7. İMAN – TEBLİĞ – AMEL MÜNASEBETİ AÇISINDAN

a. Tebliğ ve Hayat

“Yaşadığını anlatmak, anlattığını da mutlaka yaşamak” bir tebliğ adamının en önemli prensiplerinden biri olmalıdır. Zira tebliğ insanı hakikî mü’min olma yolundadır. Hakikî mü’min ise, iç ve dış bütünlüğüne ermiş insan demektir. Böyle birinin hayatında iç ve dış çatışması söz konusu değildir. İkili (düal) yaşama, düpedüz bir münafıklık sıfatıdır. Bu mezmum ahlâk ise, gerçek bir tebliğ adamında asla bulunamaz; bulunmamalıdır da. Zira mü’min olmak ona, her zaman ve zeminde ancak ve ancak yaşadıklarını söyleme gibi yüce bir ahlâk ufkunu göstermektedir.

Ayrıca tebliğ adamı, yaşanmayan sözlerin, nasihatlerin, mâşerî vicdanda herhangi bir müspet tesir icra etmeyeceğini de bilmelidir. Evet, samimî olmayan söz ve davranışlara Allah (celle celâluhu) yümün, bereket ve tesir lütfetmez. Bazen, birtakım yarı samimî ya da gayri samimî kimselerin hizmetlerinde tesir ve muvaffakiyet görülse de, bu tamamen alternatifsizlikten kaynaklanan bir durumdur ve geçicidir. Bazen böyle bir durumun tahakkuk etmesi, ya o anda daha samimî insanlar mevcut olmadığından veya samimî olanlar henüz bir cazibe merkezi oluşturamadıklarındandır.

Bu itibarlarla da, gayri samimî olanların kaderi, günü gelince silinip gitmektir. Dünden bugüne ilâhî kanun hep böyle cereyan etmiştir. Dolayısıyla da bu yarı samimî veya samimiyetsiz insanların geçici muvaffakiyetleri ehl-i iman ve ehl-i firaseti yanıltmamalıdır.

Son bir-iki asır hem kapitalist hem de komünist cephelerde birtakım geçici muvaffakiyetler, buna iyi bir misal teşkil edebilir. Çünkü her iki sistem de birbirinin alternatifi olarak zuhur etmiştir. Bu nifak ve iğfal düzenleri zuhur ettikleri dönem itibarıyla henüz daha güzel ve daha samimî bir oluşum bulunmadığından boy atıp gelişmişlerdir. Ne var ki günümüzde, hâdiseler, samimî ve uyanık kimseler tarafından artık yakın takibe alınmış sayılabilir. Evet, bundan sonra artık dünya pazarında ancak, samimî olanlar metâlarını satabilecek ve müşteri bulabileceklerdir. Samimî olmayanların ise, bu ilâhî pazardan sürülüp çıkarılma vakti gelmiş demektir. Nitekim daha doğduğu ilk günden itibaren bâtıl ve batıp gitmeye mahkûm olduğu bilinen komünizm, hakikat ve samimiyet pazarından çıkarılıp çer çöp gibi bir kenara atıldığı; ehl-i İslâm’ın samimî gayret ve tebliğleri de yegâne alternatif hâline gelmiş olduğu gün gibi ortadadır.

* * *

Yaşadığını anlatmak ya da aksi ifadesiyle anlattığını yaşamak, kişinin sık sık kendi kendisiyle hesaplaşması ve benliğini bulmasıyla mümkün olur. Oturaklaşmamış ve belli bir olgunluk kazanmamış beden insanlarının düal yaşamaktan kurtuldukları görülmemiştir. Evet, bu ruhlar, oldukları gibi davranamamalarının yanı sıra, davrandıkları gibi de hiç olamamışlar ve olamazlar da. Toplum içinde sergiledikleri saygınlık, olgunluk ve istikrarlılık gibi durumlar, tamamen yapmacık ve sun’î davranışlardan ibaret olduğu için, bunlar hep çevrelerinden istiskal görmüşlerdir. Evet, bunlar, yalnız kaldıklarında alabildiğine laubali ve gayr-i ciddîdirler. Bu ise, bir nevi hamlığı, yetersizliği, tutarsızlığı ifade etmektedir ki, bunların izale edilmesi, hiç kuşkusuz iyi bir itikat, sağlam bir tevekkül ve ciddî bir inkıyada bağlıdır.

Evet, tebliğ adamı bu hususa çok dikkat etmelidir. Halkın arasında iken nasıl bir davranış sergiliyorsa, bunu yalnız kaldığı zamanlarda da devam ettirmeli ve gizli-açık bütün davranışlarında samimî olmaya gayret göstermelidir. Hem öyle göstermelidir ki, içtimaî ve ferdî davranışlarında kat’iyen herhangi bir tenakuza düşmemelidir. Evet, onun gecesi de gündüzleri kadar aydın, gündüzleri ise güneşe fer verecek kadar pırıl pırıl, berrak olmalıdır. Dikkatsizlik neticesi işlediği küçük bir hata, samimî bir mübelliği iki büklüm edip inletmelidir. O, teheccüt ile nurlandırmadığı gecenin sabahında, namazdan bahsetmekten hayâ etmeli. Gözüne takılan bir haramın kirini, gözyaşlarıyla yıkayıncaya kadar da durmadan ağlamalıdır. Ağzına girecek bir haram veya şüpheli lokma, ona günlerce karın ağrısı olmalı ve bir inhiraf ruhunda Cehennem alevleri gibi kendini hissettirmelidir.

Ferdin kendisinde tatbik görmeyen düşünce ve fikirler, ne kadar cazip ve hayat için ne kadar lüzumlu da olsalar, yine de istenen seviyede hüsnü kabul görmezler. Çünkü söylenen sözler, bizzat söyleyenin vicdanında mâkes bulmuş değildir. Ferdin vicdanına oturmayan bir düşüncenin, umumun vicdanında mâkes bulmasını arzu etmek, imkânsız bir şeyi arzu etmek gibidir.

b. Tebliğ ve Ölçü

İslâmî bir toplumda tebliğ ve irşad, sadece bir vazife değil; aynı zamanda her şeye miyar olacak ölçü ve mikyas vaz’etmek demektir ki, o toplumda fertler bütün işlerini bu mikyasa uyarlar, günlerini ona göre tanzim eder, gecelerini de bu sorumluluğun âh u vâhıyla geçirirler. Bir ferdin, ara sıra camiye gidip gelmesi, hac farizasını yerine getirip dönmesi, mevlid merasimlerine iştiraki vs. ölçü olmamalıdır. İyi bir mübelliğ, tebliğ ve irşad şuurunu yok edip, davayı alabildiğine şekilcilik ve merasimciliğe dönüştüren her davranıştan fevkalâde sakınmalıdır. Belki bu tür davranışlar, bazıları için bir teselli kaynağı olabilir ama toplum adına mikyas olmaktan uzaktırlar. Esasen, toplumu yozlaştırıp, onun maddî-mânevî direncini kısırlaştıran sebeplerin başında, “emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker”in şuurlu ve plânlı bir şekilde yapılmaması gelmektedir.

Günümüzde bu kudsî vazife teker teker her fert üzerinde fıtrî bir borç kabul edilmelidir. Zira fitne girdapları, beşeriyete ait boşluklardan sızarak evvelâ fertleri, sonra da bu fertlerin teşkil ettiği toplumları kıskıvrak sararak helâk uçurumlarına yuvarlamaktadır.

Evet, ısrarla üzerinde durma mecburiyetindeyiz ki, bu iş, her şeyden evvel bir iman mevzuudur.. ve şimdiye kadar bu meseleye sahip çıkanlar da hep imanı kavî olan insanlar olmuştur. Bu dün böyleydi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Koca bir cemiyet içinde, birkaç samimî ve imanı kavî insanın başlattığı bir tebliğ hareketi, kısa zamanda mâşerî vicdanda mâkes bularak yüz binlerin derdi-davası hâline gelmesi başka şekilde izah edilemez. Hiç şüphesiz böyle bir hareketin en dikkat çekici ve karakteristik yanı onun şekilcilik ve merasimden uzak olmasıdır. Çile ve ızdıraptan uzak olan her hareket, şekil ve merasime esir olmadan kurtulamaz. Zaten, merasimle bütünleşmiş hareketlerin hiçbirinin bidayetinde zindan, gözyaşı, fikir çilesi; neticesinde kalıcılık, samimiyet, sevgi ve kucaklama yoktur.

Hulâsa; irşad adamı, her hareket ve davranışını, irşad hayatına göre ayarlamalı; bir yere mi gidecek, mutlaka irşad mülâhazasıyla gitmeli ve irşad düşüncesiyle oturup kalkmalıdır. Zira onun hayatında hususî tenezzühe yer yoktur. O, fıtrî ihtiyaçlarını dahi davası istikametinde kanalize etmeye çalışır. Evet, o, her alıp-verdiği nefesin bir gün kendisinden sorulacağının şuuruyla yaşar. İşte bu yol nebilerin, sıddîklerin, velilerin, şehitlerin yoludur. Onlar hep yaşadıklarını anlattılar ve anlattıklarını yaşadılar. Münafıklara gelince onlar, yaşamayıp anlattılar, anlattıklarını da kulak ardı ettiler. Her gün bir eğri yolun girdabına dalıp, hem kendilerini ve hem de peşlerinden gidenleri idlâl edip helâkete sürüklediler.

Allah (celle celâluhu) bir mürşit olarak insanlara gönderdiği Hz. İsa’ya (aleyhisselâm) şöyle buyurur:

“Ey Meryemoğlu! Önce kendi nefsine nasihat et, o ibret aldıktan sonra başkalarına nasihat et. Eğer böyle yapmazsan Benden utan!”1

Esasında bu hitap, sadece bir peygamber olarak Hz. İsa’ya değildir. Burada Hz. İsa, irşad ve tebliğ makamında Allah’a (celle celâluhu) muhatap olduğu için “Yâ İsa!” denmiştir. O hâlde, ister nebi ister başkası, kim olursa olsun, irşad ve nasihat ederken, evvelâ söylediği ve tavsiye ettiği şeyleri kendi nefsinde duyarak yaşamalı ve tatbik etmelidir ki, başkalarına da tesir etsin. Kur’ân-ı Kerim bunu çok açık bir şekilde ifade etmektedir:

أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ أَنْفُسَكُمْ وَأَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلَا تَعْقِلُونَ

“Siz insanlara iyiliği emredip, kendinizi unutuyor musunuz? Hâlbuki kitabı da okuyorsunuz. Hiç akletmiyor musunuz?”2

Kitap size önce kendi nefsinizi tavsiye etmekte, işe onunla başlamayı önermektedir. O hâlde bu âyetleri okuyup durduğunuz hâlde, hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?

Evet, bu âyet, Benî İsrail’e hitaben doğrudan doğruya bir tehdit, Müslümanlara da dolaylı olarak bir ikazdır ve “Sakın ola ki, böyle yapmayasınız!” demektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi, söylediğini yapmama, bir aldatma ve münafıklık sıfatıdır. Bizler bütün bir millet olarak, bilhassa inhitat devrelerinde, böyle davranan insanların hem tesirsizliğine, hem de halkın onlara itimat etmediğine defaatle şahit olmuşuzdur.

Evet, İslâm’ın fikir cephesini temsil eden, dahası akademik seviyede İslâm’ı anlatan, hatta sürekli bu mevzuda fikir üreten nice insan vardır ki, dediklerini yaşamadıkları için iz bırakmadan çekip gitmişlerdir; gitmişlerdir, çünkü davranışları müstakim değil, sözleri de imanlarından kaynaklanmamaktadır. Hâlbuki bunlar halka, “sırat-ı müstakîm”i anlatıyor, insanları irşad etme iddiasında bulunuyorlardı. Derken hafif bir yel esti, küçücük bir sarsıntı meydana geldi; geldi de bunların yerle bir olmasına yetti. Dediklerini de, diyeceklerini de unutuverdiler. Hatta dediklerinin hepsini tekzip edip, karşı fikrin ateşli savunucuları hâline geldiler. Neticede de helâk olup, yoklara karıştılar. Ama acıdır, beraberlerinde bir medeniyeti de yerle bir ettiler.. veyl olsun onlara!

c. Tebliğ ve Çile

Tebliğ ve irşad vazifesinin, çile ve ızdırapla iç içe olması ilâhî bir takdirdir. Zira ancak zorlukla elde edilen şeylerdir ki, özen ve itina ile muhafaza edilebilirler. Temelinde zorluk olmayan ve esasında terleme, yorulma olmayan servetlerin tükenişi bir an meselesidir. Hele mesele, Allah’ın yeryüzünde anlatılması meselesi ise, bunun tükenip yok olması demek; insanlığın en esaslı gayesinin ve insanca var olma garantisinin yok olması demektir. Bu da düpedüz yeryüzünde, insan varlığının mânâsızlaşmasıdır. Öyleyse insan, yeryüzünde kendi varlığını mânâlandıracak bu kudsî vazifeyi idrak etmek zorundadır…

Dün bir grup insan, zindandan zindana sürüklendi, memleket hapishaneleri onların evleri ve haneleri durumuna geldi. Çekmedikleri cefa, görmedikleri hakaret kalmadı. İçlerinde karakola götürülüp de bir daha geri dönmeyenler, her sabah evlerinden çıkarken hanımı ve çocuklarıyla helâlleşme lüzumunu hissedenler pek çoktu. Çünkü alınıp götürülecekleri yer meçhuldü. Bütün bu insanlar, işte bu mânâda bir mücadele içinde çırpınıp duruyorlardı. Ve kısa zamanda bu nezih ve samimî gayretler güzel meyveler vermeye başladı. Bugün gelinen seviye, bu hâlis ve muzdarip birkaç insanın âh u vâhı ve Rahmeti Sonsuz’un da imdada yetişmesiyle gerçekleşmiştir. Öyleyse kimsenin bu kudsî serveti çarçur etmeye hakkı yoktur. Çile ve ızdırap ile kazanılan ve belli bir ufka ulaştırılan bu millet davasını, inanan insanlar aynı seviyede hassasiyet ile sahip çıkmak mecburiyetindedirler. Daha önce, bu işin bir iman işi olduğunu söylemiştik. İmana sahip çıkan her fert, onu yaşatmaya da azmetmelidir.. ve en azından evine barkına sahip çıktığı kadar, çoluk çocuğuna baktığı kadar, işini mesleğini hassasiyetle yürüttüğü kadar, bu iş ve hizmete de sahip çıkıp, onu koruyup kollamalıdır. Aksi hâlde, bir kısım Benî İsrail’in uğradığı akıbetten masun kalmak mümkün değildir.

Tebliğ ve irşad adamı, her türlü zorluğa göğüs gereceğini, germesi lâzım geldiğini sık sık kendine telkin etmelidir. O, çok iyi bilmeli ve inanmalıdır ki, daha önceki insanların davet esnasında başlarına gelen belâ ve musibetler, kendi başına da gelmedikçe muvaffak olamayacaktır. Yani, o hep zorluğa talip olmalı, şayet bir kolaylıkla karşılaşırsa, o zaman da şükredip daha bir süratle yoluna devam etmelidir.

Mü’min, samimî insandır. Dediğini yaşama veya sadece yaşadıklarını söyleme de bir samimiyet ifadesidir. Aksi bir durumu Kur’ân, yalancı ve münafık sıfatı olarak ele alır. Dinden, imandan, Kur’ân’dan bahseden ve her fırsatta etrafındakilere İslâm’ı anlatan bir insanın hayatı, anlattığı şeylerin ölçü ve prensiplerine göre ayarlanmış olmalıdır. Onun hayatında günaha yer olmamalı veya günah bir ebedî ızdırap kaynağı sayılmalıdır. Evet, eğer onun işlediği bir günah varsa, bütün bir hayat boyu o günahın kavurucu azabını, vicdanının en derin köşesinde hissederek yaşamalıdır. Ve aslında, onun ruhunda hiçbir günah uzun süre misafir olarak kalmamalıdır.

İrşad adamı harama nazar etmez, harama el sürmez, haram yerde yürümez. Gecesi gündüzü kadar aydın, gecelerde seccadesi onun secdelerine âşıktır. Onun hayatında “Sabah namazımı kaçırdım.” sözü duyulmamıştır. Eğer iradesi dışında sabah namazını kaçırmışsa, bütün gününü inlemekle ve iç ızdırabıyla geçirir. O günkü iştahsızlığı davranışlarına akseder; eder ve kendinden geçer.. ve kim bilir nedametle nasıl iki büklüm olur!..

d. Tebliğ ve Nifak

Murâkabe ve muhasebe duygusu, tebliğ ve irşad adamını her zaman kamçılayan bir esastır. Mürşit, daima kendi içini kontrol etmeli, duygu ve tasavvurlarını denetlemeli, anlattıklarının önce nefsinde yerleşmesine ve temekkün etmesine gayret etmelidir. Mürşit, muhasebesini yapmadığı meseleleri halka anlatmaktan ve tavsiye etmekten sakınmalıdır. Bu sakınma, tebliğe mâni teşkil etmez; aksine insanda tebliğ ve irşad hissini kamçılar, geliştirir. Nifaka düşme ve münafığa benzeme korkusu, onu sürekli ihlâs ve samimiyete doğru yaklaştırır.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) irşad ve nasihati sadece lafazanlık veya diyalektik olarak ele alanlar hakkında şu ürpertici ve korkutucu beyanda bulunur:

إِنَّ أَخْوَفَ مَا أَخَافُ عَلَى أُمَّتِي كُلُّ مُنَافِقٍ عَلِيمِ اللِّسَانِ

“Ümmetim hakkında en çok korktuğum; ağzı güzel laf yapan münafıklardır.”3

Bu nurlu ve onurlu beyanı duyan bir kalbin titrememesi düşünülemez. Zira insan hangi pozisyonda olursa olsun, zaman zaman diğer insanlara bir şeyler anlatma, takdim etme ihtiyacını duyacaktır. Bu itibarla bu ve benzeri tehditler aslında irşad ve tebliğin yozlaştırılmasını önleyecektir.

Bu hususta birçok tehdit unsuru olmasına rağmen, yine de yozlaşan ve nifak vadilerinde dolaşan kimselere sıkça rastlanmaktadır. Bu tipler gazete sütunlarında, tv ekranlarında durmadan laf üretirler; ancak hareket ve davranışlarıyla daha çok dinsizlere benzerler. Dinden, imandan ve Kur’ân’dan bahsetmektedirler; ne var ki alınları secdesiz ve kirli, yürekleri de samimiyetsiz ve netamelidir. Zavallı ruhlar! Bilmezler ki dinin yüzde doksanı ferdin kendisiyle alâkalıdır. Fert bunlara dikkat etmediği takdirde, ya kuru bir lafazan veya koyu bir diyalektikçi sayılır.

Kur’ân-ı Kerim, irşad adamının temel vasıflarını sıralarken bu arada, münafığın hususiyetlerini hatırlatmayı da ihmal etmez. Zira iyi bir mürşidin neyi yapması, nelere sahip olması ne derece mühimse, neyi yapmaması ve nelerden uzak kalması da o kadar ehemmiyet arz etmektedir. Zaten Kur’ân da, münafıkları tavsif ederken, mü’minleri bu vasıflardan uzaklaştıracak bir üslûp kullanır. O, bu hususta o kadar tahşidat yapar ki, münafıkları ta iç mülâhazalarına, derûnî hislerine ve niyetlerine kadar deşifre ederek gözler önüne serer. Hatta bazen boylarını poslarını, bazen de huylarını ve huysuzluklarını dile getirerek tarif eder. Meselâ şu âyetteki üslûba bakın:

وَإِذَا رَأَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ أَجْسَامُهُمْ وَإِنْ يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ كَأَنَّهُمْ خُشُبٌ مُسَنَّدَةٌ يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْ هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ أَنّٰى يُؤْفَكُونَ

“Sen onlara baktığın zaman cüsseleri beğeni uyandırır; konuşurlarsa sözlerini dinlersin. (Hâlbuki onlar) tıpkı sıralanmış kof kütükler gibidirler. Her çığlığı kendi aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandır. Onlardan sakın. Allah canlarını alsın, nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar.”4

Görüldüğü gibi burada onlar, kendilerini ele verecek şekilde genel hatlarıyla değerlendirilip takdim edilmişler. Yani Kur’ân onları, eda ve endamları, davranış ve konuşmaları ve gerdan burmaları ile öyle yakalıyor ki, dahası olmaz. Onlar çevrelerinde mimikleri, belâgat ve fesahatleri, büyüleyen parlak nutuklarıyla halkı toplamasını bilir ve sürüler gibi kitleleri arkalarından sürüklerler. Oysaki onlar, kalem ağacı veya üzerine Yemen kumaşı geçirilmiş kütükler gibidirler; daha doğrusu onlar düşmandırlar. Kur’ân, bütün bunları din ve diyanet adına, vatan ve millet adına laf edip duran, iş yapmayan, eski-yeni her alîm-i lisan için söylüyor. Evet, Kur’ân bu gibilere ciddî bir tehdit edasıyla sesleniyor: Hak için bâtıla yol vermeyin, cephenizde terslikler çıkarmayın!..

Evet, münafıklık alâmeti olarak tarif edilen bu davranışlar, hak adına hizmet eden her tebliğci için ürperilecek bir keyfiyettir. İnsanın farkında olmadan her an içine düşebileceği bu terslikler, herkes için söz konusudur. Dolayısıyla irşad dairesi içinde bulunanların çok dikkatli ve titiz olmaları gerekmektedir.

e. Tebliğ ve Allah’la İrtibat

İrşad adamı ne kadar samimî ise, söz ve davranışları da o kadar müessir olur. Samimiyet olmazsa, anlatmadaki depdebe ve ihtişam da hiçbir netice vermez. Hatta diyebiliriz ki, bir yönüyle hidayete ermenin, anlatmayla çok fazla alâkası yoktur. Bir kere, hidayet evvelâ Allah’ın elindedir. O dilemez ve irade etmezse, hiç kimsenin hidayete vesile olması mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim:

إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْدِي مَنْ يَشَۤاءُ

“Sen istediğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah istediğine hidayet verir.”5 der.

Öyle ise, asıl mesele “Sultanlar Sultanı” ile irtibat içinde olmaktır. Çünkü gizli açık bütün hazinelerin anahtarı O’nun nezdindedir. Hidayet de en büyük bir hazinedir. Elbette bu hazinenin anahtarı da O’nun elindedir. Öyleyse mürşit ve mübelliğin, bütün samimiyetiyle insanlara bir şeyler anlatırken, bir yandan da sırtını her şeyin anahtarı ve dizgini elinde olan Dest-i Kudret’e dayaması elzemdir. Zira nice muhteşem dimağlar bu ülkeden gelip geçti; gelip geçti de, çok seviyeli beyan ve hitabet gücüne sahip olmalarına rağmen, üç dört insana dahi ciddî bir şey anlatamadılar; zira bazı yanları itibarıyla samimî değillerdi, her şeyi kendilerinden biliyor ve her neticeyi de kendilerine bağlıyorlardı. Bunlar içinde, beyanda dâhi olanları da vardı. Bunlar binlerce insanı arkalarından sürükleyebiliyorlardı. Ancak, nifakzede olduklarından hiçbir netice elde edemiyorlardı. Evet, namaz kılmadıkları hâlde namazdan bahsedenler vardı. İslâm’ı yaşamadıkları hâlde, İslâm’ın güzelliklerinden dem vuranlar oluyordu. Dilleri bülbül gibiydi ama gönülleri kinle, nefretle, garazla çarpıyordu. İhtimal işte bunlardan ötürü Kur’ân’da nifak, sukut derekelerinin en korkunç ve en iğrenci sayılmıştır.

Bu yüzden samimî olan her tebliğci, günde elli defa Allah’ın huzurunda baş koymalı ve muhtemel nifaktan hep O’na sığınmalı ve O’ndan samimiyet dilenmelidir. Evet, hidayet Allah’ın elindedir. İnsana beden gücünü veren O olduğu gibi, kalbe samimiyet bahşeden de yine O’dur. Öyleyse tebliğ insanı, bunların hiçbirine sahip çıkmamalı ve “Ben yaptım, ben ettim…” dememelidir.

İman, ifade ve amel bütünlüğü, Kur’ân’ın çizdiği ölçüler içinde bir mü’min için en ideal şekildir. Ondaki bu dengenin korunması da, müessiriyetin önemli bir sebebidir. “Mücahit, amel etmese de olur. Mâsiyetten kaçınmasa da doğruyu, güzeli anlatıyor ya, bu ona yeter…” gibi düşünceler, şeytanın mırıltılarıdır ve Muhammedî ruhla hiçbir alâkası yoktur.

Günümüzde bir sürü fantastik, modernist kafa ve düşünce zuhur etti. Üstelik bunlar, beyazı kara gösterecek kadar da cerbeze gücüne sahipler. Sağda solda, hep İslâm’ı anlatıyorlar, ama görüyoruz ki arkalarında bir avuç bile hâlis mü’min yok. Çünkü bunlar samimî değiller. Çok şey söylüyorlar, çok şey anlatıyorlar, hatta mücadele de ediyorlar. Ama söyledikleri ölçüde imanı ve İslâm’ı içlerine sindirememişler. Hayatları ve yaşadıkları dünya itibarıyla, batının doğrularına değil, bâtıl sistemlerine motive olan bu insanlar, yığınları irşad edelim derken onları yabancılaştırıyorlar. Aynı zamanda kendilerini de, kendi cemiyetleri içinde yabanî duruma düşürüyorlar.

Bütün bu tersliklerin ana sebebi, İslâm’ı bilmemek, onu okuyup düşünürken yaşayamamak.. yani mücadelesini verdikleri davaya, tutarsız hareketleriyle bir nevi gizli muhafelet ya da ihanet etmek!.. Bakın Kur’ân-ı Kerim, Hz. Şuayb’ı (aleyhisselâm) nasıl konuşturur:

وَمَۤا أُرِيدُ أَنْ أُخَالِفَكُمْ إِلٰى مَۤا أَنْهَاكُمْ عَنْهُ

“Ben sizi menettiğim şeyde, size muhalefet etmek istemiyorum.”6

Bunun mânâsı: “Sizi fenalıktan alıkoyup da kendim ondan faydalanmayı düşünmüyorum. Faiz haramdır derken, kendim faiz yemeyi ve rüşvet haramdır derken rüşvet almayı düşünmüyorum.” demektir. Hz. Şuayb (aleyhisselâm), içinde yaşadığı cemiyeti anlatırken, kendi doğruluğunun bir teminatı olarak bunları söylüyor. Her nebinin doğruluğunun teminatı da bu değil midir? Ümmetine söylediğinin aksini yapan bir peygamber gösterilebilir mi? Veya böyle davrananlar hiç peygamber olabilir mi?

Elbette, irşad vazifesi yapan herkes için de bu mülâhazalar vazgeçilmez hususlardır. Evet, Hz. Şuayb yaşadığı cemiyetle yaka paça olurken, bize de bir şeyler anlatıyor; dava ve irşad adına mühim esaslardan bahsediyor. Kur’ân da o eskimez, pörsümez beyanıyla bunları bir kere daha ortaya koyuyor.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, söylediğinin birkaç mislini yaşayan devâsâ bir ruhtu. Kullukta O’nun üstüne yoktu. O’na peygamberlik ve nübüvvet verilmişti. Bu pâye, hiçbir pâye ile kıyas dahi edilemeyecek kıymeti haizdir. Ancak O, yücelere pervaz ederken, kulluğu ile kanatlanıp yükselmişti. Yani O’nun kulluğu, âdeta nübüvvetinin önüne geçmiş ve O’na mukaddime olmuştu. Zaten Kur’ân-ı Kerim de O’na böyle davranmasını emretmiyor mu?:

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ

“Yakîn (ölüm) sana gelinceye kadar kulluğa devam et, Rabbine ibadette de bulun!”7 diyordu. O da, bütün hayatı boyunca Kur’ân’ın bu emrine uydu ve bir an dahi kulluktan dûr olmadı. Onun içindir ki, O’nun söylediği her şey mâşerî vicdanda mâkes buluyordu. O, yaşadığını; hem de en ağır şekliyle yaşadığı şeyleri söylüyordu. İşte misali, Hz. Âişe validemiz (radıyallâhu anhâ) anlatıyor:

“Bir gün Allah Resûlü bana: Yâ Âişe, müsaade eder misin bu gece Rabbimle beraber olayım?’ dedi. Ben de: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Seninle olmak hoşuma gider, fakat senin hoşuna giden şey daha çok hoşuma gider.’ dedim. Bunun üzerine kalktı, abdest aldı ve namaza durdu. O gün sabaha kadar gözyaşı döktü ve namaz kıldı.”8

O bir peygamberdi şüphesiz. Bir nebi, bir hatip ve bir mürşit idi. Ve O’nun en derin yanı da, kulluğundaki ulaşılmaz derinlikleriydi. O, hayatının o acılı, ızdıraplı, hastalıklı son dönemlerinde bile, önceden başlayıp da o güne kadar devam ettirdiği ibadetleri aynen devam ettirmek istiyordu. Hâlbuki çok zor oturup kalkabiliyordu. Hayatı boyunca pek çok ızdırap çekmişti. Zevcelerinden çocuklarına kadar bir sürü hususî derdi vardı. Ayrıca, bütün ümmetinin dünyevî-uhrevî dertleri de O’nun omuzlarındaydı. Bütün bunlardan ötürü elbette maddî güçten ve kuvvetten düşecekti. Zaten O’ndan başkası, O’nun çektiğine bir gün bile dayanamazdı.

İşte bütün bunlara rağmen O, başlattığı nafile ibadetleri dahi terke yanaşmıyordu. Bu namazlar öyle namazlardı ki, bazen bir rekâtı bile saatler alıyordu. Ayağa kalkmaya dermanı olmadığı için de, onları oturduğu yerden kılıyor ve yine de terk etmiyordu.9

Bu ne ciddiyet, bu ne vakar, bu ne samimiyet, bu ne ahde vefaydı böyle!.. Evet, “yakîn” gelinceye kadar, yani ölüme kadar, mahşere kadar, ebede kadar sürecek bir ciddiyet ve vefa örneğiydi O.

Evet, irşadın önemli bir yönünü de, Allah’a karşı olan bu yakınlık oluşturuyor. Zaten, bu yakınlık olmazsa, insan hep havada ve boşlukta yaşar. Böyle kaygan bir zeminde boşluğa basan insan, sadece ve sadece kendi haz ve zevkleriyle kalır.

Allah’a (celle celâluhu) yakın olmayı, irşad ile en güzel bir şekilde birleştiren Peygamber Efendimiz’dir. O, irşad vazifesinde ne kadar kusursuz ise, Allah’a kurbiyetinde de o derece derin ve kusursuz idi. Çok defa namaza durduğunda onu öyle eda ederdi ki, arkasındakiler neredeyse namazın hiç bitmeyeceğini sanırlardı. Dua ve niyazı öyleydi. Duaya kalkan elleri, bir daha inmeyecek gibi kalkardı.

Bir defasında İbn Mesud (radıyallâhu anh), O’nun kıldığı nafile namazlarından birine denk gelmişti. Allah Resûlü’nün kıldığı namazın bereketinden istifade edebilmek için hemen o da namaza durmuştu. Hâdisenin bundan sonrasını bizzat kendisinden dinleyelim: “Namaza durdum. Bütünü iki rekât namazdı. Fakat Allah Resûlü okudukça okuyordu. Bakara sûresini bitirdi. Ben artık rükûya varır dedim. Fakat O, Âl-i İmrân’ı okumaya başladı. Onu bitirdi, yine rükûya varacak zannettim, bu sefer de Nisâ sûresini okumaya durdu. Onu da bitirdi. Artık rükûya varır diye düşünüyordum ki, Mâide sûresine başladı. Ve onu da bitirdi. İlk rekâtta bu dört sûreyi birden okudu. Hatta bir ara aklıma kötü bir şey geldi…” Yanındakiler İbn Mesud’a sordular: “Aklına ne geldi?” O, “Bir ara namazdan çıkmayı düşündüm, çünkü dayanılacak gibi değildi.” dedi.10

Görüldüğü gibi insanlara kulluktan bahseden Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), evvelâ bu kulluğu herkesten ileri bir seviyede kendisi yaşıyor.. evet, O, bu mevzuda öyle ileri idi ki, İbn Mesud gibi en ileri safta bulunan bir sahabi dahi, O’nun kıldığı iki rekât namaza dayanamıyordu.

Yine O, son anlarını yaşadığı zaman diliminde, ufûle yüz tutmuş bir güneş gibi başını Hz. Âişe’nin (radıyallâhu anhâ) dizlerine koymuş ve gözlerini Mele-i A’lâ’ya dikmişti. Çok yorgun ve ukbâ televvünlüydü. Ara sıra bayılıp kendinden geçiyor.. başından bir kova su döküyorlar, yeniden kendine geliyor ve gözlerini açıyordu. Gözlerini açar açmaz da ilk sorduğu şey: “Cemaat, namazı kıldı mı?” oluyordu.11

Evet, O, namaz diye diye yaşamış ve namaz diye diye vefat etmişti. Cemaat de namaz diyordu. Namaz düşünüyordu ve namaz duygusuyla dopdolu yaşıyordu. İşte her yönüyle kudve bir insan, her yönüyle mükemmel bir imam, muhteşem bir reis, âdil ve sabırlı bir devlet başkanı!..

Allah Resûlü’nün mütevazi yaşantısı ve her mevzuda ashabıyla beraber olması, irşad adına gözden ırak tutulmaması gereken önemli hususlardandır. Mescit mi yapılacak, O herkesle beraber kerpiç taşır; hendek mi kazılacak, elinde manivela taş kırar ve arkadaşlarına yardımcı olurdu.12 Evet, O, “İnsanlardan bir insan olun!” buyurur ve bunu da fiilen yaşardı.

İnsanları dünyaya karşı zahit olmaya davet etmişse, bu mevzuda kendisi herkesten ileri olmaya çalışırdı. Bazen O’nun evinde, aylar geçerdi de, çorba pişirmek için bir ocak yanmaz13 ve üzerinde uzanıp istirahat edeceği bir yatak bulunmazdı.14

O, harama karşı da herkesten daha titizdi. Hz. Hasan (radıyallâhu anh) ağzına sadaka hurmalarından birini alınca çok heyecanlanmış ve hemen koşarak onun ağzından hurmayı çıkarıvermişti.15 Hâlbuki Hz. Hasan (radıyallâhu anh), o gün beş-altı yaşlarında bir çocuktu. Ama sadaka, hem Allah Resûlü’ne, hem de O’nun soyundan gelenlere haramdı.

Yine bir gece sabaha kadar uyuyamamış ve inleyip durmuştu. Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) sabah olunca: “Yâ Resûlallah! Bu gece rahatsız mıydınız, hiç uyumadınız?” dedi. Onun bu sualine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Odada bir hurma buldum, ağzıma attım. Sonra da onun bir sadaka hurması olabileceği ihtimali aklıma geldi. Izdırabımın sebebi buydu.” demişti. Oysa o hurma büyük ihtimalle şahsî hurmalarıydı. Zira sadaka hurmalarını O ayrı bir yere koyuyordu.

Evet, O’nun bu hassasiyeti, kâmil bir mü’min ve kâmil bir irşad adamında olması gereken vasıflar açısından çok çarpıcı bir misaldir.

f. Tebliğ ve Dua

Bütün bunları zikrettikten sonra, Efendimiz’in bir de dua yönü vardı ki, ona da değinmeden geçemeyeceğim. O, ashabına ve bütün ümmetine dua ile bütünleşmelerini söylüyor ve: قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَۤاؤُكُمْ “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var!”16 mealindeki âyetlerle onları ikaz ediyordu. Yatarken, kalkarken, bir şey yiyip içerken, elbiselerini giyerken, helâya girip-çıkarken, abdest alırken.. o kadar çok dua okurdu ki, dünyada dua ile bu kadar bütünleşen ikinci bir şahıs göstermek mümkün değildir.. evet, attığı her adımında Allah’ı hatırlayan, O’na iltica eden, her şeyde O’nun rızasını gören bir başka insan yoktur.

Bu nadide ve ibret dolu hayattır ki, on dört asır âlem-i İslâm’da hemen her seviyeden insanın dikkatini çekmiş ve O, hep ilgi ve alâkayla takip edilmiştir. Ve bu alâka, yeryüzünde başka hiçbir insana da nasip olmamıştır. Yemesinden içmesine, giyinmesinden oturmasına, konuşma tarzından üslûbuna, içtimaî ve siyasî tavırlarından devletler arası protokol ameliyelerine kadar bütün hayatı filme alınıyor gibi, içtimaî şuur ve mâşerî hafızada kaydedilmiş ve bu muhteşem hayat, mü’min toplumların varlığının sigortası olmuştur.

Allah Resûlü’nün hayat-ı seniyyelerinde emniyet şeridinin her karesi Cenâb-ı Hak’la irtibatlıdır. O’nun bu irtibatında kopuk tek bir kare, tek bir boşluk yoktur. Çünkü O’nun her davranışı ibadet ü taatten, yiyip içmeye, ondan yatıp kalkmaya kadar Allah ile irtibat içinde geçmiştir. Böyle olduğu içindir ki, bütün söyledikleri ve bütün davranışları sahabe arasında mâkes bulmuştur.

Evet, sahabede dinî hayatı yaşama mevzuunda gördüğümüz hassasiyet, asıl itibarıyla Allah Resûlü’nün gösterdiği hassasiyetten kaynaklanıyordu. Çünkü onlar mübelliğ ve mürşitlerini öyle görmüşlerdi:

يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِه۪

“Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla ittika edin ve korkun.” mealindeki âyet nazil olunca, sahabe yemeden içmeden kesildi. Azametine uygun olarak Allah’tan korkma nasıl mümkün olabilirdi ki!.. Ve hemen âyetin devamında:

وَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“Siz ancak Müslüman olarak ölün.”17 deniyordu ki, bu da Allah’tan böyle korkulmazsa Müslüman olarak ölmenin çok zor olacağına işaret ediyordu.

Bu itibarla da hiç kimse çarşı pazara çıkmıyor, sadece namaz vakitleri mescide geliyor ve sonra da evlerine kapanıp ibadet ediyorlar; ediyor ve bütün günlerini kullukla geçiriyorlardı. Beş on gün sonra hepsi de incelmiş, süzülmüş, ölecek hâle gelmişlerdi, gelmişlerdi ve Allah Resûlü de bu durumun farkındaydı. Fakat onlardaki bu ani değişmenin sebebini bilmiyordu. Onlar da dertlerini söylemiyorlardı. Emre muhalefet etmiş olmaktan korkuyorlardı. Daha sonra bir âyet daha nâzil oldu. Âyette: فَاتَّقُوا اللّٰهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ “Allah’tan gücünüz yettiği nispette korkun.”18 deniyordu. Bu âyetin nüzulünden sonra sahabe biraz nefes almış ve rahatlamıştı.19

İşte sahabe, Allah’ın âyetleri karşısında bu kadar hassas ve onlarla böyle iç içe yaşıyordu. Çünkü zimamdarları böyle idi. Aslında bu hâl daha sonraları da iki-üç asır hep bu derinlikte devam etmiştir.

Şurası da kat’iyen bilinmelidir ki, en küçük teferruatına kadar yaşanmış ve hayata mâl olmuş İslâm’ı anlama ve yaşama tarzı, sahabe hassasiyeti içinde ele alınmadıkça, tebliğ vazifesi hakkıyla yerine getirilmiş sayılmaz. Diğer sorumluluklar gibi, “tebliğ” vazifesi de ayrı bir konu olarak ele alınıp işlenebilir. Ancak diğer mevzulardan farklı olarak “tebliğ” meselesi yine de hususiyet arz eder. O, hayatın içinde ve hayatla beraber olmalı, yaşanmalı, öyle anlatılmalı; farazî ve muhayyel tasavvurlar üzerine bina edilmemelidir. Kaldı ki, bu ve bunun gibi nice konularda bizlere on dört asırdan bu yana yaşadıkları hayatları ile ışık tutan ışık şahsiyetler, hep böyle davranmışlardır. Allah da onları, gösterdikleri samimiyet ve ihlâslarından dolayı muvaffak kılmıştır. Dolayısıyla bizler de tıpkı onlar gibi başarılı olmak istiyorsak, yapacağımız bir şey varsa, o da onların izinden gitmek olsa gerektir.

İşte Hz. Ömer (radıyallâhu anh). O, şehadeti esnasında sinesinden yediği hançerle koma hâlinde uzanmış yatarken tabiî ne bir şey yiyor, ne de bir şey içiyor. Ona hizmet eden sahabi: “Yâ Ömer! Bir şey yemek içmek ister misin?” diye sorunca Hz. Ömer gözüyle “Hayır!” işareti yapıyordu. Yani ağzını açacak kadar dahi dermanı yoktu. Ancak aynı sahabi, onun kulağına ağzını verip: “Ömer! Namaz vaktidir.” diye fısıldayınca, o komadaki insan birden doğruluyor ve: “Namazım!” diyordu. Çünkü O, Allah Resûlü’nden böyle görmüştü. Evet, o büyük insan, namazda hançerlenmiş ve namaz diye diye de vefat etmişti.20

Bu konuda bir diğer misal mü’minlerin annesi Hz. Âişe’den (radıyallâhu anhâ). Bir gün, o ağlıyor. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca: “Cehennem’i hatırladım, onun için ağladım.”21 cevabını veriyor. Neden? Çünkü o, her gece Allah Resûlü’nü böyle görmüş ve böyle tanımıştı. Evet, Allah Resûlü onu böyle amelî tebliğle yoğurmuş ve terbiye etmişti.

Mevzu, sadece namazı tebliğ etmek değildir. Onlar namaza gösterdikleri hassasiyeti, sair erkân-ı diniye ve imaniye için de gösteriyorlardı. Çünkü onlar da Allah Resûlü gibi birer tebliğ insanıydılar. Öyle ise, dinî hayat O’nun gibi ve onlar gibi hassas yaşanmalıdır ki tebliğ de tesirli olabilsin.

Ayrıca, irşad ve tebliğde bulunma meşgale ve külfeti, hiçbir zaman bizi diğer amellerde gevşekliğe sevk etmemeli; aksine şevkimizi kamçılamalı ve söylediklerimizi muhataplarımızdan daha derin bir iştiyakla yerine getirmeliyiz ki, inandırıcı olabilelim. Evet, değişik durum ve davranışlar, sözü amelini doğrulamayan tavırlar, bir aldanmışlık ifadesi ve insanın kendi itibarının tahribi demektir. Bakınız enbiyâlar serveri Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem). O, bir sürü meşgalesi arasında, dini yaşamada en küçük bir ihmal göstermiyordu. Yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda koskocaman bir devlet kurmasından, ümmetinin bütün fertleriyle yakından alâkadar olmasına, ondan da kendi aile fertlerine ait bütün problemlerle bizzat ilgilenmesine kadar, dünya kadar işle meşgul olmasına rağmen, amelinde zerrece eksilme veya aksama olmuyordu. Hatta fetih ve muzafferiyetlere karşı Cenâb-ı Hak O’nun daha çok istiğfar ve dua etmesini istiyor, O da hep Rabbinin emri mucebince hareket ediyordu.22

Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), irtidat hâdiselerine karşı en amansız kavgasını verirken ve gece gündüz ızdıraptan şakakları zonklarken, asla gece namazından taviz vermiyor, gözyaşları içinde Kur’ân tilâvetini aksatmıyordu.

Hz. Ömer (radıyallâhu anh), koskocaman Bizans ve Sasani İmparatorluklarını dize getirmişti ama nefsini dize getirmekten de hiçbir zaman geri durmamıştı.23

Hz. Osman (radıyallâhu anh), onca fitne ile uğraşırken, yine nafile orucunu tutuyor, doyma bilmeden Kur’ân’ını okuyordu. Zaten son nefesini de bu hâl üzere vermiş ve şehit olmuştu. Hatta o gün aynı zamanda oruçluydu. Şakaklarından akan kan, okumakta olduğu mushafın varaklarına ebediyet mührü gibi damlıyordu. Zaten kanın, üzerine isabet ettiği âyet de oldukça mânidardı. Âyet sanki ona: “Allah sana yeter!” diyordu.24

Hz. Ali (radıyallâhu anh) harp meydanlarının Haydar-ı Kerrar’ı idi. Bu, döne döne savaşan aslan demekti. Ama onun geceleri de hep secdede kıvranmakla geçiyordu. O, ezan okunduğunda sararır, solar ve sıtmalı gibi titrerdi. Ve bütün bu insanlar aksatmadan irşad vazifesi yaparlardı.

Evet, irşad ve tebliğ vazifesinde bulunan kimse, hangi yaşta olursa olsun ve hangi mesleği icra ederse etsin, dediğini yapma mevzuunda ciddî ve samimî olmalıdır. Bu insan tekkede bir şeyh, camide bir imam veya vaiz, mektepte bir öğretmen, üniversitede bir öğretim görevlisi olabileceği gibi, bir fabrikada işçi veya bir okulda öğrenci de olabilir. Herkes içtimaî, ilmî ve fonksiyonel durumuna göre bu sorumluluğu yerine getirmeli ve bu vazifeyi kusursuz eda etmelidir.

İrşad ve tebliğ vazifesi ifa edilirken mevzu ne kadar önemli ise, mürşit ve mübelliğin samimî ve hâlis olması da o kadar önemlidir. Mürşidin samimiyetini gösteren en önemli işaret de, söylediklerini vicdanının derinliklerinde duyması ve onları en kâmil mânâda yaşamasıdır. İhlâs ve amele mukarin olmayan tebliğ, ne denli başarılı olursa olsun sığdır ve tutarsızdır; tesiri de ya hiç yoktur veya kısa vadelidir.

Ayrıca bu işin ahireti alâkadar eden bir yönü de vardır ki, o da Cenâb-ı Hakk’ın azap etmesidir. Allah Resûlü bu durumla ilgili olarak ahirete ait bir tabloyu bizlere şöyle anlatır: “Miraç Gecesi bir cemaate rastladım. Onların dudaklarının ateşten makaslarla kesildiğini gördüm. Onlara kim olduklarını sordum. Bana şu cevabı verdiler: Biz dünyada iken mârufu emreder fakat yapmazdık; münkeri de nehyeder ama yapardık.”25

Evet, tablo ortada.. irşad ediyorum derken, kendini unutan ve âleme söylediklerini kendi tatbik etmeyen insanların durumu işte budur. Bugün, diyalektik yapan değil; bildiğini ve söylediğini yaşayan insanlara ihtiyaç vardır. Evet, kurtuluş ufkumuzda düğümlenmiş ukdeleri ancak bunlar çözebilir. Kitap yüklü bineklerin veya gece gündüz konuşan laf ebelerinin, milletin kurtuluşu hesabına verecekleri hiçbir şey yoktur. Osmanlı yıkılırken kütüphanelerde yüz binlerce cilt kitap vardı. Ama bu kitaplar koca bir devletin yıkılmasına mâni olamadı. O kütüphanelerdeki kitaplarla, bir insanın hafızasına istif edilmiş malumatlar yükü arasında keyfiyet açısından hiçbir fark yoktur. Esas olan, bir insanın bildiklerini tatbik edip etmediğidir.

Bir hadiste bu hususa işarette bulunulmaktadır. İki Cihan Serveri şöyle buyururlar: “Ümmetim için en çok korktuğum, âlimlerin nifakı (sürçmesi), münafıkların da cidalidir.”26 Evet, âlim ikiyüzlülük yapar, münafık da cerbeze ve diyalektikle etrafındakilerini aldatırsa, işte o zaman bu ümmetin sonu gelmiş demektir.

Mürşit ve mübelliğ durumunda olan herkesin bu noktaya çok dikkat etmesi lâzımdır. Maalesef irşad vazifesinde, gerek fert ve gerekse müesseseler olarak çok defa gözden kaçırdığımız en önemli açığımız da işte budur. Allah’ın (celle celâluhu) bizlerle olan muamelesini düşünürken, bunu hatırlamada da yarar olacak.

1 Ahmed İbn Hanbel, ez-Zühd 1/54; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 2/382.

2 Bakara sûresi, 2/44.

3 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/22, 44; İbn Hibbân, es-Sahîh 1/281.

4 Münâfikûn sûresi, 63/4.

5 Kasas sûresi, 28/56.

6 Hûd sûresi, 11/88.

7 Hicr sûresi, 15/99.

8 İbn Hibbân, es-Sahîh 2/386.

9 Bkz.: Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 118; Tirmizî, salât 158.

10 Buhârî, teheccüd 9; Müslim, salâtü’l-müsafirîn 204.

11 Buhârî, ezân 51; Müslim, salât 90.

12 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/381; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/66; el-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî 2/445-447.

13 Buhârî, hibe 1; Müslim, zühd 28.

14 Buhârî, rikak 17; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/73.

15 Buhârî, zekât 60, cihâd 188; Müslim, zekât 161.

16 Furkan sûresi, 25/77.

17 Âl-i İmrân sûresi, 3/102.

18 Teğâbün sûresi, 64/16.

19 Bkz.: et-Taberî, Câmiu’l-beyân 28/127; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 3/722, 10/3358; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 4/378.

20 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 8/130; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/350-351.

21 Ebû Dâvûd, sünnet 25.

22 Bkz.: Nasr sûresi, 110/1-3.

23 Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/293; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 44/315.

24 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/72; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 3/594.

25 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/120, 180, 231, 239; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 8/144.

26 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 20/138; el-Mu’cemü’l-evsat 6/342.

-+=
Scroll to Top