İSLÂM’A İCMÂLÎ BİR BAKIŞ
İslâm, silm u selâmet maddesinden gelip, kulun Allah’a teslim olması, O’nun buyruklarına inkıyat etmesi, salim ve emin bir yola girerek selâmete yürümesi, herkese hatta her şeye güven vaad etmesi, elinden-dilinden kimsenin rahatsız olmaması mânâlarına gelir.
İslâm’ın temeli ve mebdei iman ve iz’an, müntehâsı da ihsan ve ihlâstır: Ulûhiyet hakikatine, aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanıp gönlünü Hakk’a bağlamak; sorumluluklarını O’nu görüyor ve O’nun tarafından görülüyor gibi kemâl-i hassasiyetle yerine getirmek ve yaptığı/yapacağı her işini rıza eksenli götürmeye çalışmak İslâm hakikatinin icmâlî ifadesidir.
İslâm’ı, insanın Allah’a teslim olup, kavlî, fiilî, hâlî şükürlerle, O’na bağlı ve medyun bulunduğunu ifade etmesi; hemen her zaman rağbet ve rehbet içinde bulunması şeklinde özetleyenler de olmuştur. İşte böyle davranan birine mü’min veya müslim denir (İslâmcı değil) ve böyle biri ebedî saadete de namzet kabul edilir.
Esasları Allah’ın mesajlarına dayanan ve Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından tebliğ ve temsil edilip yaşanan ve yaşatılan İslâm semavî bir dindir.. ve bu dini inanarak hayatına hayat kılan da mü’min ve müslimdir. Onun temel ve bâtınında iman, iz’an ve teslim; zâhirinde de itaat, inkıyat ve salih amel vardır. Selef, bu dini; “İnsanları kendi irade ve ihtiyarlarıyla bizzat hayra sevk eden ilâhî kanunlar mecmuası.” şeklinde tarif etmişlerdir ki, işte böyle dinamik bir sistemin, hayata hayat kılınıp temsil edildiği ölçüde dünyevî-uhrevî semerelerinden söz edilebilse de; aksine, hayattan dışlandığı takdirde onun hakkında müspet herhangi bir şey söylemek zor olsa gerektir.
Lügat itibarıyla, iman ve islâm arasında bir fark söz konusu olsa da; islâmın imansız, imanın da islâmsız olamayacağı kabul edilen en sağlam görüştür. İman bir bâtın, islâm ise onun kavlî, fiilî, hâlî ortaya konması mânâsında bir zâhirdir.. ve işte din-i hak dediğimiz ilâhî nizam da bunların mecmuundan ibarettir.. evet din; iman ve islâmın bütün şube ve fakültelerinin hayata hayat olmasının ilâhî unvanıdır ve bu sistemin böylece kabul edilip yaşanması mü’mince bir tavır ve onu bu şekilde temsil eden de (dinci değil) dindardır. Bu itibarla dini sadece inançtan ibaret görenler de, onu bütün benliğiyle kabul edememiş kültür Müslümanları da aldanmış sayılırlar. Her iki zümrenin de, Allah’ın dine, diyanete vaad ettiği dünyevî-uhrevî mükâfatlardan mahrum kaldıkları/ kalacakları açıktır.
Ancak bu mütalaalara dayanarak ameli imanın bir parçası saymak da doğru değildir. Amelin farz olduğuna inandığı halde onu tam yerine getiremeyenler günahkâr olsalar da yine mü’min kabul edilirler.. ve böyle düşünmenin Mürcie mülâhazasıyla da hiçbir alâkası yoktur. Zira, inanıyorum deyip günahı önemsememe başka, onu “Allah dilerse affeder, dilerse azap eder.”1 mazmunu çerçevesinde değerlendirmek ise daha başkadır. Kur’ân’a göre iman, olmazsa olmaz bir asıl ve bir esas; islâm ise onun, insan tabiatının bir derinliği haline gelmesinin biricik yoludur. İmansız amel nifak, imana rağmen amelsizlik de bir fısktır. Nifak, gizli bir küfür olması itibarıyla affı kabil olmamasına karşılık; fısk ya da fücur tevbe, istiğfar ve yeniden Hakk’a inâbe ile her zaman mağfiret edilebilme ihtimaline açıktır. Bu itibarla, herhangi bir kimse, amel etmese de onu hafife almadığı veya önemsemezlik etmediği takdirde hakkında hep olumlu düşünülmeli ve hemen onun küfrüne hükmedilmemelidir. Aksine, bir kimse, amel etmemenin yanında Müslüman olmalarından ötürü inananları tahkir ve tezyif ediyorsa, elbette ki onun için aynı şeyleri düşünmek mümkün değildir. Burada şu hususu da hatırlatmakta yarar var: İmanın temeli ve mahall-i inkişafı kalb ve vicdan olmakla beraber, İslâmiyet adına Allah nezdinde aranan diğer bir önemli esas da, vicdanî böyle bir kabulün yanında salih amel ve ahlâk-ı hasenedir. Bu açıdan da, hem nazarî hususlarda hem de amelî konularda, herhangi bir zorlama olmadığı sürece mü’minin her zaman inanıp kabullendiği şeylerin arkasında durması şarttır.
Evet, Müslüman olabilmek için, her türlü şirk ve şirk şâibesinden uzak durmak gerektiği gibi; samimiyetle kalbini Allah’a bağlama, ibadetlerini Allah’ı görüyor veya O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla yerine getirme, içtimaî davranışlarını İslâm’ın öngördüğü ahlâk-ı hasene çerçevesinde ortaya koyma da islâmî ruhun insan hayatına değişik tecelli boyundaki yansımalarından ibarettir. Aslında, Cibril hadisinde de ifade buyurulmuş olan, iman, İslâm ve ihsana ircâ edebileceğimiz yukarıdaki hususlar aynı hakikatin zâhir, bâtın farklılığı çerçevesinde, birbirinin lâzımı ve bir vâhidin –imanın temel esas olması mahfuz– ayrı ayrı derinliklerinden ibarettir. Bâtın zâhiri istemekte, onunla beslenmekte; zâhir de bâtına dayanıp onun üzerinde temellenmekte ve amelî olan, her zaman nazarînin ruhunu, özünü seslendirmektedir.
İşin esası böyle olunca, dini sırf bir vicdanî meseleymiş gibi göstermek, onun ruhuna karşı bir saygısızlık olduğu gibi, aynı zamanda bir haddini bilmezlik demektir. Dini –işin hakikatini Allah bilir– kabulleniyormuş görünüp “Sen benim kalbime bak.” diyenler, bununla da kalmayıp onun amelî yanlarıyla meşguliyeti aşırılık sayanlar, boş kuruntularla kendilerini avutmakta ve mü’minlere karşı da “takiyye” yapmaktadırlar. İman ve islâmın, şahısların hevâ ve heveslerine göre yorumlanması, onu semavî bir din olmadan çıkarır; beşerî bir sistem haline getirir. Aslında İslâm, insanları hevâ ve heveslerinden kurtarıp Hakk’a ve Hakk’ın hidayetine bağlamak için gönderilmiş bir vaz’-ı ilâhîdir. Tabir-i diğerle o, insanları hayvaniyet mahpesinden, cismaniyet darlığından çıkarıp kalb ve ruhun ferah-fezâ ikliminde seyahate hazırlamak için gönderilmiş bir ilâhî kanunlar mecmuasıdır.. ve bu eşsiz nizamın ruhu iman, cesedi islâm, şuuru ihsan, unvan-ı muazzezi de dindir.
Din, başta da işaret edildiği gibi, akıl ve şuur sahiplerini muhatap alır; onları kendi ihtiyar ve seçenekleriyle, dünyevî-uhrevî hayra yönlendirir ve icabet edenlere de ebedî saadetler vaad eder. Din karşısında mükelleflerin yeri, onların bazı sorumluluklar altında ezilmeleri değil; “Yaradan bilir” esprisinden hareketle, iyinin, güzelin, hayrın ve ebedî mutluluğun, Allah’ın ilim, irade ve takdiriyle –şart-ı âdî planında– onların iradelerine bağlanması gibi küllî meşîetin, önceden onlara bahşedilmiş cüz’î ihtiyara bir teveccühü ve bir iltifatıdır. Bu yönüyle de o, değişik din şeklindeki organizasyonlardan çok farklı, ulûhiyet edalı ve ubûdiyet ifadelidir. Bir kere her şeyden evvel, bu dinin muhatapları akıl ve irade sahibidirler ve Allah’ın vaz’ettiği nizamı yaşamaya ve temsile çalışırlar. Bu itibarla da dini, özel bir donanıma karşı özel bir teveccüh şeklinde yorumlamak da mümkündür. Zira akıl ve irade mahrumları onunla mükellef tutulmamışlardır ve onlar için bizzat hayra sevk gibi bir iltifat da söz konusu değildir.
Evet akıl ve irade, dinin ilk şartı ve İslâm’ın hayata hayat olması mânâsına “diyanet”in de en hayatî rüknüdür. Bu da, akl u iradesi olmayanlara, hayrı, şerri temyiz kabiliyeti isteyen din gibi bir sorumluluğun teklif edilemeyeceği demektir. Evet böyleleri için, ne akl u ihtiyârı ilk şart kabul eden ilâhî kanunlar mecmuası dinden ne de Allah’ın yaratması ve beşerin kesbiyle meydana gelecek olan diyanetten söz etmek mümkün değildir.
Bu din, Yarattıklarını Bilen’in vaz’ u teklifi olması itibarıyla her zaman hayrı gösterir, hayra sevk eder, hüsn-ü akıbet vaadiyle gönülleri şahlandırır ve belli ölçüde onlarda sû-i akıbet endişesi uyarmakla da onları temkinli olmaya çağırır. Onun bu çerçevedeki emir ve tavsiyeleri hep kalıcı, değişmez ve tazedir. Zira bu emir ve tavsiyeler ezel edalı ve ebed endamlıdırlar. Bütün nizamların, sistemlerin eskiyip partallaşmasına karşılık onlar –ön yargılı olmayanlar nazarında– hemen her zaman yeni ve imrendiricidirler.. şöyle ki; insan düşüncesinin ürünü ne kadar hayır, saadet ve mutluluk vesilesi ya da yolu varsa bunların hemen hepsi muvakkat ve eskimeye mahkûmdur. Bu kabil yol ve vesileler, her zaman insandan insana, toplumdan topluma değişip duran; zamanla deformasyona uğrayan; sürekli yanılma ve tashih ameliyeleriyle aşınan, nisbî, izafî, konjonktürel hayırlar vaad eden, hatta vaad ediyor görünen bir kısım sistemciklerdir ve insanoğlunun beklentilerini kat’iyen verememişlerdir ve veremezler de.
Din-i hakka gelince o, ebed için yaratılan, ebede namzet bulunan ve sonsuz saadet hülyalarıyla oturup kalkan insanoğluna, bütün isteklerini karşılayabilecek bişaret mesajlarıyla gelmiştir; gelmiş, ne insanın mahiyet ve özüne ters bir teklifte bulunmuş ne de onun arzu ve isteklerinden herhangi birini ihmal etmiştir. Evet, selim akıl ve müstakim düşüncelere göre, bu dinde insanoğlunun arzu, istek ve beklentileri konusunda herhangi bir boşluk ve cevapsızlık bulunmadığı gibi, tekvînî emirler ve onların yorumlanmalarında da herhangi bir çelişki söz konusu olmamıştır. Ayrıca, bütün bunların yanında, uhrevî saadet, Hak rızası ve Allah’ı görebileceğimiz vaadleriyle o, mahiyetlerimiz, kabiliyetlerimiz, emellerimiz ve temayüllerimize göre planlanmış müstesnâ bir ilâhî sistemdir.
Bir insan, hayatını İslâm dinine göre yaşadığı sürece, hem bu dünyanın meşru bütün nimetlerinden istifade eder hem de ötede tasavvurları aşkın sevap ve mükâfatlara nâiliyetiyle beraber, günü gelince, mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın ekstra teveccühlerine mazhar olacağı mülâhazasıyla ömrünü hep Cennet’e götüren koridorlarda yürüme neşvesi içinde geçirir. Hele bir de hayatını, sürekli Hak rızasına bağlı yaşayabiliyorsa –ki diyanette esas olan da budur– böyle birinin, meleklerle atbaşı olduğunu söylemek mübalâğa olmasa gerek. Buna karşılık din-i hakkı tanımayıp akl-ı meâşın rehberliğinde hareket eden, din şeklindeki değişik organizasyon mensupları veya tamamen beşerî ve dünyevî (seküler) sistem taraftarları ise, insanoğlunun ne bugünü ne de yarınlarıyla alâkalı inandırıcı, itminan hâsıl edici ciddî hiçbir şey söyleyememişlerdir, söyleyemezler de; çünkü bu din yeryüzünde Allah’ın nizamıdır. O yaratandır ve Yaratan her şeyi en iyi bilendir. Beşerî her düşünce, her nizam, her sistem, birer sınırlı idrak mahsulü olduğundan, çok defa şahsî, ailevî, millî garaz ve çıkarlarla malûl olabilir; bundan dolayı da mutlak hayra kapalıdırlar ve kat’iyen ebedî saadet vaad edemezler. Evet şahsî garaz, ırkî mülâhaza ve sınıf çıkarlarıyla ufku daraltılmış değişik organizasyon ve sistemler ne kadar da mükemmel olsalar beşer idrakiyle sınırlı bulunduklarından ötürü insanın sınırsız arzu ve istekleri adına bir şey söylemeleri mümkün değildir. Zaten böylelerinin zihinleri kirli, akılları müşevveş, mantıkları kör, şuurları miyop, vicdan ve basiret ufukları da her zaman sis ve dumandır. Görmeleri gerekli olan şeyleri göremezler; görseler de yamuk yumuk görürler ve dolayısıyla da yorumlarında hep yanılmalar yaşarlar.
Din-i hak, insanı yanıltmayan biricik nizam ve insana dünyevî-uhrevî yeni ufuklar açan enginlerden engin bir vaz’-ı ilâhîdir. Bu lâhûtî sisteme itikadî buudları itibarıyla din, amelî yönleri açısından şeriat, içtimaî fonksiyonları zaviyesinden de millet denir ki, biz “Millet-i İslâmiye” dediğimizde bu mânâları kastederiz. Aslında bir şeye ne şekilde inanılmışsa bütün hareket ve faaliyetler de o inancın ruhuna uygun cereyan eder ve hey’et-i içtimaiye de işte bu tür tavır, davranış ve aktivitelerle şekillenir. Bu itibarla da, sağlam iman eden ve imanını salih amellerle tabiatının bir derinliği hâline getiren her mü’min, hakikat aşığı, hakperest, adil, dürüst, emin, güzel ahlâk örneği, ilim ve mârifet yolcusu, dinin cazibe-i kudsiyesine sımsıkı bağlı ve milletlerarası muvazenede hâkim bir unsur olma tutkusuyla oturup kalkar/oturup kalkmalıdır ve bu mefkûreyi gerçekleştirmeden de bir an geri durmamalıdır.
İnancı iz’an mertebesinde ve tam, ameli bütünüyle hak ölçülerine bağlı, kalbi her zaman Rabbiyle münasebet içinde ve O’nunla olan irtibatı da davranışlarına akseden bir mü’min, asla şuna-buna takılmaz ve kat’iyen başkalarının uydusu olmaz. Her zaman merkezi tutan bir milletin onurlu bir ferdi olma şuuruyla oturur kalkar ve her hareketiyle farklılığını ortaya koymaya çalışır. O, Allah’tan ötürü herkese ve her şeye karşı derin bir saygı duyar; insan olma mazhariyetiyle telif edilemeyecek her türlü basitlikten sakınır; dini, inancı, düşüncesi ve davranışları itibarıyla başkalarına nisbeten hep bir fâikiyet sergiler; bütün bunları yaparken kat’iyen üstünlük psikolojisine de girmez; kendi anlayış ve hayat felsefesini zorla başkalarına kabul ettirmeyi düşünmez. İnandığı sistemin hiçbir zaman ikraha yol vermediği mülâhazasıyla herkesi kendi konumunda kabul eder ve şunu-bunu kendi kabullerine zorlama yerine mesleğinin muhabbetiyle yaşar; düşünce ve inançları adına arızasız bir temsil sergiler; insanlar arasında imrenilen bir insan olmaya fevkalâde dikkat eder; böyle davranırken de kimseden beğeni dilenme peşinde olmaz; yaptığı/yapacağı her şeyi Hak rızası yolunda bulunmanın gereği bilir: Söz, tavır ve davranışlarında sadece Hakk’ın hoşnutluğunu düşünür; gösterişi ve âlâyişi kalbi öldüren birer virüs gibi görür ve bütün samimiyetiyle tutunur Hakk’a, sonra da yürür yoluna…
Aslında İslâm, müntesiplerine, şunu-bunu kendi inanç sistemlerini kabul etmeye zorlamak veya ikrahta bulunmak için değil, aksine insanları böyle bir baskıdan kurtarıp, onların akıl ve mantıklarına seslenerek, hür iradeleriyle yeni bir seçimde bulunmaya uyarma esprisiyle gelmiştir. Zaten, dinin eksiksiz ve kusursuz yaşandığı dönemlerde, onun mânevî cazibesi ne değişik mantık oyunlarına, ne cerbezeye ne de açık-kapalı baskı ve ikraha hiç mi hiç ihtiyaç bırakmamıştır. Hâl konuşmuş, dil müphemlere ışık tutmuş; meydan söze kalınca, o zaman da vicdanlar muhatap alınmış, beyanlar hikmet ve mev’ize-yi hasene ile süslenerek tebşir ve inzarda bulunulmuş, ama kat’iyen kavlî ve fiilî icbara başvurulmamış ve hele asla ikrah yoluna gidilmemiştir. Gidilmezdi de; zira İslâm, zorlama ile kabul edilen (mükreh) imanı makbul saymadığı gibi, cebr u şiddetle yaptırılan işleri de onun ruhuna aykırı bulmuştur. Aslında din-i hak, özünde ihlâs ve rıza-yı ilâhî bulunmayan hiçbir ameli ibadet kabul etmez. Ona göre, baskı ve ikrah ile meydana gelen iman, iman değil bir nifak ve bütün şubeleriyle amel de bir riyadır. Bu itibarladır ki İslâm, dinde zorlamayı asla tasvip ve tecviz etmemiştir/etmez.. ve Kur’ân: “Din için dine sokmaya matuf ikrah yoktur.”2 diyerek zorlamayı kökünden keser atar; zira onun nazarında riya ayn-ı nifak, nifak da kapalı bir küfürdür. İslâm ise, küfrün kökünü kurutmak, duygu ve düşüncelerden şirki silmek, riya ve süm’a kapılarını kapamak için gelmiştir.
Ne var ki, böyle bir zorlamanın bulunmaması, vicdanın iç icbarına, kavlî, fiilî hakkın ifade edilmesi karşısında kalbin kadirşinaslığından kaynaklanan teessür ve cebre benzer temayülüne de mâni değildir. Elbette ki fırsat el verdikçe, Kur’ânî bir üslûpla bütün vicdanlara seslenilecek, selim fıtratlar uyarılmaya çalışılacak ve usulünce müsait gönüller Allah’a yönlendirilmek suretiyle insanlar şirk ve şâibe-i şirkten kurtarılacak; en saf ve en hâlis hidayetin Efendimiz’le temsil edildiği, insan, eşya ve kâinat hakikatinin Kur’ân’la seslendirildiği, hüküm ve hikmetin Allah’ın elinde olduğu herkese duyurularak gönüllerde iman ve islâm nuru, ihsan ve ihlâs şuuru uyarılacak ve hemen herkes hakikî tevhide çağrılacaktır. Bu, bizim Müslüman olmamızın ve Efendimiz’in davetine icabet etmiş bulunmamızın gereğidir.
Peygamberimiz, peygamberlerin sonuncusu; getirip insanlığa sunduğu mesaj, mesajların en ekmeli, en etemmi ve Allah’a ulaştıran vesilelerin de en güvenilir olanı, hiç yanıltmayanıdır. Bu din gerçek temsilcilerini bulduğu zaman, herkesin koşup bağrına sığındığı bir hak gölgeliği olmuş, insanları serinletmiş ve bütün şeytanî sistemlerin büyüsünü bozmuş, en olumsuz durumlarda bile arkasındakileri ışıksız bırakmamıştır. Eğer o, şimdilerde kendini tam ifade edemiyorsa, bu, onun hasımlarının asırlardan beri devam edegelen kin, nefret, iğbirar ve tecavüzlerinde; müntesiplerinin de cehalet, vefasızlık ve aymazlığında aranmalıdır. Ne var ki biz, bunun sonsuza kadar hep böyle sürüp gideceğine de ihtimal vermiyoruz. Günü gelince اَلْإِسْلَامُ يَعْلُو وَلَا يُعْلَى عَلَيْهِ3 fehvâsınca o, yürekten kendisine sahip çıkanlar, hayatlarını ona bağlayıp yolunda bulunmayı yaratılışlarının gayesi bilenler sayesinde mutlaka yeniden hayatın her alanında kendini ifade etme fırsatını bulacak, bir kez daha kendi sesiyle konuşacak, kendi renk ve deseniyle gözlerimizi kamaştıracak ve o semavî ahengiyle bir kere daha her yerde kendisini hissettirecektir.
Evet, bu millet Allah tarafından seçilmiş bir toplum olduğunun farkına vardığı ve isminin de هُوَ سَمّٰيكُمُ الْمُسْلِمِينَ مِنْ قَبْلُ وَفِي هٰذَا “Bundan önce de, bu Kur’ân’da da size Müslüman adını veren O’dur.”4 mantukunca Allah tarafından verildiğini kavradığı gün نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ “O ne güzel Mevlâ, ne güzel yardım edicidir.”5 deyip Rabb-i Kerîm’ine yönelecek, O’nun hikmetine râm olacak ve sonuçta da Hakk’ın görmek istediği çerçevede mutlaka kendini ifade edebilme konumuna yükselecektir.
Aslında potansiyel olarak böyle bir konumun her zaman söz konusu olduğunu söylemek de mümkündür. Zira İslâm, Allah’ın insanlar için seçip onları şereflendirdiği en son ve en kâmil dindir. Son ve kâmil olmasıyla da geçmiş bütün semavî dinlerin, günümüzün ihtiyaçlarına göre tafsili, açılımı ve seslendirilmesi mesabesindedir. Ne var ki, bu mükemmel sistem şimdilerde, ilk şahitleri ölçüsünde seviyeli temsilcilerden mahrum ve bir kısım vefasızların elinde bulunma bahtsızlığı yaşamaktadır. Bu itibarla da o, onca enginliğine rağmen bugün bir darlığın mahkûmu bulunmakta ve kendini kendi şivesiyle ifade edememektedir. Bu aynı zamanda yeryüzündeki bütün semavî dinlerin de ifade edilememesi demektir. Her şeyden evvel İslâm, bütün peygamberleri kabul ederek, onların mesajlarını, günümüzün insanları ve onların idraklerini de nazar-ı itibara alarak gelmiş, âdeta hepsinin sesi-soluğu mesabesinde câmi’ bir çağrıdır. Bilhassa materyalist ve naturalist mülâhazaların bütün bütün azgınlaşıp gemi azıya aldıkları bir çağda, bu semavî çağrının susması, diğer bütün dinlerin de bu ifritten cereyanlar karşısında yenilgiyi kabullenmeleri ve bütün bütün bitip tükenmeleri demektir. İslâm, din-i hakkın hâmîsi olduğu gibi, her nebinin temel davası bir olması esprisiyle, diğer semavî sistemlerin de nokta-i istinad, nokta-i istimdad ve şahidi mesabesindedir. Bu itibarla da, yeniden onu ihya etmek, yeryüzündeki bütün ilâhî dinleri, ıslah edilecek yanlarını ıslah ederek, tecdid ve tamir gerektiren taraflarını kısmen de olsa revizyondan geçirerek ve tesis edalı disiplinleriyle de bu din mensuplarına yeni ufuklar açarak bir mânâda onları ihya sayılacaktır. Ben şahsen bütün bunların mümkün olabileceğini düşünüyor ve bu konudaki kaynak birliğini de en büyük avantaj sayıyorum.
* * *
Bütün dinler hep aynı temel esaslar üzerinde durmuş ve aynı hakikatlere vurguda bulunmuşlardır. Allah tarafından gönderilen her nebi, temel disiplinler açısından –o günün şartlarına ve zamanın ihtiyaçlarına uygunluk çerçevesinde– bir öncekinin devamı, mükemmili, mütemmimi gibi davranmış, selefinin/seleflerinin mesajını tekrar etmiş, ahvâl ve şerâite göre ikmalde bulunmuş, tafsil isteyen hususları açmış, yenilenmesi gereken mesâilde tecdidde bulunmuş ve hep aynı konular etrafında yoğunlaşmıştır: Tevhid, nübüvvet, haşr ü neşir ve ibadet her peygamberin en birinci meselesi olmuştur; evet, üslûp, ifade tarzı, beyan ve eda farklılığı mahfuz, yukarıdaki esaslar hemen bütün enbiyâ ve mürselînin mesajının özünü teşkil etmiştir/etmektedir. Diyanetlerdeki farklılık veya bazı meselelerdeki icmal-tafsil, ıtlak-takyid, vuzuh-hafâ… gibi hususlar tamamen insanoğlunun idrak ufku, temeddünü ve gelişmişliğiyle alâkalıdır. Cenâb-ı Hak her milletin ilim ve ihata seviyesine, problemlerinin keyfiyeti ve ihtiyaçlarının türüne göre teferruatta özel direktiflerde bulunmuş, hususî kanunlar vaz’etmiş, tekvînî esaslarla teşriî disiplinleri muhataplarının idrakleri açısından yeniden açmış ve her dönemde değişik bir tecelli buuduyla tenezzülât-ı kelâmiyesini farklı şekilde ortaya koymuştur. Böylece hep aynı mazmun, aynı mantuk üzerinde durulsa da, icmâlin tafsîli, mukayyedin ıtlakı, hâssın ta’mîmî ve mübhemin tavzîhi… gibi hususlarda farklılıklar ve yenilikler de devam edegelmiştir. Zira, mübtedî ve bedevîlere göre yeterli sayılan nice meseleler vardır ki, müntehî ve mütemeddinler için onların biraz daha açılmaları şarttır ve zaruridir.
İşte bu temel espriye bağlı olarak ilk peygamberden son Nebi’ye kadar bütün enbiyâ ve mürselînin mesajlarında –tâlî konularla alâkalı– hep bir değişim göze çarpmaktadır; ama bu değişimlerin hiçbiri asıl mesajın ruhuna dokunmamakta ve teferruat çerçevesini de aşmamaktadır. Semavî din mensupları arasındaki ayrılıklar, ihtilaflar ve bunlardan kaynaklanan kavga ve muharebelere gelince, bunlar dinden, diyanetten değil; ilâhî mesajın aslına sadık kalamamış kinin, nefretin, menfaat ve çıkarın çocukları olan mübtedî din müntesiplerinin ortaya attıkları yanlış yorumlardan, inhiraflardan, hevâ ve hevesten kaynaklanmıştır/kaynaklanmaktadır. Bu itibarla, dün olduğu gibi bugün de değişik ihtilaf ve iftiraklara düşmeme, düşülmüşse yeniden derlenip toparlanma da ancak ve ancak iman ve islâmı Allah’ın vaz’ettiği esaslar çerçevesinde kabullenip tabiatımızın bir yanı hâline getirmekle mümkün olabilecektir. Ne var ki, böyle bir imanın her zaman semeredâr olması ve kendi gücünü göstermesi; tabir-i diğerle, sürekli vicdanlara hayat ifâza edebilmesi için de “amel-i salih”e ihtiyaç vardır. İman amel-i salihle desteklendiği, mü’min de ibadetle beslendiği nispette ancak Allah’a yakın durabilir, yakınlığını koruyabilir ve O’nun hoşnutluğunu kazanabilir. Aksine, ibadetle beslenip desteklenmeyen bir iman kendi gücünü tam gösteremeyeceği gibi, ubûdiyeti olmayan bir mü’minin de hiç devrilmeden hep ayakta kalabilmesi çok zordur. Onun içindir ki Kur’ân-ı Kerim, hemen her zaman, imanın ardından amel-i salihi zikreder, bir rükn-ü aslî olan tasdîk-i kalb bâtınının yanında “a’mâl bi’l-erkân” zâhirini hatırlatır ve iç-dış münasebetlerimizi sağlama bağlama hususunda sık sık tembihte bulunur; bulunur zira iman, amel için olmazsa olmaz biricik esas, amel de imanın suru, serası, şahidi ve sigortasıdır.
İmandan kaynaklanmayan iyi davranışlar bir kısım rastlantıya işlerdir ve temâdîleri de kat’iyen söz konusu değildir.. ve hele asla istikbal vaad etmezler. Amelsiz iman da tamamen desteksiz, sarsılıp yıkılmaya maruz, inkişafı imkânsız ve bir mânâda nazarî bazı kabullerden ibaret sopsoğuk bir taklittir. Din-i hak da dediğimiz İslâm; bu iki hakikatin bütün usûl ve fürûuna yürekten inanmanın yanında, Kur’ân’la gelen her sorumluluğu uygulamanın muazzez unvanıdır. Bu çerçevedeki İslâmiyet, kalbî-rûhî, maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî insan mutluluğunun biricik kaynağıdır. Ne var ki, böyle bir kaynaktan tam yararlanabilmek de, daha yaratılırken insanoğluna bahşedilen zâhirî ve bâtınî donanımını iyi kullanmasına bağlanmıştır. İlk mevhibelerini ikinci vâridâta birer çağrı şeklinde kullanabilenler, ömürlerini, güzelliklerle başlayıp güzelliklerle sürüp giden “salih daire”lerin masmavi atmosferinde geçirir ve hayatlarının saniye ve saliseleriyle ebediyetleri peyleyecek işler başarabilirler.
İslâmiyet, gönülden ona inanıp yaşayan müntesipleri için her zaman bir güç kaynağı olmuş, intisapları ölçüsünde onları hep güldürmüş ve kat’iyen onlara mütemâdî bir hızlân yaşatmamıştır. Sahabeden günümüze kadar değişik dönemlerde, onun sayesinde ne altın devirler yaşanmış ve ne farklı medeniyetler teessüs etmiştir. Aksine, dine sırt çevrildiği ve onun hayattan koparıldığı bir kısım meş’ûm zaman dilimlerinde de, yıkılışları yıkılışlar takip etmiş, yığınlar sürekli inkisarlarla inlemiş ve toplum bir türlü belini doğrultamamıştır. Böyle dönemlerde, ona ve onun gücüne bir hayli inanan da olmuştur; ama, onlar da gözlerini hep fevkalâde zuhurlar ufkunda dolaştırarak harikulâdeden inayet hülyalarıyla yatıp kalkmış ve âdât-ı ilâhiyeyi görmezlikten gelmişlerdir. Gerçi mü’minler, Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan bir kısım lütuflarının olabileceğine de inanmalıdırlar; ama, böyle bir inayetin çağrı ve vesilesinin de gayret ve mücahede olduğunu asla unutmamalıdırlar. Allah, Kitab’ında, “Uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenleri mutlaka başarı vaad eden yollarımıza ulaştırırız.”6 buyurarak, yaratıp ortaya koyacağı lütuflarının da yine insanın azm ü iradesiyle iktiran içinde olacağını hatırlatmış; şirke yol vermeyip onun önünü kestiği aynı anda, özel teveccühünün bir tecellisi olarak sa’y ü gayretin de önemine vurguda bulunmuştur.
Burada hemen şunu da belirtmeliyim ki; varlık ve hâdiselerin tâbi bulunduğu ilâhî nizam ve bu nizamın ahenkle işleyişini, şu ya da bu sebebe bağlı gibi göstererek izah etmeye çalışmamız, kat’iyen hâdiseleri determinist bir mülâhaza ile değerlendirme mânâsına hamledilmemelidir. Biz sadece, insan davranışlarındaki küllî ve cüz’î iradenin ilâhî meşîet televvünlü bir teveccüh olduğunu ve şart-ı âdî planında bunun önemini hatırlatmak istedik.. bu arada hatırlatmak istediğimiz diğer bir husus da şudur: İrade ister bir temayül, ister o temayüldeki cüz’î tasarruf olsun, her mü’min, vicdanında hissettiği böyle bir tercih kabiliyetini Hakk’ın isteyip dilediklerini yerine getirme istikametinde kullanmalı ve hep bu tür azim ve kararlılık içinde bulunmalıdır.. evet o, her zaman Şer’in çirkin gördüklerinden uzak durmalı, mârûfun peşinde bulunmalı ve tavırlarıyla kararlı bir şekilde her an İslâm’ı temsil çizgisinde olmalıdır; hem öyle bir olmalıdır ki, hayatının her karesi İslâm’ın bir yanına örnek teşkil etmeli ve o, dinin sadık bir mümessili gibi hep onu göstermeli, onu seslendirmeli, onu temsil etmeli ve Allah’ın kendisine bahşettiği bütün imkânları, onu hayata hayat kılma yönünde kullanmalıdır; kullanmalı ve şöyle-böyle her işinde Rabb’in hoşnutluğunu görüp gözetmeli ve Bediüzzaman üslûbuyla: Allah için işlemeli, Allah için başlamalı, Allah için görüşmeli, Allah için konuşmalı; hep lillâh, livechillâh, lieclillâh dairesinde hareket etmelidir..7 etmelidir ki şu fâni ömrün gün, saat, dakika ve saniyeleri bekâ yolunun zaman parçacıkları hâline gelsin ve onun ebedî saadetine vesile olabilsin…
Mü’min niyet ve tasavvurlarıyla, irade ve planlarıyla her zaman imanını besleme gayreti içinde olmalı, Müslüman olmanın hakkını vermeli ve bir dakikacık, bir saniyecik olsun kat’iyen kendini gaflete ve dolayısıyla da kokuşmaya salmamalıdır. Şuur, his, irade mekiğini sürekli imandan aksiyona, aksiyondan imana hareket ettirmeli ve hayat dantelâsını gönül inşirahıyla Allah’ın nazar-ı şuhûduna arz edecek şekil, biçim ve desende örgülemeye çalışmalıdır.
İmansızlık gönülde bir cehennem, amelsizlik ise bir gurbet, bir açlık ve bir yalnızlıktır. Bu tür insanlarda zamanla, bir kısım kişilik bozukluklarının ortaya çıkması/çıkacağı ise kaçınılmazdır. Bunlar, azimleri itibarıyla olabildiğine gevşek, düşünceleri açısından tutarsız ve iradeleri yönüyle de âdeta meflûçturlar. Dua ve ibadettir iradeyi güçlendiren; Hakk’a teveccüh ve inâbedir fena duygu ve fena tutkuların kökünü kesen. İslâmî ölçüler içinde Allah’a yönelenlerden hiç yollarda kalan olmamıştır; aralarında, kendi zaaflarından ötürü bazı sarsılanlar bulunsa da, tamamen devrilenler görülmemiştir. Hele bir de yaşamalarını yaşatma duygusuna bağlamışlarsa…
Bir mü’min, ancak kendince yaşama ve yaşatma azmi içinde bulunduğu sürece ayakta kalabilir ve devrilmekten kurtulur. Bu hep böyle olagelmiştir; böyle olması da Allah’ın küllî meşîetinin gereği bir âdet-i sübhâniyedir ki, bunu değiştirmeye kimsenin gücü yetmemiştir, yetmez de. Ne var ki, hemen her zaman hayatlarını bu çizgide sürdürenlere mukabil, bir hayli de gayzla köpüren, onları ezmek isteyen, her gün ayrı bir komplo, ayrı bir tehditle karşılarına çıkan düşmanları olmuştur; ancak hemen her zaman hakikî mü’minler, maruz kaldıkları bu şeylerle daha bir bilenmiş, âdeta bütün bütün uhrevîleşmiş ve birer ribbî ve rabbânî hâlini almışlardır. Rıza duygularıyla musibetleri rahmete çevirmiş, belâ sağanaklarını da birer arınma kurnası gibi değerlendirmiş ve hep kendileri gibi düşünmüş ve kendileri gibi davranmışlardır.
Bu itibarla biz Müslümanlara düşen vazife, yeniden kendimize, kendi değerlerimize dönmek, kendimiz olarak kalmaya kararlı bulunmak ve gücümüz yettiği ölçüde kendi kaynaklarımızdan beslenmeye bakmaktır. İslâm dini, Kur’ân ve Sünnet kaynaklıdır; o, onların bağrından fışkırıp gelişmiştir. Müslümanlar bu ilâhî nizama gönülden sahip çıkarak yaşayıp yaşattıkları sürece imrendiren bir millet olma konumunu korumuş ve hep başkalarına da örnek teşkil etmişlerdir. Aksine, kendi değerlerinden uzaklaşıp, yabancıların mukallidi, hevâ ve heveslerinin tutsağı haline geldiklerinde de sefaletten sefalete sürüklenmiş ve en utandırıcı durumlara maruz kalmışlardır.
Bu açıdan bir Müslüman, ne olursa olsun kat’iyen kendi değerlerini ihmal etmemeli, yabancı kaynaklardan istifadeyi de kendi temel disiplinlerinin vizesine bağlamalı ve dıştan alacağı her şeyi onlarla filtre ederek almalıdır. Yanlış anlaşılmasın, İslâm, Müslümanları fizik, kimya, matematik, astronomi, tıp, hendese, idare, işletme ve ziraat bilimleri… gibi konuları öğrenmeden alıkoymaz; aksine onları bu konularda uzmanlaşmaya teşvikte bulunur ve kimden olursa olsun, bunların alınıp değerlendirilmesini tavsiye eder. Ne var ki o, hiçbir hususta sürekli başkalarına bağımlı olmayı da hoş görmez; inananların bir an evvel ne yapıp yapıp yabancılardan almaları gerekli olan şeyleri alarak dilencilikten sıyrılmalarını ve teşriî emirlerde olduğu gibi tekvînî hususlarda da kendi hususî dünyalarını kurmalarını salıklar.
Altın çağlarımızda bizim cedlerimiz, her gün birkaç kez yeryüzünde Allah’ın halifesi olduklarını hatırlar, dünyevî-uhrevî her iş ve hareketlerinde sürekli O’nun murad ve hoşnutluğunu arar, sık sık teşriî emirler açısından durumlarını kontrol eder, Rabbileriyle münasebetlerinin seviyesini ölçer; ciddî bir hakikat ve araştırma aşkıyla tekvînî esaslarla meşgul olur, varlık ve hâdiseleri iyi okumaya çalışır; okuyup öğrendiği, duyup anladığı her şeyi aile, toplum ve topyekün varlıkla uyum içinde olabilme yönünde değerlendirir; ilimden irfana yürür, mârifetten muhabbete kanatlanır; her nesne, her hâdise ve Hak’tan gelen her mesajı O’na yükselten bir vasıta olarak görür, dünya işlerinde de, ukbâ mülâhazalarında da hep önde olmasını bilirlerdi.
Onlar, böyle bir ufka ulaşmayı büyük ölçüde, İslâm’ı bir bütün halinde kabullenerek yaşayıp yaşatmakla, onu yürekten sevip sevdirmekle ve Müslümanca yaşamayı hayatlarının gayesi bilmekle gerçekleştirebilmişlerdi. Böyle bir hareket ruhu onların gönüllerine tam yerleşince, dünya ve ukbâ dengesi de kendi kendine teessüs etmiş ve onları bir muvazene toplumu hâline getirmişti. Bu durum onlara, her yerde ve hayatın her alanında kendilerini ifade etme imkânı veriyordu ki, bu sayede, kendi temel dinamiklerine bağlılık çerçevesinde yenileniyor, değişiyor, değiştirme peşinde koşuyor, sürekli derinleşiyor ve imanlarıyla, aksiyonlarıyla çok geniş bir coğrafyada bütün insanlığa âdeta medeniyet muallimliği yapıyorlardı. Onların oturuşlarında-kalkışlarında, konuşmalarında-sükûtlarında hep Hak nümâyândı; bir enstrüman gibi her tavır ve her davranışlarıyla O’nu seslendiriyor, O’nun dellâllığını yapıyorlardı. Bu derinlik ve irfanlarıyla onlar, âdeta bir sahabe topluluğuydu ve Peygamber görmüşlüğe ait pek çok hususiyetin de temsilcileri gibiydiler…
Bu aydınlık insanlar Allah’la münasebete geçtiklerinde veya akıbetlerini düşündüklerinde yer yer kendilerini mârifet enginliklerine salar, haşyetle titrer, gönülden râşelerle ürperir; sık sık muhasebelere dalar, her şeyleriyle kendilerini gözden geçirir; kalb balanslarını yeniden ayarlar; her zaman sorumluluklarını üzerlerinde bir dağ cesametiyle hisseder ve âdeta nefis ve cismaniyetleri itibarıyla bütün bütün erir gider de tıpkı birer ruhanî varlığa dönüşürlerdi. Hele bir de, Kur’ân ve Kur’ân’la anlatılmak istenen hakikatler gürleyip kalblerine boşaldı mı, artık her biri birer “beyt-i Hudâ” olan o temiz gönüllerde yabancı hiçbir mülâhaza kalmaz; kalmaz da sadece O düşünülür, O duyulur ve günler O’nunla doğar, O’nunla batardı.
Aslında mü’min bir kalbde, hem İslâmiyet hem de başka inanç ve telakkilerin yan yana bulunması mümkün değildir. İman, islâm bir kalbe girince, bütün yanlış kabulleri siler süpürür götürür; ibadet onun her yanına kendi rengini çalar ve ihsan şuuru, Hakk’ı görüyor ve Hak tarafından görülüyor olma seralarıyla onu sıyaneti altına alır ve orada sadece O’ndan gelen esintiler kalır.
Temeli imana ve islâma dayanan Allah’la böyle bir münasebet sayesindedir ki, insanın düşünce ve tavırlarında şaşmayan bir doğruluk, mütemâdî bir samimiyet, sürekli bir yardımlaşma duygusu, yürekten bir dayanışma gayreti ve bir uhrevîlik ahlâkı belirir. İşte bu ölçüde, insanın iç dünyasına nüfuz eden iman, mü’minin her hâlinde kendini hissettirir; memuriyetinde, ticaretinde, çarşı-pazardaki muamelelerinde ve diğer bütün sosyal aktivitelerinde onun davranışlarını tesir altına alır; ruhuna kendi mânâsının şeklini çizer ve zamanla bu resim onun tavırlarında okunan mânevî bir kaside hâline gelir ki; “Görüldüğünde Allah hatırlanır.”8 dedikleri de işte bu kıvamdaki bir mü’min olsa gerek…
Bize göre hakikî mânâda iman ve islâm düşüncesi işte budur ve “din” dediğimiz vaz’-ı ilâhî bunların mecmuunun unvanı, diyanet de bu yüce hakikatin hayata hayat olmasının adıdır. Mebdei, “kelime-i şehadet” veya “kelime-i tevhid” dediğimiz, sözlerin o en güzeline dayanır; müntehâsı da gider tâ Hak rü’yetine ulaşır. Onu bu çerçevede kabullenip yaşayan herkes –kalblerini Allah bilir– Kitap ve Sünnet açısından mü’min, Müslüman ve dindardır; bundan başka herhangi bir ad ve unvanla anılmaları da onlara karşı bir saygısızlıktır.
İslâmî terminolojide, “İslâm”, “Müslüman”, “dindar” sözcükleri vardır; ama, yabancılar tarafından kasıtlı olarak dilimizin içine sokuşturulan ve cahillerin kullandığı “İslâmcı”, “dinci” diye bir tabir yoktur. Başka din veya din şeklindeki organizasyonlarda bu kabil ifadeler söz konusu olsa da, bizim dinimizde, bu çağa gelinceye kadar bu tür yaklaşımlara asla rastlanmamıştır/rastlanmamaktadır. Dine göre, günah işleyen veya yanlış şeyler yapan bir Müslüman günahkâr olur; ama yine mü’mindir. İslâm esaslarını inkâr etmemek şartıyla, onlardan bazılarını terk eden de yine müslimdir. Bu itibarla, dini bütünüyle yaşamak isteyene “İslâmcı” veya “dinci” demek ne kadar münasebetsiz bir ifade ise, bazı İslâmî emirleri yapmayan veya yapamayan kimselere de “küfürcü”, “dalâletçi”, “fıskçı”… demek o kadar saygısızca bir sözdür. Bence herkes nezahet-i lisaniyesini korumalı, insan gibi düşünmeli, insan gibi konuşmalı ve mutlaka herkese karşı saygılı olmasını bilmelidir.
1 Buhârî, îmân 11; Müslim, hudûd 41.
2 Bakara sûresi, 2/256.
3 ed-Dârakutnî, es-Sünen 3/252; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/205.
4 Hac sûresi, 22/78
5 Enfal sûresi, 8/40
6 Ankebut sûresi, 29/69
7 Bediüzzaman, Lem’alar s.21 (Üçüncü Lem’a).
8 Bkz.: İbn Mâce, zühd 4.