KÂİNATTA GÖRÜLEN UMUMÎ HİKMET

Kâinatta her şeyi kuşatan bir hikmet müşâhede ediyoruz. Her şeyde bir fayda, maslahat ve gaye gözetilmiştir. Materyalistler, ille-i gaiye denilen hikmeti inkâr ederek Cenâb-ı Hakk’ın icraatının makul olmadığını söylerler. Hâlbuki O, şundan dolayı şunu yapmak mecburiyetinden müstağnidir.

O’na, bir kimse cebriyle bir iş işletemez asla.Ne kim kendi murad eder, vücuda gelir billah.”

Yani, meşîeti neye taalluk ederse o olur.

وَمَا تَشَۤاؤُۧنَ إِلَّا أَنْ يَشَۤاءَ اللّٰهُ

“Âlemlerin Rabb’i Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz”1 Ve insan O’nun dilediğinden başkasını da dileyemez. Zira O, mutlak hâkimdir. Fakat yarattığı her şeyde bir de hikmet gözetmiştir.

İnsan bir an için nazar etse, kendisindeki birtakım hikmet ve maslahat mânâlarının tebessümkâr vaziyetinin hemen ortaya çıktığını görecektir. Onu bir bütün hâlinde taazzuv ettiren unsurlar teker teker ele alındığında, görülecektir ki, ona yerleşen bir atom dahi lüzumsuz ve abes değildir.

Büyük bir insan olan kâinat da, böyle hikmetlerle donatılmıştır. Öyle ki bütün bu mevcudatta sinek kanadı kadar dahi bir mânâsızlık bulunamaz. Bize faydasız gibi görünen, kıpırdamadan duran bir ağaç yaprağında bile bilemediğimiz nice faydalar gizlidir. Gerçi bunları böyle yaratmaya Cenâb-ı Hak mecbur değildir, fakat O’nun Hakîm ismi bunu iktiza etmektedir.

Evet, makro âlemden normo âleme, oradan da mikro âleme kadar bütün bir âlemi kuşatan hikmet ve maslahat müşâhede edilmektedir. Bütün bu âlemler içinde en mükerrem varlık, en seçkin yaratık olma liyakatine sahip insan, bu dünyada sadece maddî ve cesede ait yönüyle binlerce hikmetle serfiraz olmuşken yalnız üç-beş günlük dünya için gelmiş ve bir daha dirilmemek üzere ölüme mahkûm bir zavallı olamaz.

Maddî yönüyle dahi bu dünya onu tatmin edip cevap veremezken, hayal ve bekâ arzusu gibi kâinatı kuşatacak istidat ve kabiliyetlerine şu geçici dünyanın cevap vermesi düşünülemez. İnsanda hiçbir duygunun boş ve abes yaratılmadığını başta kabul ettiğimize göre, bu bekâ, ebedî yaşama duygu ve arzularının bu dünyada karşılığını göremeyen insan elbette, kendisine bir hikmete mebni olarak verilen bu duygularının karşılığını başka bir âlemde görecektir.

أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ۝فَتَعَالَى اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّۚ لَۤا إِلٰهَ إِلَّا هُوَۚ رَبُّ الْعَرْشِ الْكَر۪يمِ

“Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?

Hak padişah olan Allah, pek yücedir. O’ndan başka tanrı yoktur. O, (bütün kâinatı kuşatan, kâinatın hayat kaynağı olan) kerim Arş’ın sahibidir.”2

Siz abes mi yaratıldığınızı zannediyorsunuz? Allah’a döndürülmeyeceğinizi mi düşünüyorsunuz? Müteâl ve mübarek olan Allah böyle bir fiilden çok münezzeh ve mukaddestir. Sizi buraya getirip serfiraz eden, maddî cesedinizin bütün arzularını veren, kâinatta cereyan eden hâdiselere göre en küçük varlığın en küçük arzusunu yerine getiren Allah (celle celâluhu) elbette sizin en büyük arzunuz olan “bekâ” arzusunu yerine getirecek ve sizin için ebedî bir âlem açacaktır.

Nebiler Nebisi saadet meclisinde oturuyordu. Mescide bir esir grubu getirildi. O sırada Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kadının yana yakıla bir şeyler aradığını gördü. Kadın yakaladığı her çocuğu sinesine basıyor, kokluyor sonra bırakıyordu. Sonra kendi yavrusunu buldu, bağrına bastı. Doyma bilmeden onu öpüyor, kokluyor, tekrar bağrına basıyordu. Allah Resûlü bu manzara karşısında iyice doldu. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak parmağıyla yanındakilere bu kadını gösterdi ve: “Şu kadını görüyor musunuz?” dedi. Sahabe cevap verdi: “Evet yâ Resûlallah!” Allah Resûlü tekrar: “Bu kadın şu kucağındaki çocuğunu cehenneme atar mı?” diye sordu. Sahabe “Hayır yâ Resûlallah!” karşılığını verdi. Ve işte bunun üzerine İki Cihan Serveri şu hikmet dolu sözleri söyledi: “Allah o kadından daha şefkatlidir, kullarını Cehennem’e atmaz.”3

Benim bu misalde esas anlatmak istediğim husus ise şudur: Kulunu Cehennem’e atmayan ve bu kadar şefkatli olan Allah, buradaki adalet, rahmâniyet, rahîmiyet, şefkat ve re’fetine zıt olarak bir kulunu bir daha dirilmemek üzere yokluğa atar mı? Evet, ebedî Cehennem dahi, yok olmaya kıyasla insanın ruhunda Cennet kadar kıymetlidir. Yokluk, Cehennem’e dahi rahmet okutacak ve insanın ebediyet isteyen ruhunu feryat ettirecek, tarifi mümkün olmayan müthiş bir azaptır.

Dünyadaki her kıymete onu tartabilecek bir mizan ve ölçü vaz’edilmiştir. Ancak akıl, ruh, his, kafa ve bunların neticeleri için herhangi bir ölçü konmamıştır. Aklın semeresini tartabilecek bir ölçüye malik değiliz. Hâlbuki yediğimiz, içtiğimiz gıdaları tartabilecek mizanlar vardır. Bunlar memleket içinde veya dış ülkelerde para kuruna göre bir kıymet ifade ederler. İthalat, ihracat bu değerlere göre yapılır. Bunun gibi bir toprak parçasını dahi tartıp değerlendirebiliriz.

Fakat büyük bir fetanet, kiyaset ve dirayeti tartıp değerlendirebileceğimiz bir mizan ve ölçü yoktur. Meselâ, bir Shakespeare ve Hugo gibi müthiş dimağlar, burada kafalarının semeresini görememişlerdir. Bu, meselenin sathî tarafı. Bir de meseleyi ciddî planda ele alıp bir Nebi’nin fetanetini düşünelim. Meselâ, Efendimiz’in aklının, nâmütenâhî kalb ve hislerinin semerelerini tefekkür edelim. Ayrıca bütün nebilerin bu kalbî duygularını bir araya getirelim, bunlar için bir mizan ve terazi vaz’edilmediğini nazara alalım. Bu düşünce ve tefekkür bizi şu neticeye götürecektir. Bu duyguların tartılacağı bir mizan ve terazi vaz’edilecektir. Bu, bu dünyada olmuyorsa muhakkak başka bir âlemde olacaktır.

وَنَضَعُ الْمَوَاز۪ينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ فَلَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًاۘ وَإِنْ كَانَ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ أَتَيْنَا بِهَاۘ وَكَفٰى بِنَا حَاسِب۪ينَ

“Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edilmez. (İnsanın yaptığı iş), bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getiririz. Hesap gören olarak Biz yeteriz.”4

Âyette de görüldüğü gibi, bu dünyada insan ledünniyatını tartabilecek bir mizan yoktur. İçe doğru her derinleşmede inkişaf eden bir duygunun semeresini tartamıyoruz. İnsanın sır, hafî gibi duygularını, insana dünya ve mâfihayı elinin tersiyle ittiren ve onu Cenâb-ı Bârî’den başka kimseye ve hiçbir şeye razı olmaz hâle getiren, bunca ulvî duyguları ölçebilecek bir terazi bilmiyoruz. Hatta birçok defalar bu duygularla meşbû bulunan insanlar dahi bunların mahiyetini bilememektedirler. Öyle ise bütün bu ulvî duyguları dahi tartacak bir mizanın kurulacağı ahiret denen gün olacaktır. Ve bu duygular orada kılı kırk yarar şekilde tartılacaktır. Zira insanın dış uzviyatı için bir ölçü vaz’edilmiştir. Hâlbuki onun dışından daha parlak ve çok daha ulvî olan ledünniyatı için herhangi bir mizan, ölçü konulmamıştır. Bu ölçü, içinde yaşadığı dünyada görülmediğine göre ahirette vaz’edilecektir.

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُۚ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ

“Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, (çünkü) Biz ona şah damarından daha yakınız.”5

İnsanı Biz yarattık, içinde ne denli vesveselerin oynaşıp kaynaştığını biliyoruz. Ve meseleyi mefhum-u muhalifiyle ele alalım: “İnsanı Biz yarattık ve içinde ne denli ulvî duyguların oynaşıp kaynaştığını da biliyoruz.”

İçinden kötü şeyler geçip sığlaşan, yozlaşan ve bodurlaşan, semere vermez hâle gelip kalbsiz yaşayan bir insanı Allah orada kupkuru bir odun gibi haşredecek. Yine, eski elbiselerin içinde, zâhiren çok sönük gözüken, fakat katresinde ummanların mevcelendiği çok büyük insanlar vardır ki, onların içine de Allah (celle celâluhu) muttali ve nigehbandır. Onu da hesaba çekecek ve derinliğine göre mizan vaz’edecek ve ona göre mükâfat verecektir.

Haşir için hiçbir sebep olmazsa bile, ahsen-i takvîm sırrına mazhar insanın, öbür âlemde amellerinin tartılabilmesi ve gerçek değerini bulabilmesi için bir mahşere ve bir mahkeme-i kübrâya mutlaka lüzum vardır. Esasen hiçbir lüzum ve vücub Cenâb-ı Hakk’ı bağlamaz. Fakat O’nun Hakîm isminden yola çıkarak buradaki lütuflarından istidlâl ile gidiyor ve neticede mahşerin kurulacağı hakikatine varıyoruz.

Cenâb-ı Hakk’ın gayeye matuf ve maksada uygun muhteşem bir saltanatı vardır. Bu saltanat atomlar âleminden başlar ve en büyük sistemlere kadar sürer gider. Böyle bir saltanata delil, bütün bu âlemlerde O’nun sikke ve mührünün görülmesidir. Mikro, normo ve makro âlemde hep onun sikkesi müşâhede edilmektedir. Bu saltanat öyle muhteşemdir ki, en küçüğünden en büyüğüne kadar hiçbir dairede gayrın müdahalesini kabul etmez. O, bir mizan vaz’etmiştir. Varlığını bildiğimiz fakat hakikatini anlayamadığımız kanunla icraatını devam ettirmektedir. Esasen bizim isimlendirdiğimiz kanunlar, meydana gelen vak’aları izaha yeterli sebep değildir. Meselâ, cisimler arasındaki dengeyi, câzibe-dâfia denilen itme ve çekme kuvvetleriyle izah etmek, vâki olan hâdiseyi –haddizatında– izah için kâfi değildir. Ancak bizim, meselenin daha ötesine ıttılaımız olmadığından bu kadarıyla iktifa etmeye kendimizi mecbur sayıyoruz. Bu mevzuda bizi aldatan husus o prensibin her yerde doğru olması hususudur. Hâlbuki, bu prensibin doğruluğu, sadece o prensibi vaz’edenin güç ve kuvvetini izah eder. Yoksa meseleyi izah etmez. İlim bize vak’aları anlatır. Niçin ve nedenini izah etmez. Fakat meselenin neden ve niçinini izah edemesek de, her şeyde bir hikmetin varlığı apâşikârdır. Buna binaen olan ve olacak her şey bir gaye ve hikmete uygun olarak vücuda gelmektedir.

Ebede uzanmış emeller taşıyan, ebedden ve ebedî Zât’tan başka hiçbir şeyle tatmin olmayan, “Ebed! Ebed!” diye feryat eden ve Cennet’i, Cemâlullah’ı arzulayıp duran insanın yaratılışında da bir gaye ve hikmet vardır. Aydın ruhlar işte bu gaye ve hikmeti vicdanlarının en derin noktalarında bile hissedebilirler.

Hz. Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) İslâm’a girişini anlatan çeşitli rivayetler vardır. Bunların içinde sıhhati en kuvvetli olan rivayetlerden birisi de şudur:

Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem), örtüsünden sıyrılıp halkı inzâr etmesi emri gelince İki Cihan Serveri kendi kendine düşündü: “Ben bu hakikati ilk defa kime anlatayım?” Hemen aklına gelen ilk isim Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) oldu.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu düşünceler içinde bulunurken, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) de evde şöyle düşünüyordu. Beni ve bu kâinatı yaratan birisinin varlığını biliyorum. Fakat O’na bir isim veremiyorum. Bu mevzuu gidip Muhammed’e açmalıyım. Zira O, bu gibi meseleleri herkesten daha iyi bilir.

Allah Resûlü ve Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) birbirlerinden habersiz, birisi Hakkı talim, diğeri ise Rabbi taallüm düşüncesiyle yekdiğerinin evine gitmek üzere evlerinden çıkarlar. Her ikisi de bir sokakta karşı karşıya gelirler. Bu vakitsiz karşılaşış her ikisini de hayrette bırakır. Birbirlerine çıkış sebeplerini sorarlar; her ikisi de duygu ve düşüncesini dile getirir. Ve Allah Resûlü büyük bir sevinçle Hz. Ebû Bekir’i (radıyallâhu anh) hak dine davet eder. O da derhal İslâm’a girip, Müslüman olur.6

Büyük basar ve basiretler, eşya ve hâdiselere nüfuz etmek suretiyle, Cenâb-ı Hakk’ı bulma mevzuunda bir hükme varabilirler. Ve işte Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) küçük bir eksiklikle doğruyu bulmuş, o eksikliğini de Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tamamlayarak onu hakikate erdirmiştir.

Eşya ve hâdiseleri tetkik eden herkes bütün bunların üstünde Cenâb-ı Hakk’ın mührünü görecek, âfâkî ve enfüsî tefekkür neticesinde şu hükme varacaktır:

“Beni burada başıboş bırakmayan, elbette kabre girdikten sonra da başıboş bırakmayacak ve bahar mevsiminde nebatatı haşrettiği gibi, çekirdek hâline gelmiş zerrelerimi de ikinci bir hayatta yeniden diriltecek ve bir mahkeme-i kübrâ açacaktır.”7

1 İnsan sûresi, 76/30.

2 Mü’minûn sûresi, 23/115, 116.

3 Buhârî, edeb 18; Müslim, tevbe 22.

4 Enbiyâ sûresi, 21/47.

5 Kaf sûresi, 50/16.

6 İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/17.

7 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.85 (Onuncu Söz, Sekizinci Hakikat).

-+=
Scroll to Top