akıl erdiremiyoruz. Onlar ise, Allah’ı (celle celâluhu) görüyor gibi ibadet etme mevkiinde bulunuyor ve her şeyi bizden çok farklı görüyorlar; hatta çok defa kemmiyetsiz, keyfiyetsiz lâhûtî derinlikler müşâhede ediyorlardı. Bu kadar yakın olduklarından dolayı, kalblerinden ve kafalarından geçecek şeylerden dahi muaheze olabilirlerdi. İşte orada hafif bir çözülme.. ve Allah Resûlü’nün hezimette zafer çıkarma stratejisine giden yoldaki sarsıntı bir mukarrabîn okşanmasıydı.
Evet, zaferden sonra da Allah Resûlü, Uhud’da başarılıdır. Bir kısım tarihlerin yazdığı gibi, Uhud, hezimet değildir. Ben şahsen burada “hezimet” tabirini çok ağır buluyorum. Ruhen bu kelimeden rahatsız oluyor ve onun yerine “Uhud’da bir aralık sarsıntı oldu.” diyorum.
cb. İkinci tablo:
Düşman hezimete uğramıştı. Kaçan kaçana bir bozgun vardı. Müslümanlar ister istemez Bedr’i hatırladılar. O zaman da düşman ordusu böyle kaçmıştı. Derken işin bittiğine hükmettiler. Sıra ganimetleri toplamaya gelmişti. İşte şurada develer, atlar, sığırlar onları bekliyordu. Düşman, bütün mal varlığını bırakıp öyle kaçmıştı ki, zâhiren gidip ganimet toplamada hiçbir mahzur görülmüyordu. Bu itibarla da, ganimet toplamaya okçular da iştirak etmişlerdi. Her ne kadar Abdullah b. Cübeyr (radıyallâhu anh) onlara Allah Resûlü’nün emrini hatırlatmış idiyse de emrin son sınırındaki espriyi kavrayamamışlardı. Zira ayrılanlar, bu emri, “Savaşın sonuna kadar sebat edin!” şeklinde yorumlamışlardı.. ve işte savaş sona ermişti. Ayrıca onlara göre böyle bozguna uğramış bir ordunun toparlanıp geri dönmesi muhaldi. İşte Uhud’un ikinci tablosu.!
cc. Üçüncü tabloya gelince:
Okçuların yerlerinden ayrılması, cephede bir gedik açmak demekti ki, hayatında hiç yenilgi görmemiş askerî deha Halid’in bunu değerlendirmemesi düşünülemezdi. Ve şimdi fırsat onun eline geçmişti.
Bu esnada Müslümanlar, kılıçlarını kınlarına sokmuş, toplanan ganimetlerle meşguldüler. Kimisi de çadırlarına çekilmiş istirahat ediyorlardı ki; Halid, yıldırım gibi ilerledi, ve kalan birkaç okçuyu da şehit ederek arkadan saldırdı. Müslümanlar tamamen hazırlıksız yakalanmışlardı. Hatta onlar, harbi bitti kabul ettiklerinden, harp esnasında olması gereken gerilimlerini kaybetmişlerdi. Bu da yine Halid’in işine yarayacaktı. Fırsatı değerlendirdi ve o müthiş taarruzunu gerçekleştirdi…
Burada, bir noktaya daha temas etmekte fayda var. Esasen, Uhud’a gelinirken bir gedikle geliniyordu. Efendimiz Medine’de kalalım demişti, onlar dinlememiş ve dışarıya çıkmada ısrar etmişlerdi. Bu, onlar adına bir fasit daireye girmek demekti. Şimdi bu fasit daire, başka bir fasit daire daha doğurmuştu. Allah Resûlü, “Şurada sebat edin, ayrılmayın!” demişken onlar yerlerini terk etmişlerdi ki, bu da onlar için yeni bir zelle ve bir sürçmeydi. Bu sürçmeleri Kur’ân şöyle ele alıyor: إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُوا “Yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytan onların ayağını kaydırdı.”49
Yani, işin başında onlara “Kalın!” dendi, onlar: “Medine dışına çıkıp harp edelim!” dediler. Harp esnasında onlara, “Yerinizden ayrılmayın!” dendi. Onlar ise yerlerinden ayrılıp, ganimet toplamaya, daha doğrusu, bu mevzuda diğerlerine yardım etmeye koyuldular. Birinci söz dinlemeyiş, onlar için bir fasit daireye girişti. Birinci fasit daire, ikincisini doğurdu. Eğer Cenâb-ı Hak, rahmetiyle bu fasit dairelerin devam etmesine mâni olmasaydı, yanlışlıklar birbirini takip edip gidecekti… Rahmetin gazaba sebkat edişi bir kere daha ayân-beyan zuhur etmiş ve o mukarrabîn topluluğuna kanat açmıştı.
Bir de orada, harp bitti diye, ganimet toplamaya koyuldular. Gerçi bu, harbe iştirak eden ve muvaffak da olan muharipler için gayet normal bir hareketti. Ancak, mukarrabîn için bu dahi bir kayma sayılırdı. Nitekim Cenâb-ı Hak, Bedir’de elde edilen ganimetler sebebiyle Habibi’ni dahi ikaz etmişti..50 Hatta Allah Resûlü ve Ebû Bekir (radıyallâhu anh) bu ikaz karşısında hıçkıra hıçkıra ağlamış ve Hz. Ömer (radıyallâhu anh) onları ağlar görünce, o da aynı şekilde gözyaşı dökmeye başlamıştı.51
Onlar, dünyaya meyledemezdi.. aksine ona karşı tavır belirlemeleri lâzımdı. Ganimeti, alalım, götürelim düşüncesi, bize göre mahzursuz olsa bile, o cephede, o meydanda, şehitlerin kanları ile yıkanmış o zeminde mukarrabînin buna tenezzül etmesi daha sonra onları vicdanlarında yakıp bitireceğinden, Allah te’dib-i âcilesiyle bu acı akıbetten onları sıyanet buyurdu. Ama, bir gedik daha açılmıştı. Musibet, musibeti unutturur gerçeği çizgisinde her yeni musibet, bir öncekini unutturacak kadar âdeta katlanarak geliyordu. Meselâ; en sonunda bütün musibetleri unutturacak olan, Efendimiz’in kuşatıldığı, hatta şehit edildiği şâyiası onlara, her şeyi unutturmaya yetti.. bereket versin, tam Efendimiz’in bulunduğu yere kadar ulaşıldığı esnada, Efendimiz etrafında, sesini duyurabileceği kimselere sesini duyurmuş ve o ilk tahşidat ile çevresinde etten kemikten bir kale teşekkül etmişti.
Nice kadınlar ellerinde sargılar, bellerinde mataralar, yaralılara su vermek ve yaralarını sarmak için oraya gelmişlerdi.. tabiî başlarında da Ümmü Umâre (radıyallâhu anhâ), tarihin şerefle yâd edeceği büyük kadın.. beyini ve oğullarını göndermişti, onlar savaşacaklardı. Kendisi de belinde matara, elinde sargılar, yaralıları tedavi için orada bulunuyordu.
Gördüğü manzara dehşet vericiydi. Allah Resûlü’nün etrafında etten kemikten bu kale parça parça olup devriliyor ve hain eller adım adım O’na doğru yaklaşıyorlardı. Aslında bütününü doğramadan hatta onları kütükte doğranan bir et hâline getirmeden, Allah Resûlü’nün semtine sokulmaları mümkün değildi. Orada artık, her gayz ile bilenen kılıç, O’nun için bileniyor, her nefretle atılan ok, O’nun için atılıyor, her kalkan mızrak, O’na doğru kalkıyor, ama bütün bunlar gidip bir mü’minin bağrına saplanıyordu. Bir an gelmişti ki kırılmadık kol, kesilmedik baş kalmamıştı.
Tam bu esnada Allah Resûlü, üzerine gelmekte olan bir grup gözü dönmüşü göstererek: “Bunlara karşı kim çıkacak?” deyince Nesibe (radıyallâhu anhâ) elindeki sargıları, belindeki matarayı atarak: “Ben yâ Resûlallah!” cevabını vermiş ve müdafaa hattında yerini almıştı. Artık şimdi o, bir dişi aslan gibi elindeki kılıçla sağa sola saldırıyor ve Resûlullah’a yaklaşanları biçip geçiyordu.
Oraya sargı sarmak, yaralıları tedavi etmek için gelmişti ama, iş başa düşünce âdeta aslan kesilmişti. O, Allah Resûlü’nün önünde mücadelesini devam ettirirken oğlunun kolunun bir kılıç darbesiyle kesildiğini görür, koşar onu sargı ile sarar ve elini sırtına vurarak: اِذْهَبْ فَقَاتِلْ أَمَامَ رَسُولِ اللّٰهِ “Git, Resûlullah’ın önünde savaş evlâdım!” der ve savaş mevkiine döner. O kadar yakın savaşıyordu ki, âdeta Allah Resûlü’nün fısıltılarını duyuyordu. Sırtında, elin içine girip saklanacağı kadar derin bir yara açılmış, kanlar içinde, O, Allah Resûlü’nün fısıltılarını, Allah Resûlü de onun fısıltılarını duyacak kadar birbirlerine yakınlar.
O çocuğunu savaşa gönderdikten sonra Allah Resûlü ona şöyle buyuruyor: مَنْ يُطِيقُ مَا تُطِيقِينَ “Senin şu yaptığına kim takat getirebilir ki, kim dayanabilir ki!” Bunu yakalayan (duyan) büyük kadın: اُدْعُ اللّٰهَ أَنْ يَجْعَلَنِي مَعَكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ “Allah’a dua et, beni Cennet’te seninle beraber eylesin!” der. Ve Allah Resûlü ellerini kaldırarak, yüzünden, sırtından, kolundan kanlar akan bu kadına dua eder: “Allahım, Cennet’te onu benimle beraber kıl!”52 Şerefli kadın bu duayı işitince: “Gayri kıyamete kadar O’nun önünde savaşabilirim.” der.
Bütün hayatı, şeref tablolarıyla âdeta bir danteladır: Akabede Efendimiz’e biat edip Medine’ye davet etmesi.. bütün aile efradıyla İslâm’ın emrine girmesi.. Peygamberimiz’in önünde Uhud’u göğüslemesi; en babayiğitlerin önünde bir performans sergilemesi.. tesettür âyeti nazil olunca, fiilen cihada iştirak edememe üzüntüsüyle sarsılması.. yalancı peygamberler döneminde, yeniden sahneye çıkıp, Yemame’de savaşması; savaşıp kolunu ve oğlunu orada bırakıp geriye dönmesi gibi bir kadın mukavemetini aşan çok televvünlü ve dolu dolu bir hayat yaşamıştır.53
Uhud’daki ölüm fedailerinden biri de Enes b. Nadr’dı.. Enes b. Mâlik’in amcası.. Enes b. Nadr (radıyallâhu anh), hem savaşıyor hem de “Allah Resûlü’nün öldüğü yerde siz ne diye ölmüyorsunuz?” diye haykırıyordu.54
İlk tahşidat burada olmuştu ve düşman ordusu da burada bozguna uğratılacaktı. Artık, sarsıntı durmuş ve Allah Resûlü, emre itaatteki inceliği anlayamayan arkadaşlarına her şeye rağmen yeni emirler veriyor, yeni stratejiler sunuyordu. Bu arada, Sa’d İbn Rebî (radıyallâhu anh) Uhud’un bir köşesinde ölümünü beklerken yanına giden sahabiye şöyle gürlüyordu:
“Allah Resûlü’ne selâm götürün, Uhud’un arkasından buram buram Cennet kokularının geldiğini duyuyorum. Ve cemaatime de selâm götürün, nefes alıp verdikleri sürece Allah Resûlü’ne bir şey, olursa Allah (celle celâluhu) huzurunda yakalarını kurtaramazlar!.”55
… Ve tabiî şehitlik için dua edenlerin duası da kabul olmuştu: Enes b. Nadr dua etmiş, İbn Cahş dua etmiş, Hamza dua etmiş ve bunların duaları kabul olunmuş, olunmuş da kanatlanıp göklere uçmuşlardı. Uçan uçup gitmiş, kalanlar kan seylapları önünde sürüm sürüm.. ve sanki Uhud da herkes gibi ağlıyor; ama kan ağlıyordu.. bir de yüreklerin kan ağlaması vardı ki, o da Allah Resulü’nün vefatı şâyiasıyla feverana başladı; başladı ve çoklarının kuvve-i mâneviyesini sarstı.. ve işte bu esnada, Müslümanlardan bir kısmı Medine’ye gelip yeni bir tabye planlamak, kimi başka mülâhazalarla sağa-sola koşuşup durmaya başlamışlardı.. ve tam mânâsıyla panik içindeydiler ki; tam bu esnada Ka’b b. Mâlik’in o gürül gürül sesi duyuldu: يَا مَعْشَرَ الْمُسْلِمِينَ! أَبْشِرُوا، هٰذَا رَسُولُ اللّٰهِ “Ey Müslümanlar! Size müjdeler olsun, işte Resûlullah (hayattadır)!”56
Uhud bu sesle; yeniden bir “ba’sü ba’de’l-mevt”e uyanır gibi cana geldi ve herkes O’na doğru koşmaya başladı. İkinci tahşidat, Resûlullah’ın içinde bulunduğu çukurun etrafında yapıldı. Yeniden, etten-kemikten bir sur teşekkül etmişti. Kimisi O’nun etrafında pervane gibi dönüyor, kimisi mübarek yüzüne saplanmış miğfer parçalarını çıkarmaya çalışıyor ve kimisi de halkın orada toplanmasını temine çalışıyordu. Ama hepsi de O’nun üzerine tir tir titriyordu. Zaten, O’nun bir tek dişine zarar gelmemesi için canını vermeyecek tek bir sahabi yoktu. İşte bu, Allah Resûlü’nün etrafındaki ikinci tahşidattı.! Bir kere daha ölmeye söz verecek ve O’ndan ayrılmayacaklardı.
İnsanlığın İftihar Tablosu, büyük asker, yeniden zimamı eline aldı. Artık okçuların yerlerini terk etmesi, başkalarının gidip uzak cephelerde savaşması, O’nun yeni harp stratejilerine mâni olmayacaktı. Etrafında toplananlarla O, sessizce Uhud’un arkasına çekilmiş, orada tekrar bir güç olma planları hazırlıyordu. Yani, Allah Resûlü, muvaffakiyetle neticelenecek olan üçüncü tabloyu hazırlamaktaydı.57
d. Hezimetten Zafere
Bu üçüncü tablodaki yine mutlak bir zaferdi.. zaferdi, zira, düşman ric’at etmiş, Müslümanlar da onları kovalamışlardı. Vâkıa, Ebû Süfyan yeni bir taarruza niyetlenmişti ama, Safvan b. Ümeyye: “Yâ Ebâ Süfyan, geri dönelim. Zira Muhammed’e onların hepsini öldürmeden ulaşmamız mümkün değildir. Şimdi bir zafer kazandık. Bunu hezimete çevirmeyelim!” diyerek onu bu akıbeti şüpheli hareketten vazgeçirmişti. Aslında, o da aynı kanaatte idi. Ve, Mekke’ye doğru yola koyuldular.58
Mağlubiyet gibi görünen bir durumdan sonra Allah Resûlü, âdeta yeniden parlak bir zafer kazanmıştı. Bununla da kader, sanki sahabeye şöyle bir ders veriyordu: Allah (celle celâluhu), Habibi’ne doğrudan doğruya kendi inayet ve keremiyle muvaffakiyetler bahşetmektedir. Sizin kılıçlarınız sadece birer sebeptir ve zevahir açısından vardır. Yoksa, Resûlü’nü zaferden zafere ulaştıran sadece ve sadece Allah’tır (celle celâluhu).
İşte, Uhud’un hem başında ve hem de neticesinde elde edilen zaferler, Efendimiz’e verilsin diye, arada öyle muvakkat bir sarsıntı yaşanmıştı. Fakat Allah (celle celâluhu) bu en zor şartlarda dahi Efendimiz’i yalnız bırakmamış ve O’na vaad ettiği nusreti vermiştir ki, âyet bu hususu şöyle dile getirmektedir:
وَلَقَدْ صَدَقَكُمُ اللّٰهُ وَعْدَهُ إِذْ تَحُسُّونَهُمْ بِإِذْنِهِ حَتَّى إِذَا فَشِلْتُمْ وَتَنَازَعْتُمْ فِي الْأَمْرِ وَعَصَيْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَۤا أَرَاكُمْ مَا تُحِبُّونَ مِنْكُمْ مَنْ يُرِيدُ الدُّنْيَا وَمِنْكُمْ مَنْ يُرِيدُ الْاٰخِرَةَ ثُمَّ صَرَفَكُمْ عَنْهُمْ لِيَبْتَلِيَكُمْ وَلَقَدْ عَفَا عَنْكُمْ وَاللّٰهُ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَإِذْ تُصْعِدُونَ وَلَا تَلْوُونَ عَلَى أَحَدٍ وَالرَّسُولُ يَدْعُوكُمْ فِۤي أُخْرَاكُمْ فَأَثَابَكُمْ غَمًّا بِغَمٍّ لِكَيْلَا تَحْزَنُوا عَلَى مَا فَاتَكُمْ وَلَا مَۤا أَصَابَكُمْ وَاللّٰهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
“Andolsun ki, Allah size verdiği sözde durdu. O’nun izniyle kâfirleri kırıp biçiyordunuz ama, Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra gevşeyip bu hususta nizâa düştünüz ve isyan ettiniz, sizden kimi dünyayı, kimi ahireti istiyordu; derken denemek için Allah sizi geri çevirip bozguna uğrattı. Andolsun ki O sizi bağışladı. Allah’ın mü’minlere nimeti boldur. Peygamber arkanızdan sizi çağırırken, kimseye bakmadan kaçıyordunuz. Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye, Allah sizi kederden kedere uğrattı. Allah işlediklerinizden haberdardır.”59
Allah ile sizin aranızda mukavele vardır. O: وَأَوْفُوا بِعَهْدِۤي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ “Siz Bana verdiğiniz sözde durun Ben de sözümü yerine getireyim.”60 buyurmaktadır. Bu mukavele asla Allah (celle celâluhu) tarafından bozulmaz. Şayet siz, bu mukaveleyi bozarsanız Allah da bozar.. ve deniyor ki; Uhud’da da Allah size verdiği sözünü tuttu. O’nun emri, izni ve meşîeti ile işin başında kâfirleri biçip geçiyordunuz.
“Sonra hiç beklenmedik bir anda ve yok yere fiyaskoya girdiniz. Beş dakika sonra gelmeniz gerekirken, ganimete beş dakika evvel geldiniz ve emri beklemediniz. Evet, Sultanlar Sultanı, kumandanlık otağında emir vereceği anı bekliyordu. Fakat siz acele ettiniz.. derken aranıza nizâ girdi.
Evet, cephe bozulup da bir tabyede tutunamayınca nizâ çıkar. Zaten her yeni karar teşettüt-ü ârâ’ya sebebiyet verir ve düşünce farklılıkları meydana getirir.. ve her düşüncenin sâliki olur.. derken birlik ve vahdet bozulur. Allah (celle celâluhu) size gösterdiği şeyi gösterdikten sonra baş kaldırdınız, siz mukarrabînsiniz. Bu, başkalarına göre günah olmayabilir; ama siz, huzur-u risaletpenâhîye mazhariyet cihetiyle insibağa mazhardınız. Sürekli vahiy ile, Allah Resûlü’nün ilhamlarıyla ve O’nun sohbeti ile boyanıyordunuz. Siz daha önceden baştan ayağa Allah’ın (celle celâluhu) memnun olacağı hüviyeti kesbetmiştiniz. Sevdiğiniz bir kısım şeyleri görünce –Dünya idi bu ve çok önemli değildi.. Olsa da olurdu olmasa da olurdu– Allah (celle celâluhu) onu da sizin elinizden aldı. Arzuladığınız o şeyden de sizi mahrum etti. Çünkü siz ukbâya talip olsaydınız, dünya nasıl olsa arkadan gelecekti.
Bir ölçüde dünyaya talip oldunuz. Hâlbuki dünya talebi için sarfedilen enerji kadar bir enerjiyle, ukbâ talep edilemez. Ukbâ, daha himmetlice, dünya daha aşağıdan takip edilmeliydi. Ayrıca siz, ukbâyı talep etseydiniz, dünya koşa koşa arkanızdan gelecekti. Unutmayın, kasem olsun Allah (celle celâluhu) sizi affetti.”
Allah Resûlü, o korkunç sarsıntıdan sonra bir bakıma yeni bir zafer elde etmişti. Ebû Süfyan ordusu Mekke’ye, Allah Resûlü de onların içine ciddî bir korku saldıktan sonra Medine’ye döndüler.
3. Hamrâü’l-Esed’e Doğru
Tam Medine’ye geldikleri an, Nuaym İbn Mesud -ki o esnada henüz yolunu bulamamış, henüz şikârına okunu atamamış, henüz ışığa, gündüze uyanamamış bir tali’sizdir. Onu tanıyanlar, ona şeytan derlerdi. Evet, öyle bir dehaya sahipti. Uhud’da da bu şeytaniyetini bütün derinlikleriyle kullandı- Allah Resûlü’ne geldi ve: “Ebû Süfyan yeniden kuvvetler tertip etmiş geliyor. Beyhude savaşmayın, teslim olun!”61 dedi. Ne var ki hiçbir mü’min buna pabuç bırakmadı.
Allah Resûlü, Medine’nin içine henüz girmiş ve yaralı olanlar, yaralarına sargı sarma fırsatı dahi bulamamışlardı ki, Ebû Süfyan’ın ordusuyla dönüp geriye geldiği haberini aldılar. Oysa ki pek çoklarının ölümü bekleniyordu. Çünkü aralarında, yürüyemeyecek derecede yaralı insanlar vardı. Buna rağmen hepsi kalktılar ve Hamrâü’l-Esed’e doğru yola çıktılar. Bu da, Allah Resûlü ve Müslümanlar adına yeniden bir sindirme hareketi olacaktı. Buyuracaktılar ki: “Dün Uhud’da bizimle kim var idiyse yarın yine falan yerde toplansın. Kureyş ordusunu takipe çıkacağız!”62
Üzerlerinde örtüler, ölümleri intizar edilen o insanlar, birdenbire mezardan diriliyor gibi hepsi dirildi ve denilen yerde toplanıverdiler. Evet Allah, Resûlü’nün hayatbahş olan mübarek sesi ile ölüler bir kere daha diriliyordu. Yaralıların O’nun sesiyle dirilmesi de bir şey mi! Bûsîrî’nin dediği gibi:
أَحْيَي اسْمُهُ حِينَ يُدْعَى دَارِسَ الرِّمَمِ
لَوْ نَاسَبَتْ قَدْرَهُ اٰيَاتُهُ عِظَمًا
“Eğer getirdiği mucizeler O’nun yüce şahsı kadar büyük olsa idi, / Mübarek adı çürümüş kemikler üzerine okunduğu an, o kemikler bile dirilirdi!”
Artık her yanda, Resûlullah’ın yâd-ı cemili duyuluyordu.. duyuluyor ve dört bir yan velveleyle sarsılıyordu. Sanki İsrafil sûra üflemiş ve herkes mezardan kalkıp koşuyor gibiydi.
Bu hâdise münasebetiyle tarih bize bir tek insanın dahi arkada kaldığından bahsetmiyor. Aralarında kolu kopanlar, bacağını sürüye sürüye yürüyenler vardı ama, geriye kalan yoktu. Hatta, Abdurrahman b. Avf diyor ki: “Öyleleri vardı ki, yürüyemiyordu da sırtımızda taşıyorduk.” Kılıç tutmaya tâkati olmayanlar da vardı.. ve bu ordu gidip hedefine ulaştı.63
Haber, hareketin önündeydi ve Kureyş sarsım sarsımdı. Asker, etrafta panik hâsıl etmeyedursun, daha haber ulaşır ulaşmaz Ebû Süfyan kurtuluşu kaçmakta buldu. İslâm ordusu zâhiren hezimet gibi görünen bir durumdan sonra, âdeta zafer nârâlarıyla Hamrâü’l-Esed’e kadar gitti.. Orada bir gün kaldı.. dinlendi ve maddî-mânevî yaraları sarılmış olarak geriye döndü.
Bu son yürüyüşte, hiç kimsenin burnu dahi kanamamıştı. Hâlbuki Ebû Süfyan, sözde bir zafer elde etmiş gibiydi ama, Allah Resûlü’nün, ordusuyla gelmekte olduğunu duyunca paniğe kapılıp geriye dönmüş ve kimsede ümit bırakmamıştı.64
Şimdi soruyorum: Uhud’da kim galip, kim mağlup?. Kaçan Kureyşliler mi, kovalayan İslâm ordusu mu..?
İşte, böyle kritik bir anda, mutlak bir mağlubiyeti eşi görülmemiş bir galibiyete çeviren ikinci bir erkân-ı harp göstermek herhâlde mümkün değildir. Ve bu galibiyette, Allah Resûlü’nün inayet buudlu muhteşem fetanetinin mührü ve damgası vardır.
Değerli okur! Belli bir çizgide Bedir ve Uhud’u Allah Resûlü’nün stratejisi adına değerlendirmeye çalıştım. Bir avam insanın, avamca ifadeleriyle, bir erkân-ı harbe düşen vazifeyi anlatma mecburiyetinde kaldığımdan dolayı kulak tırmalayacak, muhakemelerinize takılacak ve ruhen sizi rencide edebilecek ifadeler kullanmış olabilirim. Allah (celle celâluhu) beni affetsin, siz de bağışlayın.
a. Devamlı Değişen Strateji
Şimdi de Allah Resûlü’nün Bedir’deki durumunu ve Uhud’daki başı zafer, sonu zafer, ortadaki sarsıntı ve bu sarsıntılara götüren hususları gayet kısa ve ana başlıklar hâlinde arz etmeye çalışacağım:
Allah Resûlü Bedir’de başka bir strateji, Uhud’da başka bir strateji, Hendek’te başka bir strateji, diğer bulundukları seferlerde de başka başka stratejiler uygulayarak daima düşmanlarını yanıltmış, şaşırtmış ve cephesi hesabına zayiat vermeden (Bütün Saadet Asrında, kendi cephesinde 100 küsur insan şehit ve kurban verildiğini düşünün!) o mübarek devreyi, bahtiyarlık ve mutlulukla kapamış eşi-emsali olmayan bir liderdir. Düşünün ki, hasım koca bir dünyaya karşı, amcasından sarı ırka, ondan siyah ırka kadar ilan-ı harp ettiği hâlde O, bu kadarcık az zayiatla çok önemli işler başarmış ve çağlara imzasını atmıştır.
Evet, Uhud’da ayrı bir strateji, Bedir’de ayrı bir strateji uyguladılar. Uhud da, hususî fedailer seçip önemli sorumluluklar yüklediler.. bir yere okçular yerleştirip düşman taarruzunu önlediler. Ve bizzat, safların arasına girip, safları kendi elleri ile tanzim buyurdular. Teşvikte bulundular.. müsabaka hissini coşturdular. Yani bazı sahabeyi gıptaya sevk edebilecek davranışlara çektiler. Meselâ, Ebû Dücâne’ye (radıyallâhu anh), bir kılıç verip şahlandırdılar. Hatta latifdir, Ebû Dücâne’nin (radıyallâhu anh) çalımlı çalımlı yürüyüşünü görünce buyurdular ki: “Senin bu yürüyüşünden Allah hoşlanmaz.. hoşlanmaz ama, burada düşmana karşı böyle yürünür!”65 Hatta, bu düşünceden hareketle bazı fukahâ harpte palabıyık bırakmayı, cephede düşmana karşı mehîb görünme bakımından tasvip etmişler.. ve “İnsan cephede, ne kadar çalımlı ve ölümü istihkar ediyor havası içinde görünürse o kadar makbuldür.” demişlerdir.
Allah Resûlü, Bedir’de kullanmadığı bu taktiği Uhud’da kullanmış ve sahabeyi yarışa sevk etmiştir. Elinde gösterdiği kılıca herkes talip olmuş; ama O, bu kılıcı Ebû Dücâne’ye (radıyallâhu anh) vermiştir. Kılıç ona verilince diğer bütün fedailer, birer Ebû Dücâne (radıyallâhu anh) kesilmiş ve onun gibi yiğitlikler göstermişlerdir.
Bedir’de kullanılmayıp da Uhud’da kullanılan bir taktik de, Uhud’da kadınların da bulunmuş olmasıdır. Nesibe’nin (radıyallâhu anhâ) nasıl kahramanca savaştığına az da olsa yukarıda temas etmiştik.
Hz. Fatıma Validemiz (radıyallâhu anhâ), bizzat savaşa iştirak etmiş miydi, bilemiyoruz. Ne var ki, savaşın sonunda, Babasının yüzündeki kanı elleriyle sildiği ve kanı durdurmak için hasır yakıp yaralanan yere bastırdığını muteber kitaplar kaydediyor.66 Demek ki yaralılara yardım, onların kuvve-i mâneviyelerini takviye ve askerleri teşvik gibi maslahatlar gözetilerek, Allah Resûlü Uhud’a kadınları da götürmüştü.
b. Uhud’daki Muvakkat Mağlubiyetin Sebepleri
Uhud’da, iki zafer tablosu arasında bazı çatlaklıklar olduğu kabul edilmelidir. Buna sebep olarak da şu hususları zikredebiliriz:
Birincisi: Allah Resûlü, daha işin başında dışarıya çıkmayıp, müdafaa harbi yapmak niyetine ve olumlu bir strateji uygulama teklifine karşılık, sahabenin heyecanı, onların emre itaatteki bu inceliği kavramalarına mâni olmasıydı ki; böyle bir hususta onlara düşen mutlak itaatti. Harp esnasında okçular için de aynı değerlendirmeyi yapmak mümkündür. Bu muhalefet, geçici de olsa böyle bir mağlubiyete vesile sayılabilir.
İkincisi: Dünyaya karşı meyil ve muhabbetleri olmayan.. ve bunu hicret esnasında her şeylerini bırakıp Medine’ye göç etmeleriyle ispat eden bu insanlar, kendi fıtrat ve ruh dünyalarıyla bir zıtlaşma ve çatışmaya girmişlerdi. Ahirete en yakın oldukları o hengâmede, ganimet ve dünya malıyla meşgul olmaları, mukarrabîne göre gaflet sayıldığından, Cenâb-ı Hak da O “akrabu’l-mukarrabîn”in cismanî taraflarını darbelemekle bir nevi cezalandırdı. Ne var ki bu, sahabe seviyesini yakalamış insanlara has bir cezaydı. Evet, bizim gibiler için bazen sevap sayılabilecek durumlar, onlar için günah sayılabilir ve bundan dolayı da muaheze görebilirler. “Hasenât-ı ebrar, seyyiât-ı mukarrabîndir.”
Üçüncüsü: Karşı cephede Halid gibi bir askerî dehanın mevcudiyeti de sarsıntı sebeplerinin mühimlerinden sayılabilir. İleride büyük hizmetler yapacak olan Halid’in yenilmezlik unvanını Cenâb-ı Hak, Uhud’da da korumuş ve muhafaza etmiştir ki, bu da onun hasenât-ı âcilesine bir mükâfat-ı âcile demektir. Çünkü Halid, ileride bu unvanın verdiği cesaret ve sapasağlam moraliyle, hem Bizans’ın hem de Sasaniler’in başına bir balyoz gibi inecekti. Eğer Halid iştirak ettiği bu ilk savaşta mağlup olsaydı, ihtimal o yüksek moralle, İslâm’a altın sayfalar yazdıramazdı.
Dördüncüsü: Bedir’e iştirak edemeyenlerin yana yakıla yaptıkları dualar vardı. Bunlar, hep şehit olmak için Cenâb-ı Hakk’a dua dua yalvarıyorlardı.. ve işte bu dualar, Allah (celle celâluhu) tarafından kabul edilmişti ki, Allah pek çoğunu o köprüden geçirmişti. Uhud’da geçirilen sarsıntı esnasında Enes b. Nadr, gözlerini semaya dikmiş ve panik içinde bulunanları göstererek: “Allahım, bunların yaptıklarından özür diliyorum!” demiş.. sonra da en gür sesiyle: “Allah Resûlü’nün öldüğü yerde siz niye yaşıyorsunuz!” sitemleriyle kendini düşman saflarına çalıp vefat ettiğini zannettiği Efendimiz’e kestirmeden kavuşma yollarını araştırıyordu.67
Evet, şehit namzetlerinin yaptıkları duaların hemen hepsi kabul olmuştu. Zaten, insan, onu istemiş de ne zaman mahrum kalmıştır ki! İşte aradan onca asır geçtikten sonra Murad Hüdavendigâr Hazretleri’nin duası: “Allahım, ümmet-i Muhammed’i aziz, beni de şehit eyle!” Sırpsındığı, hem onun duasının hem de şehadetinin şahidi. Müslümanlar zafer kazanır, aziz olurlar. Biraz sonra ölüler arasında dolaşırken “Miloş”un hançeriyle o büyük insan da duasının ikinci şıkkına mazhariyetle şehit olur ve Rabbine kavuşur. Cân-u gönülden yapılan bu duaları Cenâb-ı Hak kabul buyurmaktadır. İşte sahabenin şehit olmak için yaptıkları bunca dua, Uhud’un ortasında kabul olmuş ve bunca insanın şehadeti de zâhiren mağlubiyet gibi görünmüştür.
Beşincisi: Uhud’da savaşanlar, bir büyük zatın dediği gibi, ekseriyetle “hâl”in sahabileri ile istikbalin sahabileriydi. Yani, Uhud’da, bizzat sahabe olanlarla, ileride sahabe olacak olan Amr b. Âslar, İkrimeler, Halid b. Velidler, İbn Hişâmlar savaşıyorlardı. İşte istikbalde İslâm fütuhatının mühim bir rüknü olmaya namzet ve fıtraten mağlubiyete tahammülleri mümkün olmayan bu insanlar, onurları rencide olmadan İslâm’a girsinler diye, Uhud’da geçici bir mağlubiyet yaşanmıştır.68
Altıncısı: Uhud’da meydana gelen o sarsıntıda, aynı zamanda bir tevhid dersi vardır. Bedir’deki muvaffakiyet, bazılarında belki sebep buudunu havalandırmış olabilir.. gerçi düşmana karşı aziz ve onurlu olma masum bir duygudur ama, yukarıda da ısrarla arz ettiğimiz gibi, böyle bir duygunun -anlık dahi olsa- onların içinden geçmesi, onların ölçüsünde bir kurbiyeti paylaşanlar için bir seyyie ve bir günah sayılabilir.
Galibiyet ve mağlubiyet, tamamen Allah’ın (celle celâluhu) hükmü altındadır. Bedir’de galip eden O’dur. Eğer O’nun kaza ve hükmü düşünülmeden, fertler kendilerine bir galibiyet isnad ederlerse, bu gizli bir şirk olabilir. Onlar, şirkin en hafifinden de fersah fersah uzaktırlar. Düşünce planında ve fikir bazında bunu herkes böyle kabul etmekle beraber, müşahhas bir misalle, Cenâb-ı Hak, sahabenin bu hususta hakka’l-yakîn ölçüsünde bir imana ermesini murad etmiş ve Uhud’un ortasında, mutlak bir zaferden sonra Müslümanları geçici de olsa mağlup duruma düşürmüştür. Sonra da hiç beklemedikleri bir anda onlara zafer bahşetmiş ve yine kendi meşîet ve hâkimiyetini hatırlatmıştır.
قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَۤاءُ وَتَنْـزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَۤاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَۤاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَۤاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“De ki, ey Allahım, mülk sahibi Sensin. İstediğine verir, istediğinden alırsın. İstediğini azîz ve istediğini zelîl edersin! Hayır, bütünüyle Senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.”69 mealindeki âyet Uhud’da bütünüyle tezahür etmiş ve Müslümanlar bu ilâhî icraatı gözleriyle bizzat görüp, bizzat yaşamışlardı. Belki zâhiren küçük zararları olmuştu ama, iman adına kazanılan bu nur-u tevhid ve onun içinde hissedilen sırr-ı ehadiyet o zararları hiçe indirmiştir.
Elbette, kılıcın da, tabyelenmenin de bir hakkı vardır.. ve bunlar muvaffakiyete götürücü sebeplerdir. Fakat esas olan ancak ve ancak Cenâb-ı Hakk’ın irade ve meşîetidir. Çünkü her şeye kadir olan sadece O’dur.
Evet, sanki Cenâb-ı Hak, Uhud’daki geçici bozgunun diliyle mü’minlere şöyle demekteydi: Allah’ın (celle celâluhu) gücünü hesaba katmadan hiçbir yere varamazsınız. İşte görüyorsunuz ki, mutlak bir zaferden sonra, insanlar, mağlup da olabiliyor. Öyle ise Allah (celle celâluhu) dilemedikçe zafer elde edilemeyeceği gibi, mağlubiyetten kurtulmak da mümkün değildir.
Esasen her mü’minin, pratikten böyle bir tevhid dersi almaya ne kadar da çok ihtiyacı var. Belki de sahabe, bize verilmek istenen bu büyük dersin temsilcileri oldular.!
Ayrıca, Allah Resûlü’ne muhalefete verilen bu geçici ceza ile mü’minler tam bir teyakkuza geçmiş ve bundan böyle, Efendimiz’e karşı fikir beyan ederlerken dahi kılı kırk yaran bir inceliğe ulaşmışlardı. Onların elde ettiği bu edep de, elbette az bir kazanç değildi…
O gün ve daha sonra, günler Allah’ın (celle celâluhu) kudret elinde evrilip çevrilmektedir.70 Ancak netice, hemen her zaman inananlar lehinde olagelmiştir ve olagelecektir. Onun içindir ki Kur’ân-ı Kerim: وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ “Güzel netice müttakilerindir.”71 diyerek bu türlü durumlarda bizi hâlin kaoslarından kurtararak geleceğin ferahfeza iklimlerinde dolaştırmaktadır. Nitekim Uhud’da bu durum aynen yaşanmış ve netice, yine mü’minlerin zafer ve galebesiyle noktalanmıştır.
Evet, çeşitli hikmetlere mebnî, küçük bir arıza söz konusu olsa bile, Uhud kat’iyen bir yenilgi değildir. Hayır.! Uhud, çok yönlü, gizli bir zaferdir.
c. Mağlubiyet Psikolojisinin Giderilmesi
Uhud’dan dönen Allah Resûlü, ordusuna yaptırdığı bu son manevra ile de onları eski moral gücüne kavuşturmuş olduğu hâlde Medine’ye avdet etmişti. Artık Müslümanlar eskisinden daha tecrübeli ve Allah Resûlü’nün sözlerindeki inceliği anlamakta daha titizdiler. Ancak harp esnasındaki geçici mağlubiyet, civarda hemen duyulmuş hatta bazı Arap ve Yahudi kabilelerin iştahlarını bile kabartmıştı. Uhud’da rencide olan onurun derhal giderilmesi; ve Müslümaların esas güç ve kuvvetlerinin hissettirilmesi, kaçınılmaz bir zaruretti ve bu işin, gecikmeye de tahammülü yoktu.
Hicrî 4. sene, Allah Resûlü, Mekke müşrikleriyle işbirliği yapan Nadîroğulları üzerine yürüdü. Bu Yahudi kabilesi, Allah Resûlü’ne karşı çok küstahlaşmış ve iki defa da onu öldürme teşebbüsünde bulunmuşlardı. Münafıkların ve Mekke müşriklerinin yardım talebine kanan ve Allah Resûlü’ne harp ilan eden Nadîroğulları, muhkem surların arkasına gizlenmekle her şeyi halledeceklerini zannediyorlardı…
Hâlbuki 15 günlük bir muhasaradan sonra derhal teslim oldular. Teslim oldu ve taşınabilir mallarını yanlarında götürmek şartıyla, yurt ve yuvalarını terk edip başka yerlere göç etmeye razı oldular. Ölümden kurtuldukları için bayram yapıyorlardı. Giderken yaptıkları şenlik, Medine’de misli görülmemiş bir şenlikti. Bu nasıl bir zillet idi ki, yuvalarından ayrılırken üzülme yerine gülüp oynuyorlardı.72
4. Bedr-i Suğrâ
Ebû Süfyan, Uhud’dan ayrılırken: “Bir sene sonra Bedir’de buluşalım!” deyip meydan okumuş ve Allah Resûlü de, onun bu teklifini kabul etmişti…73 Ve ertesi sene tam vaktinde ordusuyla Bedr’e geldi. Fakat müşriklerden hiçbir ses yoktu. Efendimiz, orada bir iki gün bekledi ve ardından Medine’ye döndü ki; buna İslâm tarihinde “Bedr-i Suğrâ” denir. Daha önceki Bedr’e benzer küçük bir zafer kazanılmış ve müşriklerin kalbine korku salınmıştı. Nuaym b. Mesud, Allah Resûlü’ne gelip, Kureyş’in büyük bir ordu toparlayıp Bedr’e doğru gelmekte olduğunu söyleyerek Müslümanları korkutmak istemişti. Hâlbuki onun verdiği bu haber, sadece mü’minlerin imanını artırmıştı. Kur’ân-ı Kerim bu hâdiseden bahsederken şöyle der:
الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
“İnsanlar onlara: ‘Düşmanınız olan kimseler size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun!’ dediler. Bu onların imanını artırdı da: ‘Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir!’ dediler.”74
Bu ikinci Bedir’den de gayet itminan içinde dönmüşlerdi ve çölde tekrar emniyet esintileri duyuluyordu. Artık, bir kere daha iyiden iyiye bütün kabilelerde, Allah Resûlü’nün emniyet atmosferi duyulmaya başlamıştı.
5. Zâtu’r-Rikâ’ ve Müreysî
Hicretin 4. senesinde de bu tür manevralar devam etti. Bu arada, Enmâr ve Sa’lebe kabileleri Medine’ye taarruza karar vermişlerdi ki, hâdiseden haberdar olan Allah Resûlü, yanına aldığı 400 kişiyle Zâtü’r-Rikâ’ denilen yere geldi. Ancak Enmâr ve Sa’lebe kabileleri, Müslümanların geldiğini duyunca kaçıp inlerine sığınmışlardı.. dolayısıyla da harp olmamıştı.75 Ancak bu da Müslümanlar adına zafer hanesine işlenen gazalardan biriydi.
Hemen bu hâdiseden sonra Müreysî veya Mustalikoğulları Gazası vukû buldu. Müreysî, Medine’ye 9 konak mesafede bir yerin adıdır. Burada oturan müşrikler, Mekke müşriklerinin iğfaline kapılarak, Medine’ye hücum etmeye karar vermişlerdi. Allah Resûlü, Büreyde b. Husayb ile haberin doğruluk derecesini tetkik etti. Gelen haber, Büreyde tarafından da tasdik edildi.
Bunun üzerine Efendimiz, bunların üzerine bir sefer düzenledi. Müşrikler, Müslümanların gelişinden haberdar olunca kaçtılar. Sadece bir kısmı toparlanarak Allah Resûlü’nün karşısına çıktı ve yapılan savaşta Müslümanlar tarafından mağlup edildiler. Bu karşılaşmada, bir kişi dışında Müslümanlardan kimseye bir şey olmamış, karşı taraftan ise 10 kişi ölmüştü. Medine’ye dönülürken de 600 esir, 2000 deve ve 5000 küçükbaş hayvanla dönülüyordu. Böylece Allah Resûlü, zaferler zincirine birini daha eklemişti.76
Bu gazadan dönüşte, bazı münafıklar, hem ganimetten istifade etmek, hem de Müslümanların arasına nifak sokmak için Müslümanların içine sızdılar. Hatta bir kuyudan devesini önce sulamak hakkı kendisine ait olduğunu iddia eden, ensar ve muhacirînden iki kişi arasında çıkan küçük bir kavgadan istifade etme yolunu bile denemek istediler. Ve yine bu münafıklar, iffeti âyet ile sabit ve huriler kadar afîfe Âişe Anamız’a (radıyallâhu anhâ) malum iftirayı, bu gazadan dönerken attılar.77 Ve yine bu gazadan dönerken Abdullah b. Übey b. Selûl -ki münafıkların reisidir- “Medine’ye döndüğümüzde azîzler zelîlleri oradan çıkaracak!” demiş, kendisini azîz, Efendimiz’i ve Müslümanları ise -hâşâ- zelîl olarak vasıflandırmıştı.78 Ancak bu münafığın oğlu büyük sahabi Abdullah (radıyallâhu anh), tam Medine’ye girileceği zaman, “Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) azîz ben ise zelîlim, demedikçe seni Medine’ye sokmam!” demiş, babasına, Efendimiz’in, izzetini ikrar ettireceği âna kadar onu Medine’ye sokmamıştı.79
6. Seferlerde Gece Faktörü
Allah Resûlü, bütün seferlerine gece çıkıyordu. Gecede ayrı bir sır vardı. Zaten Kur’ân-ı Kerim de, dolaylı yollarla O’na hep gece yolculuğunu tavsiye etmiyor mu? Hz. Musa (aleyhisselâm) inananları, geceleyin alıp götürmüştü. Cenâb-ı Hak, O’na: فَأَسْرِ بِعِبَادِي لَيْلًا إِنَّكُمْ مُتَّبَعُونَ “Kullarımı geceleyin yola çıkar; şüphesiz takip olunacaksınız.”80 buyurmuştu. Hz. Lut’a (aleyhisselâm) da aynı emir verilmiş ve: فَأَسْرِ بِأَهْلِكَ بِقِطْعٍ مِنَ اللَّيْلِ “Geceleyin bir ara, ailenle beraber yola çık!” denmişti.81
Nebiler Sultanı, Cibril’i çok geride bırakan o semavî seyahatini de gece yapmış ve miraca gece çıkmıştı. İşte, bu gök yolculuğunu anlatan âyet:
سُبْحَانَ الَّذِۤي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الْأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ
“Kulu Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gece Mescid-i Haram’dan, kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’ın şanı ne yücedir! Muhakkak O, Semî’dir, Basîr’dir.”82
Hemen her peygamberin bir gece yolculuğu vardır. Zira menziller, geceleri katedilir. Rabb’e vâsıl olma geceleri olur. Cenâb-ı Hak birçok âyetinde gece üzerine yemin eder. Karanlığın bağrında yapılan aydınlık işler, geceleri gündüzlerden daha nurlu kılmıştır.
Hz. Hakkı:
“Ey dîde nedir uyku, gel uyan gecelerde
Mesafe alan, gece alır, alnı geceleri, seccade ile tanışan ve seccadesi gözyaşıyla ıslanan tali’li, geceleri âdeta mesafelerle yarışır. Evinin duvarları onun âhına âşina olan, geceleri merdiven merdiven yükselir ve mesafeler üstü âlemlere ulaşır. Alanlar, mesafeyi gece aldılar; gece yatanlar ise hep yolda kaldılar. Berzah azabından kurtulmayı düşünüyorsanız, gecelerinizi teheccütsüz bırakmayınız. Bırakmayınız; zira Allah Resûlü hiç bırakmamıştı.
Doktor İkbal diyor ki: “Birkaç sene Londra’da, o sisli dünyada kaldım, bir gece olsun teheccüdü terk ettiğimi hatırlamıyorum.”
Evet, Kur’ân’ın ifadesiyle, hiçbir sesin olmadığı, söylediğiniz her sözün, vicdanınızda mâkes bulduğu gecelerin sessizliğini değerlendiren mesafe alır. Allah Resûlü, maddî-mânevî mesafeleri, geceleri yumak gibi sarıyor ve mesafe üstüne mesafe alıyordu. Evet O, seferlerini geceleri yapıyor, gündüzleri de dinleniyordu. Böylece birdenbire O’nu karşısında gören herkes şaşırıyor ve ne yapacağını bilemiyordu. فَإِذَا نَزَلَ بِسَاحَتِهِمْ فَسَۤاءَ صَبَاحُ الْمُنْذَرِينَ âyeti83 bu ürperten görünüşten bir kesidi resmediyor.
Evet onlar, bir cemaatin sahasına, alanına, meydanına kondu mu, yani o ordusunu getirip bir yere kurdu mu, artık onların işleri bitikti. Onlar için çirkin ve üzücü bir sabah vardı. Ayrıca Allah Resûlü, hücumlarını da hep fecir vakti yapıyordu.84 Fecir vakti, namazlarıyla, ezanlarıyla, o yer ahalisinin düşüncesini ortaya çıkarıyordu ve fecir vakti, bâd-ı tecellînin estiği zamanlardı. Yine Hz. Hakkı der:
“Seherlerde eser bâd-ı tecellî
Bâd-ı tecellînin estiği, mü’minin metafizik gerilime geçtiği ve sabah namazına kalkmaya alışan bir mü’min için seher vakti çok önemlidir. Bu itibarla o, hep fecri kollardı. Düşman esneye esneye, yatağından kalktığı dakikalarda, birdenbire mü’mini, bütün gerilimiyle karşısında bulurdu. Resûlullah’ın yolu büyük ölçüde buydu. Hayber surlarının dibinde:
اَللّٰهُ أَكْبَرُ خَرِبَتْ خَيْبَرُ “Allahu Ekber, Hayber harab oldu.”85 dediği zaman Hayber Kalesi sarsılıyordu, ama kimsenin, bu ordunun oraya kadar geldiğinden haberi yoktu. Tabiî O, bütün bu seferlerini yıldırım hareketiyle yapıyordu. O, fevkalâde seri ve askerî tabirle, “muttasıl” yürüyordu. Öyle bir yürüyordu ki hecîn deveyle dahi O’na yetişmek mümkün değildi.
Mustalikoğulları Seferi, bu seri seferlerden biriydi. Seferden dönüşte nifak çıkmıştı ki, bu nifağın yayılmasına meydan vermemenin yolunu, fetanet-i a’zam, muttasıl yürüyüşte buldu ve seri yürüyüş emri verdi. Hiç durmadan, öyle yüründü ki, münafıklar durup fitneyi büyütme fırsatı bulamadılar.86 Übey İbn Selûl, içinden kurup duruyordu ama, içinde kurup durduğu şeyleri, oturup olgunlaştırma fırsatını bulamıyordu. Âdeta herkes koşa koşa yürüyordu. Gidiş de öyle oldu, geliş de.. ve öyle bir yoruldular ki dinlenme izni verilince de yatıp kaldılar. O gün güneş doğuncaya kadar uyumuşlardı. Ve belki de ilk defa sabah namazını kuşluk vaktinde kılıyorlardı.87
Hicretin 5. senesine kadar hep böyle gelindi.. Allah Resûlü karşısında teker teker tutunamayacaklarını anlayan kavim ve kabileler, bir araya gelip yek vücut olmaya karar verdiler. Bu defa bütün güçleri bir merkezde toplayacak ve Medine’ye öyle hücum edeceklerdi.
7. Hendek
Daha önce sürgün edilen Nadîroğulları, Hayber’e yerleşmiş ve Hayberlileri sürekli Allah Resûlü’ne karşı kışkırtıyorlardı. İleri gelenlerinden bazılarını Kureyş’e, bazılarını da Gatafan kabilesine gönderdiler. Her iki taraf da, zaten Müslümanları yok etme planına, teklif kimden gelirse gelsin teşne ve hazır bulunuyorlardı. Bunlara Esed ve Selimoğulları da iştirak edince, manzara aynen Çanakkale’yi andırıyor ve Âkif’in: “Kimi Hindû, kimi yamyam kimi bilmem ne belâ!” mısraını hatırlatıyordu. Bütün yahudi ve müşrik kabileler, âdeta Allah Resûlü ve ashabını imha etmede ittifak içindeydiler.
Nihayet, karşı cephe, 24.000 askeriyle Medine’ye yürümeye karar verdiler. Efendimiz, o müthiş haber alma sistemiyle, durumdan çoktan haberdar olmuştu. Ashabını topladı, harp tekniği hakkında onlarla istişare etti. Herkesin değişik teklifleri yanında, Selman-ı Farisî’nin teklifi ashabca hüsnü kabul gördü. Düşmanın taarruz etmesi muhtemel yerlere hendekler kazılacak ve hendek içinde müdafaa harbi yapılacaktı.
Bu taktik, o güne kadar hiç görülmemiş bir taktikti. Kureyş ve müttefikleri, Uhud veya Bedir gibi bir muharebe bekliyorlardı. Oysaki bu defa onları, yine hiç düşünmedikleri bir sürpriz ve farklı bir strateji bekliyordu. Efendimiz’in, etrafa yerleştirdiği askerlerle yapılan bu işlemden, çevredekilerin haberdar olması önlenmiş oldu. Zira askerler Medine ve civarında, kuş uçurtmuyordu. Hendek kazımı, dikkatli bir gizlilik içinde yerine getirildi. Nitekim küffar ordusu, Medine’ye gelip de karşılarında böyle bir hendek görünce şaşırıp kalmışlardı.
Efendimiz yanına 3000 insan almış, kendisi de bizzat işin içinde olmak üzere bu 3000 insanla hendek kazmaya başlamıştı. Kişi başına bir arşın hendek kazılacaktı. Onları, onar onar gruplara ayırmış ve böylece yine meseleye bir yarış havası vermişti. Derinlik, atıyla oraya düşen bir insanın, bir daha çıkamayacağı şekilde ayarlanacaktı. Genişlik ise, en mahir süvarinin dahi geçemeyeceği ölçüde planlanmıştı.88
Günümüzde bu hendek tamamen kapanmış durumda. İçinde bizzat Allah Resûlü’nün de kazma sallayıp, manivela kullandığı bu hendeği aslî hüviyetle görmeyi ne kadar arzu ederdik. Bugün hendeğin izleri olarak gösterilen yerler ne derece doğrudur, bilemeyeceğim. Ancak, bir erkân-ı harp buraları inceler ve gösterilen yere “Evet, burası olabilir.” derse, hendek diye gösterilen yerlerin üzerinde durulmaya değer.
Evet, Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hendek kazımında bizzat çalıştı.. ve O’nun bu davranışı, askerlere apayrı bir güç kaynağı oldu. Bazen onları yarışa sevk ediyor, bazen de hem ensara hem de muhacirîne iltifatta bulunuyordu.
Asker, açtı. Herkes karnına taş bağlamıştı. Allah Resûlü ise, onların önünde, iki taşla bu açlığı aşmaya çalışıyordu.89 Aslında ne açlık ne de susuzluk onların azim ve gayretine hiç mi hiç tesir edemiyordu. Coştukça coşuyorlar ve hep bir ağızdan şunları mırıldanıyorlardı:
عَلَى الْجِهَادِ مَا بَقِينَا أَبَدًا
نَحْنُ الَّذِي بَايَعُوا مُحَمَّدًا
“Bizler o kimseleriz ki, Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) biat ettik. Hayatta kaldığımız sürece cihad edeceğiz.”90 ve arkasından da:
وَلَا تَصَدَّقْنَا وَلَا صَلَّيْنـاَ
وَاللّٰهِ لَوْلَا اللّٰهُ مَا اهْتَدَيْنَا
وَثَبِّتِ الْأَقْدَامَ إِنْ لَاقَيْـنَا
فَأَنْزِلَنْ سَكِينَةً عَلَيْنَا
“Allahım, kasem olsun Sen olmasaydın, Biz asla hidayete eremezdik.. tasadduk edemez, namaz kılamazdık.
Sekîne indir üzerimize! Ve eğer düşmanla karşılaşırsak ayaklarımızı sabit kıl.”91
Efendimiz de onların bu sözlerine bazen iştirak ediyor ve şöyle diyordu:
فَاغْفِرْ لِلْأَنْصَارِ وَالْمُهَاجِرَهْ
اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ إِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَهْ
“Allahım, ahiret hayatından başka hayat yoktur.
Resûl-i Ekrem, safları tanzim ederken “Sel” tepesini arkasına almış, kadınları da sağlam sığınaklara göndermişti.93 Ben asker değilim ama, anladığım kadarıyla, Efendimiz’in bu taktiği bizzat yerinde ve uzun uzun tetkik edildiğinde en isabetli kararın, O’nun sırtını “Sel” tepesine vermede olduğu görülecektir. Bütün bu kararları Allah Resulü çok âni ve hiç beklemeden vermişti.. vermişti ve hepsi yerli yerindeydi.
Medine’yi müdafaa ile alâkalı bu tedbirler alınırken, Kureyzaoğulları’nın; muhtemel saldırısı da göz önünde tutulmuştu. O cepheyi de, başlarında Seleme b. Eslem, bir grup sahabe ile koruma altına almıştı.94 Evet, bütün ihtimaller nazara alınıyor ve hiçbir hâdise tesadüfe bırakılmıyordu.
Hendeğin dar bir yeri vardı. Usta bir binici ve iyi bir at, buradan zor da olsa atlayıp karşıya geçebilirdi. İlk bakışta, bu bir ihmal gibi görülebilirdi; hâlbuki orada da yine Allah Resûlü’nün akıllara durgunluk veren fetanetine bir geçit vardı. Zira en güçlü ve en kuvvetli olan müşrikler, bu dar yerden atlamayı deneyecekler ve teker teker Müslümanların ortasına düşeceklerdi. Bu da bir yoldu ama mevsimi geleceği âna kadar bunu kimse fark etmeyecekti…
Derken hâdiseler döndü dolaştı, sonunda gelip Resûlullah’ın dediğine ulaştı. Evet, hâdiseler, aynen Allah Resûlü’nün düşündüğü şekilde cereyan etti. Civarın en meşhur muharipleri, şanslarını denemeye başladılar ve bir bir telef oldular.
Hendeği ilk geçen Amr b. Abdivüdd oldu. Çok yaşlı olmasına rağmen 100 muharibe denk kabul ediliyordu. Bir mübariz talep etti. Karşısına Hz. Ali (radıyallâhu anh) çıktı. Amr, karşısında bir çocuk görünce onunla istihza etti. Ona karşı at üzerinde savaşmayı gururuna yediremediği için de atından indi ve bir kılıç darbesiyle atını yere serdi, sonra da Hz. Ali’nin karşısına dikildi.
İlk darbeyi Amr yaptı. Darbenin şiddetinden Hz. Ali’nin (radıyallâhu anh) kalkanı parçalandı ve kılıcın ucu yüzünü hafif yaraladı. Hz. Ali mukabele etti. Salladığı kılıç Amr’ın tam omuzuna isabet etmişti. Bu esnada Hz. Ali (radıyallâhu anh) tekbir getirince, Müslümanlar da bir ağızdan tekbir getirmişlerdi. Eğer Amr, kılıç darbesiyle ölmeseydi, zaten bu tekbir seslerinin şiddetinden yine ölecekti. Amr’ın ölümü müşrikler arasında müthiş bir sarsıntı meydana getirdi. Mü’minler ise o nispette sevinmiş ve moral kazanmışlardı.95
Amr’la beraber hendeği geçen Dırâr ve Hübeyre isimli muharipler onun öldürüldüğünü görünce korkup kaçmışlardı. Son olarak da Nevfel b. Abdillâh, hendeği atlayıp karşıya geçmeyi başarmıştı. Onu da Hz. Zübeyr (radıyallâhu anh) karşıladı. Hz. Zübeyr’in darbesiyle hendeğe yuvarlandı. Ardından da Müslümanlar, attıkları taşlarla işini bitirivermişlerdi. Nevfel: “Beni şerefli bir ölümle öldürün!” diye yalvardı. Hz. Ali (radıyallâhu anh) indi ve kılıçla onun da işini bitirdi.96
Muhasaranın en şiddetli günü de buydu. Bir ay kadar süren muhasara artık eski şiddetini kaybetmeye yüz tutmuş; kimsede, onu devam ettirme arzu ve isteği kalmamıştı. Zaten 24.000 insana bakmak da pek kolay değildi.
Kureyzaoğulları, müşriklerin hendeği geçemediğini, geçenlerin de bir bir öldürüldüğünü görünce, kadınların bulunduğu sığınağa hücum etmeyi kararlaştırdılar. Taarruzdan evvel de içlerinden birini casus olarak gönderdiler. Hz. Safiyye (radıyallâhu anhâ) sığınağın etrafında dolaşan yahudiye ansızın hücum etti ve onu orada yere serdi ve silahlarını alıp sığınağa getirdi. Yahudiler, gönderdikleri adamın öldürüldüğünü anlayınca, orada bir askerî birlik var zehâbına kapıldılar ve saldırı düşüncelerinden vazgeçtiler.97
İslâm düşmanları bu harbe, kendilerinden gayet emin olarak gelmişlerdi. Hemen birkaç gün içinde Müslümanların işini bitirip döneceklerdi. Ancak, tahminlerinde çok yanılmışlardı ve bunu anladıkları zaman da, artık bozgun içinde geriye dönüyorlardı.
Bu muhasarada şartlar, hep kâfirlerin aleyhine işlemişti. Kış bastırmak üzereydi. Mekke insanı, Medine’nin kışına dayanamazdı. Zaten kış için de hiçbir hazırlıkları yoktu. Günlerden beri esip duran rüzgâr, rüzgâr olmaktan çıkmış, çadırları söküp götürecek şiddette bir kasırga hâline gelmişti. Müşriklerin daha fazla dayanmaları mümkün değildi. Nitekim öyle de oldu. Bir müddet sonra Ebû Süfyan, istemeye istemeye ric’at emri verdi.98
a. Kur’ân’da Hendek Günü
Kur’ân-ı Kerim, Hendek savaşından tafsilatıyla bahseder. İsterseniz şimdi de, onun satır aralarından muharebeyi takip edelim. Daha sonra da, Efendimiz’in Hendek savaşında gösterdiği askerî dehaya bir işarette bulunalım:
Bu hâdise münasebetiyle Kur’ân:
يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَۤاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا
“Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın! Üzerinize ordular gelmişti, Biz de onların üzerine kasırga ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptığınız her şeyi görüyordu.”
إِذْ جَۤاؤُكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَإِذْ زَاغَتِ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللّٰهِ الظُّنُونَا
“Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi. Gözler dönmüş, yürekler de ağızlara gelmişti. Allah için çeşitli tahminlerde bulunuyordunuz.”
هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا
“İşte orada inananlar denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya uğratılmışlardı.”
وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا
“İkiyüzlüler ve kalblerinde hastalık olanlar: ‘Allah (celle celâluhu) ve peygamberi bize sadece kuru vaadlerde bulundular.’ diyorlardı.”
وَإِذْ قَالَتْ طَۤائِفَةٌ مِنْهُمْ يَۤا أَهْلَ يَثْرِبَ لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِنْهُمُ النَّبِيَّ يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ إِنْ يُرِيدُونَ إِلَّا فِرَارًا
“İçlerinden birtakımı da: ‘Ey Medineliler! Tutunacak dalınız yok, geri dönün!’ demişti. Bir diğerleri de, peygamberden: ‘Evlerimiz düşmana açıktır.’ diyerek izin istemişlerdi. Oysa evleri açık değildi, kaçmak istiyorlardı.”
وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ أَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَاٰتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَا إِلَّا يَسِيرًا
“Eğer Medine’nin etrafından üzerlerine varılmış olsa, sonra da kendilerinden fitne çıkarmaları istense, hemen buna teşebbüs eder ve derhal yapmaktan geri kalmazlardı.”
وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا اللّٰهَ مِنْ قَبْلُ لَا يُوَلُّونَ الْأَدْبَارَ وَكَانَ عَهْدُ اللّٰهِ مَسْؤُلًا
“Andolsun ki, daha önce sırt çevirip kaçmayacaklarına dair Allah’a söz vermişlerdi. Allah’a verilen ahd, sorulacaktır.”99
Mü’minlerin moral ve iman gücü de aynı sûrede şu şekilde anlatılır:
وَلَمَّا رَأَى الْمُؤْمِنُونَ الْأَحْزَابَ قَالُوا هٰذَا مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْلِيمًا
“Mü’minler, düşman birliklerini gördükleri zaman: ‘İşte bu, Allah ve Peygamberi’nin bize vaad ettiğidir. Allah ve peygamberi doğru söylemiştir.’ dediler. Bu, onların ancak iman ve teslimiyetlerini artırdı.”100
Prensip olarak, siyere ait tafsilata girmeyeceğim. Zaten, bu türlü mevzulara temasımız, dolayısıyla oluyor. Bizim esas hedefimiz, naklettiğimiz hususlarda, Efendimiz’in risalet yönünü görüp gösterebilmektedir. O, öyle bir fetanete sahiptir ki, bu fetanetinin çeşitli buudları vardır. Ve bu buudlardan birisi de O’nun erkân-ı harpleri aşan bir erkân-ı harp olma buududur. Nasıl ki Bedir ve Uhud muharebelerinde Allah Resûlü’nün eşsiz bir erkân-ı harp olduğunu -tabiî bizim sınırlı malumatımız çerçevesinde ve işin ehli olmadığımızı da itiraf ederek- isbata çalıştık. Hendek harbinde de aynı ölçüde birkaç söz söylemeye gayret edeceğiz.
Evet O, eşsiz bir kumandandır.. Ve Hendek savaşı da, bizim bu hükmümüzü tasdik edip doğrulamaktadır.
Hendek savaşı en zor şartlar altında kazanılmış muhteşem bir zaferdir. Bu zaferi hazırlayan şartlar, bizzat Cenâb-ı Hakk’ın, Allah Resûlü’ne talim ettiği çerçevede gelişmiş.. ve o müthiş fetanet, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine vahiy ve ilham yoluyla talim buyurduğu bu şartları anlamış, anladıklarını, tatbike koymuş.. ve işte bu zafer de böyle gerçekleşmişti.
Evet, beşerî sınırlar içinde o kadar çetin ve aleyhte şartlar altında, böyle bir muvaffakiyete ermek çok zordu. Hatta imkânsızdı. Şimdi biz, teker teker, Efendimiz’in bu muharebede kullandığı taktikleri görmeye çalışalım ki, bir kere daha Hendek bize “Muhammedün Resûlullah” dedirtsin…
b. Hendek’in Perde Arkası
1. Düşman ordusu 24.000, Müslümanlar ise 3.000 kadardı. Yani düşman, Müslümanların tam sekiz misliydi.. ve her Müslüman, 8 kişiyle yaka-paça olacaktı.. Böyle bir muharebenin, meydan savaşı değil de bir müdafaa harbi olarak tatbike konulması evvelâ müthiş bir fetanet ifadesiydi.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, Allah Resûlü, düşmanlarının karşısına çıkmış ve tatbik ettiği bir taktiği bir daha kullanmamıştı. İşte Hendek’te gördüğümüz de budur.
2. O gün için hendek, düşmanı durdurmada, önemli bir faktördü. Zira ne Kureyş ne de müttefikleri böyle bir tablo ile karşılaşmayı hayallerinden bile geçirmemişlerdi. Karşılaştıkları bu sürpriz, bir kere daha onları şaşkına çevirmişti.
3. Hendeğin küçük bir yerinin, mahir süvarilerin geçebileceği kadar dar bırakılması da apayrı bir deha örneğidir. Böylece, en güçlü ve kuvvetliler, teker teker ele geçirilip öldürülecek ve bu durum, düşman cephede büyük bir inkisar kaynağı, mü’minlerde ise, ümit ve inşirah vesilesi olacaktı.
4. Hendek kazımında Allah Resûlü bizzat çalışmış ve mü’minlerin arasında bulunmuştu. Bu da sahabe için ayrı bir moral kaynağı oluyordu. Ayrıca bu esnada, kırılamayan bir taş, Efendimiz’e müracaat mevzuu olunca, İki Cihan Serveri gelmiş, elindeki manivela ile taşa vurmuş ve birinci vuruşta etrafı aydınlatacak kadar kıvılcımlar çıkmış.. ardından da Allah Resûlü, tekbir getirerek, etrafındakilere İran’a ait saltanatın yıkılıp mülkün kendisine verildiği müjdesini duyurmuştu. İkinci vuruşta da aynı şekilde kıvılcımlar çıkmış.. bu sefer de Allah Resûlü yine tekbir getirerek Roma saltanatının yıkılacağını haber vermişti.101
O esnada söylediği bu sözler, askere öyle moral kazandırıyordu ki, değil sadece 24.000 insan, bütün dünya üzerlerine gelse gözlerini kırpmadan savaşabilecek bir kuvve-i mâneviye ile şahlanıyorlardı.
5. Hendeği atlayan muhariplere karşı Hz. Ali’nin (radıyallâhu anh), hem de gönüllü olarak (emirle değil) seçilmesindeki isabet de şâyân-ı dikkattir. Böylece Allah Resûlü, kimi nerede ve nasıl kullanacağını mucize çapında bir firasetle bildiğini cihana bir kere daha göstermiştir.
6. Bu arada, ordu içindeki münafıkları, göz açtırmayacak şekilde kontrol altında tutması ve istemelerine rağmen hiçbir kötülüğe muvaffak olamamaları, fetanetin engelleyici ayrı bir buudu.
7. Efendimiz, muharebeyi elinden geldiği kadar uzatma yanlısı idi. Bunda muvaffak da oldu. Muharebeyi uzatması pek çok yarar sağlamıştı ki; birkaçını sıralayabiliriz:
Birincisi: Mevsim olarak kışa giriliyordu. Kureyş ve müttefikler, kışa karşı hazırlıksız gelmişlerdi.. az daha kalsalardı kış işlerini bitirecekti.. muhasarayı kaldırıp gidince de yıkılmış olarak gideceklerdi.
İkincisi: Her gün 24.000 insana bakmak mecburiyetinde olan düşman, sürenin uzamasıyla malî kriz içine giriyordu. Açlık ve susuzluk, bir de soğukla birleşince, artık çekilmez olmuştu…
Üçüncüsü: Düşman cephesinde meydana getirilen sun’î ittifakın uzun ömürlü olması düşünülemezdi. Çünkü onların bu dostlukları, Allah Resûlü’ne olan düşmanlıklarından kaynaklanıyordu. Geçen her zaman dilimi, bu dostluğu aşındırıyor ve yıpranmasına sebep oluyordu. Hâlbuki İslâm cephesi gün geçtikçe birbirlerine daha çok kenetleniyorlardı.
Dördüncüsü: Düşman cephede birçok lider vardı. Bunların hiçbiri, diğerinin emrine girecek durumda değildi. Âdeta haçlı çapulcularını andırıyorlardı. Sözde bütün orduya Ebû Süfyan kumanda ediyordu; ama, bu sadece görünüşte böyleydi.. zaman geçtikçe misiller arasında uzaklaşma baş gösteriyor.. nizâlar oluyor ve tearuzların, tesakutların ağında âdeta eriyorlardı.
8. Nuaym b. Mesud (radıyallâhu anh), gizlice Müslüman olmuştu. Allah Resûlü, ona bir müddet daha Müslümanlığını gizlemesini söylemiş.. ve onu bu muhasara esnasında, çok mühim işlerde kullanmıştı.
Nuaym, hem Kureyş’in hem de Yahudiler’in itimat ve hürmet ettikleri bir insandı. Efendimiz, ona harbin bir taktik olduğunu söylemiş ve idare-i kelâm etmesine de izin vermişti. Nuaym, bu ruhsat üzerine Yahudiler’e giderek: “Kureyş sizi terkedecek ve Muhammed’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) baş başa bırakacak. Düşünün o zaman hâliniz nice olur.? Eğer bu durumda kalmak istemiyorsanız, onların ileri gelenlerinden birkaçını rehin olarak yanınızda alıkoyun.” dedi. Onlar Nuaym’a olan itimatlarından dolayı bu sözlere kesin olarak inandılar.
Nuaym daha sonra Kureyş’e gitti. Onlara da: “Yahudiler Muhammed’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) gizlice anlaştılar. Sizin ileri gelenlerinizden birkaçını rehin edip ona teslim edecekler. O da onlara ilişmeyecek. Sakın, sizden böyle bir talepte bulunurlarsa onların dediğini yapmayın!” dedi. Kureyşliler de Nuaym’a itimat ettiklerinden, onun bu tekliflerinden zerre kadar şüphelenmediler.
Kureyş ileri gelenleriyle Yahudi liderleri, bir gün bir araya geldiler. Her iki taraf ta birbirinden şüpheleniyordu. Evvelâ Yahudiler sözü açtı ve: “Siz başınız sıkışınca çekip gidecek ve bizi bu adamla baş başa bırakacaksınız. Teminat için bize birkaç rehin vermezseniz biz savaşı bırakacağız.” dediler. Kureyş, zaten böyle bir teklif bekliyordu. Nuaym’ın sözünü hatırladılar ve tabiî bu teklifi reddettiler. Onların reddi, Yahudilere de Nuaym’ı tasdik ettirdi. Böylece ittifak bozulmuş oldu ve Yahudiler harp sahnesinden çekilmeye başladılar.102
Nuaym Müslüman olalı birkaç gün olmuştu. Allah Resûlü’nün insanları tanımadaki isabetine bakın ki, hemen Nuaym’ın becerebileceği bir işi ona teklif etmiş, o da arızasız bu işi yerine getirivermişti.
9. Fırtına ve kasırga karşı tarafı kasıp kavuruyordu. Bu arada acaba Kureyş ne durumdaydı? Allah Resûlü onlardan bir haber almak üzere, Huzeyfe’yi (radıyallâhu anh) karşı tarafa gönderdi. Bu iş için de Huzeyfe seçilmişti. O Allah Resûlü’nün sır kaynağıydı. Aynı zamanda emir dinlemedeki nezaketi çok iyi bilenlerdendi. Allah Resûlü, onu gönderirken “Sakın orda bir iş çıkarma, sadece durumlarını öğren ve gel!” demişti.
Huzeyfe karşı tarafa geçti. Bir ara sırtı ona dönük duran Ebû Süfyan’ı görüverdi. Aklından, bir okla onun işini bitirmek geçti ama, Allah Resûlü ona, “Bir iş çıkarma!” demişti. O da böyle bir hareketten vazgeçti. Ebû Süfyan durmadan “er-Rahîl! er-Rahîl!” diye bağırıyordu. Belli ki artık Kureyş hüsran içinde geriye dönüyordu.103
Kur’ân-ı Kerim onların bu elim, hazin durumlarını şu âyetiyle hulâsa eder:
وَرَدَّ اللّٰهُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِغَيْظِهِمْ لَمْ يَنَالُوا خَيْرًا
“Allah, inkâr edenleri kinleriyle geri çevirdi, bir hayra ulaşamadılar; savaşta, inananlara Allah’ın yardımı yetti. Allah Kavî’dir, Azîz’dir.”104
Huzeyfe, orada gördüklerini anlatmak üzere geri dönüyordu ki, beyaz sarıklı, beyaz elbiseli, süvariler gördü. Bunlar, küffar ordusu arasında gidip-geliyorlardı. Onlardan birisi Huzeyfe’ye yanaştı ve: “Sahibine selâm söyle, düşmanın hakkından geldik!” dedi. Huzeyfe, bu hâdiseyi Allah Resûlü’ne nakledince: “Onlar meleklerdir. Orada olan şeylere nezâret etmektedirler.” cevabını aldı.105
10. Allah Resûlü, kumandayı daima elinde tuttu.. ve muhasara müddetince bir saatliğine dahi cepheden ayrılmadı. İnsanlardan bir insan gibi davrandı ve her sıkıntıda, ordusuyla beraber oldu. Bu da, O’nun kumandanlık seviyesinin nasıl zirveler üstü bir zirvede olduğunu göstermektedir.
11. Bu kadar çetin muharebede verilen şehit sayısı sadece altıydı.106
12. Efendimiz, muharebenin sonunda şöyle buyurmuştu: اَلْاٰنَ نَغْزُوهُمْ وَلَا يَغْزُونَنَا “Artık bundan böyle, biz onların üzerine gideceğiz, onlar gelemeyecekler.”107
Zaman ve hâdiseler, O’nun verdiği bu haberde O’nu doğrulamıştır.
Hendek savaşı denince zikredilmeden geçilmeyecek iki mühim hâdise daha var:
Bunlardan biri, bu savaş esnasında Allah Resûlü’nün dört vakit namazının kazaya kalması hâdisesidir.108
İkincisi ise, ensarın efendisi, şerefli sahabi Sa’d b. Muaz’ın (radıyallâhu anh) vefatı.109
Bu vak’ada, Sa’d b. Muaz (radıyallâhu anh), kolundan yaralanmıştı. Durmadan kan kaybediyordu. Allah Resûlü onunla bizzat meşgul oluyor ve mescidin içinde kurdurduğu çadıra gelip-gidip onu ziyaret ediyordu. Hatta herkes de ziyaret edip yakınında bulunabiliyordu. Zaten O, İslâm’a girdikten sonra hep Allah Resûlü’nün yakınında olmuştu ve O’nun nazarında müstesna bir simaydı. Bir kere Sa’d b. Muaz meclisten geçerken, İki Cihan Serveri: قُومُوا إِلَى سَيِّدِكُمْ “Efendiniz için ayağa kalkın!” demiş ve orada bulunanları, Sa’d b. Muaz’a (radıyallâhu anh) hürmeten ayağa kaldırmıştı.110 O da, Allah Resûlü’ne karşı sadakat ve vefada hiç kusur etmedi.. sadakat içinde yaşadı ve öyle öldü.
Nasıl, bir gün Allah Resûlü’ne hitaben; “Yâ Resûlallah, işte malımız, istediğin kadar al. İşte canımız istediğini kurban et!” demişti.111 Öyle de son demlerinde Cenâb-ı Hakk’a şöyle dua edip yalvarmıştı: “Allahım, eğer bir daha Resûlullah’ın safında yer alıp savaşmam mukadder ise beni yaşat, yoksa emanetini benden al!”112 Ve, Hendek savaşında aldığı bir yara ile şehit olmuştu. Harbe iştirak için acele etmiş, giydiği zırh vücuduna küçük geldiğinden ötürü de omuzu açıkta kalmıştı. Ve oraya isabet eden bir tali’siz okla yaralanmış ve sinelerimizde bu yara ile de Rabbisine yürümüştü.113
Savaş henüz sona ermiş ve Allah Resûlü, hane-i saadetlerine adımını atmıştı ki, Cibril geldi ve Efendimiz’e hitaben: “Yâ Resûlallah! Siz silahınızı bıraktınız mı? Hâlbuki biz melekler henüz bırakmadık. Şimdi hemen Kureyzaoğullarının üzerine yürüyün!” dedi.114 Bunun üzerine Efendimiz derhal hareket emri verdi. “İkindiyi ancak orada kılın!” diyerek de bu gidişin ne kadar süratli olması gerektiğini ifade buyurdu.115
Kureyzaoğulları, bilhassa Hendek vak’ası esnasında ihanet etmiş ve Müslümanları arkadan vurmak istemişlerdi. Müslüman kadınların bulundukları yeri tespit edip, onlara saldırmak istemişlerdi ama, bunu gerçekleştirme fırsatını bulamamışlardı. Hâlbuki daha önce Allah Resûlü’yle anlaşma yapmışlardı. İkinci olarak bu anlaşmayı çiğnemiş ve Müslümanlarla açıktan harbe girmişlerdi.
Suçları bu kadarla da kalmıyordu; siyasî sürgün Huyey b. Ahtab ve benzeri İslâm düşmanlarına bağırlarını açmış ve onlara resmen siyasî sığınma hakkı tanımışlardı. Hâlbuki anlaşmaları gereği bu yaptıkları, anlaşmayı bozmak demekti…116
Bütün bunlara rağmen, Allah Resûlü üzerlerine yürüdüğünde, hüsnü kabul gösterip af dileselerdi affolunabilirlerdi. Zira Allah Resûlü, onlarla hep iyi geçinme taraftarıydı. Ne var ki, kötülüğe programlanmış bu ruhlar, Müslümanlara karşı açık tavır aldılar ve Efendimiz’e karşı da mukavemete kalkıştılar. Ancak burunları kırılınca teslim oldular ve tek şartları vardı: Hakem, Sa’d b. Muaz (radıyallâhu anh) olsun istiyorlardı. Efendimiz de bu şartı kabul etti.
Sa’d b. Muaz (radıyallâhu anh), hasta yatağından kalktı bir merkebe binerek olay yerine geldi ve hükmünü Tevrat’a göre verdi. “Eli silah tutan erkekler öldürülecek, kadın ve çocuklar esir edilecek, bütün malları da ganimet sayılacaktı.” Her iki taraf da verilen bu hükme razı oldu. Ve böylece Medine bir fitneden daha kurtuldu.117 Evet, yavaş yavaş Medine, civarıyla beraber “Emin Belde” hâline geliyordu.
8. Diğer Gazveler
Buraya kadar, Allah Resûlü’nün iştirak ettiği 18 gazveden sadece 3 tanesini, kuşbakışı anlatmaya ve bu gazvelerde Efendimiz’in, bir erkân-ı harp olarak askerliği üzerinde durmaya çalıştık.
Şimdi de ana başlıklar hâlinde diğer gazvelerine süratli bir göz atalım. Ve O büyük fetanetin deha televvünlerini görmeye çalışalım:
Hudeybiye’yi incelerken, Allah Resûlü’nün, üstün idareciliği faslında, müşkilleri nasıl çözdüğünü bir ölçüde tahlil etmiştik. Hudeybiye’de bir harp olması muhakkaktı. Ancak Allah Resûlü, kuvvet dengesi olmadığı bir yerde -ki karşı tarafta, on bin müsellah (silahlı) insan, başında Halidler, İkrimeler ve daha gözü dönmüş bir sürü insan.. beri tarafta da, sahabenin rivayet ettiğine göre bin altı yüz silahsız insan.. sırtlarında ihram, umre düşüncesiyle oraya kadar gelmişler- Allah Resûlü, bir tek insanın burnunu kanatmadan -hezimet muhakkak olan böyle bir karşılaşmayı- Cenâb-ı Hakk’ın inayet ve keremiyle zaferle ve muvaffakiyetle noktalamıştı.
Hudeybiye.. Hicret-i Seniyyenin tam altıncı senesi… Sıla hasreti sahabenin içini yakıyor.. Bilâl-i Habeşî Mekkeli değildi. Habeşistan’dan gelmişti ama, Mekke’yle öylesine bütünleşmişti ki, Medine-i Münevvere’ye hicret edip, biraz da hummâyla hırpalanınca: “Ah Mekke! Acaba sana bir kere daha kavuşabilecek miyim? Ah Nur dağı! Seni bir daha seyredebilecek miyim?” diye yanıp inlemişti. Hz. Ebû Bekir gibi büyük bir irade bile, sarsılmış, kendisini Mekke’den atan ve uzaklaştıran insanlara beddua etmişti.118
Aşağı-yukarı dâussıla herkesin içini yakıyordu. Yerin göbeği Mekke.. onunla göbek bağı olanlar, yerin göbeğine ne zaman seyahat yapacaklarının rüyasını görüyorlardı. Altı sene geçmişti aradan, Kâbe’yi tavaf edememişlerdi. Oysaki, Kâbe’yi, en son, onların babaları Hz. İbrahim (aleyhisselâm) onarmış ve tamir etmişti.
إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِلْعَالَمِينَ
“Doğrusu insanlar için konulan ilk mâbet, elbette ki Mekke’de bulunan, o çok mübarek ve bütün âlemlere hidayet rehberi olan evdir.”119 âyet-i kerimesiyle anlatılan Kâbe, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) eliyle yapılan yeryüzünde ilk binaydı. İlk peygamberin yaptığı ve Halilurrahmân’ın onardığı bu binadan, evet işte bu binadan O’nun en şerefli evlâdı Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) sökülüp atılıyor ve altı sene gibi uzun bir süre içinde gelip orayı ziyaret edemiyordu.
İşte O da sıla hasreti ile yanıp kavruluyordu. Önlerine düşüp, ashabına İslâm’a göre bir tavaf yaptırmak istiyordu. O gün Kâbe, putlarla doluydu. Kâbe’nin etrafında da bir sürü put vardı. O güne kadar Kâbe’yi tavaf edenler, tavaf yerine maskaralık yapıyorlardı. Onların yaptıklarına tavaf denmezdi. Onların Kâbe etrafındaki tavaflarına Kur’ân-ı Kerim “مُكَۤاءً –mükâ” ve “تَصْدِيَةً–tasdiye” diyor.120 Islık çalıyor ve ellerini çırpıyorlardı. Bilhassa geceleri, günahkâr elbiselerle Kâbe tavaf edilmez diye, kadınlar bütün urbalarını atıyor ve Kâbe’nin çevresinde öyle dolaşıyorlardı.121 Kadınıyla-erkeğiyle, bir değişik dönemin, değişik esaslarına bağlı olarak, bir değişik tavaftı ki, anlamak, izah etmek çok zordu.
İşte Allah Resûlü, Kâbe nasıl tavaf edilir, umre nasıl yapılır, bunu göstermek istiyordu ve birinci maksadı bu idi. İkinci olarak da gösterecekti ki, Kâbe sadece Mekkelilerin veya Kureyşlilerin değil onlar kadar onda başkalarının da hakkı var. Hele Kâbe’ye şerefini, şanını iade edecek Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun kudsî cemaatinin herkesten ziyade hakkı vardı.
Aslında Kâbe, çoktan minberinden ayrılmış bir mihrap gibiydi. Allah Resûlü, Medine’de kurduğu minberini, mihrabın yanına çekmek istiyordu. Kâbe, bizim ebedlere kadar mihrabımızdır ve başta da Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mihrabıydı. İçinde putlar olduğu için muvakkaten o, Mescid-i Aksâ’ya dönüp bir süre öyle namaz kılmıştı. Kılmıştı ama, gözleri daima semadaydı ve Kâbe’den, yüzünü dahi çevirmeye tahammül edememişti. Allah (celle celâluhu):
قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَۤاءِ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضَاهَا
“Yüzünü semaya çevirip durduğunu görüyoruz. Yakında seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz.”122 diyor ve O’nu teselli ediyordu. Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kıldığı süre, O’nun için hep hicran oldu. O hatibin mihrabı, Kâbe; minberi de Medine idi. Medine yalnızdı. Mihrabın yanına götürülünce, imamın imamlığı tamam olacaktı. Esasen O’nun imamlığı tamdı. Ancak pratikte de böyle olması için; mutlaka Kâbe’nin mü’minlerin elinde olması lâzımdı.
Bu kapıyı da ilk defa bir umre ile zorlayacaktı. Onun için; “Hele bir umre yapalım!” diyordu. İslâm esaslarına, İslâm düşüncesine, İslâm anlayışına ve İslâm ruhuna göre bir umre… Henüz hac farz kılınmamıştı. Hac, O’nun hayatında ilk ve son bir kere oldu. Evet, Efendimiz, farz olarak hayatında bir defa hac yaptı. Ve ona Kur’ân-ı Kerim “Hacc-ı Ekber” dedi.123 Umreye de “Hacc-ı Asgar.”
Avam halk arasında “Hacc-ı Ekber” Arafat’ın cumaya rastlamasına denmektedir. Ama aslında böyle bir anlayış daha çok halk kaynaklıdır. Mübarektir, güzeldir Arafat’ın cuma gününe rastlaması ama, Hacc-ı Ekber, haccın, hac mevsiminde yapılanına; “Hacc-ı asgar” da (küçük hac) umreye denir.
Üçüncü olarak da, bütün kabilelere kudsîler ordusunu götürüp gösterecekti. Böyle bir birlik geçerken kimsenin burnu kanamayacak, kimsenin bir gülüne dokunulmayacak, kimsenin bağ ve bahçesine girilmeyecek ve çapulculuk yapılmayacaktı.
Evet, bu ordunun böyle şeylerden uzak olduğu herkese gösterilecekti. Hâlbuki o güne kadar çölden böyle bir güçle geçenler hep çapulculuk yapmışlardı. Onlar ise, sekîne ve itminan ordusu olarak gelip-geçeceklerdi. Bu hac, hac içinde İslâm’ı temsil ve bu temsilin bütün Araplara gösterilmesi, evet, bunun temin edilmesi çok mühimdi. Bu aynı zamanda İslâm’a ait bir mesaj mânâsını da taşıyordu. Zira onları görenler şöyle diyeceklerdi: “Biz yeryüzünde şimdiye kadar böyle insanlar görmedik, olsa olsa bunlar, melek olabilirler!”
İşte Efendimiz bu mülâhaza ile yollara dökülmüştü; başka düşüncesi de yoktu. Onun için sahabe, sadece kılıçlarını almış, bu yolculuğa öyle çıkmışlardı.. Hudeybiye mevkiine kadar da hiçbir engele rastlamamışlardı. Hudeybiye’ye gelip ulaşınca, Kureyş’in hazırlıklarından haberdar olan bazı kimseler dediler ki: “Kureyş, bütün güç ve kuvvetiyle size karşı koyacak ve sizi engelleyecek…”124
Sükûnet ve sekîne insanı, vuruşmak, çatışmak istemiyordu. Zaten vuruşmak ve çatışmak için de gelmemişti. Karşılaştığı şeyden ötürü fevkalâde mahzundu. Zira, ashabına verdiği söz vardı: “Size umre yaptıracağım!” demişti. Onlar da, İslâmî ölçüler içinde yapılacak bu yeni ve orijinal umreyi, hem de Allah Resûlü’yle beraber yapmanın müjdesiyle coşmuş ve buraya kadar o duygu ve düşüncelerle gelmişlerdi. O güne kadar yaptıkları, ne hac ne de tavaf… İslâm esaslarına göre, vahiyden kaynaklanarak sistemleştirilmiş bir umre yapacaklardı.. hem de bunu Allah Resûlü yaptırtacaktı. Böylece, hem onlar hem de herkes umrenin nasıl yapıldığını görüp öğrenecekti.
Allah Resûlü Hudeybiye’de mecburi duruş yaptı ve sahabeyi de durdurdu. Ashabına ve kendisine inananlara; kendi cesaretine, kendi müthiş imanına rağmen bunu yapıyordu. Biliyordu ki, Rabbine sığınarak bir kavgaya girse yine onları mağlup edecektir. Ancak O bunu yapmayıp bekleyecekti. Engelleme, belirgin hâle gelince, ashabıyla biat yenilemesi yaptı. İslâm uğrunda, ölmeye kadar her şeylerini feda etmek üzere biat aldı.125 Ve işte bu biata, yüce dergâhtan hoşnutluk sesi:
لَقَدْ رَضِيَ اللّٰهُ عَنِ الْمُؤْمِنِينَ إِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ فَعَلِمَ مَا فِي قُلُوبِهِمْ فَأَنْزَلَ السَّكِينَةَ عَلَيْهِمْ وَأَثَابَهُمْ فَتْحًا قَرِيبًاوَمَغَانِمَ كَثِيرَةً يَأْخُذُونَهَا وَكَانَ اللّٰهُ عَزِيزًا حَكِيمًا
“Allah inananlardan, ağaç altında sana baş eğerek el verirlerken, and olsun ki hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı da bilmiş, onlara güvenlik vermiş, onlara yakın bir zafer ve ele geçirecekleri bol ganimetler bahşetmiştir. Allah güçlü olandır, Hakîm olandır.”126
Andolsun ki, Allah (celle celâluhu) mü’minlerden razı oldu. -Ki onlar ağaç altında Peygambere biat ettiler. Biatlar üstü bir biat- Onların kalblerinden geçenleri Allah (celle celâluhu) çok iyi biliyordu ve kalblerinden şu geçiyordu: Allah Resûlü “Öl!” derse öleceğiz, “Kal!” derse kalacağız, bize “Yürüyün Kâbe’yi tavaf edin!” derse tavaf edeceğiz, “Silahınız yok ama şu çelik orduya kendinizi çarpın!” derse çarpacağız.
Duygu yumakları bu olabilir ve daha fazlasını söylemek de bizi aşar.
Bu arada Allah (celle celâluhu) onlara sekîne inzal buyurdu.. ve onların bu civanmertliğine mukabil çok yakın bir gelecekte, O da, onlara apaçık bir fetih ihsan vaadetti. Evet Cenâb-ı Hak onlara, Kur’ân’da bunu vaadediyordu.
Hudeybiye’de, Allah Resûlü’nün düşündüklerinden sadece bir tanesi olmamıştı. O da bir sene sonra olacaktı ve oldu: Geldiler, İslâmî ölçülere göre Kâbe’yi tavaf edip Hacerü’l-Esved’e yüz sürdüler. Bunun dışında düşünülenlerin hemen hepsi olmuştu. Gösterdiler ve çöl gördü ki, çölün çapulcularından başka, ona emniyet getirecek, orada emniyet ve güveni temsil edecek bir kudsîler ordusu var ki geçtiği her yere emniyet tohumları ekmektedir ve 2-3 sene sonra da bunlar… duygularda yeşerip çimlenecek.
Evet işte, bu görünümü sergileye sergileye ta Medine’den Mekke’ye kadar gelmişler; köye, kasabaya, çadıra hasılı bâdiyede her yere uğramışlar, çeşitli kimselerle görüşmüş ve çeşitli kimselerle karşılaşmışlardı. Bu uğrayıp-görüp geçtiği yerlerdeki insanların hemen hepsi 2-3 sene sonra gelip O’na iltihak edecek ve Kâbe’nin fethi için O’nunla beraber yerin göbeğine doğru sefer yapacaklardı. Keza, Kureyş’le beraber bütün müşrikler de anlamışlardı ki, Kâbe sadece Kureyş’in değil, O’nda bütün insanların hakkı vardır. Hususiyle de, İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun cemaatinin…
Aslında Kureyş, böyle bir hakkı Hudeybiye’deki muahedede kabullenmiş ve Allah Resûlü’nün imza attığı kağıda onlar da imza atmışlardı. “Siz de Kâbe’yi ziyaret edebilirsiniz. Bu sene bize ait, gelecek sene size ait. Bundan sonraki yıllarda her sene gelir Kâbe’yi tavaf edersiniz.” demişlerdi.127
Bu aynı zamanda Müslümanların mevcudiyetini kabul etmek demekti. Oysaki o güne kadar yapılan propaganda, Mekke ve Kâbe’nin sadece müşriklere ve bilhassa Kureyş’e ait olduğu şeklindeydi.. ve bir ölçüde başkaları da bunu kabullenmiş bulunuyordu.
Herkes, orada müşriklerin göstereceği töre ve sisteme uyardı. Kimse hususî bir merasim icat edemezdi. Oysaki Hudeybiye’de kabullenilen muahede şartlarına göre, Mekke’ye gelecek ve kendi töreleriyle Kâbe’yi tavaf edeceklerdi. Allah Resûlü, on binlik bir ordunun karşısında silah olarak sadece kılıcı bulunan 1600 kişi ile böyle bir zafer elde ediyordu.. kendini herkese kabul ettirme ve kalblerin kapılarını aralama zaferi.
Meselâ Urve İbn Mesud, Süheyl İbn Amr, murahhas olarak oraya kadar gelmiş Allah Resûlü ile görüşmüşler, ashabın O’na bağlılıklarına şahit olmuş ve Allah Resûlü’nün davranışlarından, O’ndaki Allah’a (celle celâluhu) imanın, O’ndaki mehâfetullahın ve O’nun üzerindeki peygamberâne hallerin çok tesirinde kalmışlardı. Derken içlerindeki buzlar erimiş, bakış zaviyeleri başkalaşmıştı. Ve bu insanlar çok yakın bir gelecekte inanıp İslâmiyet’e girmeye namzet idiler. Hatta, daha o zaman bile Mekke’ye döndüklerinde, oradaki sertlikleri kırmış ve Müslümanların lehine havayı yumuşatmışlardı.128
Bu arada Müslümanlıktaki yumuşatıcılık ve müşriklerdeki sertlik, yer değiştirmelere bile sebep olabiliyordu ve bunun canlı misalleri de vardı.129
Evet, mütereddit ve mütehayyirler, bir bir Allah Resûlü’nün safına geçiyorlardı. Belki zâhiren Hudeybiye, bir geriye dönüştü, ama, pek çok ganimeti olan bir gerilim dönüşüydü. Ayrıca bunun ötesinde Kureyş’ten de emin olunacaktı. Artık arkadan saldırmayacaklardı. Tabiî bu arada bir de pakt teşekkül etmişti: Benî Bekir’le Kureyş, Benî Huzâa ile de Müslümanlar ayrı ayrı birer pakt kurmuşlardı… Ve bunlar, birbirlerine saldırmayacaktı. Bundan dolayı Allah Resûlü, çok seviniyordu. Zira, tam 10 sene çölde, birçok kabileye İslâm’ın sesini, soluğunu duyurabilecekti.
a. Çıban Başı Hayber
Hudeybiye dönüşünde Allah Resûlü, bir çıban başı olan Hayber’in üzerine yürüdü. Yahudiler burada daima fitne kaynatıyorlardı. Bazen, Gatafan’la kafa kafaya veriyor, bazen Benî Nadîr’le anlaşıyor, bazen de Kureyş’e çanak tutuyor; ama mutlaka ve her zaman Müslümanların aleyhine oyunlar planlıyorlardı. Zaten Kureyş’i tahrik eden ve onlara cesaret veren de bunlardı. Bedir’de, Uhud’da ve Hendek’te hep onların kışkırtması vardı.
Artık onları te’dip etme vakti de gelmişti. Allah Resûlü, yine bir yıldırım harekâtı düzenledi. Hudeybiye’ye gelenler, umre yapamamışlardı ama, cihad yapıp umrenin boşluğunu doldurabileceklerdi. Efendimiz, sahabeden bir kısmını Gatafan üzerine gönderdi.130 Çünkü Gatafan, Hayber’in dostuydu. Bu durumda Gatafan, esas hedefin kendileri olduğunu zannederek kendi başlarının derdine düştüler.. ve böylece Hayber’le olan irtibatlarında bir kopukluk oldu. Oysaki, Allah Resûlü’nün hedefi Hayber’di… Onlar, “Ha geldiler-ha gelecekler.” diye korkulu rüyalar göredursunlar, Allah Resûlü, yine bir gece yürüyüşü ile, kimseye hissettirmeden, Hayber’e ulaştı.
Hayberliler için bugünün diğer günlerden hiçbir farkı yoktu.. herkes mutat işine gitmek üzere ellerinde ziraat aletleriyle bağ, bahçe ve tarlalarına gideceklerdi. Ancak, kaleden adımlarını dışarıya atar atmaz donakaldılar. Karşılarında müsellah bir ordu ve başlarında da Allah Resûlü. Yeniden gerisin geriye kaçmaya başladılar. O esnada Müslümanlar da en gür sadâ ile اَللّٰهُ أَكْبَرُ خَرِبَتْ خَيْبَرُ “Allahu Ekber! Hayber harab oldu.”131 diye haykırıyorlardı. Artık Hayber’in işi bitikti.. yollar teslim olmaya doğru kayıyordu. Ne var ki Hayber’e yine de bir Haydar-ı Kerrar lâzımdı, lâzımdı ki Hayber kalesinin kapısını alsın ve bir kalkan gibi kullansın.. kullansın ve İslâm ordusunu şahlandırsın.132
Öyle de oldu; Hayber, Hz. Ali’nin (radıyallâhu anh) eliyle fethedildi. O gün sancak ona verilmiş ve Allah Resûlü, onun hem sevilen hem de seven olduğunu müjdelemişti ki; bu Allah ve Resûlü tarafından sevilen, Allah ve Resûlü’nü seven ondan başkası değildi.133 Ve, Hayber, en kısa zamanda, en az zayiatla İslâm’ın yed-i beyzasına teslim oluyordu.
Hayber’de esir alınanlar arasında Hz. Safiyye Validemiz (radıyallâhu anhâ) de vardı. Allah Resûlü’nün nikâhı altına girme bahtiyarlığına eren bu büyük kadının ayrı bir meğâzî buudu vardır… Bu büyük kadınla Allah Resûlü, bir de Hayber’i içinden fetheder. Çünkü Safiyye Validemiz, bundan böyle bütün nüfuzunu Hayber’de İslâm adına kullanacaktır.
b. Mute Destanı
Efendimiz’in yokluğuna terettüp eden boşluklarla beraber, kendi içinde dolu dolu bir destan. Evet kendisi iştirak edememekle beraber, İslâm’ın âfâk-ı âleme yayılmasına sebep olan Mute destanını zikretmeden geçemeyeceğiz. O Mute ki, orada Allah Resûlü’nün en çok sevdiği insanlar şehit düşmüş ve orada gömülmüşlerdi. Zeyd b. Hârise (radıyallâhu anh), ardından Cafer b. Ebû Talib ve onun da ardından Abdullah b. Revâha (radıyallâhu anh) Cennet’e Mute’den uçmuşlardı.. ve Mute, aynı zamanda bir askerî dehanın günyüzüne çıkmasının da destanıdır. Allah’ın (celle celâluhu) kılıcı Halid, ilk defa İslâm saflarında kendini Mute’de ispatlamıştır.134
Sulh esnasında Allah Resûlü, dünya hükümdarlarını İslâm’a davet etmiş.. bunlardan bazılarından müspet cevap alırken;135 bazıları da red cevabı vermiş.. hem de bütün bütün edep sınırlarını çiğneyerek ve kendi karakterlerini sergileyerek küstahça davranmış ve küstahça cevaplar vermişlerdi.136
Busra Emiri Şurahbil de bu son gruba dahildi. Şurahbil b. Amr, esasen Arap olmasına rağmen, Hıristiyanlığı kabul etmiş ve bu yeni dinine olan taassubunu da gelen elçi Hâris b. Umeyr’i öldürtmekle göstermişti. Allah Resûlü’nün gönderdiği elçinin öldürülmesi affedilecek gibi değildi. Ayrıca, diğer hükümdarlara fikir vermesi açısından da tahribi oldukça büyük sayılırdı.
Efendimiz, derhal 3000 kişilik bir ordu hazırladı ve başlarına da azatlı kölesi, mânevî evlâdı -ki İslâm, sonradan böyle evlât edinmeyi kaldırmıştır- Zeyd b. Hârise’yi (radıyallâhu anh) geçirdi. Ardından da: “Zeyd’e bir şey olursa kumandayı Cafer, ona da bir şey olursa, Abdullah b. Revâha alsın!” ferman etti.. ve: “Eğer ona da bir şey olursa, kumandayı Allah kılıçlarından bir kılıç alsın!” buyurdu. İsim zikredilmemişti ama, hâdiseler onun Halid olduğunu ortaya çıkaracaktı.137
İslâm ordusu, Mute’ye vardığında 200.000 kişilik beklenmedik bir orduyla karşılaştı. İki sayı arasında ürperten bir farklılık vardı: İkiyüzbine karşı, üçbin insan…
Buna rağmen, “Zafer elde edemesek de şehitlik elde ederiz!” deyip savaşmaya karar verdiler.. ve ilk üç kumandan birbiri ardınca şehit oldu. Derken, o âna kadar değişik yiğitlerin göğsünde taşınan sancak, sonunda gelip Halid’e ulaştı. O gün Halid’in elinde tam 9 kılıç kırılmıştı.138
Halid (radıyallâhu anh), bir taraftan savaşırken, diğer yandan da, bir kısım ustaca manevralarla, zayiat vermeden orduyu Medine’ye götürebilmenin yollarını araştırıyordu ki harp tekniği açısından bu büyük bir başarıydı. Gerçi, geriye çekilmeye kapalı sahabi ruhu bundan çok rahatsız olacaktı ama, Kur’ân’ın ölçüleri içinde bunun böyle olmasında zaruret vardı. Buhârî ve Ahmed İbn Hanbel, baştan sona vak’ayı şöyle naklederler:
“Allah Resûlü, ashabı arasında oturuyor ve Mute’de cereyan eden hâdiseyi aynen anlatıyordu: İşte bayrağı Zeyd İbn Hârise (radıyallâhu anh) aldı, atını sürdü âdeta budadılar ve düştü, şehit oldu.. işte şimdi sancağı Ca’fer İbn Ebî Talib (radıyallâhu anh) aldı, işte onu da şehit ettiler.. işte Abdullah İbn Revâha (radıyallâhu anh) aldı ve o da Cennet’e uçtu. Ve şimdi de Allah (celle celâluhu) kılıçlarından bir kılıç aldı, idbâr ikbâle dönüyor!”139
Ve bir başka kaynağa göre biraz sonra da şöyle buyuracaklardır: “Ben üç şehidi, Cennet’te yürürken gördüm. İkisinin boynunda bukağı vardı. Başlarını sağa sola döndürmelerine mâni oluyordu. Ca’fer’in (radıyallâhu anh) boynunda bir şey yoktu ve o dümdüzdü. Çünkü o, düşmana karşı saldırırken, gözünü kırpmadan, başını sağa sola çevirmeden, dümdüz gitmişti.”140
Sahabe dahi olsa bazılarında ölüm endişesi olabilir.. ve onlarınki hiçbir zaman mahzur buudlarına ulaşmaz… Tabiî, Allah Resûlü’nün gördüğü, berzah âlemine ve misal âlemine ait tablolardı.
Benî Asfar’ın gözü korkmuştu… Evet, üç bin kişilik bir ordu. Halid (radıyallâhu anh), usta manevralarıyla kimsenin burnunu kanatmadan Medine’ye kadar gelebilmişti. İbn Hişâm’ın rivayetine göre bu muharebede verilen şehit sayısı 12’dir.141 Mute’nin neticesinde etrafa, İslâm’ın varlığı kabul ettirilmiş.. ve artık Benî Asfar da İslâm’ın adından bahseder olmuştu. Onlar arasında da Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yâd-ı cemîli dillerdeydi. İnansınlar, inanmasınlar herkes مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ “Muhammed Allah’ın resûlüdür.” tabirini kullanıyordu.
Bu umumî mânâdaki hazırlıklar yapıldıktan sonra, rüyanın gerçekleşme zamanı gelmişti.
لَقَدْ صَدَقَ اللّٰهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِالْحَقِّ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ إِنْ شَۤاءَ اللّٰهُ اٰمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُسَكُمْ وَمُقَصِّرِينَ لَا تَخَافُونَ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذٰلِكَ فَتْحًا قَرِيبًاهُوَ الَّذِۤي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَكَفَى بِاللّٰهِ شَهِيدًا
“And olsun ki Allah, Peygamberi’nin rüyasının gerçek olduğunu tasdik eder. Ey inananlar! Sizi Allah dilerse, güven içinde, başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi bilir. Size, bundan başka yakın zamanda bir zafer verecektir. Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini, doğruluk rehberi, Kur’ân ve hak din ile gönderen O’dur. Şahit olarak da Allah yeter.”142
c. Mekke’nin Fethine Doğru
Allah Resûlü’nün gördüğü rüyalar, sadık rüyalardır. Nübüvvetin ilk altı ayında gördüğü rüyaların, sabah aydınlığı kadar açık olduğunu ve gece ne görürse, gündüz onun aynen çıktığını, Âişe Validemiz nakleder.143
İşte Efendimiz’in gördüğü rüya! O, Mescid-i Haram’a, Kur’ân’ın tasvir ettiği şekilde girecekti. Cenâb-ı Hak, Habîbi’ne gösterdiği bu rüyayı, yukarıda zikrettiğimiz âyetiyle artık gerçekleşmiş gösteriyordu.
Efendimiz’in rüyaları, vahiyle içli-dışlı olmakla beraber, buradaki “rüya”, “rü’yet” kökünden “görme” mânâsına da gelebilir. Yani nasıl Cenâb-ı Hak, bazen O’na, Cennet’i, Cehennem’i, Arş’ı, Levh’i göstermiştir; ve nasıl bazen kıyamete kadar olacak hâdiseleri gözünün önüne sermiştir; aynen öyle de, bir gün Mescid-i Haram’a emniyet ve güven içinde gidilip, hac ve umre yapılacağını da göstermiştir.
Bu görme, rüyada da olabilir açıktan açığa da; bu da bir tevcih.. ister kelimenin zâhirine göre rüyayı kendi mânâsında, isterse “rü’yet” mânâsında kabul edelim, netice değişmeyecektir. Mühim olan, Allah Resûlü’ne gösterilen o tablonun aynen cereyan etmiş olmasıdır. O tabloda Mekke’nin fethi vardır; ve daha şimdiden hâdiseler, Müslümanları böyle bir zemine doğru çekmektedir.
Hudeybiye anlaşmasından sonra, Kureyş’e bağlı kabilelerle, Müslümanlara taraftar kabileler arasında bir pakt kurulduğunu, yukarıda söylemiştik. Kureyş’e bağlı, Benî Bekr kabilesi, Müslümanlara bağlı Benî Huzâa’ya saldırıp katliamda bulununca, Hudeybiye anlaşması ihlâl edilmiş ve anlaşma maddeleri hükümsüz hâle gelmiş oluyordu. Durumun vehametini anlayan Ebû Süfyan, derhal Medine’ye geldi. Anlaşma maddelerinin aynen geçerliliğini temine çalıştı; fakat onun teklifleri kabul görmedi.144
Artık, ok yaydan çıkmıştı.. ve Allah Resûlü, bir harp hazırlığı içindeydi. Her zaman yaptığı gibi niyet ve gayesini fevkalâde gizli tutuyordu. Bu defa sırrını vezirleri ve hayat arkadaşlarından da gizli tutmuştur. Öyle ki, Hz. Ebû Bekir, bir gün kızı Âişe’nin (radıyallâhu anhâ) evine gidip de, onu yol hazırlığı yaparken bulunca, Resûlullah’ın nereye gitmeyi düşündüğünü sormuş ve Hz. Âişe Validemiz’den (radıyallâhu anhâ): “Vallahi babacığım ben de bilmiyorum!” cevabını almıştı.145
Evet, hareket bu denli mahrem tutuluyordu. Hz. Ebû Bekir ki O’nun en yakını ve en çok sevdiği insandı. Hicrette dahi yol arkadaşı olarak onu seçmişti. Buna rağmen yapılmakta olan sefer hazırlığının hedefi ondan dahi gizli tutulmuştu. Bu da, Allah Resûlü’nün nasıl ulaşılmaz bir erkân-ı harp olduğunun bir başka buudu. Allah Resûlü’nden bu dersi alan Fatih, bir gün şöyle diyecektir: “Sırrımı sakalım bilse, onu dahi keser atarım!” İşte Allah Resûlü’nün sır vârislerinden bir kutlu serdar!.
Allah Resûlü sır adına askerî harekâtında hep tevriye yapmıştır. Esas hedefi daima saklamış ve başka şekilde anlaşılmasını sağlayacak karineleri nazara vermiştir. Zannediyorum modern erkân-ı harpler de farklı düşünmüyorlar. Şayet, bir yerden çıkartma yapacaklarsa, çıkartmanın meydana getireceği gürültünün on katını başka yerlerde çıkarırlar. Daima alternatifli hareket ederler ve gerçek hedefi hep saklarlar. Nerden çıkartma yapacaklar? “A” bayırından mı, “B” bayırından mı, “C” bayırından mı bilinmez. Fakat bunlar 14 asır sonra gelişen harp tekniğiyle alâkalı şeyler… Bunların gerçek kâşifi Hz. Muhammed Mustafa’dır (sallallâhu aleyhi ve sellem). Mektep görmemiş, medrese görmemiş, öğrendiklerini bütünüyle Cenâb-ı Hak’tan öğrenmiş bir ümmî, fakat
Evet, yine hedefini saklıyor, yine çölde kuş uçurtmuyordu.. ve kurduğu haber ağıyla kim ne götürüyor, kim ne getiriyor, hepsini bir bir tespit ediyordu. Bunlar, ister vahiy yoluyla, ister o büyük firasetin, fetanetin, firaset ve fetanetiyle olsun; fark etmez; O, çölü avucunun içi gibi takip edebiliyordu.
İşte bir misal: “Bedir’de bulunmuş bir sahabi, yanlış bir içtihadla, harekâtın son anlarında, Mekke’ye doğru gidildiğini anlayınca, bu durumu haber veren bir mektup yazıp gönderiyor. Bu mektubu su taşıyan saka bir kadın götürmektedir. Allah Resûlü hemen Hz. Ali ile Zübeyr b. Avvam’ı çağırarak durumu onlara bildiriyor ve onlar da yıldırım hızıyla gidip kadından bu mektubu alıp getiriyorlar.”
Bu gizlilik, ta Mekke’ye bir konak mesafe kalıncaya kadar devam ediyor ve kimsenin, ordunun gelişinden haberi olmuyor.
Hz. Abbas Ebû Süfyan’ı Efendimiz’e getirdiğinde artık Mekkeli için yapacak bir şey kalmamıştı.146 En hızlı at ve develerle kaçmak isteseler dahi kurtulamayacaklardı.. gayri Mekke o kadar kıskıvraktı.
Ancak Allah Resûlü, yine de çok hassas davranıyordu. Hassasiyeti her iki cephe için de geçerliydi. Ne kendi askerlerinden ne de Mekkelilerden zaiyat verilmesini istemiyordu. O’nun bu hassasiyeti sayesindedir ki, koskoca Mekke fethinde Müslümanlardan şehit olanların sayısı sadece 3 kişiydi. Hâlbuki hâlâ Allah Resûlü’yle harp etme düşüncesinde olan bir sürü gözü dönmüş Mekkeli vardı.. ve bunlar “Her çibâd âbâd!” diyecek türden insanlardı.
Efendimiz, tam 10 bin askerle gelmişti.. evet, iki sene evvel 1600 kişiyle gelip geriye döndüğü Mekke’ye şimdi 10.000 insanla girecekti. Ancak O, bu gücü, onların içlerindeki gerçek kuvvet ölçüsünde değerlendirmiş ve Mekkelilerin görebildiği bir yerde, kişi başına bir ateş yakılmasını emretmişti. Mekkelilerin bildiği, her çadır için bir ateş yakılmasıydı.147 Dolayısıyla onlar 10.000 ateşi görünce en az 30.000 insan tarafından muhasara edildiklerini sandılar.. ve bu durum, onları bütünüyle felç etti. Öyle ki artık teslim olmaktan başka çareleri yoktu. Zaten Ebû Süfyan da Mekke’ye döndüğünde, sadece bunu tavsiye ediyordu. Çünkü gökteki yıldızları seyreder gibi, yanan bu ateşleri seyretmiş ve bütün bütün mukavemetini yitirmişti. Zira artık o da biliyor ki bu gece, cahiliyenin son gecesidir ve fetihle Müslümanların arasında, sadece bir gece kalmıştır.
Allah Resûlü’nün alternatifli stratejisi devam ediyordu. Mekke’ye girerken orduyu altıya taksim etti ve Mekke’ye altı koldan girildi. Sadece başlarında Halid b. Velid’in (radıyallâhu anh) olduğu kol, İkrime ve yanındakilerle çatışma zorunda kalmıştı. Diğer birlikler hiçbir engelle karşılaşmadan Mekke’ye girmişlerdi.148
O gün için Mekke’de mesele çıkarabilecek tek insan Ebû Süfyan’dı. Hâlbuki Allah Resûlü bir cümleyle onu da yumuşatmıştı: “Ebû Süfyan’ın evine sığınanlar korunmuştur!”149 Evet, Ebû Süfyan’a verilen bu kadarcık bir pâye dahi, onun elini kolunu bağlamaya yetmişti. Hatta ondan sonra Ebû Süfyan, teslim olmayı teşvik eden en hararetli insan hâline gelmişti. Elbette ki bütün Mekkeliler Ebû Süfyan’ın evine sığacak değillerdi. Allah’ın (celle celâluhu) evi, Ebû Süfyan’ın evinden korunmaya daha lâyıktı. Ve Allah Resûlü şöyle buyurdu: “Kâbe’ye sığınanlar da korunmuştur!” Ve, bir süpriz karar, tarihte ilk defa, dışarı çıkma yasağı konuluyordu. Bu, can güvenliği için gerekli olduğu kadar, ordunun rahat hareket edebilmesi için de gerekliydi. Bu mülâhaza ile Allah Resûlü: “Kendi evine girip saklananlar korunmuştur!” diyordu.150 Böylece Mekkelilerden gelmesi muhtemel bütün direnişler önlenmiş oluyordu.
Efendimiz’in iştirak ettiği diğer gazvelerden sarf-ı nazar, sadece şu Mekke fethi ve burada tatbik ettiği askerî ve siyasî strateji dahi zannediyorum O’nun ne büyük bir askerî deha olduğunu göstermeye kâfidir. Evet, Mekke’nin fethi tek başına, bütün insaf ehline مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ dedirtecek büyük bir hâdisedir.
Sanki O, Mekke’yi birkaç kere fethetmiş gibi planın her safhasında, gayet rahat hareket etmiştir. Kafasında planladığı hususlar noktası, virgülüne kadar aynen çıkmış, O da ne yapılması gerekiyorsa onu yapmıştır. Tabiî, fethin ardından ilan ettiği umumî af ve gösterdiği engin mürüvvet, Mekke insanını derhal O’na teslim olmaya ve İslâm’a girmeye çekmiştir. Bu, ne şirin bir zorlamadır ki, bir gün içinde bütün Mekkeliler Müslüman olmuştur.
Şimdi sıra, bu yeni potansiyeli aksiyona çevirmeye gelmiştir. Aman Allahım! Bu ne müthiş bir inkılâptır ki, dün O’na düşmanlıkta canlarını verenler, bugün O’nun düşmanları karşısında canlarını vermeye hazırlanmaktadırlar! Evet, Allah Resûlü’nün bakışları kime isabet ettiyse o, kömür iken birden elmas hâline geliverdi. Başka teşbih ve benzetmelere ne gerek var? O, kendi ashabını gökteki yıldızlara benzetmemiş miydi?151
Evet, Allah Resûlü, dün çukurlarda yuvarlanan, ruhları çamurlaşmış bu insanları, bir gün gibi kısa bir zaman içinde, semaya perçinlemiş ve ışık saçan birer yıldız hâline getirmişti. Getirmekle kalmamış, onlara ebedlere kadar misal olma ruhunu da üflemişti.
d. …Ve Huneyn Bâdiresi
Mekke’nin fethiyle, ortada duran ve hangi taraf galebe çalarsa o tarafa meyletmeye kararlı bulunan kabileler, teker teker İslâm’a dehalet etmeye başladılar. Bu gelişme Sakîf ve Havâzin kabileleri arasında hazımsızlığa sebebiyet vermişti. Daha fazla gelişmeye fırsat vermemek için hemen harekete geçtiler ve çölde buldukları çapulcularla beraber 20-30 bin kişilik bir ordu kurdular.152
Allah Resûlü, istihbarat için Abdullah b. Ebî Hadred’i (radıyallâhu anh) bu kabilelerin arasına göndermişti. Abdullah, elde ettiği bütün malumatla Allah Resûlü’ne geldi ve durumu rapor etti. Sakîf ve Havâzin kabileleri, büyük bir ordu ile Huneyn’de mevzilenmişlerdi.
Bu her iki kabile de cesaret ve atıcılıkları ile meşhurdu. Ok atmada hepsi de usta sayılırlardı. Bunlara karşı, ekseriyeti yeni Müslüman ve genç bir orduyla mukabele etmek icap ediyordu. Öyle de oldu. Allah Resûlü, derhal Huneyn’e doğru yürüyüş emri verdi. Yoksa, her şey Müslümanların aleyhine dönebilirdi. Zira, bu kabileler şayet Mekke’ye kadar gelme fırsatı bulurlarsa, Mekke’de bozgunculuk için fırsat bekleyenlere, bekledikleri fırsat verilmiş olacaktı. Aynı zamanda, çokları itibarıyla onurları rencide olmuş Mekke’nin yeni Müslümanları, düşmana karşı kavga verirlerse, bu hem onların, uzak ihtimal de olsa, sarsıntı geçirmelerini önleyecek hem de kalblerinde İslâm’ın oturaklaşmasını hızlandıracak ve onları iyiden iyiye İslâm’a perçinleyecekti.
Huneyn’e 12.000 askerle gidildi. Bunlardan 2.000 kadarı yürekten Müslüman değildi. Diğerlerinin ise çoğu genç ve tecrübesizdi. Bu gençlerin başında da Halid b. Velid (radıyallâhu anh) vardı. Düşman “U” şeklinde mevzilenmişti. İslâm ordusunun öncü kuvvetleri ya farkında olmadan ya da bilerek bu “U”nun içine girdiler. Ansızın gelen ok yağmuru sebebiyle de geri çekilmek zorunda kaldılar. Zira çoğunlukla zırhları yoktu, oklar da çok şiddetli ve isabetli geliyordu. Eğer “U”nun içine bilerek girildi ise, geri çekiliş, bir harp oyunuydu. Nitekim okçular, Müslümanların kaçtığını görünce, sevinç çığlıkları atarak yerlerinden çıkmış ve kaçanları takibe koyulmuşlardı. Tabiî farkına varmadan, bir kıskaç içine girmiş oldular. Ve, taarruz eden bu güçler ric’ate mecbur kaldılar. Derken, birkaç saat içinde ölenler ölmüş, kaçanlar da Taif’e sığınmak zorunda kalmışlardı.153
Huneyn’in başında da, aynen Uhud’un ortasında olduğu gibi zâhiren bir hezimet yaşanmıştı. Ancak Allah Resûlü, bu en zor durumda dahi fıtrî cesareti ve müthiş fetanetiyle hâdiselerin akışını değiştirmiş ve Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla mutlak bir mağlubiyeti, parlak bir zafere çevirmesini bilmişti.
Peygamberimiz, tam İslâm ordusundaki panik esnasında ileriye atıldı. Öyle ki, Hz. Abbas (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’nün bindiği hayvanın gemini zor zabtediyor ve O’nun düşman safları arasına girmesine mâni olmaya çalışıyordu. O ise en gür sesiyle: أَنَا اَلنَِّبيُّ لَا كَذِبْ أَنَا ابْنُ عَبْدِ الْمُطَّلِبْ “Ben nebiyim, bunda yalan yok. Ve ben Abdülmuttalib’in torunuyum…” diyordu.154
Bunun üzerine Efendimiz’in emrine binaen Hz. Abbas (radıyallâhu anh), Huneyn’de sesini, yükseltebildiği kadar yükseltip o gür sesiyle “Ey Semure ağacının altında biat etmiş sahabiler! Neredesiniz?!” diyerek nida etti.
Daha sonra Hz. Peygamber’in sesini ve çağrısını duyan bütün Müslümanlar, Allah Resûlü’nün etrafında toplandılar.. mağlubiyet aşıldı ve zafere ulaşıldı.155
Burada bir noktaya işaret etmeden geçemeyeceğim: Allah Resûlü, 18 gazâya iştirak etmiş ve hepsinde de büyük zaferler kazanmıştı. Ancak, benim kanaatim odur ki, Uhud ve Huneyn, O’nun askerî dehasını gösterme açısından diğerlerinden daha parlak, daha muhteşem zaferlerdi. Çünkü diğerlerinde, O’nun hafızasında planladığı şeyler aynen tahakkuk etmiş olduğundan, Allah Resûlü, hiç zorlanmamış, neticeye gayet rahat ulaşmıştı. Hâlbuki, bu iki muharebede beklenmedik hâdiseler zuhur etmiş, O’nun ilk planları çarpıtılmış, düşmana fırsat verilmiş, ama buna rağmen, netice yine zaferle noktalanmıştır. Beklenmedik hâdiselerde O’nun hiçbir dahli yoktur. Öyleyse, mutlak bir hezimetten kurtulup, parlak bir zafer elde ettiği Uhud ve Huneyn, O Kumandan-ı Zîşân’ın askerî dehasının en parlak bir buududur.
e. Tebük
Allah Resûlü’nün gerçekleştirdiği yıldırım harekâtından birisi de Tebük Seferi’dir. Bir aralık, Bizans İmparatorluğunun, büyük bir ordu hazırlayıp Medine’ye gelmekte olduğu şâyiası yayıldı. Bu durum, Müslümanları tedirgin ederken, etraf kabilelerden düşman olanları da ümitlendiriyordu. Zaten Gassaniler’in çevirmek istedikleri entrikalar da herkesçe bilinmekteydi.
Her seferini gizlilik içinde gerçekleştiren Allah Resûlü, bu seferini açıktan ilan etti ve etraf kabilelere adam göndererek onlardan asker ve malzeme yardımında bulunmalarını istedi. O sene civarda ve Medine’de çok zor günler yaşanıyordu. Hava alabildiğine sıcak ve kuraklık ortalığı kavuruyordu. Bir de meyvelerin hasat vakti girmişti. Ama Allah Resûlü, seferberlik ilan etmiş ve yol hazırlıklarına başlamıştı bile. Herkes bu sefere iştirak etmek için âdeta birbiriyle yarışıyordu.156
Sefere iştirak heyecanıyla Allah Resûlü’ne gelip de, binek bulunamadığı için kabul edilemeyen nice Müslüman vardı ki, O’nun yanından çocuk gibi ağlayarak ayrılıyorlardı. Kur’ân onların bu hâlini bir ibret levhası olarak âbideleştirmiştir.157
Bu arada, münafıklar da boş durmuyordu. Müslümanları seferden alıkoymak için ellerinden gelen her türlü hile ve oyuna başvuruyorlardı. Nihayet Allah Resûlü, 30.000 kişilik bir orduyla Tebük’e doğru hareket etti. 20 gün kadar Tebük’te kaldı. Bizans, kendisinde cesaret göremediği için bu orduya karşı mukabelede bulunamadı. Dolayısıyla da Tebük’te harp yapılmadı; ama duyup işitenler üzerinde müthiş tesiri oldu. Zira düşmana öyle bir gözdağı verildi ki, ancak büyük bir meydan muharebesinde aldığı hezimetle düşman bu kadar sinebilirdi. Etrafta bulunan nice Hıristiyan kabileler, Allah Resûlü’ne cizye vermeyi kabul ederek, inkıyatlarını bildirdiler. Niceleri de, din olarak İslâm’ı seçtiler.158 Bu yönüyle de Tebük’ü İki Cihan Serveri’nin zaferlerinden biri olarak görmek mümkündür.
Şimdiye kadar bazı vak’aları naklederek O’nun nasıl bir erkân-ı harp olduğunu görmeye çalıştık. Şimdi de umumî mânâda bir erkân-ı harpte olması gereken hususiyetleri zikrederek, Allah Resûlü’nün askerî dehasına, daha doğrusu, fetanetinin bu yöndeki buuduna temas etmek istiyorum.
1 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/261; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/268.
2 Taberî, Câmiu’l-beyan 2/631; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr 1/268.
3 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/260.
4 Enfâl sûresi, 8/7-8.
5 Ebû Dâvûd, edeb 100.
6 İnsan sûresi, 76/30; Tekvir sûresi, 81/29.
7 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/182; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/274.
8 Buhârî, meğâzî 17; Müslim, imâre 145.
9 Rahmân sûresi, 55/7-9.
10 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/159; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/260.
11 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/159; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 19/122; el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 2/179-180.
12 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/8; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/176.
13 Buhârî, meğâzî 30; Müslim, cihad 67.
14 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/159; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/120; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/260.
15 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/120.
16 Müslim, cihad 86; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/538.
17 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/411; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/258.
18 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/168; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/267.
19 İhlâs sûresi, 112/1.
20 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/173; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/273.
21 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/166; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/266.
22 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/183; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/287-289.
23 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/50; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/46-47.
24 Buhârî, cihad 37; rikak 7; Müslim, zekât 121-123.
25 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/463; İbn Ebî Şeybe, Musannef 7/371.
26 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/86; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 3/372.
27 Enfâl sûresi, 8/15.
28 Ebû Dâvûd, melâhim 5; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/278.
29 Belâzurî, Fütûhu’l-büldan 1/142-143; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 15/377; İbn Hacer, el-İsâbe 2/187; Tabsîru’l-müntebih 1/397.
30 Enfâl sûresi, 8/16.
31 Ebû Dâvûd, cihad 106; Tirmizî, cihad 36.
32 Buhârî, zekât 54; Müslim, fedâil 11.
33 Buhârî, meğâzî 15, 16; Müslim, cihad 119; İbn Hişâm es-Sîratü’n-nebeviyye 3/121.
34 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/311-313; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/3-5.
35 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/310-311; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/344.
36 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/351; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/8-9; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/11.
37 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/8; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/11-12.
38 Müslim, imâre 148.
39 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/9; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/11-12.
40 Dârimî, rüya 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/351.
41 Âl-i İmrân sûresi, 3/159.
42 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/9-10; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/13-14.
43 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/12; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/15.
44 Buhârî, cihad 164; Ebû Dâvûd, cihad 116; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/25.
45 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/15.
46 Müslim, fedâilü’s-sahabe 128; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/123; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/15.
47 Bezzâr, Müsned 3/193-194.
48 Âl-i İmrân sûresi, 3/146-148.
49 Âl-i İmrân sûresi, 3/155.
50 Enfâl sûresi, 8/67-68.
51 Müslim, cihad 58; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/31-32.
52 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/30-31; İbn Hacer, el-İsâbe 8/140, 266.
53 İbn Hacer, el-İsâbe 8/140, 266.
54 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/32; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/34.
55 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/44, Hâkim, el-Müstedrek 3/221-222.
56 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/32; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/35.
57 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/32; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/35.
58 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/54-55; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/51.
59 Âl-i İmrân sûresi, 3/152-153.
60 Bakara sûresi, 2/40.
61 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/54, İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/50.
62 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/52, İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/48-49.
63 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/52, İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/49.
64 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/55, İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/51.
65 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/13; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/15.
66 Buhârî, meğâzî 24; Müslim, cihad 101; Tirmizî, tıp 34.
67 Buhârî, cihad 12; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/32; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/31-32.
68 Bediüzzaman, Lem’alar 7. Lem’a.
69 Âl-i İmrân sûresi, 3/26.
70 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/140.
71 A’râf sûresi, 7/128; Kasas sûresi, 28/83. Az farkla bkz.: Hûd sûresi, 11/49.
72 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/134-136.
73 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/34; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/38.
74 Âl-i İmrân sûresi, 3/173.
75 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/61.
76 el-Vâkidî, Megâzî 1/404-410; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/63-64.
77 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/260-274; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/160-164.
78 Buhârî, menâkıb 8; Müslim, birr 63.
79 Humeydî, Müsned 2/520; Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân 18/129; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 9/317-318.
80 Duhân sûresi, 44/23.
81 Hûd sûresi, 11/81.
82 İsrâ sûresi, 17/1.
83 Sâffât sûresi, 37/177.
84 Müslim, salât 9; Tirmizî, siyer 48.
85 Buhârî, salât 12; ezan 6; Müslim, cihad 120.
86 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/252-256; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/157-158.
87 Müslim, mesâcid 309-312; Ebû Dâvûd, salât 11.
88 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/172.
89 Tirmizî, zühd 39; et-Taberî, Tehzîbü’l-âsâr 1/274.
90 Buhârî, menâkıbü’l-ensar 9; Müslim, cihad 130.
91 Buhârî, meğâzî 29; Müslim, cihad 123-125.
92 Buhârî, menâkıbü’l-ensar 9; Müslim, cihad 127.
93 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/177; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/102.
94 Vâkidî, Megâzî 2/460; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/67.
95 Vâkıdî, Megâzî 2/470-471; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/182; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/105-107.
96 Vâkıdî, Megâzî 2/470-472; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/105-107.
97 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/187; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/108-109.
98 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/191; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/112-113.
99 Ahzâb sûresi, 33/9-15.
100 Ahzâb sûresi, 33/22.
101 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 4/83-84; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/100-101.
102 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/188-190; Taberî, Tarihü’l-ümem ve’l-mülûk 2/96.
103 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/190-191; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/114-115.
104 Ahzâb sûresi, 33/25.
105 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/117.
106 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/214; Vâkıdî, Megâzî 2/496.
107 Buhârî, meğâzî 29; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/262.
108 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/375.
109 Buhârî, meğâzî 30; Müslim, cihad 65, 68; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/213-214.
110 Buhârî, isti’zân 26; Müslim, cihad 65.
111 İbn Ebî Şeybe, Musannef 7/353; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/162.
112 Buhârî, meğâzî 30; Müslim, cihad 67.
113 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/185.
114 Buhârî, meğâzî 30; Müslim, cihad 65.
115 Buhârî, meğâzî 30; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/192.
116 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/200-201.
117 Buhârî, meğâzî 30; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/199.
118 Buhârî, menâkıbü’l-ensar 46.
119 Âl-i İmrân sûresi, 3/96.
120 Bkz.: Enfâl sûresi, 8/35.
121 Müslim, tefsir 25; Nesâî, menâsik 161.
122 Bakara sûresi, 2/144.
123 Bkz.: Tevbe sûresi, 9/3.
124 Buhârî, meğâzî 35.
125 Müslim, cihad 132.
126 Fetih sûresi, 48/18-19.
127 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/192-193.
128 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/329-330; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/196.
129 Misal olarak bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/279-280.
130 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/299-300; Taberî, Tarihü’l-ümem ve’l-mülûk 2/135.
131 Buhârî, salât 12; ezan 6; Müslim, cihad 120.
132 İbn Hacer, el-İsâbe 4/567.
133 Buhârî, meğâzî 38; Müslim, fedâilü’s-sahabe 32.
134 Buhârî, fedâilu ashabi’n-Nebi 25; meğâzî 44; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/256.
135 Müslim, cihad 27; Tirmizî, isti’zan 23; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/262-273.
136 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/271.
137 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/22-30; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/128; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/255.
138 Buhârî, meğâzî 44.
139 Buhârî, meğâzî 44; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/204.
140 Abdurrezzak, el-Musannef 5/266, Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 1/121.
141 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/46; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/259.
142 Fetih sûresi, 48/27-28.
143 Buhârî, bed’ü’l-vahy 3; Müslim, îmân 252.
144 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/42-52.
145 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/52.
146 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/58-60.
147 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/58-59; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/289.
148 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/66-67.
149 Ebû Dâvûd, harâc 24; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/292.
150 Ebû Dâvûd, harâc 24; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/292.
151 Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 3/62; Deylemî, Müsned 4/160.
152 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/322-326.
153 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/326 vd.
154 Buhârî, cihâd 52, 61, 97, 167, meğâzî 54; Müslim, cihâd 78-80.
155 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/326 vd.
156 Buhârî, tefsir (9) 18; Müslim, tevbe 53.
157 Bkz.: Tevbe sûresi, 9/92.
158 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 5/9 vd.