KARGAŞADAN NİZAMA
Birkaç asırdan beri toplumumuz, ahlâk, fazilet ve ilim düşüncesi adına tam bir enkaz görünümü arz ediyor. Evet o, eğitimde, sanatta, ahlâkta alternatif bir nizam ve düşünce arayışı içinde. Daha doğrusu, bu koskocaman coğrafyada, sorumluluk duygusuna, insanî değerlere, ilme, ahlâka, hakikî tefekküre, fazilete, sanata önem vermeyen öksüz ruh ve çelimsiz düşüncelere karşılık; varlığı bütün derinlikleriyle, insanı dünyevî-uhrevî enginlikleriyle kucaklayacak, yorumlayacak, hatta Allah’ın halifesi olma unvanıyla eşyaya müdahale edecek cins kafalara, çelik iradelere ihtiyaç var.
Dünyadaki son değişim ve dönüşüm hareketleri, çoklarının yüzündeki peçeyi sıyırıp gerçek çehrelerini ortaya çıkardığı gibi, bizim gözümüzdeki perdeyi de aralar gibi oldu.. oldu ve nazarımızda herkesin, her şeyin hakikî mahiyeti daha bir belirgin hâle geldi. Şimdilerde olup bitenleri daha “net” görebiliyor ve hâdiselerden daha sağlam neticeler çıkarabiliyoruz.. çıkarabiliyor ve artık anlıyoruz ki, iki yüz seneden beri bu ülkede, atılma, terk edilme ve unutturulma tâli’sizliğine uğrayan, sadece kılık kıyafet, fikriyât ve hayat felsefemiz değilmiş; millî kültürümüz, tarih şuurumuz, ahlâk sistemimiz, fazilet telakkimiz, sanat düşüncemiz ve mânâ köklerimiz de bunlar kadar hatta daha büyük erozyonlara maruz kalmış ve ruhî rabıtalarımız bütün bütün sarsılmış, fazilet kaynaklarımız kurutulmuş, geçmişle aramızda aşılması güç uçurumlar meydana gelmiş.
Evet, bu mübarek dünyada öyle dönemler olmuştur ki, aydınlar susmuş; düşüncenin ağzına fermuar vurulmuş; gücü-kuvveti temsil edenler, dalâlet ve soysuzluğa arka çıkmış ve zavallı nesiller, şaşkınlık homurdanmaları içinde hep cenazeler gibi cansız, ümitsiz ve kapkaranlık duygularla haşr u neşr olmuşlardır.
Her yanın duman duman ümitsizlikle kuşatıldığı bu kızıl dönemde, çok defa çaresizlik içinde gözler yaşlarla nefes almış, gönüller hislerini kelâm-ı nefsîlerle haykırarak bir kısım utanma bilmeyen yüzlere karşı içlerini çekmiş ve: “Bu ilhâda yelken açmış şaşkınlardan, bu herkesi ve her şeyi alkışlayan densizlerden, bu kuvvete boyun eğmeye alışmış vicdanzedelerden, bu kirlenmiş onur ve şereflerden başka ne beklenirdi ki?” demiş inlemişlerdir; ama, sarsılan sarsılmış, yıkılan yıkılmış, giden gitmiş ve yerlerine de yeni bir şeyler konamamıştır.. evet, hemen hepimizin, hatta gününü gün etmekten başka bir şey düşünmeyen realistlerin (!) dahi gönüllerinin derinliklerinde, bilhassa şimdilerde duyup hissettikleri huzursuzluğun, tedirginliğin şehadetiyle yıkılanlar yıkılıp gitmiş, yerlerine de herhangi bir şey ikâme edilememiş ve değerleri itibarıyla toplum âdeta tepetaklak hâle getirilmiştir.
Şimdi rica ederim, hayatı yaşanmaz bir yük ve muamma hâline getiren bu ahlâkî sefaleti ve her gün içimizde daha bir girdaplaşan bunalımları ne ile aşacak?. Ferdî, ailevî, içtimaî buhranlardan nasıl kurtulacak?. Ve nasıl güvenle geleceğe yürüyeceğiz? Dünyanın şurasından-burasından ithal edilmiş üç beş fantezi düşünce ile mi?. Ya da her şeyi üzerine bina etmeye çalıştığımız çağın akliyatçılığıyla mı?.. Hayır hayır! Ne o nesepsiz düşünceler ne de bu karanlık mantık tek başına o Kafdağı’ndan ağır yükün altından kalkacak gibi değil.
Yıllardan beri bu dünyada, ortaya konan her yenilik hamlesi, hep şeklî bir değişiklikten ibaret kalmış; ne bir gaye-i hayal takip edilebilmiş ne de söylenen hedeflerin en küçüklerine ulaşılabilmiştir. Zirveleri tutanlar, âdeta ellerinde fırça, millî ve içtimaî bünyede meydana gelen yaralara boya çalmayı mârifet, hatta inkılâp zannetmiş ve toplumun can damarı sayılan en hayatî organlarındaki iç kanamaları ve bu iç kanamaların meydana getirdiği komplikasyonları bir türlü görememişlerdir. Yakın tarihimiz itibarıyla, gücünü iman, ümit ve azminden alan istiklâl mücadelesi kahramanlarının hususî mazhariyet ve temsilleri istisna edilecek olursa, bu hep böyle cereyan edegelmiştir. Kaldı ki, o mübarek hamleyi dahi, çıkış noktası itibarıyla kendinde var olan güç ve safvetiyle devam ettirdiğimizi söylememiz mümkün değildir. Evet, bugün artık, o ölçüde bir birlikten bahsetmek ve öyle bir kıyam ve dirilişi düşünmek imkânsız olmasa da çok güç olsa gerek..
Bir kere son seneler itibarıyla birbirinden kopan ve araları açıldıkça açılan kitleler, düşünce hayatı, ruh ve özleri açısından ciddî bir farklılık göstermeseler de, birbirlerine karşı fevkalâde yabancılaştı ve âdeta birbirinin kurdu hâline geldiler: Öyle ki bunlardan birinin ak dediğine diğeri kara diyor.. birinin ortaya attığı düşünceye öbürü muhalefet ediyor.. birinin alternatif görüşlerini diğeri bozgunculuk sayıyor.. birinin salâbetini beriki taassup kabul ediyor.. bir de bu tersliklerin yanında, hakkın hangi cephede olduğunu tespit için herkes tarafından kabul edilmiş ortak kıstaslar yoksa, varın kavganın, daha doğrusu, bu kör dövüşünün buudlarını siz takdir edin!.
Bu itibarladır ki, bugün her şeyden daha çok bizi, hakikate, fazilete taşıyacak bir yola, aldatmaz bir düşünce tarzına ve yanıltmaz kriterlere ihtiyacımız var. Vâkıa, vicdan ve ahlâkî değerler pek çok problemi çözmeye yeten birer ışık kaynağı sayılabilirler ama, gel gör ki, günümüzde o vicdan yaralı ve ahlâkî değerler de târumâr; evet, bu iki önemli dinamik de bugün köklerinden koparılmış ve menbaları kurutulmuş iki müzelik çeşme gibi..
“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır
Bir de buna, iradelerin olabildiğine gevşek, muhakemelerin fevkalâde dekolte ve beşerî hislerin de gulyabânîler ölçüsünde azgın ve hunhar olduğu ilave edilecek olursa, yaşadığımız kâbusun enginliği ve derinliği kendiliğinden ortaya çıkacaktır…
Bu açıdan da işe, muhakemelerimizin temel unsurlarını bir kere daha gözden geçirmek, mantıkî düşünce çizgisini bulmak, iradelerimizin hakkını vermek ve azimli nesiller yetiştirmekle başlamakta zaruret var. Bir kere sebeplerle kuşatılmış bir âlemde yaşadığımıza göre onları görmezlikten gelemeyiz. Sebepler dünyasında sebeplere karşı lâkayt kalmak, düpedüz cebrîlik ve dolayısıyla da bir dalâlettir. Değil sebeplere riayetsizlik, sebep-netice arasındaki münasebeti (tenasüb-i illiyet prensibi) gözetmek mükellef olmanın önemli bir lâzımı olsa gerek.
İşte bu noktadan hareketle, bugün olsun ciddî bir sorumluluk hissiyle bir kısım zararlı düşünce ve zararlı cereyanların esaslarını tespit edip önünü almazsak, şimdilerde yaşadığımız ahlâkî sefalet, içtimaî felaket ve bir kısım çarpıklıkları, gelecekte de değişik buudlarda yaşayacağız demektir. Netice ortaya çıktıktan sonra felaket ve sefaletin farkına varmak mârifet değildir; mârifet, hangi sebep ve sâiklerin, neler doğuracağını daha önceden kestirebilmektir.. yakın tarihimiz itibarıyla böyle bir firaset gösterdiğimizi söylemek oldukça zordur. Hele iradelerimizin hakkını verdiğimizi iddia etmek asla!. Aksine, bu alacakaranlık dönemde insanımız, kendi iradesi, kendi düşüncesi ve kendi azminden bile şüphe eder olmuştur.. olmuş ve sürekli kendini idare edecek üstün ve harika iradeler aramıştır. Dahası, “Falan düşünür-filan bilim adamı, falan ülke-filan devlet..” mülâhazasıyla saf şuurlara ve masum vicdanlara şahsiyetsizlik telkin edilmiş ve azimlere zincir vurulmuştur.. ve zamanla, o falanların-filanların, bizim düşünce ve davranışlarımıza hükmetmeleri, bizde bir çeşit baş dönmeleri, muhakeme inhirafları, mülâhaza çarpıklıkları ve şahsiyet kaymaları meydana getirmiştir. Hele, bilâ kayd u şart teslimiyetçi ruhlarda, tamiri imkânsız korkunç deformasyonlar hâsıl etmiştir. Oysaki ilâhî iradeden başka tahkiksiz ve tenkitsiz inanılıp kabul edilecek hiçbir irade yoktur.
Descartes, “Hür olmayan düşünce, düşünce sayılmaz.” diyordu. Pek çok yanlarıyla çürümüş ve demode olmuş bugünkü skolastik düşünce sistemlerinden ruhumuzu kurtarmak için lâakal Descartes gibi düşünmemiz gerekmez miydi?. Ne gezer!
Önümüzdeki yıllarda, vukuu muhakkak gibi görünen dünyadaki “oluşumları” belirleyecek dünya-ukbâ ufukları aydın nesiller, hem dışarıdan içimize sokulan hem de içimizde şekillenen düşünceleri, formülleri, sistemleri bir kere daha gözden geçirerek, toplumu mutlaka yabancılaştırıcı levsiyâttan arındırmalı ve kendi mânâ kökleriyle irtibatlandırmalıdır; irtibatlandırmalıdır ki, özünü, benliğini koruyabilsin ve dünya ile içli-dışlı olsa da kendi çizgisinde, kendi geleceğine yürüyebilsin.. yürürken de, dünü bugünle beraber iç içe mütalaa edebilsin; geçmişi eski diye atmasın, yeni ve taze zannettiği şeyleri de körü körüne kabul etmesin.. evet, bugün ve yarınla alâkalı her şeyi bilmek ve bilinmesi gerekli olan şeylerin, böyle veya şöyle bildiklerimizden ibaret olmadığını anlamak ve hakikati, laboratuvar bulgularının yanında ilham esintileri altında, akıl, mantık, muhakeme süzgecinden geçirerek anlamaya çalışmak bu aydınlık neslin en belirgin vasfı olacaktır.
Böyle bir gelişim ve değişimi gerçekleştirmek için, yakın tarihimizi, tarihî kahramanlarımızı tanımamız da çok önemlidir. Günümüzdeki tarihin “oluşum”unda en müessir saikler ve şahıslar kimlerdi? Bu milletin bağrında son bir kere daha var olma aşk ve heyecanını kimler uyardı? Millî ruh bestesini kim hazırladı ve bu besteyi seslendiren hangi vatan evlatlarıydı? Bunlar tam olarak bilindikten sonra, zannediyorum nelerin idealize edilmesi gerektiğini daha iyi anlayacak ve yarınlarla alâkalı planlarımızı daha “net” olarak ortaya koyabileceğiz.. koyabilecek ve düşüncesini, davasını, aşkını, müsamaha ahlâkını kalbinde dipdiri tutabilmiş babayiğitlerin yolunda yürüme bahtiyarlığına ereceğiz.
* * *
Eşya ve hâdiseler arasındaki âhenk cebrî, insanlar arasındaki nizam ise, iradî ve büyük ölçüde mehâfet ve mehâbet kaynaklıdır. Nizam; huzur, itminan, içtimaî âhenk ve istikbal vaad etmenin bir diğer adıdır. Kargaşa içinde huzur ve âhenk olamayacağı gibi, anarşik bir ortamda gelecekten ve verimlilikten bahsetmek de mümkün değildir.
İlk bakışta nizam, düz irade ve mücerret aklın eseri gibi görünse de, ruhun emrine girmemiş akıl ve şer eğilimlerin kökünü kesememiş, hayır meyelanını şahlandıramamış iradenin nizamdan daha çok anarşinin yanında olduğu görülmüştür.
İnsan dışındaki eşya, dünya var olduğu günden bu yana hep nizam içinde olagelmiştir. Zerrelerin âhenkli hareketinden çiçeklerin revnaktar çehrelerine; canlı-cansız varlıklar arasındaki uyum ve dengeden, gökyüzünde sürekli bize göz kırpan ve gelip birer şiir, birer duygu hâlinde gönüllerimize akan yıldızlara; ağaçların dal, yaprak ve çiçeklerinde tüllenen mânâlardan canlılık soluklayan hayata kadar her yerde ve her şeyde büyüleyen bir nizam hâkimdir.
Evet, vicdan bir lahza varlık kitabını temâşâ edip değerlendirebilse, her yerde buğu buğu bir nizam ve âhengi, baş döndüren bir güzellik ve mânâ zenginliğini müşâhede edecektir. O kadar derin hassasiyete lüzum yok; az duyarlı bir gönül, yıldırımların ürperten seslerinden kuş ve kuşçukların âhenkli nağmelerine, çiçeklerin büyüleyen çehrelerinden gökyüzünün sihirli ışıklarına kadar her renk, her şekil, her ses ve her solukta sonsuzluk televvünlü bir şiiri, bir zemzemeyi duyabilir.. ve bir adım daha ileride olanlar, kim bilir, varlığın fizik, kimya, biyoloji ve astrofizik dalga boyunda daha neler neler müşâhede ederler!. Evet, denizlerin mehâbetli homurdanmalarından tenha koruların birer mızrap gibi duygularımıza çarpan ürperticiliğine; tepelerin vakûr duruşundan dağların şâhikalarına; deryaların bitmeyen çağıltılarından gökyüzünün sonsuzlukla tüllenen derinliklerine kadar her şey “nizam” der, “âhenk” der, varlığın ruhundaki engin mânâları haykırır.
Her yerde ve her şeyde nizam köpürdüğü hâlde, gayr-i nizamîlik diyeceğimiz kargaşa yeryüzüne nereden gelmiştir? Yeryüzü kargaşayı ve onun arkasındaki lâahlâkîliği insanoğluyla tanıdı; aklını Allah’a teslim edememiş; iradesini şerlere karşı frenleyip hayır duygularını coşturamamış insanoğluyla.. evet, insanoğlu, çeşit çeşit ihtiraslara açık ve başka hiçbir canlıda olmayacak ölçüde boşlukları olan bir varlıktır. Onun; hırs, kin, nefret, öfke, şiddet, şehvet gibi hemen her boşluğunda, değişik dalga boyunda tahrip duyguları, anarşi hisleri, kargaşa anaforları nümâyândır. O, iyi bir terbiye ile, bu kötü duygularını zapturapt altına alıp insanî duygularını da şahlandıracağı; arzu-istek, sevinç-keder, hak-hürriyet düşüncelerinden başkalarının mevcudiyetini de hesaba katarak, vicdanında zımnî bir “içtimaî mukavele”ye “evet” diyeceği âna kadar bir kısım olumsuz neticelerden kurtulması mümkün değildir.
Onu, potansiyel insanlıktan hakikî insanlığa yükseltecek terbiye, mutlaka lâhut ufuklu ve mevhibe eksenli olmalıdır.. evet bizim kültürümüz, bizim meşcereliğimizdeki güllerle, bizim ruh ve mânâ köklerimizin usâreleriyle beslenmelidir ki, mâşerî vicdan ve tarih şuurundan tepki gelmesin.. içtimaî mukavele de çağın şartlarına göre ve en ileri seviyedeki hak, hürriyet mülâhazaları çerçevesinde gerçekleştirilmelidir ki; toplumun değişik kesimleri tearuzların-tesakutların ağında ve çelişip nötrleşmeler fasit dairesinde güç ve kuvvetini, itibar ve kıymet-i hükmiyesini yitirmesin… Buradaki mukaveleden maksat, alt tarafı mütekabil imzalarla süslenmiş bir toplu sözleşme senedi değil; buradaki mukavele, insanî değerlere uyanmış vicdanların, hak ve hürriyet mefhumlarına saygıları ve hakikate karşı olan sevgileriyle irtibatlı ve sınırlı bir mukaveledir.
Bu sözleşmenin sınır ve çerçevesini, ferdin kalbî yapısı, ruhî enginliği, inançları ve inandığı şeylerin, onun tabiatının bir yanı hâline gelmesi belirler. Bu açıdan da, herkesin vicdanî mukavelesi, onun insanî seviyesiyle eşdeğerdedir. Kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla cismaniyetini aşmış olgun fertlerin meydana getireceği bir toplum, nizam örneği bir toplumdur. İnsanlık âlemindeki böyle bir nizam, topyekün varlığı içine alan evrensel âhengin de bir buudu olması itibarıyla kalıcı ve istikbal vaad edicidir.
Bizim dünyamızda devlet, parçaları böyle ahlâk ve fazilet gamzeden, bütünün en hayatî noktasında ve tam dümenin başında bir kaptan gibidir ki, böyle bir kaptanın vazifesi, elinin altındaki elemanları en iyi şekilde değerlendirerek, onlar ve kâinat nizamı arasındaki uyumu sağlayarak, hâdiselerin çarklarıyla müsademe etmeden onları hedefe ulaştırmaktır. Fertleri, faziletten mahrum ve lâahlâkîliğin gayyalarında bir toplumdan sıhhatli bir cemiyet ve mükemmel bir devlet meydana getirilemeyeceği gibi, her yanı ayrı bir illetle mâlûl kargaşa yığınlarının istikbal vaad edeceğini beklemek de bir aldanmışlıktır. Dolayısıyla ne isimde ve ne şekilde olursa olsun, kara bahtıyla yapayalnız böylesi yığınlar arasında idare ve emniyet adına beklentilere girmek sırf bir kuruntu, devlet ve otoriteden söz etmek ise mesnetsiz bir tesellidir. Otorite de, devlet de, toplum içinde ona hayat veren, onu besleyen bir yüce mefkûrenin hedeflenmesi, her şeyin ona göre planlanması ve onun etrafında örgülenmesi, tek kelimeyle her hamle ve gayretin “Bir”e irca edilmesiyle ancak gerçekleşebilir.
Evet, her fert ve her hayatî ünitenin, milleti zirvelere yükseltmeye göre hazırlanıp planlanması lâzımdır ki, şahsiyet planındaki küçük hesap ve çıkarlar genel âhengi bozmasın, farklı yığınlar, denizlerin dalgaları gibi kendilerine rağmen kabarıp çarpışmasın, çarpışıp dağılmasın!. Vaktiyle İslâm ruhunun hayata hâkim olması sayesinde, bu gaye-i hayal çok iyi belirlenmiş, toplumu meydana getiren fertler ve birimler nizamın birer rüknü hâline getirilerek, zirvelere yürüme âdeta, hayatın tabiî seyri içinde gerçekleştirilir olmuştu.
Nizam düşüncemizin yeniden gözden geçirilmesi, varlık içindeki ilâhî âhengin bizim iradelerimizle insanlık dünyasına taşınacağı inancının yenilenmesi ve devletler dengesinin bu yörüngeye çekilmesi bugünkü nesillerin, geleceğin dünyalarına en büyük armağanları olacaktır. Böyle önemli bir misyon için, iradelerimizin bir kere daha gözden geçirilmesi, Allah nazarında konumumuzun tespiti, millî hedeflerimizin tayini, tutarlı strateji ve politikaların tarsîni ve sahip bulunduğumuz dinamiklerin harekete geçirilmesi yetecektir zannediyorum…