ADALET

Dengeli olma, aşırılığa düşmeme, herkesin ve her şeyin hakkına riâyet etme, zulme girmeme mânâlarına gelen “adl” ve “adalet”, İslâm dininde ahlâkî ve hukukî yanlarıyla fevkalâde önemli bir esastır. Kur’ân ve Sünnet bu esas üzerinde ısrarla durur, mü’minleri ona riâyet etmeye çağırır ve onun Allah’a bir yaklaşma yolu olduğunu sık sık vurgular.

Adaletin ahlâkî ve hukukî mânâsına geçmeden önce, İslâm hukemâ ve mütefekkirlerinin onu nasıl yorumladıklarını görmekte yarar var. İslâm ulemâsı ve Müslüman düşünürler –İbn Miskeveyh’ten Bediüzzaman’a– insanda üç ana kuvvetten bahsedegelmişlerdir: Kuvve-i akliye (aklî meleke), kuvve-i şeheviye (şehvet dinamiği), kuvve-i gadabiye (öfke hissi)1 ki, bazıları bunlardan kuvve-i akliye’ye kuvve-i melekiye, kuvve-i şeheviye’ye kuvve-i behîmiye veya nefs-i emmâre, kuvve-i gadabiye’ye de kuvve-i sebuiye demeyi tercih etmişlerdir.

Fonksiyon itibarıyla kuvve-i akliye, belli ölçüde de olsa hakikatleri görüp bilmenin, iyi-kötü her işin neticesini idrak etmenin, maslahat ve mefsedetleri birbirinden ayırmanın önemli bir esası; kuvve-i şeheviye, arzu, istek, iştiha, lezzet ve cismânî hazların ana unsuru; kuvve-i gadabiye ise, kin, nefret, hınç, hiddet, dargınlık, kızgınlık ve atılganlığın biricik kaynağı kabul edilmiştir.

Kuvve-i akliye’nin ifrat (aşırı) hâline, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme, safsataya girme ve şarlatanlıkta bulunma mânâsında “cerbeze”; tefrit durumuna, hiçbir şeyi doğrudürüst anlayamama, en basit şeyleri dahi idrak edememe anlamında “gabâvet” ve “hamâkat”; mûtedil olanına da, herkesin gücü ölçüsünde eşyâ ve hâdiseleri olduğu gibi bilme, mâhiyet-i nefsü’l-emriyelerine uygun değerlendirip resmetme, lehinde ve aleyhinde olan, olması muhtemel bulunan şeyleri birbirinden ayırma keyfiyetine de “hikmet” denegelmiştir.

Kuvve-i şeheviye’nin ifrat hâline, tamamen ar ve hayâ hislerinden sıyrılarak, her türlü saygısızlığı, her çeşit küstahlığı irtikâp edecek kadar kayıtsız davranma anlamında “fısk u fücûr”; aklın ve şer’in tecvîz ettiği ilâhî nimet, lezzet ve zevklerden dahi kat-ı alâka etme, hissiz ve hareketsiz kalma mânâsındaki şekline “humûd”; behîmî hislerin inkıyad altına alınması, gayr-i meşru arzu ve iştihalara iradî olarak kapalı kalmanın yanında meşru dairedeki zevk ve lezzetlere istek izhar etme diyeceğimiz tavra da “iffet” demişlerdir.

Kuvve-i gadabiye’nin ifrat hâline, âkıbeti düşünülmeden, sonucu hesaba katılmadan, ölçüsüzce ve muhâkemesizce altından kalkılmayacak işlere girişme ve âkıbeti mutlak felâket tehlikelere kendini salma mânâsında atılganlığa “tehevvür”; tefrit durumuna, korkulmayacak şeylerden dahi korkma, sürekli vehimlerle oturup kalkma ve değişik paranoyalarla hayatı yaşanmaz hâle getirme anlamındaki sapkınlığına “cebânet”; korkulacak şeyler karşısında tedbirli ve temkinli davranma ve esbabda kusur etmeden ciddî bir soğukkanlılık içinde, korkulacak hususları herhangi bir telâş ve endişeye kapılmadan savmaya çalışma anlamındaki yiğitçe duruşa da “şecaat” demişlerdir ki, “adalet” denen şey de, işte bu üç faziletin imtizâcından hâsıl olan ve “sırât-ı müstakim” unvanıyla da anılan dengeli olmanın mübeccel adıdır.2

Aslında bütün insânî kemâlât ve fezâilin asılları da kabul edilen bu hususlar, ahlâkî mânâsıyla adaletin de ruhu, özü, esası ve nüveleri sayılırlar. Bu ruh, bu öz ve bu esasların anlaşılamadığı ya da kavranamadığı yerde ne o adaletin nazarîsinden ne de ferdî, ailevî ve içtimaî yaşanan ve uygulananından bahsetmek mümkündür.

Fakîhlerin adalete bakışı biraz daha farklıdır; onlara göre âdil olma, büyük günahlardan kaçınıp küçüklerinde de ısrar etmemenin yanında her zaman istikamet peşinde olmaya bağlıdır ki, bunu, hasenâtın seyyiâta gâlip gelmesi şeklinde de yorumlamak mümkündür. Hususî anlamda ihkâk-ı hak, ibtâl-i bâtıl etmeye ve hakkı tutup kaldırmaya da adalet denegelmiştir. Fukahâ ve büyük çoğunluğu itibarıyla diğer ulemâ, adaletin mutlak zikredildiği her yerde, daha ziyade onu birinci şıktaki şekliyle anlamışlardır ki, ikincisinin zıddı zülüm olduğu gibi bunun zıddı da fısk u fücûrdur.

Ayrıca fukahâ, uygulama alanı itibarıyla da adaleti ikiye ayırmışlardır:

1. Hiçbir zaman hiçbir şart karşısında değişmeyen, neshe uğramayan, zaman ve konjonktüre bağlı bulunmayan mutlak adalet ki, iyiliğe iyilikle karşılık verme, hayra hayırla mukabelede bulunma, zulmün büyüğünden de küçüğünden de uzak durma… gibi kısmen de olsa insan aklının iyi ve güzel olduğunu idrak edebileceği hususlar bu türün örneklerinden sayılırlar.

2. İyi, güzel ve yararlı olduğu Şer’-i Şerif’in açmasıyla kavranabilen itibarî ve izafî adalet ki, kısas, diyet ve diğer cürümlere, cinayetlere terettüp eden cezalar ve onların miktarları gibi hususlar da bu kısmın misallerindendir. Bu kabil cürüm ve cezalar arasında adalet nisbetini kavramanın bir mizanı olmadığı gibi, böyle bir konuda mantık ve muhâkemeye dayanarak isabetli bir karara varmak da mümkün değildir. Bazı hikmet ve maslahatlar nazara alınarak doğruya yakın bir şey ortaya konsa da, yüzde yüz isabet edildiği kat’iyen söylenemez. Bir başka zaviyeden adalet-i izâfiye, adalet-i mutlakanın hilafına olarak, umumun hukuk ve selâmetinin söz konusu olduğu yerde bazı fertlerin haklarına riayet edilmeyeceği şeklinde yorumlanmıştır ki, bu da İslâm Tarihi’nde çokça başvurulagelen bir konu olarak bilinmektedir.

İslâm dini, gelmiş geçmiş edyân-ı semâviye arasında ferdî ve içtimâî adaleti en belirgin şekilde ortaya koyan ve bir saat adaletle hükmetmeyi altmış sene ibadete denk tutan, hatta ondan daha hayırlı sayan bir dindir. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahîha’da adaleti emreden pek çok âyât ve ehâdîs-i şerife göstermek mümkündür:

“Allah, size âdil olmayı, (insanlara) ihsanda bulunmayı ve akrabaya bir şeyler vermeyi emreder.”3

“Allah emanetleri ehline tevdî etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi ister.”4

“Ey iman edenler! Hak’tan yana olun ve her işinizde adaleti gerçekleştirmeye çalışın.. her zaman adaletin şahitleri ve temsilcileri olmaya bakın.. herhangi bir zümreye karşı içinizde hissettiğiniz kin ve nefret sizi adaletsizliğe sürüklemesin; âdil davranın ki, takvaya en yakın davranış da budur.”5 ve

“Bana, sizin aranızda adaletle hükmetmem emrolundu.”6 türünden pek çok âyet-i kerime adaleti emrettiği gibi;

“Zalimler yakın bir gelecekte nasıl bir değişimle devrilip gideceklerini görüp bileceklerdir.”7

“Ahâlisi ıslahçı ve hukuka riâyetkâr olduğu sürece senin Rabbin o beldeleri helâk edecek değildir.”8

“Biz ahâlisi kendini zulme salmış karyelerden başkasını helâk etmeyiz.”9 gibi bir hayli âyât-ı beyyinât dahi adaletin zıddı olan zulmün çirkinliğini ve zalimlerin sû-i âkıbetini hatırlatmaktadır.

Bu itibarla denebilir ki, bir milletin beka ve devamı için sadece dinî ve millî hislerin canlı olması yeterli değildir. Dinî hayatın ve millî heyecanın yanında adalet ve hakkaniyet duygusunun yürekten duyulup yaşanmasına da ihtiyaç vardır. Bu husus şimdiye kadar gelmiş geçmiş milletlerin hayatında değişmeyen bir esas olduğu gibi bundan sonra da her gün biraz daha artan önemiyle hep devam edecektir.

Bugüne kadar insanlar, âdil ve hakperest oldukları nispette geleceklerini teminat altına almış, zıll-i zalîl-i ilâhî’de hayat ve hâkimiyetlerini devam ettirmiş, cânib-i ilâhî’den hep iltifatlar almış ve teveccühler görmüşlerdir; aksine, adaleti suistimal edip haknâşinas davrandıklarında da sürekli tokatlanmış, te’dip görmüş ve yalnızlığa itilmişlerdir.. hâl-i âlem buna en büyük şâhittir: Dün Müslümanlar hakkı çiğnedi, adalet ve istikamet duygusunu yitirdi, bugün de Allah onlara zalimleri musallat etti ve hepsini cezalandırdı. Haksızlığı irtikâp eden onlardı, cezalandırılanlar da onlar oldu. “Şu bir gerçek ki, zerre kadar dahi olsa Allah kullarına zulmetmez.”10 Zulmeden, kulların kendileridir. Kur’ân-ı Kerim, onlarca âyetinde “Biz onlara zulmetmedik, onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.”11 diyerek haddini bilmezliğin ve haksızlığın gerçek adresini gösterir ve her çağdaki muhataplarını teyakkuza çağırır. Onun sık sık, “Kendilerine verilen öğütleri kulak ardı edip unutunca, içlerinden, onları kötülüklerden alıkoymaya çalışanları kurtardık, zulmedenleri de, fıskı itiyat hâline getirdiklerinden dolayı derdest edip yoksulluk azâbıyla kıvrandırdık.”12 “Kasem olsun ki, Biz sizden evvelki nesilleri, kendilerine apaçık âyetlerle nebîler gelmesine rağmen zulümde ısrar ettiklerinden ötürü, iman etme ihtimali kalmadığı için helâk edivermiştik.”13 ve Biz zulme gömülmüş nice kentleri kırıp geçirdik de, sonra onların yerine başka milletler yarattık.”14 gibi âyetlerle bu tür tarihî tekerrürler devr-i dâimlerini hatırlatması hep bu mülâhaza itibarıyladır.

İnsanlar, hem Rabbilerine, hem nefislerine, hem de halka karşı adalet ve istikamet içinde bulunmakla mükelleftirler. Cenâb-ı Hakk’a karşı adalet ve istikamet, O’nun vaz’ettiği kurallara uyarak, emir ve yasakları mevzuunda kılı kırk yararcasına titiz hareket ederek; nefsine karşı âdil olma, kendi şahsına ve aile efradına, emanete riâyet hassasiyetiyle muamelede bulunup ifrat ve tefritlere düşmeden her şart altında hayatını îtidal içinde sürdürerek; halka karşı adalet ise, her hususta onların haklarını gözetip onlara her zaman hayırhah bir yol arkadaşı gibi davranarak gerçekleşebilir.

İşte bu şekilde hem hukukullah hem de kul haklarına, tâbir-i diğerle hem hukuk-u âmme’ye hem de ferdî haklara riâyet edilmiş olur. Aksine, bu haklara riâyet edilmediği takdirde umûmî âhenk temelden sarsılır; ihtilâller baş gösterir ve her yanda hercümerç yaşanmaya başlar; Cenâb-ı Hak da bir kısım zalimlerin eliyle onları cezalandırır; sonra döner o zalimlerden de intikam alır. Bugüne kadar hiç değişmeden âdet-i ilâhî hep böyle cereyan edegelmiştir. Bu arada fevkalâdeden inayetler de olmuştur ama, bunlar rahmetin gazaba sebkati esprisine bağlı sürpriz teveccühlerdir ve temâdîleri de O’nun ekstradan inayetlerine vâbestedir.

Allah, yaratırken her şeyi olabildiğine dengeli ve âhenkli yaratmıştır. Varlığın her yanında, bir kısım temayüllerden, sevklerden, insiyaklardan söz edilse de canlı-cansız her nesnenin arkasında o kâhir kudretin adl u âhengi gözettiği açıktır. Bakış zaviyesini iyi belirleyip eşyâ ve hâdiselerin arka plânını görebilenler için bütün kâinat, umum mevcudât, topyekün ekosistem sürekli adalet ruhuyla soluklanıp durmakta ve her nesne hâl, nizam ve maslahat diliyle Hak ismini haykırmaktadır. İnsanoğlu ise, yaratılışındaki farklılık ve fâikiyete binaen bu örfâneye kendi hür iradesi ve kendi plânlarıyla iştirak etme durum ve konumundadır. Bu, onun farklı donanımına göre özel bir tevcih sayılmasının yanında aynı zamanda, çok zor bir sorumluluk da demektir ki, “Meşakkat ölçüsünde üstün pâyeler elde edilir.”15 fehvâsınca o iradesinin hakkını yerine getirdiğinde kendisine vaad edilen öyle şeyler vardır ki, onlara nisbeten o yolda verdiği ve o uğurda harcadığı enerji oldukça önemsiz kalır. Evet, altından kalkılamaz bir iş değildir iman ve İslâmiyet’le Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ve tekvînî emirlerle teşrîî direktifler arasındaki mutabakatı keşfedip ortaya çıkarmak; ama gel gör ki, dünden bugüne oldukça kolay görünen böyle bir işi başaran tevfik erlerinin yanında onların yüz katı haybet ve hüsran yaşayanlar da olmuştur, hem de göz göre göre. Dün ve bugün Hakk’a teveccüh ederek iman ve İslâmiyet’i duyup yaşama şeklinde olsun iradesinin hakkını eda edemeyen o kadar bahtsız kimseler gelip geçmiştir ki, böylelerini düşününce insanın kendi kendine: “Meğer ‘eşref-i mahlûkat’ sayılan bu insanlar arasında ne kadar da özünden, mâhiyetinden habersiz kimseler varmış…” diyesi geliyor…

* * *

İnsanlık, var olduğu günden beri yüzü Yaratan’a müteveccih, kulağı her zaman O’nda, mantık ve muhakemesiyle de O’nu duyma, O’nu tanıma, O’nun mârifeti arkasından koşma ve emirlerini yaşamaya âmâde bulunduğu sürece hep dengeli düşünüp dengeli davranmış, varlığın bir parçası olduğu şuuruyla sürekli itidâl soluklamış ve adaletin temsilcisi olmuştur. Aksine körler, sağırlar gibi O’ndan habersiz ve bir mânâda kopuk yaşadığı dönemlerde de mütemâdiyen tenâkuzlar içinde bocalayıp durmuş, ifrattan tefrite, tefritten ifrata gel-gitler yaşamış ve bir türlü belini doğrultamamıştır: Bazen cesedini ruhundan koparmış ve ömrünü cismâniyetinin gayyalarında geçirmiş.. bazen de “ruh” demiş bütün fizikî mülâhazalara sırtını dönerek mağaradakiler gibi gölgelerle oynamış. Yer yer bütün himmetiyle dünyaya yönelerek öteleri tamamen hesap dışı bırakmış.. zaman zaman da kendi hayalinde oluşturduğu farklı bir öteler anlayışıyla bu dünyayı bütünüyle defterden silip atmış; atmış ve hiçbir zaman küllî (bütüncül) bir nazarla bakamamış varlığa, onun perde arkasına; hâdiselere ve onların ifade ettikleri gerçeklere. Kuramamış, koruyamamış madde ve mânâ arasındaki dengeyi, dünya ve ukbâ mabeynindeki âhengi; kuramamış ve koruyamamış da şu güzel, oldukça sevimli ve her şeyi yerli yerinde; zerreden sistemlere, canlılardan câmidlere en küçük daireden en geniş âlemlere kadar bütün kâinatları bitip tükenme bilmeyen bir çatışma arenası şeklinde tahayyül etmiştir. Ruhunda hemen her zaman bir denge problemi yaşamış ve o müstesnâ konumuyla çelişip durmuştur.

İslâm, birbirinden farklı, birbirine ters ve bağrında bir hayli de çatışma unsuru bulunduran bütün bu ifratlara ve tefritlere karşı –sırrı onu gönderene ait– bir denge ve adalet mesajıyla geldi; geldi ve teâruzları, tenâkuzları bertaraf ederek kendi evrensel âhengini tesis etti. Bu, bir mânâda o güne kadar devam edegelen aşırılıklara bağlı çatışmaların da sona ermesi demekti. Evet bu yeni din, bütün maddî-mânevî güçleri, dünya ve ukbâ hakikatini, fizik ve metafizikle alâkalı gerçekleri bir vâhidin değişik yüzleri ve derinlikleri gibi görüyor; kâinat, insan ve hayatı doğru okuma üzerinde ısrarla duruyor ve her hususta insanlığa bir tevhid mesajı sunuyordu.

İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’ân bir taraftan “Bütün mülk elinde bulunan Allah’ın şanı ne yüce, hayrı, bereketi de ne sınırsızdır.. ve O her şeye kâdirdir.”16

Her şeyi yaratıp bir nizama bağlayan ve her nesneyi farklı farklı ölçülerde takdir buyuran da O’dur.”17

“O, yeryüzünde sabit dağları yerleştiren ve oraya bereketler ihsan eden, sonra da dört zaman parçası içinde her isteyenin isteğine denk rızkını tayin ve takdir buyurandır.”18

“O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin istifadeniz için yaratmıştır.”19 gibi pek çok âyetiyle bizi fizik âlemi ve onun içine serpiştirilen ilâhî nimetler arasında dolaştırarak şükür ve minnet hislerimizi şahlandırıp icraât-ı sübhâniyesini temâşâya davet etmenin yanında; “Andolsun ki insanoğlunu Biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını (veya vesvese verdiğini) de Biz biliriz.”20

“Rabbin şöyle buyurdu: Bana dua edin ki, Ben de kabul edeyim.”21

“Şüphesiz sizin Allah karşısında en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır.”22

“Mal, mülk, çoluk-çocuk.. gibi şeyler dünya hayatının süsü-zinetidir; bakî kalacak olan salih ameller ise, Rabbin katında hem sevap hem de ümit bağlama açısından daha hayırlıdır.”23 türünden yüzlerce âyât-u beyyinâtıyla da nazarlarımızı mânâya, öze ve insan olarak âkıbetimize çevirerek hep denge ve itidâl üzerinde durmaktadır. Zira o Kur’ân’dır ve değişmemiş Allah kelamı olma farklılığıyla da bütün bu işlere yetecek en güçlü kaynak ve en parlak mesajdır.

Evet o, âlemşümul prensipleri ve ihtiva ettiği semavî disiplinleriyle topyekün beşeriyete seslenirken kâinat, eşya, hâdiseler ve insan yapısının farkında olarak seslenir: Bilir varlığın mahiyetini; insanoğlunun değişik derinliklerini; onun arzu, istek ve zaaflarını, ihtiyaç, emel ve beklentilerini; bilir ve onu, Hak rızasına, kendiyle barışıklığa, varlığı okumaya, Yaratan’ın emirlerine uymaya çağırırken asla olmazlarla karşı karşıya getirmez; tâkatini aşan sorumluluklarla ezmez; kat’iyen ona şaşkınlık yaşatmaz ve onu kendi darlığıyla baş başa bırakmaz; bırakmaz da ona yakınlardan daha yakın olduğunu, gözü her zaman onun üzerinde bulunduğunu, istidat, konum ve donanımına göre bu özel muhatabını farklı bir âkıbete hazırladığını hep ihsas eder.

Vakıa insanoğlunun tabiat ve cismâniyeti itibarıyla kural tanımaz bir yanı da vardır; onca fâikiyetine rağmen hep serâzât yaşamak ister.. çok defa hırs ve arzularını takip eder.. şuna-buna zulüm ve haksızlıkta bulunur, bazen hak ve hukuk tanımaz olur.. ve böylece zulüm ve haksızlık, sonra bunlara aynıyla mukabele gibi değişik fâsit daireler içinde şuraya-buraya sürüklenir durur.

İşte bu türlü inhiraflara karşı İslâm ona kendi farklılığını hatırlatır, konum ve donanımına göre bir vaziyet almasını salıklar; onu Allah’la münasebete geçmeye, insanlarla da yardımlaşma, dayanışma ve uzlaşmaya çağırır; bir kesimin iddia ettiği gibi hayatın kahreden bir mücadele, bir savaş olmadığını ihtar eder ve onun ruhuna ilk plân ve projesindeki yüksek gâyeleri, hikmetleri duyurur. Donanımına yakışmayan alçaltıcı tavır ve davranışları karşısında kollarını makas gibi açar ve “Bu çıkmazlar sana göre değil” der, onun nazarını kalb ve ruh ufkuna çevirir.

İslâm, ruhu öldüren ve kalbi söndüren bütün haramların karşısındadır; gayr-i meşru keyiflere, lezzetlere asla izin vermez; meşru dairedeki zevk u lezzetten de kimseyi alıkoymaz. Dahası, Allah’ın yasaklamadığı bazı nimetlere karşı tavır almayı –zühd niyetiyle bazılarının tadıp doymama felsefesine göre hareket etmeleri müstesna– kesinlikle men eder. Kur’ân: De ki: Allah’ın kulları için yaratıp ortaya koyduğu süsü-zineti, o hoş ve tertemiz rızkı haram kılan da kim.! De ki: O rızık dünya hayatında (herkes için), ahirette ise sırf mü’minlere hastır.”24 buyurarak meşruiyet çerçevesinde ilâhî nimetlerden istifade etme kapısını hep açık tutar. Ancak kendisi bu nimetlerden yararlanırken –onlar onun el emeği alın teri olsa da– o ihsanlar içinde başkalarının da hakkı bulunduğunu hatırlatır ve onu içtimaî olmaya çağırır.. ve işte onun adalet ve denge dediği de budur. Adaleti, mutlak müsâvât şeklinde anlayanlar, istidâd ve kabiliyetlerdeki farkı görmeyerek, ne olursa olsun “eşitlik” deyip bu tür dimağları körelttiklerinin farkında olamadılar ve hâlâ da değiller…

İslâm, adaleti fırsat eşitliği, hayatın yüce hedefleriyle mütenakız düşmeme kayd u şartıyla kabiliyetlerin serbest bırakılması, herkesin sa’y u gayrete imrendirilmesi, bütün bunların yanında sa’y ve sermaye mücadelesine de meydan verilmeyerek toplumun değişik kesimleri arasında yardımlaşma, dayanışma ve paylaşma düşüncesinin geliştirilmesi şeklinde anlar. Aksine onu, mutlak müsâvât ve sınıfsızlık şeklinde ele almayı adaletin alanını daraltma ve bir mânâda ekonomiyi de darbeleme sayar.

Ayrıca İslâm, ekonomik refah ve maddî mutluluğun yanında daha başka değerlerden de söz eder ve hakikî adaletin bu değerlerin bütününe saygıyla gerçekleşebileceğini ileri sürer. Ona göre fıtratla çelişen, farklı kabiliyetlerin varlığını görmezlikten gelen, yüksek istidatların sa’ye şevklerini kırarak onları verimsizleştiren, dahası onları zayıf, çelimsiz ve beceriksiz iradelerle bir tutan kaba riyazî müsâvât anlayışına da şiddetle karşı çıkar.

Aslında biz bugün, bir kısım farklı kabiliyetlerin varlığını, bazı yüksek irade ve kararlı ruhların mevcudiyetini, sonra bu kabil kimselerin bugünkü faaliyetleriyle yarınlarını imar etme peşinde olduklarını görmezlikten gelsek de, zaman o yanıltmayan yorumlarıyla bir gün mutlaka fetvalarını ortaya koyacaktır; ihtimal o gün bize de mahcup olmak düşecektir. Bu husus mutlaka gerçekleşecektir ve böyle bir duruma maruz kalmayı da ne çağın o demode diyalektiği önleyebilecektir ne de İslâm düşmanlığı adına sık sık başvurulan demagojiler.

Bir kere daha hatırlatmakta yarar var; İslâm, zeki, sıhhatli, becerikli ve gözü göklerde olan üstün idrak ve harika kabiliyetleri; aptal, hastalıklı, aciz kimselerle hukuk açısından bir kabul etse de, imkân ve refah seviyesi bakımından kat’iyen aynı kategoride mütalâa etmez. O içtimaî adalet derken, bundan fırsat eşitliğini, çalışma ile beraber neticeye imrendiriciliği ve herkesi maddî-mânevî kendi “arş-ı kemâlât”ına yükselmede serbest bırakmayı anlar; anlar ve meşru kazanç yollarına asla tahdit koymaz, kimsenin sa’ye şevkini kırmaz.. ve kazanmayı mübarek bir iş olarak, infâkı da ibadet sayarak alkışlar.

Ayrıca o, ekonomi ve maddî refahı da nihâî hedef kabul etmez; bunların dışında daha pek çok evrensel insanî değerlerden söz eder ve hakikî insanlığa giden yolların da bunlardan geçtiğini vurgular. Kur’ân: “Mal, mülk, çoluk-çocuk.. gibi şeyler dünya hayatının süsü-zinetidir; bakî kalacak olan salih ameller ise, Rabbin katında hem sevap hem de ümit bağlama açısından daha hayırlıdır.”25 diyerek bu dünyada duyup tattığımız nimetlerin dışında daha farklı ve üstün ihsanların bulunduğunu hatırlatır ve bizi bura ve öteler arasında denge kurmaya çağırır. “Düşünenler için şu dünya hayatı muvakkat bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir; ahirete ait yaşayış ise hayatın ta kendisidir; keşke insanlar bunu bilebilselerdi.”26 fermanıyla her iki dünyanın mahiyetlerini ihtar ederek, bu fânî âleme ait şeyler ne kadar da kıymetli olsa bâkî bir âlem karşısında bir hiç hükmünde olduğunu vurgular ve bizi o sermedî âlemlere yönlendirir. “Şüphesiz sizin Allah nezdinde en şerefliniz takvaca en derin ve en ileri olanınızdır.”27 muhtevalı fermanlarıyla da dikkatlerimizi Allah katındaki farklı değerlere çeker ve bizi cismânî konumlarımızın üstünde çok yüksek ufuklara çağırır. Ruhlarımızı kaskatı iktisadî mülâhazalara bağlılık gibi bir darlıktan kurtarır ve bizi imanlarımızın derinliği ölçüsünde mârifetin ferah-fezâ iklimlerinde dolaştırır. Bu sayede insan olmadaki farklılığı duyar ve ruh-u içtimâînin içlerimizde hâsıl ettiği genişlikle serbest bir nefes alırız.

Burada birkaç cümle ile “içtimaî adalet” de diyebilirdik ama, şimdilik onu Allah’ın lütfedeceği başka bir fırsata bırakmak daha uygun olacak…

1 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.587 (Otuzuncu Söz, Birinci Maksat); İşârâtü’l-İ’câz s.21-22; Şualar s.603-604 (On Beşinci Şua, Birinci Makam, İkinci Kısım).

2 Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.21-22; Şualar s.603-604 (On Beşinci Şua, Birinci Makam, İkinci Kısım).

3 Nahl sûresi, 16/90.

4 Nisâ sûresi, 4/58.

5 Mâide sûresi, 5/8.

6 Şûrâ sûresi, 42/15.

7 Şuarâ sûresi, 26/227.

8 Hûd sûresi, 11/117.

9 Kasas sûresi, 28/59.

10 Nisâ sûresi, 4/40.

11 Hûd sûresi, 11/101; Nahl sûresi, 16/118; Zuhruf sûresi, 43/76…

12 A’râf sûresi, 7/165.

13 Yunus sûresi, 10/13.

14 Enbiyâ sûresi, 21/11.

15 İmam eş-Şâfiî, Dîvân s.90.

16 Mülk sûresi, 67/1.

17 Furkan sûresi, 25/2.

18 Fussilet sûresi, 41/10.

19 Bakara sûresi, 2/29.

20 Kaf sûresi, 50/16.

21 Mü’min sûresi, 40/60.

22 Hucurât sûresi, 49/13.

23 Kehf sûresi, 18/46.

24 A’râf sûresi, 7/32.

25 Kehf sûresi, 18/46.

26 Ankebût sûresi, 29/64.

27 Hucurât sûresi, 49/13.

-+=
Scroll to Top