Takdim

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eserine takdim yazmanın, benim için ne büyük bir anlam taşıdığını ve ne ölçüde heyecan verici olduğunu anlatamam. Böyle bir vazife bana tevdi edildiğinde, muhterem hocamızın eserine layık bir yazı kaleme alamayacağımın sıkıntısını ve ızdırabını duydum. Bu sebeple, yazdıklarımın dağınıklığını ve sığlığını aczime ve heyecanıma vermenizi, eğer varsa güzelliklerini bu eserin ve müellifinin ışıklarının yansıması olarak görmenizi istirham edeceğim.

“Ruhumuzun Heykelini Dikerken”, bir dergide sistematik olarak yayımlanan “Başyazı”lar arasından seçilmiş makalelerden oluşuyor. Yayımlandıkları derginin, benim gibi pek çok okur tarafından sabırsızlıkla beklenmesini sağlayan bu yazıların kitaplaşması ayrıca bir sevinç ve heyecan kaynağıdır. Uzun aralıklarla ve başka başka zamanlarda yazılmasına rağmen eseri oluşturan yazıların bütünü, aynı ana düşünce etrafında dönüyor ve etraflıca bu düşünceyi besliyor. Dolayısıyla eser, sadece farklı zamanlarda yazılmış “dergi yazıları”nın bir araya getirilmesiyle oluşan bir kitap olmaktan öte, önceden planlanmış bir dizi düşüncenin sistematik olarak yazıya geçirilmesinden oluşuyor ve “düşüncede ve aksiyonda yeniden diriliş”in çerçevesini çiziyor.

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin fikir dünyasını yakından takip edenler, onun 15-20 sene önce yazıp söyledikleriyle bugün ortaya koyduğu düşünceler arasında, özde hiçbir farklılığın ve tenakuzun olmadığını, aksine yazılı ve sözlü bütün eserlerinin birbirini açarak, merhale merhale bir ana düşünceye doğru yol aldığını göreceklerdir. Ta Çağ ve Nesil-1’den, bugün elimizdeki “Ruhumuzun Heykelini Dikerken”e değin yazılmış bir kütüphanelik eser; temelde İslâm dünyasının, özelde bu ülke insanının son iki üç asırdır yaşadığı sarsıntılar, yıkımlar; İslâm’ın gereği gibi temsil edilemeyişi, bunun sebepleri; İslâm dünyasında bir yeniden varoluşun gerçekleşmesi, İslâm’ın evrensel çapta bir kere daha temsil edilmesi ve bu temsili gerçekleştirecek neslin temel dinamikleri ile vasıfları gibi temalar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, hocamızın eserleri tek tek, bir büyük senfoniyi oluşturan düzenli ve muazzam seslerden başkası değildir. “Ruhumuzun Heykelini Dikerken”, bana göre müellifin yeniden diriliş ve bunu gerçekleştirme çabası üzerine uzun yıllar seslendiregeldiği düşüncelerin son bir kere çok daha somut, sistematik ve çaplı bir biçimde ortaya konması anlamını taşımaktadır. “Ruhumuzun Heykelini Dikerken” bu bakımdan, yeniden diriliş neslinin yahut müellifin ifadesiyle “yeryüzü mirasçıları”nın el kitabı niteliği taşımaktadır.

Eser, bize önce İslâm dünyasının hâlihazırdaki görüntüsünü ‘okuma’ fırsatı veriyor. Bu ‘okuma’larda görüyoruz ki Müslüman coğrafyalar üzerinde paradoksal bir hayat yaşanmaktadır. Bir yanda bunalımlar, zaaflar; cehalet ve hurafelerle zulmet ve hüsran uçurumlarına sürükleniş, kimliksizlik ve bencillik… Diğer yanda ise Allah’a yönelişin hızlanması, hemen her yerde verilen yepyeni diriliş mücadeleleri; insanların, İslâm’ın vaadettiği huzur ve itminana susayışları… Müellifin “inkıraz günleri” dediği bunalım, son birkaç asırdan beri İslâm dünyasının onulmaz yarası olmuştur.

Bir zamanlar dünyayı ‘Cennet’in bir buudu’ hâline getiren Müslümanlar, asıl güç kaynakları olan dini, dünyaya feda etmiş ve kâinat, insan ve hayat arasında kurdukları mükemmel dengeyi de yitirmişlerdir. Böylece sahip oldukları bin senelik mirası reddedip onun yerine mukavemetsiz, insan fıtratına uymayan yeni blokajlar ikame etmeye çalışmışlardır. Fakat şu da bir gerçektir ki inkıraz günlerinin bütün bu kırılmalarına, bunalım ve fırtınalarına rağmen diriliş düşüncesi, kuytularda hep bir kor parçası olarak, bir gün ateşlenmeyi beklemiştir.

Yeniden diriliş için, başka bir deyişle, sarsılan Müslüman mantığını yeniden tamir ederek, yaşanan inhirafları gidermek ve yepyeni, sağlıklı bir hayatın tesisi için, bütün İslâm dünyasının bir “ba’sü ba’de’l-mevt”e ihtiyacı vardır. Bu diriliş, “Dinin orijinini koruyarak nasların esnekliğinin vaadettiği genişlik ve evrensellikte, her zaman ve her mekânda, her sınıf insanın ihtiyacını karşılayacak ve bütün hayatı kucaklayacak olan bir diriliş…” demektir.

İnsana, hayata ve kâinata İslâmî perspektifle yaklaşmayı; İslâmî mantık, düşünce ve tasavvuru bir kenara iten İslâm toplumlarının, “iman anlayışı, İslâm telakkisi, ihsan şuuru, aşk u şevki, aklı, mantığı, düşünce tarzı, kendini anlatma üslûbu ve ona bu hususları kazandıracak müesseseleriyle ele alınmasının ve her kesimiyle yenilenmeye tevcih edilmesinin bir zaruret olduğuna” işaret ediyor eser.

Bu çaplı, çapı ölçüsünde ağır yükü omuzlayacak ve sözü edilen evrensel dönüşümü gerçekleştirecek olan ise ‘yeni bir insan tipi’ olmalıdır. Müellif, bu insan tipini “yeryüzü mirasçıları” olarak adlandırıyor ve onların vasıflarını etraflıca tarif ediyor: “İlmî hayatları itibarıyla sistemli, iş ve davranışlarında güvenli, nefsanî arzuları karşısında pes etmeyecek kadar karakterli, kalb ve kafa izdivacına sahip salih kullar…” Kısaca, Muhammedî ruhu ve Kur’ânî ahlâkı temsil edenler…

Ruhumuzun Heykelini Dikerken, aslında bugün bir ucundan yaşamaya durduğumuz Rönesansımızı tarif ve tahlil ediyor. Bu Rönesans, bütünüyle bu milletin kendi ruh köklerine dönmesiyle gerçekleşecek bir süreçtir. Bugüne kadar birkaç defa yeniden varoluşu yaşamış olan milletimiz, üzerine çöreklenen “ihtiras, tembellik, şöhret arzusu, bencillik, dünyaperestlik, dar görüşlülük, kaba kuvvete tevessül” gibi hastalıklarının önüne geçebilir; bunların yerine, istiğnayı, cesareti, mahviyeti, diğergâmlığı, ilim ve fazileti, evrensel düşünebilme yeteneğini kazanırsa “Kur’ân buudlu ve fıtrat huylu” bu büyük dönüşümü gerçekleştirecektir.

Söz konusu “ba’sü ba’de’l-mevt” yahut bu büyük Rönesans, millet fertlerinin bütünüyle aynı diriltici ruhu taşımasıyla gerçekleşecektir. Böylelikle milletimiz, çok uzun yıllar önce yitirdiği emaneti yeniden eline alacak ve dünyayı bir kere daha “Cennet’ten bir köşe” yapmaya soyunacaktır.

Ruhumuzun Heykelini Dikerken, bir yandan bir ufku idealize edip seslendiriyor, öbür yandan da İslâm dünyasının hâlihazırdaki bunalımları ile İslâmî düşüncenin yeniden yapılanmasının önünde duran sosyolojik ve tarihî engelleri tahlil ediyor. Fakat müellif, yeniden dirilişin korunu içinde taşıyan millete ve onun ruhunda var olan “millî romantizm”e olan inancını bir an bile olsun yitirmiyor ve ona sınırsız bir ümitle bağlı bulunuyor.

Eser hakkındaki mülâhazalarımızı böylece özetledikten sonra haddim olmayarak kısaca Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eserlerinin diline değinmek istiyorum.

Milletine ve onun tarihî dinamiklerine duyduğu sevgi ve hayranlığını bildiğimiz Muhterem Hocaefendi, bu büyük milletin tarihi içinde oluşup gelişen edebiyat, mûsıkî, mimarî ve diğer bütün sanat eserlerine karşı da derin bir ilgi ve vukufiyete sahiptir. Milletin ruh köklerine ve temel dinamiklerine duyduğu hayranlığın izlerini, o kültür ve medeniyetin bir mirasçısı olarak kaleme aldığı eserlerinin tamamında görmek mümkündür. Hocaefendi’nin dili, Türk milletinin ‘büyük millet’ olduğu günlerdeki haşmet ve celâdetini, kuşatıcılığını, birçok unsur ve iklimi bünyesinde taşıyan o muazzam bütünlüğün hatırasını taşımaktadır.

Bu hatıra, Hocaefendi’nin dilini, Türkçenin en zengin şekliyle temsil edildiği zamanlardaki halkaya bağlamaktadır. Dolayısıyla onun eserlerindeki Türkçe, yaslandığı kültürel dinamiklerin zenginlik ve çeşitliliğine paralel olarak “haddeden geçmiş”, selâsetli, zengin; eşya, insan ve kâinatı tasvir ve tahlil etmeye müsait bir hususiyete sahiptir. Bu itibarla onun dilini, Kur’ânî bir üslûbun potasında erimiş; İslâmî hayat tarzının ve ona rengini veren unsurların tesiriyle zenginleştirilmiş, aynı zamanda büyük Türk sanatkâr ve ediblerinin halkasına bağlanabilecek bir Türkçe olarak değerlendirmek gerekir. Türk tasavvuf geleneğinin izlerini de taşıyan bu dil, Türkçenin bu asrın başlarında Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmed Âkif Ersoy, Yahya Kemal, Refik Halid, Reşat Nuri ve Yakup Kadri gibi temsilcilerinin elinde ulaştığı seviyenin devamı gibidir. Bu da sanırım Hocaefendi’nin, zengin bir medeniyetin, geleceğe ancak onu ifade etme kudretine mâlik bir dil ile taşınabileceği yolundaki titiz inancının ürünüdür. Bunların yanında, Hocaefendi’nin, Türkçede kendine özgü tasarrufları, terkipleri, sıfat ve isimlendirmeleri de vardır. Buradan yola çıkarak ben, yine haddim olmayarak öteden beri bir Fethullah Gülen Hocaefendi sözlüğünün çıkarılması gerektiğine inanmışımdır. Onun bütün eserlerini titizlikle ele alıp inceleyecek müdakkik bir dilci, son derece özgün tasarruflarla ve zengin bir kelime kadrosuyla karşılaşacaktır. Bu sözlük, Hocaefendi’nin kültürel birikiminin temel dayanaklarını ve düşünce dünyasını aydınlatmada önemli bir hizmeti de görecektir.

Yazımızı, eserin ana düşüncesini özetlediğini düşündüğüm Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’nin mısralarıyla bitirelim.

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi Her gün bir yere konmak ne güzel Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş. Dünle beraber gitti, cancağızım. Ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.”

Ali Çolak

-+=
Scroll to Top