YERYÜZÜNDE GÖRÜLEN ÖLDÜRME VE DİRİLTME HÂDİSESİ AHİRETİ İSPAT EDİYOR

Yeryüzünü tetkik ettiğimiz zaman, bir an olur ki, o anda her şey var olma ve dirilme havası içinde arz-ı didar eder. El ele, omuz omuza, diz dize, bütün mahlukat Cenâb-ı Hakk’ın karşısında resmigeçit vaziyeti alıyor gibi hazır vaziyet alırlar. Ağaçlar, otlar, yeşillikler ve bütün çemenzâr, formalarını takan askerler gibi, Şâhid-i Ezelî’nin karşısında boy boy dizilirler. Başka bir an olur ki, yapraklar dökülür, varlıklar enkaz hâline gelir ve zemin çöl manzarası arz etmeye başlar. İlkbaharda yeryüzünü alabildiğine cazibedarlık, revnekdarlık içinde görmemize karşılık, hazan mevsiminde yıkıcı, sökücü ve götürücü rüzgârların ardından her şeyin yüzüne kül elenmiş gibi bir manzara müşâhede ederiz. Sonbaharda çölde yürüyor gibi yürürüz. Hele kış basıp da kar düşen yerlerde, hayattan ve canlılıktan eser kalmaz gibi olur. Ağaçlar kupkuru kemik hâline gelir. Otlar çürür, hayatları biter. Toprak istihalelerle tohumları çürütür.

Fakat ilkbaharda bu enkaz yeniden canlanmaya başlar. Bir de bakarsınız, o kül üzerinde yan gelmiş yatan ağaçlar, sündüs ve istebrak gibi bütün süs ve ziynetlerini takınır, Şahid-i Ezelî’nin karşısında kıyâma dururlar. Ağaçlar altında pörsümüş ve solmuş o otlar, çiçekler ve toprağın altındaki tohumlar yeniden neşv ü nemâ bulup arz-ı didar etmeye başlarlar. Bütün hevâmm ve haşerât ölüm uykusundan rahat rahat gözlerini açarlar, teneffüs edecekleri tertemiz havanın yüzlerini okşadığını hissederler. Rızıklarını, toprağın sinesinde yeşillikler hâlinde stok edilmiş olarak bulurlar. Her baharda Cenâb-ı Hak, milyonlarca mahlukat çeşidini bunun gibi haşr ve neşreder.

İşte bu umumî haşr ve neşr o kadar canlı ve revnekdar cereyan etmektedir ki, buna bakan herkes şu kanaate varır: Biz de öldükten sonra, aynen bunlar gibi, öbür âlemin baharında haşr ve neşr olacağız. Eşya ve hâdiselerin her bir parçası bu meseleye gayet şuurlu olarak hazırdır ve bu mevzuda çeşitli tablolar arz etmektedir. Fakat bütün bunları teker teker ele alıp tetkik etmek şu satırlar içinde mümkün değildir. Biz sadece bir misal verelim: Soframıza gelen, ağaçların başında bize tebessüm eden, bazen bağlar bazen de dikenler arasında bize gülüp dudak büken meyveler… Evet, ağzımıza tat, vücudumuza kût ve gıda olan meyveler nasıl teşekkül ediyor? Bunu iyi anlayabilmek için fotosentez meselesini iyi bilmek gerekmektedir.

Fotosentez çok rahat ve bollukla hâsıl oluyor. Beşer, teknik ilerlemesine ve teknolojinin baş döndürücü muvaffakiyetlerine rağmen, henüz bir ağacın yaptığı bu ameliyeyi yapmaya muktedir değildir.

Su, karbondioksit, yeşil ağaçlardaki klorofil ve güneş enerjisi, karbonhidrat denilen şekeri meydana getiriyor. Karbondioksit, ağacın yeşil yapraklarındaki hava delikleri tarafından emiliyor ve ağaç teneffüs ediyor. Buna absorbsiyon diyoruz. Karbondioksit, ağacın yaprağı içinde bir difüzyonla klorofilin bulunduğu yere geçiyor. Zaten yeşilliğin temel unsuru da bu klorofildir. Köklerden gelen sularla birleştiği zaman da şeker hâsıl oluyor. Bu, gayet basit bir ameliye ile varılan neticedir. İşte Cenâb-ı Hak gayet basit bir şekilde bunları meydana getiriyor. Fakat bu basitlik, sehl-i mümteni denilen bir keyfiyet arz ediyor. Beşer bunu yapamıyor. Kupkuru bir ağaçtan ağzımızın suyunu akıtan meyveler, işte böyle sehl-i mümteni bir yaratılışla oluyor.

Fotosentez ameliyesi yapılırken ağaç teneffüs ediyor ve bu teneffüste bir harcama yapıyor. Fakat kendisine lâzım olan asimilasyonun beş-on mislini deruhte ediyor. Sebebi de şu: Ağacın önünde kapkaranlık bir gece var. Gecede ise onun soluk alma durumu değişir. Ayrıca bir de kış var. Kışın o, bu ameliyeyi yapamayacaktır. Diğer taraftan, ağacın yeşil olmayan kısımlarının harcaması da düşünülmelidir. Bu ne müthiş bir akıl ve nasıl bir şuurdur!.. Şuursuz ağaca böyle bir şuur izafiyesi ise en büyük şuursuzluktur!

Kupkuru ağacın dalındaki bir meyveyi başıboş bırakmayan kudret, acaba kâinat ağacının meyvesi olan insanı başıboş bırakır mı? En küçük bir mahlukun en küçük bir arzusunu yerine getiren böyle bir Zât, insan gibi en büyük bir mahlukun en büyük arzusu olan ebed arzusunu yerine getirmez mi?

Hayır, bekâ için yaratılan ve Bâki-i Hakikî’den başkasına razı olmayan insan, kabre konulup çürümeye terk edilemez. O yeniden ve başka bir âlemde, oraya mahsus hayatı yaşamak üzere diriltilecektir.

Kur’ân-ı Kerim:

قُلْ س۪يرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَأَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللّٰهُ يُنْشِئُ النَّشْأَةَ الْاٰخِرَةَۘ إِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ

“De ki: “Yeryüzünde gezin, bakın yaratmaya nasıl başladı, sonra Allah, son yaratmayı da yapacaktır. Çünkü Allah, her şeye kadirdir.”1

فَانْظُرْ إِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَةِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۘ إِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِي الْمَوْتٰىۚ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ

“Allah’ın rahmetinin eserlerine bakın ki, nasıl yeri ölümünden sonra diriltiyor?! Şüphe yok ki, O, ölüleri de diriltecektir. O, her şeye kadirdir.”2 diyerek bu hakikate işaret etmektedir.

Bir sahifede milyonlarca kitabı birbirine karıştırmadan yazıp nazarımıza arz eden bir Zât, formalarını söküp dağıttığı bir kitabı ikinci defa aynı şekilde bir araya getireceğini vaad etse, bu, O’nun kudretinden uzak görülebilir mi?

Yoktan, bir makineyi icat eden sanatkâr, daha sonra bu makineyi söküp dağıtsa ve ikinci defa aynı makineyi monte edeceğini söylese, inkâr edilebilir mi? Hiçten ve yoktan bir orduyu teşkil edip intizam altına alan bir kumandan, efradı istirahat için dağılmış bir orduyu, bir boru sesiyle tekrar toplayabileceğini söylese, ona karşı “Hayır yapamazsın.” denilir mi?

İşte bu basit misaller dahi ahiretin inkârının mümkün olmadığına kanaat getirtmeye kâfi ve yeterlidir. Hâlbuki bunun misali üç-beş değil, üç yüz bin, belki milyonlarcadır.

1 Ankebût sûresi, 29/20.

2 Rûm sûresi, 30/50.

-+=
Scroll to Top