TARİH VE FELSEFE “AHİRET VAR” DİYOR
Tarih, haşir akidesi zaviyesinden ele alındığında, ilk insandan günümüze kadar insanlık çapında bir haşir inancının var olduğu müşâhede edilir. Will Durant, medeniyet tarihinde çeşitli milletlerin öldükten sonra dirilme mevzuundaki kanaatlerini, nasıl mezarlara gömüldüklerini, duvarlarına yazdıklarını ve dehlizlerinde mevzu ile alâkalı resimlerin tespit edildiğini anlatır. Dünyanın en maddeperest insanları olan firavunlar dahi öldükten sonra dirilme mevzuunu ele alıyorlardı. Firavun mezarlarındaki kazılarda şu mânâyı ifade eden sözler bulunmuştur: “İnsanlar öldükten sonra, mücrimler yerin altında, çirkin suretlere dönüşmek suretiyle ebedî kalacaklar, sâfi ve tertemiz ruhlar ise meleklere iltihak edecek, yüceler içinde bir hayat yaşayacaklar.”
Bu itikat sebebiyledir ki, firavunlar mezarlara yiyecek içecek ve en güzel elbise ve ziynet eşyalarını da beraber koyduruyorlardı. Anlayışta inhirafla beraber ahirete itikattır ki, onlara bunu yaptırıyordu. Ayrıca mezarları içine alan dehlizlerin duvarlarına balık ve yılan resimleri yaptırıyor, ilâhların bu resimlerden hoşlandıklarına inanıyorlardı. Bu inanış dahi onların, öldükten sonra başlayan ikinci bir hayata itikat ettiklerini ispat ediyor. Zira yaptırdıkları bu resimlerle, -itikatlarınca- ilâhlarının rızasını kazanacaklar ve böylece diğer bir âlemde rahat edeceklerdir.
Bir de kitabü’l-mevtâ denilen ölülerle beraber gömülmüş vasiyetname veya dua mânâlarını taşıyan kitabeler var. Bu kitabelerle âdeta ölü dile getirilip konuşturuluyor:
“Selâm sana ey yüce ilâh! Sonsuz cemalini müşâhede etmek için huzuruna geldim. Lütfet de cemalini göreyim, bunu gözetiyorum. Ben kimseye zulmetmedim. Hıyanette bulunmadım. Kimseyi ağlatmadım. Kimseyi öldürmedim. Cebr ve tagallüpte bulunmadım… Hâlimi sana arz ederek huzuruna geldim. Derdim, cemalini görmektir.”
İşte bu veya bu mânâya gelen kitabeler dahi bize o devrede bir ahiret inancı olduğunu anlatmaktadır.
Bütün beşer ayrı ayrı yerlerde, ayrı ayrı kültür şartları altında ve ayrı ayrı zamanlarda neşet etmelerine rağmen, hepsinin mezarını, ocağını karıştırsak, oradan mazinin sessiz narasıyla “Ebed Ebed!” dediğini duyacağız.
Şehristânî, Zerdüşt’ün şöyle dediğini nakleder: “İnsan dünyaya vazifeli olarak gönderilmiştir. Vazifesini iyi yapanlar sâfileşerek mele-i âlânın sakinlerine iltihak edecekler. Yapmayanlar da, ebedî olarak yerin dibinde mahkûm kalacaklar.”
Gerçi bu sözler tercüme edile edile, esas lafızlarındaki nüanslardan uzaklaşmıştır. Ancak ifade edilmek istenen mânâ aynıdır ve esas mühim olan da bu mânâyı ifadedir.
Nasıl ki Mısır’da Firavun, bütün firavunluğuna rağmen öldükten sonra dirilmenin kavgasını veriyorsa, İran’da da Zerdüşt ve müntesipleri aynı davanın kavgasını veriyorlar.
Hindistan, yüzlerce dinin bulunduğu bir yerdir. Belki de aynı dinin içinde yetişen büyük ve ulular, daha sonra esas mânâ ve mahiyetinden uzaklaştırılarak ayrı birer din kurucusu gibi telakki edilmiş ve bu kadar çok dinin zuhuruna işte böyle bir hata sebebiyet vermiştir. Bütün bu ayrı ayrı dinlerin birleştikleri bir nokta vardır, o da, ruhların hayatlarının devam ettiği inancıdır. İslâm prensiplerine göre hatalı bir inanış olan tenasüh akidesi Hindistan’da hâkimdir. Bu yönüyle onların itikatları yanlış ve hatalıdır. Ancak bizim üzerinde durduğumuz mevzu, ruhların ölümsüzlüğüne inanışlarıdır. Tenasüh akidesinin mahiyetinde ihtilaf eden bu dinlerden bazısında, durmadan ceset değiştirme ve birinden diğerine geçme, sadece süflî ruhlara mahsustur. Diğerlerine göre, bütün ruhlar böyle bir ameliyeye tâbi tutulur. Ancak her iki ayrı kanaatin birleştiği husus, neticede ruhların bu devirleri tamamlayıp bir noktada duracağıdır.
Budha, ruhların devr-i dâim içindeki çilesine tahammül edemez. Ona göre ruhların devr-i dâimi yoktur. Belki ilk başlangıçta böyle bir devir olabilir. Fakat esas olan, ruhların Nirvana’ya gidip dayanmasıdır. Bu, vücudun Mutlak’a dönmesi demektir.
Bütün Hint edebiyatı dikkatle tetkik edilse damla damla ahiret inancının takattur ettiği görülecektir. Onlarda da ölen insanın cesedi yakılır. Bu hareketi, belki de tenasüh akidesi doğurmuştur. Gaye, ruhun aynı cesede dönüp tekrar aynı ızdıraplara dûçâr olmamasını temindir. Bu dahi yine ahiret akidesinin mevcudiyetine bir delildir.
Yunan tarihçisi Homeros, sık sık ruhların barınağından bahseder. O, burada cesetler giyerek kendilerini gösteren ruhların, başka bir yerde barınaklarının olduğunu kabul etmektedir.
Haşir akidesi mevzuunda söz söyleyenlerden birisi de Pythagoras’dur. Ona göre bir nefis temiz ise, yüksek âlemin yüksek varlıklarına iltihak eder. Aksi takdirde, etrafı alevlerle sarılacak olan yeryüzünde mahpus kalacaktır. İnsanlar zat ve şahsiyetleriyle haşrolacaklardır. Başkasının şahsiyeti içinde değil, herkes kendi öz şahsiyeti içinde dirilecektir. Bu diriliş ise ister latif ister kesif olsun, cismanî olacaktır.
Sokrat’ın kendine ait kitabı yoktur. Onun bütün düşüncelerini Eflatun nakleder. Zaten Sokrat’ın idamını gerektiren sebeplerden birisi de ahirete inanması ve gençliğe bu
Tabiat-Fazilet Delili: İnsan fazilet için yaratılmıştır. Onun faziletli olabilmesi, behimî ve şehevî hislerden uzaklaşabilmesi ile mümkündür. Bu ise bir insan için mahrumiyettir. Nefsin bedenden ayrılması demektir. Öyleyse insanın kendi nefsine zıt olarak böyle bir mahrumiyete katlanması daha sonra serfiraz olacağı bir hayatın var olduğuna delildir.
Tevâli-i Ezdad Delili: Dünyada zıtlar birbirini takip ediyor. Baharı kış, kışı bahar; zulmeti nur, nuru zulmet; geceyi gündüz, gündüzü gece ve hayatı ölüm, ölümü de bir hayat takip ediyor. Şu upuzun dünya hayatının vefatı da yeniden bir doğum getirecektir. Işık karanlığı kovaladığı gibi dünya karanlığını kovalayan apaydın bir ahiret olacaktır.
Zâkire Delili: İnsan bazen, ilk defa karşılaştığı bir manzarayı, sanki daha evvel görmüş gibi hatırlar. Hâlbuki bu dünyada onunla ilk defa karşılaşmıştır. Hayat birbirinden farklı karelerin yekdiğerini takip etmesinden ibarettir. Demek oluyor ki, bizim burada hatırladıklarımız buraya gelmeden evvel başka bir âlemde yaşadığımız şeylerdir. Öyle ise, bu âlem daha evvelki âlemin bir neticesi ve kendinden sonra gelecek bir âlemin de başlangıcıdır.
Gerçi bu son delilde biraz tenasüh akidesi sezilmektedir. Zaten Eflatun buna inanmaktadır. Fakat bizim üzerinde durduğumuz mevzu, onun ahiret inancı ve bu mevzuda tahşidat yapmasıdır.
Aristo şöyle der: “İnsan maddesinin dışında mücerred bir varlık vardır ki, o ölümsüzdür.”
Aristo, maddecilerin bayraklaştırdıkları bir filozoftur. Buna rağmen o, hiçbir kayıtla bağlı olmayan ölümsüz bir varlığın mevcudiyetinden bahsetmektedir. İnsan belki cesediyle çürüyecek, fakat mezar onu her şeyi ile kuşatıp hapsedemeyecektir. Mezarı, maddeyi, cesedi ve dünyayı aşarak öbür âlemde kanat çırpacak mücerret bir varlık vardır…
Revakiye ekolünün imamı Zenon: “İnsanın bedeninden başka bir nefis daha vardır ki, insan öldükten sonra bu nefis devam edecektir.” der. Revakiye’nin ahlâk prensipleri vardır. Bu prensipler içinde de şunu görüyoruz: “Bu kâinatı bu kadar güzel yaratan, insana olan sevgisiyle kâinatı tanzim eden Zât’ın insanı öldürüp bir daha diriltmemesi mümkün değildir.”
Heraklit de bu mevzuuyla alâkalı olarak şöyle der: “İkinci neş’ette insanlar, yıldızlar etrafında ateşten çember olmuş olarak dirilecekler. Oradan kurtulamayan habis ruhlar o ateş içinde azap görecekler. Sâfi ruhlar ise kesiflerin arasından sıyrılarak tasaffi edecek ve mele-i âlâya yükselecekler. Öbür âlemin seması yıldızsız olacak. Yıldızların hepsi dökülerek bu âlemin etrafını saracak ve Cehennem’i meydana getirecektir.”
İşrâkiye mektebinin bizim içimizde yetiştirdiği büyükler de vardır. Sühreverdî, Hallâc-ı Mansur ve devrinin imamı kabul ettiğimiz Muhyiddin-i Arabî bunlar arasındadır. İşrâkiye Endülüs’te de İslâm filozofları tarafından kabul edilmiş ve Yeni Eflâtunculuk (Neo-Platonizm) İslâm âleminin bütününü sarmıştır. Neo-Platonizm bütün mektep ve medreseleriyle, öldükten sonra dirilmenin bu hayatın zarurî bir devamı olduğuna parmak basmış ve bu hakikati kabul etmiştir. Bütün bunlardan da anlaşılıyor ki, felsefe tarihi -Epiküros ve Demokritos gibi maddeden başka hiçbir şey görmeyen birkaç sığ düşünceli bağnaz görüşlü istisna edilecek olursa- ahiret akidesine, ruhun bekâsına inanan ve bu mevzuda tahşidat yapan binlerce filozofun fikirleriyle doludur.
Descartes’in Allah’ın varlığı ve ruhun ölümsüzlüğünü anlatan “Saniha” diye bir eseri vardır. Mevzu ile alâkalı kalbine doğanları kaydettiği bu eserde, ilk defa, nefsin mücerret bir ruh olduğunu ve ölümsüzlüğünü ciddî olarak ele alıp tahlil etmiştir. Descartes, ruhun nasıl bekâ bulacağını başka bir eserinde anlatacağını vaad etmiş, fakat elde mevcut eserleri arasında bu mevzuu ele aldığı bir eseri bulunamamıştır. Ancak Saniha’sında ahirete ait meseleleri öyle güzel tahlil etmiştir ki, ikinci bir esere ihtiyaç kalmamıştır.
Descartes’ten sonra ilâhiyatçı filozoflar vardır. Leibniz ve Spinoza bunlardandır. Leibniz monatlar prensibini kullanır: “Monatlar nâmütenâhî inkişaf etme durumundadır. Hâlbuki burada zaman sınırlıdır. Dolayısıyla nâmütenâhî inkişaf olamaz. Olabilmesi için zamanın sınırsız olması gerekmektedir. Demek ki, bu monatların nâmütenâhî inkişaf edebilecekleri, zamanı sınırsız bir âlem olacaktır. Öyleyse her şahıs monatlarını inkişaf ettirmek için ebedî ve bâki olarak yaşayacaktır.”
Spinoza ise meseleyi umumîleştirir. Şahsî olarak değil de umumî olarak, toptan ve yekvücut hâlinde bir yaşayışın olacağını söyler. O, bu düşüncesiyle vahdet-i vücud akidesine sahiptir. Meseleyi günümüze kadar uzatıp Pascal ve Bergson’un da haşir akidesine inanan filozoflar olduğunu söyleyebiliriz.
“Maarri” dinsiz bir şairdir. Yer yer dinî meselelerle alay eder. Fakat o dahi Risaletü’l-Gufran’ında Kur’ân-ı Kerim’den iktibasla haşir gününü tablolaştırmaya çalışmıştır.
Dante, Cennet, Cehennem ve A’râf tasvirleriyle sanki Maarri’nin adaptasyoncusudur.
Bunlar ve bunlar gibi, esasen din düşmanı oldukları hâlde, haşir akidesine temas etmeden edemeyen binlerce edip ve şair vardır. Evet, haşir akidesi öyle bir gerçektir ki, düşmanlarına dahi kendini tasdik ettirmiştir.