BİZİM DÜNYAMIZA DOĞRU

Tarihî büyük hâdiseler düşünüldüğünde, düşünce ile aksiyonun iç içe yaşadığı görülür. Bir taraftan aksiyonun fikirle beslenmesi, planlanması, diğer yandan da hamle ve hareketin yeni düşünce ve projelere zemin teşkil etmesi mânâsına bir iç içelik. Bu mânâda, düşünce, aksiyon için bir sema ve yağmur, bir atmosfer ve hava; aksiyon da düşünce için bir zemin ve saksı, bir toprak ve topraktaki kuvve-i inbâtiye gibi farz edilebilir. Evet, böyle bir mütekabiliyeti kabul etmek yanlış olmasa gerek. Zira her hamle, bir düşünce ve planın tahakkuku, her düşünce de, o istikametteki hareketlerle gerçek çerçevesini bulabilmesi ve hedefine ulaşabilmesi için bir başlangıç ve bir vetiredir. İradenin ilk merhalesi, bir iç temayül, nihaî sınırı da azim, karar ve teşebbüstür. Düşünce bu vetirede, mebde’den müntehaya tıpkı atkı ipleri mesabesinde, şuurlu faaliyetler de bu atkılar üzerine işlenen dantelâlar gibidir. Düşüncesiz, plansız davranışlar çok defa falso ve karmaşaya sebebiyet verir; hareketsiz fikirler de, düşüncenin nihaî buudu sayılan model oluşturmayı engeller ve iradenin ruhunu zedeler.

Günümüze doğru gelirken, düşünce şuâlarının, toplumun her yanını sarması engellendiği gibi irade de bütün bütün felç edildi.. temsil devre dışı bırakıldı ve aksiyon da anarşiye katlettirildi. Çağın tâli’siz cereyanları çok defa, yığınları, bir bunalımdan bir bunalıma itti ve bir dağınıklıktan başka bir dağınıklığa sürükledi. Kitleler, bencil ve haris ruhların elinde, tutarsız, mefluç ve şaşkın bir oraya çekildi, bir buraya ve hep istismar edildi. Bütün bu olumsuz hususlar karşısında ister-istemez, günümüz insanının henüz kalbî ve zihnî gücünü harekete geçirebilecek ölçüde olgunlaşmadığını görüyor “Ve hele biraz daha!” diyoruz.. ferdî seciyelerimizdeki zaafları gidermek, iradelerimize güç kazandırmak, inançlarımızı besleyip kıvama getirmek ve yeisin her çeşidini ruhumuzdan söküp atabilmek için “Hele biraz daha!” diyoruz. Tabiî her şeyden evvel batı şokundan sıyrılmak için de…

Evet, batıda gerçekleştirilen sanayi inkılâbından bugünkü teknolojik gelişmelere kadar, hemen her şey, şok şok üstüne üzerimizde felç edici tesirleri olduğu gibi, ilimciliğin yanlış telakkisi ve modernizm havaîliği de bir hayli başımızı döndürdü, bakışlarımızı bulandırdı. İhtimal ki, bu zaafiyet ve bu sarsıntı daha bir süre devam edecek.. bu uyurgezerlik ve bu sayıklamalar sürüp gidecek ve dolayısıyla da kim bilir daha kaç yıl dişimizi sıkıp sabredeceğiz?. Sabredeceğiz, zira, fevkalâde sarsık bu umumî bünyenin, derlenip kendine gelebilmesi ve toparlanıp çağıyla hesaplaşabilmesi için daha nice yıllar, mercan derinliğindeki canlı bekleyişe ve kuluçka durgunluğundaki aktif ve disiplinli harekete ihtiyacımız olduğu şuurundayız.

Bu bekleyiş ve aksiyon sayesinde, bir gün mutlaka bizim de dirileceğimize ve dünyanın çehresini değiştireceğimize inancım tamdır. Ne var ki, böyle bir vetirenin yaşanabilmesi için de, Şâh-ı Geylânî derinliğinde, İmam Gazzâlî enginliğinde, Müceddid-i Elf-i Sânî Rabbânîliğinde, Mevlâna aşk u heyecanında, Bediüzzaman câmiiyyet ve temkininde, günümüzün insanına yepyeni bir ruh vererek ona taptaze bir hayat zemini hazırlayacak büyük ve güçlü iradelerin yetişmesi, yetişip asırlardan beri insanımızın duygu, düşünce ve firasetini ezen buhran dalgalarını kırarak onun ruhunda “Cûdî” meltemleri estirebilmesi için zamana, ortama ve imkâna ihtiyaç olduğu da bir gerçek.. ve tabiî kendi kendimizi fethetmeye, ruh mekanizmamızı yeniden şekillendirmeye, kalb, his ve düşünce dünyamızı onarmaya da… Aksine, bizi Hızır çeşmesine ulaştıracak ışık süvarilerini yetiştiremediğimiz, kendimize, kendi değerlerimize kapalı kaldığımız ve ruhî sistemlerimiz itibarıyla dağınık yaşadığımız sürece, mesafe almamız kabil olmayacaktır; bugüne kadar olmadığı gibi. Bu konuda kendimize dışta düşman aramaya da gerek yok; zira bizim düşmanımız içten ve ayağını ayağının üstüne atmış, villasının penceresinden derbederliğimizi seyrediyor ve kıs kıs gülüyor.

Bu itibarla da, eğer mutlaka bir cihad stratejisi üreteceksek, bu strateji gönlümüze taht kurmuş oturan, bu amansız ve imansız düşmanları söküp atmaya matuf olmalıdır. Aslında bizim dünyamız, asırlar var ki, başka değil, işte bu düşmanların ablukası altında bulunuyor. Yıllar ve yıllar boyu milletimiz bu öldürücü ablukadan kurtulup, bir türlü kendine dönemedi.. kendi olamadı.. hep ayrı ayrı toplumların, örflerin, âdetlerin garip bir nokta-i mihrâkiyesi gibi, çok kavimleri, çok kabileleri, çok anlayışları, pek çok puta birden tapan, pek çok mevhum ilâh karşısında aynı anda diz çöken ve her gün nice sahte mâbudlar önünde ahd ü peyman yenileyen bir düşüncezede gibi hep dağınıklık örneği oldu ve bir türlü toparlanamadı. Böyle oldu; zira o, bu tâli’siz dönemde hiçbir düşüncenin tam ve doğru olduğuna inanamadı, dolayısıyla da, pek çok fikrî cereyana birden endeksli yaşadığı hâlde, tam olarak hiçbir akımın içinde bulunamadı.

Kim bilir bu sisli-dumanlı dünyada ne büyük fikirler, hep berzahta kalıp hayata geçirilemedi ve ne ciddî projeler, bu miyop bakışların bulanık düşüncelerine çarparak kırıldı! Evet, bunlara göre eşya ve hâdiselerin ihtiva ettiği mânâ, ilim ve insan-kâinat münasebetleri, önemsiz, anlamsız şeylerdir; üzerinde durmaya değmez. Bunlara kalırsa, varlık adına bildiğimizi bilir; bilmediklerimizi de, “Nasıl olsa yarın bileceğiz” mülâhazasıyla devreden çıkarır ve her şeyi kendi “sâbite”lerimize göre keser-biçer-şekillendirir; icabında dünya kadar doğruları yanlış, yanlışları da doğru göstererek, ilmi de, araştırmayı da kendi inanç ve kendi dogmalarımızın vesâyetinde pekâlâ sürdürebiliriz. Hem de, ta başlangıçtan beri varlığa da varlığın geçirdiği safhalara da şahitmişçesine, kesin bir üslûpla atıp tutarak ve bir kısım faraziyelerle her şeyi oldu-bittiye getirerek.

Eğer kâinatta inanılacak hiçbir hakikat yoksa, hiçbir düşünce inanılıp kabul edilecek değerde değilse, varlığın bir kaostan farkı ne? Böyle bir anlayışın hâkim olduğu bir dünyada, hiç olmayacak meselelerde bile toplumu izafiyecilikten korumak nasıl mümkün olacaktır? Kendini izafîliğe salmış yığınlar, en doğruları dahi, aksinin doğruluğu kadar, en eğrileri de yine aksinin eğriliği kadar kabul etmeyecek midir? Tabiî temelde böyle bir anlayışın yaygınlaşması hâlinde ise, iyilik-kötülük düşüncesinden ahlâkîlik-lâahlâkîlik telakkilerine kadar her şey rölativizmden nasibini alacak demektir. Bugün, her şeyden ziyade milletçe muhtaç olduğumuz karakter, şuur, idrak ve sorumluluğun harekete geçireceği, davranış ve faaliyetlerin de, en az bugün ve bugüne ait zaruretler kadar, plan ve projelerinde yarınları düşünen samimî, müteheyyiç fakat dengeli insan karakteridir. Gönlüyle varlığa açık, dimağı bilgi şuuruyla mamur, her an kendini bir kere daha yenilemesini bilen, her zaman nizamın peşinde ve her lahza ayrı bir tahribi tamir eden düşünce ve ruh mimarı karakter..

O hep zaferden zafere koşacak ama; ülkeleri harap edip, harabelerde pâyitahtlar kurmak için değil; insanî duygu ve melekeleri harekete geçirmek ve bizleri, herkesi ve her şeyi kucaklayacak şekilde sevgi, alâka ve mürüvvetle güçlendirmek, yıkılmış yöreleri onarmak, ölü kesimlere hayat üflemek, varlığın damarlarında can olup-kan olup akmak ve hepimize var oluşun engin zevklerini duyurmak için.. zaten o, her şeyiyle bir Allah adamıdır.. ve O’nun halifesi olarak her zaman varlıkla münasebet içindedir. Her hareket ve her faaliyeti kontrollüdür ve yaptığı her şeyi de O’nun teftişine sunacak gibi yapar. O’nun duyuşlarıyla duyar.. O’nun bakışlarıyla görür.. üslûbunu O’nun beyanından süzer çıkarır.. ve O’nun iradesi karşısında “gassalin elindeki meyyit” gibidir.. O’na karşı acz ü fakrının şuurunda olması en büyük bir güç ve servet kaynağıdır. O, bu tükenmez hazineyi en iyi şekilde değerlendirmede asla kusur etmemeye çalışır.

O, aynı zamanda engin bir muhasebe ve murâkabe insanıdır; iyi-kötü, güzel-çirkin, onun mir’ât-ı ruhunda, gece-gündüz, ziya-zulmet farklılığı içinde birbirinden ayrı ve her şey yerli yerincedir.. iradesi, kalbi, şuuru ve hissiyle, o, vicdan mekanizması ve onu meydana getiren latîfelere terettüp edecek en büyük gayeleri avlama peşinde.. ve “Hâlık’ın atıyyelerini ancak matıyyeleri taşır.” mülâhazasıyla, irade ile, sorumluluk arasındaki münasebeti; kalb ile, aşk mâbeynindeki alâkayı; şuur ile, varlık ve varlığın perde arkası sırlarıyla teması ve ıttılâı; hissiyle, “bî kem u keyf” mutlak hakikati; mârifeti ile birkaç kadem meleklerin önünde yakınlık soluklamaktadır.

O, şahsî hayatı itibarıyla, gözü hep örnek insan olma ufkunda.. ilâhî emir ve yasakları temsilde evliyâ ve asfiyâ ile atbaşı ve “kılı kırk yararcasına” sözüyle ifade edilemeyecek kadar dakik ve ince. Hakikî Müslümanlığı yaşamadaki kahramanlığı, Hakk’ın sevmediği şeylere karşı ortaya koyduğu tavrı, inançlarını hayata geçirme yolunda başına gelecek şeylere karşı fütursuzluğu ve mukavemeti tasavvurlar üstüdür. Hele mâşerîliğindeki enginliği, Hak eri ve halk insanı olmadaki derinliği, Allah’a ve O’ndan ötürü varlığa karşı duyduğu aşkı, şevki, alâka ve endişeleri ifadelere sığmayacak ölçüdedir.

Zaten o, her şeyden evvel ve sonra ledünnî bir mârifet ve vazife insanıdır. Ledünnî vazife insanı ile ne anlıyoruz, ayrıca üzerinde durulmaya değer…

-+=
Scroll to Top