1. İLİM – TEBLİĞ MÜNASEBETİ
“Emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” yapacak insanların ilimle mücehhez olmaları esastır.
Zira ilim ile tebliğ aynı hakikatin iki yüzü gibidir. Onun için tebliğ insanı, müntesibi olduğu dini, o dinin ihtiva ettiği gerçekleri başkalarına anlatmadan önce, kendisini, tebliğ ettiği din adına iyice yetiştirmek zorundadır. Aksi hâlde, hem de din uğruna birçok falsolar yaşayabilir ve muhatabı olduğu kimseleri kendinden de, dinden de ürkütüp kaçırabilir. Hâlbuki böyle bir sonuç, bir bakıma hem kendisinin hem de başkalarının dünyevî ve uhrevî hukukuna tecavüzdür.
İşte bu bölümde ilk önce, mutlak mânâda ilim anlayışımızı, ardından da tebliğ-ilim-amel münasebetini ele alıp anlatmayı düşünüyoruz.
İlim, bütün varlık âlemi içinde bir Âdem mihrabıdır. O, Hz. Nuh’ta sefineleşir; sefinede de Nuh’laşır. İlim, Hz. İbrahim’de vadiler hâline gelir. Öyle vadiler ki, oralara sağanak sağanak ilâhî vahiy inmeye başlar. O, Hz. Musa’da bir Tur veya Tur’da Musa olur. Öyleyse, kâinatta görünen her şey bir kalıptan ibarettir. Kâinatın özü ise ilimdir.
İlim nedir? İlim, nefsini bilme adesesiyle, Rabbini bilme keyfiyetidir. İnsanın kendini rasat ederek Rabbini görmesi, duygularında keşfettikleriyle “sıfât” ve “esmâ”yı müşâhede etmesi ve böylece Rabbini anlamaya, bilmeye çalışması.. işte gerçek ilim budur.
Yunus:
“İlim ilim bilmektir
derken, ilmin ana mihrakını vurgulamak istemiştir.
مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ
“Nefsini bilen, Rabbini bilir.”1 sözü, hadis kabul edilecek kadar ârifâne söylenmiş bir sözdür. Hadis değildir; ancak mânâ ve muhteva itibarıyla çok çarpıcı bir düsturdur. Kur’ân-ı Kerim de bu muhtevayı desteklemekte ve:
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّٰهَ فَأَنْسَاهُمْ أَنْفُسَهُمْ
“Onlar gibi olmayın ki, onlar Allah’ı unuttu, Allah da onlara kendilerini unutturdu.”2 demektedir. Evet, Allah’ı unutursanız, Allah da size nefsinizi, öz benliğinizi unutturur. Nefsinizi unutunca da Allah’tan uzaklaşırsınız. Allah’tan uzaklaşınca, nefsinize karşı bigâne kalır ve onu da unutursunuz. Böylece birbirini besleyen, birbirini tevlid eden bir fasit daire teşekkül etmiş olur. Böyle bir fasit daire içine giren de artık çok zor kurtulur; kurtulmak bir yana baş aşağı yuvarlanır gider.
Ayrıca, âyetten şöyle bir mânâ daha anlamak mümkündür: Sakın Allah’ı unutmayın. Aksi hâlde Allah size nefsinizi unutturur. O zaman siz sadece dışla meşgul olmaya başlarsınız. Nazarınız hep âfâkta dolaşır. Bir türlü tefekkür ve muhasebenizi kendinize çevirmezsiniz. İslâm, der; fakat İslâm’ı dışarıda ararsınız. Kur’ân der; ancak Kur’ân ahkâmını yaşamayı başkalarından beklersiniz. Evinizde size en yakın olanlar İslâmî hükümleri alenen çiğnerken, siz onları görmezden gelir, hep tecessüs ve beklentilerinizi ağyâr üzerinde teksif edersiniz. Sokak sokak dolaşıp, İslâm talebiyle sloganlar atarken şeytan arkasında yürümek ne hazindir!.
Böyle bir duruma düşmemek için evvelâ insan, kendi muhasebesini çok iyi yapmalı ve günde birkaç defa Rabbisiyle olan münasebetini mutlaka gözden geçirmelidir. O hâlde bizler, zirvelere tırmanan dağcılar gibi, ayağımızı attığımız ve atacağımız yeri çok iyi kontrol etmeliyiz. Urganımızın ucundaki kancayı çok sağlam bir zemine tutturmalıyız; zira yapacağımız en küçük bir yanlışlık, hayatımıza mâlolabilir.
Evet, mâbette, mescitte, hatta Kâbe’de ve Ravza’da insanın kendini unutması ne acıdır! Ve üzülerek itiraf etmeliyim ki, buralarda dahi nefsini unutanlar sayılamayacak kadar çoktur. Aman Allahım, bu ne büyük bir hasarettir!..
İlmin bir gayesi vardır; o da, mârifet-i ilâhî ve muhabbet-i ilâhîyi netice vermesidir. Gönülde Allah sevgisini tutuşturmayan ve Cennet nimetlerinin teminatçısı olan ruhanî zevki alevlendirmeyen bir ilim, gayesine ulaşmış sayılmaz. Oysaki gayesine ulaşmış bir ilim, letâifimizin hayat kaynağı ve duygularımızın da can damarıdır. Onsuz olmak, onsuz kalmak bir mânevî ölümdür. Zaten Kur’ân ve hadislerin tebcil edip teşvikte bulunduğu ilim de başka değil, işte bu ilimdir.
Bizim ana konumuz ilim olmamasına rağmen, mevzu o noktaya gelmişken, ilimle ilgili birkaç âyet ve hadise de temas etmek istiyorum.
قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ
“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”3
İnsanı elinden tutup Allah’a (celle celâluhu) götüren ilimle, insanı laboratuvara hapseden ilim bir olur mu? Teleskobun başındaki insanı, nazar ve niyetiyle yakalayıp, ışıktan merdivenlerle Allah’a ulaştıran ilimle, onun bakışlarını yıldızlara ve sistemlere mıhlayan ilim hiç bir olur mu? Daha doğrusu bu farklı bakış sahipleri hiç birbirine müsavî sayılır mı? Kitaplar içinde mahzen-i esrar faresi gibi dolaşan ve bütün ömrünü kitaplara haşiyeler, şerhler yazmakla geçiren, ama hakikat ilminden tek satır dahi okumayan sözde ilim adamıyla, daha doğrusu Kur’ân’ın ifadesiyle kitap yüklü binekle4, okuduğu tek satırla bile güvercinler gibi semada pervaz eden ve her ân ayrı bir vuslat neşvesi yaşayan kâmil insan hiç bir olur mu?
Zannediyorum bunlar arasında “hiçbir şey” ile “her şey” arasındaki fark kadar fark var. Allah’a götüren ilim “her şey”; yolda bırakan ilim ise “hiçbir şey”dir.
إِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَۤاءُ
“Allah’a karşı hakkıyla saygılı olanlar âlim kullardır.”5
Bu âyette ilmin ve âlimin tebcil edildiği açıktır. Ancak bu tebcil, mevsufu ile beraber oluyor. Yani ilmiyle Rabbine karşı saygılı olan bir insanın durumu itibarıyladır. Zaten her ilmin kendine göre bir ağırlığı vardır. Onun içindir ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), gerçek âlimlerin nebilere vâris olduklarını ifade buyurur.6
Evet, yeryüzünde mutlak doğruyu hiç firesiz görebilen bir zümre varsa o da nebilerdir. Biz ise, hakikatlerin iç yüzüne ancak nebilerin göndereceği ışık hüzmeleri sayesinde nüfuz etme imkânını buluruz. Bir peygamberin vesâyâsı altına girmeden, insanın mutlak doğruyu bulması mümkün değildir. Belki insan cehd ve gayretiyle doğruya yakın hakikatleri keşfedebilir. Ancak mutlak doğru, sadece nebilerin delâletiyle keşfedilebilir. Binaenaleyh yeryüzünde Allah’ın gerçek vârisleri nebiler ve onlardan sonra da salih kullardır. Zaten yerin vârisi olarak da Kur’ân, salih kullara işarette bulunmaktadır ki7, yukarıda zikredilen Efendimiz’e ait sözle bu âyetin ifade ettiği mânâ arasında gözle görülür bir irtibat söz konusudur. Yani yeryüzüne halife olma liyakatını kazanan salih kullar, nebilere vâris olan âlimlerden başkası değildir. Nebi, gerçeğin tercümanıdır; öyleyse herhangi bir insan, gerçeğe tercüman olduğu nisbette nebinin vârisidir.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), âlimin faziletini anlatma sadedinde şöyle bir kıyasta bulunur:
فَضْلُ الْعَالِمِ عَلَى الْعَابِدِ كَفَضْلِي عَلَى أَدْنَاكُمْ
“Âlimin âbide karşı üstünlüğü, benim sizden makamca en aşağıda olanınıza karşı üstünlüğüm gibidir.”8
Evet, ilmi olmayan âbidin her an kayması, inhiraf etmesi ihtimal dahilindedir. İnhiraf, kişinin Allah katında kazandığı dereceye göre izafîlik arz eder. Öyle insanlar vardır ki, bir an dahi Cenâb-ı Hakk’ı ve O’nu murâkabeyi hatırdan çıkarsa, bu onun için ciddî bir inhiraf sayılır. Daha doğrusu o, böyle bir hâli inhiraf kabul eder. Meselede izafîlik söz konusu olsa bile, yine de bir inhiraf mevcuttur. Hâlbuki nebiye vâris olan âlimde daimî bir murâkabe, bir muhasebe vardır. O, tetiktedir ve tehlikelere karşı da daima metafizik bir gerilim içindedir. Yaptığı ibadeti bilerek yapan ve her meseleyi şuurlu bir şekilde ele alan âlim, Efendimiz’in sahabeden üstünlüğü derecesinde, şuursuz ibadet edenden üstündür. Aslında bunun mânâsı, bu ikisi arasında kıyas kabil değildir, demektir.
Bu meselede ayrı bir nükte de şudur: Peygambere vâris olan kâmil insan, feyz-i akdesten gelen hiçbir ışığı kaçırmaz; âdeta güneşten gelen radyasyonları yutabilecek büyük bir yutucu santral gibi, kendisine ehadiyet tecellîsiyle gelen ve cemalî cilveler olarak intikal eden.. eden ve rahmetin zuhuru olarak onun başını okşayan ne kadar akdes ve mukaddes feyiz varsa, bunların zerresini dahi heder etmeden, kalbini bütün fakülteleriyle faal hâle getirir ve bütünüyle bu feyizlere mâkes olmaya çalışır.
Bu, aynı zamanda onun Rabbisine karşı saygısının ifadesidir ve bir şarj olma ameliyesidir. Böyle sürekli dolan bir insanın bir de boşalması vardır. İşte bu boşalma keyfiyeti onun ruhunda bulunan ziya, nur ve diğer hakikatleri neşretmesidir. Ve tabiî, iç derinlikleri itibarıyla onun yaptığı bu ameli tartacak bir ölçü de yoktur. Onun için âbid ibadetinde ne kadar derinleşirse derinleşsin, kâmil insan mânâsında âlimin ameline denk bir ibadette bulunması imkânsızdır. Kaldı ki, bir insan, bildiğini muhakkak yapmalıdır. Zira aksi hareket edene Kur’ân-ı Kerim şu tehditte bulunmuştur:
وَإِنَّ فَرِيقًا مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
“Onlardan bir grup vardır ki, bildikleri hâlde hakkı gizlerler.”9
Evet, biliyorlar fakat yapmıyorlar.. âdeta fezadaki kara delikler gibi etrafa hiçbir ışık sızdırmıyorlar veya hiç kimse onlardaki ışık potansiyelinden istifade edemiyor. Daha doğrusu, bir türlü güneş gibi olamıyorlar. Güneş ki, yerinde bir ocak, yerinde bir ziya kaynağı ve yerinde de bir renkler cümbüşüdür. Çiçeklerin başını okşar durur ve kendi çiçekleri sayılan gezegenlere ışık hüzmeleri gönderir. Işığını kara delik hâline getiren kemtâli’ insanları, onca güç ve potansiyele rağmen kendi karanlıklarıyla baş başa bırakıp mevzu ile alâkalı olarak Efendimiz’in bir başka hadislerine geçelim:
“Kim ilim öğrenir sonra da onu gizlerse ahirette onun ağzına ateşten bir gem vurulur.”10
Bu kutlu sözün de mânâsı açıktır. Kim bir şey öğrenir ve sonra onu etrafa neşretmezse, yani dolduktan sonra boşalmaz, söz ve davranışları ile güzel örnek olmaz ve hakka aynadarlık yapıp onu etrafa aksettirmezse, bu suçunun cezası, ahirette onun ağzına ateşten gem vurulmaktır. Hadiste çok ciddî bir tevbih ve kınama söz konusudur. Zira gem ancak hayvanların ağzına vurulur. Bu da ilmini ketmeden insanın, hayvanlara benzetilmesi demektir ki oldukça ağır bir ifadedir.. evet o insan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini ahsen-i takvîm sırrına mazhar kılmasının kıymetini bilememiştir; bilememiş ve mahiyetine yerleştirilen, onu hayvanlardan ayırarak seçkin bir varlık hâline getiren duygu, düşünce ve düşündüğünü ifade etme meziyetini hiçe saymış ve tabiî bu meziyetlerin şükrünü eda edememiştir. İşte böylesi bir insana, verilen nimetlerin istirdadı, geriye alınması, ne kadar âdilâne bir muameledir, sizin insafınıza bırakıyorum.
İlim ve tebliğ, aynı hakikatin ayrı iki yüzüdür. Amel ise, her ikisinin de vazgeçilmez şartı. Bu üçünü birbirinden tefrik edip ayırmak mümkün değildir. Bildiğiyle amel etme, bildiği şeylere saygının ifadesidir. Rabbini bilen bir insanın, O’na kulluk yapmaması sadece bir saygısızlık değil; aynı zamanda bir vurdumduymazlık, bir körlük ve sağırlıktır. Hele hele imana hizmet vazifesini yüklenen kimselerin kulluklarında gösterdikleri aksaklıklar, İslâm’a dış cephenin vereceği zarardan daha korkunçtur. Batılıların, İslâm’ı yaşamayan Müslümanları gördükten sonra takındıkları tavır ve söyledikleri sözler, herhâlde bu hükme önemli bir delil mahiyetindedirler.. ve böyle bir söz ve beyan, hasmın şehadetinin geçerli olduğu bir konudadır ve makbuldür.
Müslüman bir İngiliz’e, kendisi Müslüman olduğu hâlde diğer İngilizlerin niçin bütünüyle İslâm’a girmedikleri sorulur. “Hâlbuki İngilizler siyasetleriyle dünyayı idare etmiş, akıllı insanlardır..” denir. Müslüman İngiliz, hiçbir şey söylemez ve soru sahibini elinden tutup yakınlarında bulunan bir mescide götürür. Mescit alabildiğine hirpânî ve içinde de sadece kalıplarıyla ibadet eden bir sürü insan vardır. İngiliz’in cevabı, işte bu mescidi ve içindeki insanları göstermek olur.
Bunun mânâsı şudur: Batılının pratiğe dökülmeyen, hayat hâline gelmeyen dinî, gayr-i dinî sistemlere karşı tavrı bellidir. Zaten biz, ne zaman onların karşısına iç-dış vahdetine ermiş, kalb ve kafa bütünlüğünü yakalamış, gönlü Kur’ân’a âşinâ, amelleri İslâm’a uygun ve bütün derdi insanlığın hidayete ermesi bir cemaat hâlinde çıkabilmişsek, daha bizden teklif gelmeden onlar hemen İslâm’a dehalet etmişlerdir ve edeceklerdir de.
Evet, Batılı, niçin kendi dinini bilmeyen, Rabbini tanımayan, kitabına âşinâ olmayan, derme çatma görünümlü bir topluma iltihak etsin ki? O, pratiğe ve Müslümanın kafa, gönül yapısına bakar. Bir âhında binlerce feryat mevcelenen.. gecelerinde teheccüt ve dillerinde daima evrâd ü ezkâr bulunan.. vakit israfını asgarî seviyeye indirebilen.. ve her anını faydalı işlerde değerlendiren dopdolu insanlara önem verir. Eğer İslâm’ı temsil edenler böyle olabilselerdi, Batılılar İslâm’a koşarak geleceklerdi; durum aksi olduğu için, netice de aksine tecellî etti.. ve onlar şimdilik bizden uzaklaştılar.
Özet olarak diyebiliriz ki İslâm, imanla ameli birleştirip bütünleştiren ilâhî bir sistemdir. O’nun bir tarafında inanma, diğer tarafında da inandığını yapıp aksiyon hâline getirme vardır. Başkalarına ait amel ve ibadetleri anlatma, hikâye etme bir bakıma güzeldir, ibret vericidir; ancak sadece bu kadarla iktifa edip aynı amelleri işlememe ve tatbik etmeme, Müslümanın başkaları üzerindeki müessiriyetini olumsuz şekilde etkileyecektir. İslâm, ne yalnız evliyâ menkıbesi anlatmak, ne de evliyâ menkıbesi dinlemektir. O, onlara ait anlatılan hayatı bizzat yaşamak ve fiiliyata dökmektir. İslâm, iman ve amel demektir. Onu bu şekilde kabullenmeyenlerin, İslâmî hizmetten bahsetmeleri tesirsiz birer lâf-ı güzaftır.
1 el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/225, 4/399, 5/50; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/343.
2 Haşir sûresi, 59/19.
3 Zümer sûresi, 39/9.
4 Bkz.: Cuma sûresi, 62/5.
5 Fâtır sûresi, 35/28.
6 Tirmizî, ilim 19; Ebû Dâvûd, ilim 1; İbn Mâce, mukaddime 17.
7 Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/105.
8 Tirmizî, ilim 19; Dârimî, mukaddime 29, 32.
9 Bakara sûresi, 2/146.
10 Tirmizî, ilim 3; Ebû Dâvûd, ilim 9; İbn Mâce, mukaddime 24.