7. İÇ DERİNLİĞİ

Tebliğ adamı, aynı zamanda iç derinliğine sahip bir gönül eridir. Zira mürşidin sözleri, ancak kendi iç derinliği nispetinde mâkes bulur. O, Allah’a yaklaştıkça, Cenâb-ı Hak da onu kendine yakın kılar ve bir yerde onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve bütün hareketlerinin temel kaynağı olur.1 Yani artık, o mürşidin her hareketi, Allah’ın teyidi altında cereyan etmeye başlar; o, bildiğiyle amel ettikçe, Allah (celle celâluhu) da ona bilmediğini öğretir.. ve onu hep doğruya ulaştırır. Hatta böyle biri en girift ve en mudil meseleleri dahi çok rahatlıkla çözebilir. Devamlı böyle olunca da cemiyet içinde temayüz eder ve sırat-ı müstakîmin bir temsilcisi hâline gelir. Seviyesi böyle olan birisine, sürekli Cenâb-ı Hak’tan, akdes ve mukaddes feyizler akıp gelmeye başlar. O, bu feyizlerle hâsıl olan manyetik alanda bütün cazibe ve çekiciliği ile irşadlarını sürdürdükçe, onun çevresi binlerin, yüz binlerin koştuğu bir ilâhî gölgelik hâlini alır. İşte büyük mürşitlerdeki o müthiş cazibe, onlardaki bu iç derinlikten kaynaklanmaktadır.

Bu hâle gelen bir mürşit, yakîn-i tâmmı elde etmiş ve yakînin büyüleyici gücüne sahip olmuş sayılır. Yakîni elde etmek ise, imandaki kemal noktasını yakalamak demektir. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde: “Yakîn, bütünüyle imandır.”2 buyurmaktadır. Yakîn; insan aklının bürhanlarla donatılması, zihnin tefekkürle imar edilmesi, düşünce ve fikirlerin ilhamla ışıldaması, nefsin ibadet ve taatle erimesi, kalbin de murâkabe ve müşâhede ile Hakk’a nâzır bir mir’ât-ı mücellâ olmasıdır.

Yakîn, tevhide ermektir. Yakîne eren bir insanın ne başkasından korkusu, ne de başkalarından ümit ve recası olur. Onun her şeyi Allah’tandır. Çünkü o, hayır ve şerrin bütünüyle Allah’tan geldiğine artık her hâliyle nigehbandır.

İşte, bu yönüyle yakîne eren bir insan, fütursuzdur, pervasızdır. O, ölümü gülerek karşılar. Öyle ki o daha dünyada iken ahireti yaşamaktadır. Özlediği bazı yerleri de ölüm burakına binince göreceği inancındadır. Onun için de hep sevinçlidir. Bir hadis mealinde yakîn ehli şöyle anlatılır:

“Benim ümmetimin içinde öyle mert insanlar vardır ki, onlar halk içinde mütebessim dururlar. (Bu, Allah’ın nimetlerine tercüman olmanın ifadesidir.) Gecelerini de âh u vâh içinde geçirirler. (Bu da Allah’ın azabından korkmalarının ifadesidir.) Onların kalıpları, maddî yapıları dünyada, mânâ yapıları ise semadadır.”3

Dünya ve ahireti beraber mütalâa eden ve böylece vahdet şuuruna eren yakîn ehli olabilmek, her mürşit için gaye-i hayal hâline gelmelidir. Bizim beklediğimiz ve özlediğimiz mürşit tipi işte budur. O mürşit ki, dünyaya dünya cihetiyle zerre kadar temayülü yoktur ve yine o mürşit ki, irşad vazifesi olmasa, şu denî dünyada bir an bile kalmayı düşünmez. İşte Mesih soluklu, Muhammedî ahlâklı mürşitler bunlardır. Ve her mürşit de aslında böyle olmalıdır.

Mesnevi’yi şerh eden Tahirü’l-Mevlevî anlatıyor:

İskilipli Âtıf Efendi ile hapishanede beraberdik. Hoca, devrinin kültürüne vâkıf, kalem erbabı bir insandı. Son duruşma için çok ciddî bir müdafaa hazırlamıştı. Ertesi gün mahkemeye çıkacak ve hakkında verilecek karar da belli olacaktı. Sabah namazından sonra İskilipli, hazırladığı müdafaa metnini parça parça etti ve götürüp çöp sepetine attı. “Ne oldu, niçin yırttın?” diye sordum. Bana şu cevabı verdi: “Bu gece rüyamda Fahr-i Kâinat’ı gördüm. Ben oturmuş müdafaa yazıyordum. O da bana hitaben: ‘Âtıf, nedir bu tehâlükün? Yoksa bize gelmek istemiyor musun?’ dedi. Ben de: ‘İstemez miyim yâ Resûlallah!’ dedim. Artık benim O’na kavuşma vaktim gelmiş demektir, müdafaaya ne gerek var!”

O günkü mahkemede Âtıf Efendi’nin idamına hüküm verilir, ama o derin bir huzur içindedir ve idam fermanını gülerek karşılar. Çünkü verilen hüküm onun Resûlullah’a kavuşmasını temin edecektir. Altına böyle bir burak çekilen insan niye sevinmesin ki! Doğru bildiği yolda yürüyen, her menzilde Hak rızasını gözeten, her adımda Allah ve Resûlü’nün teveccühlerini yakaladığına inanan niye huzur içinde olmasın ki! Böyle bir kahramanı öldürebilirler; ancak asla mağlup edemezler. Evet, tebliğ adamı neticede onu muvaffakiyete götürecek işte bu ruh safveti ve duruluğunu her zaman muhafaza etmelidir.

Kendini Allah’a adayan ve sadece O’nun rızasını kazanmaya çalışan, bugün olmasa da yarın ötede mutlaka her istek ve arzusuna kavuşacaktır. O’nu bulan neyi kaybeder ki!.. Aksine bir insan O’nu bulamamışsa bütün dünya onun olsa dahi ne değer ifade eder ki!..

Zaten, esas olan da duru bir gönül ve selim bir kalb ile Rabbe kavuşmak değil midir? Gerisi, bir sürü boş iş ve bir yığın teşviş sayılan işlere niye o kadar önem verelim ki? Cenâb-ı Hak’tan niyaz ve temennimiz, gönlümüzü ebede kadar duru ve kalbimizi de O’na kavuşuncaya kadar safvet içinde muhafaza etmesidir. O, bizim Rabbimiz’dir. Biliyoruz ki, O’nun rahmeti gadabına sebkat etmiştir. Dileğimiz, sadece O’nun rızası ve yine sadece O’nun rahmetidir…

1 Bkz.: Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256.

2 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 9/104; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 5/34; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/74.

3 el-Hâkim, el-Müstedrek 3/19; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/478.

-+=
Scroll to Top