ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KUR’ÂN’IN KENDİNE HAS İFADE DİLİ ve KARAKTER TASVİRİ
Şu ana kadar, üzerinde durabildiğimiz kadarıyla gördük ki, Kur’ân beşer tarafından ortaya konması imkânsız ilâhî bir şaheserdir. Her şeyden evvel onun kendine has karakteristik bir ifade ve konuşma tarzı vardır. O, bu muhteşem ifade tarzıyla, her zaman insanları çok farklı bir sıcaklıkta kucaklar. Bu yönüyle de o, ne Allah’tan gelen sair kitapların ifadelerine ne de beşerî kelâmların, hatta en mükemmel akıllardan çıkan ifadelerin hiçbirine benzememektedir.
Kur’ân’ın kendine has o enfes üslûbunu zevketmek ve arz edeceğim bir kısım misallerin daha iyi anlaşılması için az da olsa araştırma yapmaya, ilim irfan adına biraz olsun derinleşmeye, biraz da bediî zevkten hissedar olmaya ihtiyaç vardır. Her şeye rağmen biz böyle bir kitleyi karşımızda var sayarak misalleri arz ederken, mümkün olduğu kadar o kitlenin anlayış seviyesine göre sunmaya çalışacağız.
Biz, Kur’ân’ın karakteristik ifadesi sözcüğüyle şunu kastediyoruz: O, pek çok meseleye girer, pek çok konuyu ele alır ve tahlil eder. Meselâ o, yerinde maziden ve gelecekten bahisler açar, geçmişi-geleceği çizgi çizgi gözlerimizin önüne serer ve bunu yaparken de âdeta bahsettiği yerleri, cemaat ve fertleri bütün karakteristik yanlarıyla gözlerimizin önüne serer.
Evet, o konuşurken âdeta geçmiş kavimler, o kendilerine has mimikleriyle, tavırlarıyla, oturup kalkmalarıyla birden gözlerimizin önünde tülleniverir. İngiliz edebiyatı tarihinin en meşhur siması, bugün de zevkle takip edilen Shakespeare (Şekspir)’in, o engin tasvir gücüyle ve edebî bir enginlik içinde vak’aları nasıl tasvir ettiğini zevkle okursunuz. Oysaki bu tasvir gücüne rağmen, yine de beşer karihasının bütün zaaflarını bu üstün tasvirlerde görmek mümkündür.
Şöyle ki, Shakespeare de olsa, eski devirlere ait vak’aları kendi hususiyetleriyle vermeye çalışırken, olayları tasvirde yine de kendi devrinin sesini soluğunu aksettirir. O kadar ki, neredeyse kendi döneminin insanlarının hayat hikâyelerini anlatıyor sanırsınız. Oysa beşer, o vak’aların cereyan ettiği güne nispetle çok değişmiş, çok farklılaşmıştır. Hayat şartları, hayat standartları, düşünce ufku bütün bütün başkalaşmış ve ayrı bir hâl almıştır. Ne var ki o, bunları görmekten ve ihata etmekten çok uzak bulunmaktadır.
Oysaki Kur’ân-ı Kerim’de geçmişe ait vak’aları ele alıp takip ettiğiniz zaman, Nuh kavmini, Âd ve Semud’u en ince ruh hâlleri ve en karakteristik yanlarıyla olduğu gibi görebilirsiniz. –Allah’ın salât ve selâmı o devirlerde yaşayan ve bu âsi ve tâği cemaatlere nebilik yapmış bütün peygamberlere olsun.– Burada elbette ki, Allah’ın mu’ciz kelâmı ile, beşer karihasının her türlü zaaflarını taşıyan Shakespeare’in veya bir başkasının yazdıklarını mukayese ediyor değiliz. Bizim maksadımız şudur:
Kur’ân, geçmiş milletleri anlatırken, o cemaatleri bütün hususiyetleriyle, bir sahne ya da sinema perdesinde, olup bitenleri sergiliyormuşçasına tablolaştırıverir. Kur’ân’da değişik devirlere ait ayrı ayrı insanları anarken, çok farklı devirleri insanlarıyla beraber birden duyar ve yaşarsınız. Figürler, figüranlar tamamen birbirinden farklıdır. Ve siz, Kur’ânî vak’aları peşi peşine takip ederken onda, roman ve tiyatrolarda çokça karşılaştığınız o acayip hortlakları da göremezsiniz. Zira Kur’ân, vak’aları takdim ederken, doğrudan doğruya onları hayatın içinden alır veya aynı hayat misalleriyle insanların görüşlerine arz eder. Ve böylece, bir ders içinde bin dersi birden verir.
Evet, işte Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın eşsiz ve benzersiz bir yönü! Onun aydınlık beyanında, şahıslar, mekân ve menziller okuyucunun hayalinde öyle canlanır, âbideler hâlinde hususî eda ve havalarıyla tecessüm eder ki, yüzlerce hâdise, yüzlerce şahıs zikredilmesine rağmen hiçbiri, ne zaman itibarıyla ne de keyfiyet itibarıyla karışmaz ve okuyucunun zihnini bulandırmaz.
Orta Çağ’ın meşhur ressamlarından Mikelanj, Hz. Musa’nın heykelini yapmış, bununla kendini veya Hz. Musa’yı anlatmak istemiş. Bu heykelin ne derece Hz. Musa’yı temsil ettiği belli değil. İhtimal bazı kaba hatları ile onu hatırlatıyor olabilir. Fakat ondan sonra gelen üç-dört asrın bütün mütefennin, mütefekkir ve sanatkâr insanları, eserle verilmek istenen şeyin verilip verilmediğine bakmadan bu sanatı asırlarca alkışlamışlardır…
Hâlbuki Kur’ân, hangi meseleyi ele alırsa alsın, kendi mücerret çizgisi ve üslûbu içinde asla putlaştırmadan, totemleştirmeden müşahhasın kat kat üstünde mücerret fikirlerle o meseleyi öyle sunar ki, sunduğu şeylerin silüeti, anında insanın kendi tahayyül ve tasavvurlarında canlanıverir.
Kur’ân’ın ifadesine ait diğer bir hususiyet de, meseleleri tasvir edip insanlara anlatırken, onları insanın içinde ciddî bir ürperti veya iştiyak hâsıl edecek tarzda anlatmasıdır. Meselâ, kötülüklerden bahsederken, insanda ciddî bir nefret hissi uyandırır. Onun ifadelerinde kötülük mide bulandırıcı, ruhlarda burkuntular hâsıl edici keyfiyetiyle ve tiksindirici mahiyetiyle insanın karşısına çıkıverir.
Yukarıda Hz. Musa’ya benzetilmeye çalışılan heykeli misal verişimiz şundandır: Sanat da, insanın, duygu ve düşüncesini ifade şekillerinden biridir. Sanatkâr, duygu ve düşüncelerini topluma arz ederken, onları sanatla ifade etmeye çalışır. Yani düşündüğü veya eşyada yakaladığı bir güzelliği müşahhaslaştırmak veya mücerret bir çerçevede başkalarına sunmak ister. Ne var ki, bunda her zaman başarılı da olamaz. Çok defa sanat ile toplumun gerçekleri ve güzellikleri paralellik arz etmeyebilir. Ayrıca sanattaki müşahhaslık, putçuluk ve totemcilik gibi toplumun karakterine ve ahlâkına ters bir duruma da yol açabilir.
Sanat, hususiyle de müşahhas şekliyle bir üslûptur, bir tasvirdir; ama o, Kur’ân’ın üslûp ve tasviri karşısında mukayese edilemeyecek ölçüde yaya ve geridir. Zira o, eşyayı tek boyutlu ele alır ve öylece yansıtır. Onda canlılık, hareket ve sürekli farklılık içinde tüllenen güzelliklerden söz etmek mümkün değildir. Kur’ân ise, bunu tam mânâsıyla verebilir, onun verdiği her misalde, anlatmak istediği hususiyetler bütün canlılığıyla tüllenir; tüllenir de, o ifadeler zaman ve mekânın tek boyutlu sınırlarında törpülenmez, solmaz…
Bir diğer husus da şudur: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, maksadını ifade ederken, çok veciz bir şekilde ve her şeyi kısa birkaç cümle veya bir-iki kelime içinde başarıyla anlatır. Öyle ki, o maksadı ifade etmek için, seçtiği kelimelerden başka kelimelerle o maksadı anlatmaya imkân yoktur. İnsan, onun birkaç cümlesi içinde, başka kitaplarda bulamadığı renginlik ve zenginlik karşısında kendinden geçer.
Kur’ân, geçmiş peygamberleri, o peygamberlerin kavimlerini, yerleriyle-yurtlarıyla dile getirirken veya oralarda yaşamış insanları arz ederken, “o milletler nasıl milletlerdi, yaşayışları, duygu ve düşünceleri, takip ettikleri hayat düsturları nelerdi, medeniyette hangi seviyeye ulaşmışlardı?” bütün bunları iki-üç cümleden ibaret olan bir âyet içinde bulmak mümkündür. Üstelik onun tasvirlerinde, her cemaati, kendi hususiyet ve karakteriyle diğerlerinden ayırmak da fevkalâde kolay ve rahattır. Bunların misallerini ve Kur’ân’ın bediî üslûbunu ileride göstermeyi düşünüyoruz.
Genel bir yaklaşım olarak şimdiye kadar, Kur’ân’ın tasvir gücü, kendine has üslûbu ve beşer tasavvurunu aşan zenginliğini arz etmeye çalıştık. Bu arada insan ve insan cemaatlerinin Kur’ân’ın eşsiz ifadelerinde nasıl yorumlandığını gördük.. gördük ve bildik ki, Kur’ân’ın harikulâde bir tasvir gücü ve ifade zenginliği var. Geçmiş zamanın bütün hâdise ve meseleleri, belli resimlere sıkıştırılmış olarak Kur’ân’da olağanüstü bir hâl alır. Öyle ki, değişik milletler, kendi karakterleriyle okuyucunun hayalinden resmigeçit yapıyor gibi dizi dizi gelir geçer. Hz. Lut (aleyhisselâm) kavminin, insanı tiksindiren ahlâksızlığı.. Hz. Şuayb’ın (aleyhisselâm) cemaati Eyke ahalisinin ticarî ahlâksızlığı, murabaha ve spekülasyonları, halkı aldatan tabiatları.. Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) o hilekâr karaktere sahip muhatapları.. evet, bütün bu topluluklar, Kur’ân’ın âyet ve sûrelerinde bütün figür ve figüranlarıyla sıra sıra karşımıza dikilirler.
Kur’ân bu tabloları nazara verirken, insan artık bunlardaki teferruatı anlamada hiçbir şeye ihtiyaç hissetmez. Kelimelerdeki renk öyle seçilmiş, perdedeki ışıklar öylesine ayarlanmıştır ki, insan âdeta kendini bir piyes sahnesinde hissediyor gibi olur; bakmaya ve seyretmeye doyamadığı bir sahnede…
Kur’ân’daki toplum ve millet karakterlerini incelerken, çok defa karşımıza belli bir kısım şahsiyet ve tipler de çıkmaktadır ki, Kur’ân konuşup tasvir ederken, daima bu tip karakterleri nazarlarımıza arz eder. Bunlar bazen bir nebi olabildiği gibi, onlara intisap etmiş ümmetlerden herhangi biri de olabilir. İsterseniz şimdi –Allah’ın inayetiyle– Kur’ân’da tebellür edip, hususiyet arz eden birkaç insan tipi ve karakteri üzerinde durmaya çalışalım:
Meselâ Kur’ân, İsrailoğullarını anlatırken, bu cemaatin zimamdarı olan Hz. Musa’yı (aleyhisselâm) da resmederek bize sunar.. ve onu en temel karakteriyle bizimle konuşturur. Kur’ân’ın ifadelerinden, Hz. Musa’nın nasıl bir insan ve nasıl bir peygamber olduğunu anlamak mümkündür. Yüz hatları tamamen olmasa da nasıl bir fizikî yapıya sahip bulunduğu kıyafetname mülâhazalarıyla insanın gözünde âdeta canlanıverir.
Evet, bu ifadelerde, psikolojik yapısı, içtimaî hayattaki darbeleri, yapıcı ve birleştirici karakteri, büyük inşa gücü, daima ihtilallere, içtimaî hareketlere sebebiyet veren bir kısım kimseleri terbiye ve irşad etmesindeki dirayet ve kiyasetiyle Hz. Musa’yı bulmak ve tanımak mümkündür. Hatta Kur’ân’ın tasvirinde, onun pazularını ve adelî gücünün nasıl olduğunu dahi yakalayabilirsiniz. Yüzünün hatlarını, bakışlarını, bakışlarındaki derinliği, sakalının yapısını, ona ait hemen her şeyi tasavvur etmek mümkündür. Kur’ân, işte her şeyi böylesine canlı ve zihinlerde kalıcı olarak arz eder.
Kur’ân bunları yaparken “Hz. Musa” diyerek bir başlık atmıyor. O, aynı anda yüzlerce şahsı birden nazara veriyor. Aksi hâlde sadece Hz. Musa’yı anlatmak için bile sayfalar yetmeyecektir. Oysa Kur’ân, pek çok kimseyi temel hususiyetiyle arz ederken Hz. Musa’yı da zaman zaman görüntüye alır, değişik konuşmalar, hareketler ve hamlelerle bir başka buudda onun da silüetini nazara verir ve yüzlerce hâdise, yüzlerce şahıs dile getirilirken herhangi bir kargaşa ve anlaşmazlığa sebebiyet vermeden, çok rahatlıkla dilediği tipi, arzu ettiği karakteri insanın duygularının içine akıtıverir. Üstelik de her hâdiseyi aynı tatlılık, aynı renklilik ve aynı canlılık içinde ele alarak…
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, Hz. İbrahim’i anlatır. Anlatma değil, onu öyle tablolaştırır ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) asırlar sonra bu ifadelere bakarak “İşte ben, peygamberler içinde bu zata benzemekteyim.”1 buyurur.
Evet, mesele o kadar açık ve nettir. Bu şahıs tipi öylesine ince teferruatıyla ortaya konmuş ve onun resmi o denli engin bir vuzuhla çizilmiştir ki, Nebiler Sultanı âdeta ona bakıyor ve beraberindekilere şöyle diyor: “Şu gördüğümüz resim var ya, işte ruhuyla, hâliyle, karakter ve içyapısıyla ben ona benziyorum.”
Peygamber Efendimiz bunu derken sahabe de Kur’ân’dan Hz. İbrahim’e ait karakteri çok iyi yakalamış olacak ki, bu beyanı tasviple karşılıyor. Eğer onlar, Efendiler Efendisi’nin sözündeki tasviri kavramamış olsalardı, herhâlde bu sözden hiçbir şey anlamayacaklardı. Ama onlar, âyât-ı Kur’âniye’nin açık tasviri sayesinde bunu çok iyi anlamışlardı. Hem öyle anlamışlardı ki, yeni bir şey deme lüzumunu duymamışlardı.
Eğer bizler de Kur’ân’ı onların anladığı gibi anlayabilseydik, başka söz söylemeye hacet kalmayacaktı. Evet, o zaman hemen herkesi, elinde Kur’ân, Mevlâ-i Müteâl’in huzurunda ona teveccüh etmiş ve kendinden geçmiş bir hâlde görecektik. Tabiî bu arada, bütün ilim ve teknik mahfillerinin Kur’ân’ı aziz tuttuğunu, her meselede evvelâ ona müracaat ederek teberrük ve teyemmünde bulunduklarını da müşâhede edecektik.
Evet, Kur’ân büyük Nebi Hz. Yusuf ve Hz. Süleyman’ı (aleyhimesselâm) anlatırken nasıl bütün hususiyetleriyle onları sahneye koyuyor, Firavun misali tipleri anlatırken de aynı şeyi yapıyor. Yani hususî ve umumî karakterlerin tablolarını çizip, onları öyle bir ortaya koyuyor ki, bununla modern tasvir sanatının varamadığı ufukları çok çok aşıyor. Aslında ne klasik ne de modern tasvirin, Kur’ân’ın ufkuna ulaşması mümkün değildir. Çünkü Kur’ân, Allah’ın sonsuz ilminden gelmiştir. Bu kaynak öyle engin, öyle derindir ki, seneler ve seneler hiç durmadan çağlayıp dursa ve vâridâtını sergilese yine tükenmeyecek, yine bitmeyecektir!
Kur’ân, mürai bir tipi nazara verirken, çevrenizde tanıdığınız ne kadar mürai varsa, anında hepsi birden kafa ve hayalinizde canlanıverir. Müttakî, alımlı, ülü’l-azm bir tipi tasvir edince de onu hemen önünüzde görüyor gibi olursunuz; olur da önünde serfürû edecek bir tavır takınırsınız.
Şunu ifade etmek yerinde olur: Kur’ân, gerek umumî ve gerekse hususî karakterleri tasvir ederken, çizgilerde, hatlarda, ışık ve kostümlerde, ciddî bir âhenge ulaşan mükemmel bir sahne meydana getirir. Bu sahnede her şey tastamam, tablo alabildiğine canlı, oyun son derece tatlı ve rengârenktir. Artık her şey, bu canlı ve renkli sahneyi seyredip yorumlayacak okuyucu ve müşâhedecilere kalmıştır. Onlar da aynı tazelik ve canlılık içinde, arz edilen sahneyle bütünleşebilirse, bütün masraf ve gayretlere değmiş, maksat da hâsıl olmuş olur. İşte sahabenin Kur’ân ve Sahib-i Kur’ân’ı anlaması bu ölçüde idi.!
İnşâallah önümüzdeki bölümlerde, farklı karakterler üzerinde duracak ve Kur’ân’ın tasvir gücünü temaşaya devam edeceğiz.
A. Kur’ân’da Karakteri Deşifre Edilen Kavimlerden: Nuh Kavmi
Kur’ân, geçmiş kavim ve milletleri arz ederken, her toplumu kendi hususiyet ve karakteriyle arz eder. Öyle ki, onun bu husustaki belirleyiciliği sayesinde bir cemaati bütün ahvaliyle kolayca diğerlerinden ayırabilirsiniz. Şayet Kur’ân’ın âyetleri bu mülâhaza ile takip edilebilse, bir kısım toplumların temel karakterleri üzerinde hassasiyetle durulduğu görülecektir. Bu toplumlar, içinde rehberleri, öncüleri, suiistimal edilmiş veya edilmemiş sanat ruhuyla tarihleşmiş insanlarıyla bir bir belirir gözünüzün önünde.
Muhteşem binalar, debdebe içindeki hayatlarıyla tevehhüm-i ebediyet soluklayanlar.. ve görkemli âbideler, ebediyet duygularını izhar eden ve ebedden başka bir şeye razı olmayan gönüller ve ruhlar görür gibi olursunuz!
Kur’ân’da her peygamberin ümmeti ayrı ayrıdır. Kur’ân baştan sona gözden geçirilince, onun yüzlerce, binlerce cemaati gözler önüne serdiği görülür. Evet o, farklı bir üslûpla Hz. Âdem’den günümüze kadar yaşamış bütün toplumları, bütün fertleri karakterleriyle öyle bir resmeder ki, kendinizi onların içinde sanırsınız. Tabiî bütün bu cemaatleri, bu fertleri, böyle dar bir mevzu içinde anlatmaya imkân yoktur. Biz burada sadece Hud ve Şuarâ sûrelerinden, maksadı ifade sadedinde, bir kısım âyetleri dönüşümlü olarak serdetmekle iktifa edeceğiz. Şöyle buyrulur Şuarâ sûresindeki bir âyette: “Sizden bu (tebliğ vazifesi)ne karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız Âlemlerin Rabbi’ne aittir.”2
Bilhassa Ramazan teravihlerinde hemen hepimizin duya duya âşinâ olduğu âyetler arasındadır bu âyet. Şuarâ sûresinde, bilhassa peygamberlerin sergüzeşt-i hayatları, mücadeleleri, mesajlarının ruhu ve onların istikamet üzere olan yaşayışları anlatılır.
Bunun yanında yer yer cemaatlerin, kabile ve kavimlerin durumları da ele alınır. Zikri geçen bütün peygamberlerin risalet vazifesi karşısında takındıkları müşterek bir tavır olarak bazı âyetler birçok defa tekrar edilir; edilir fakat her defasında ayrı ayrı hususlara dikkat çekilir. Bir yönüyle huy ve tabiatları birbirine benzeyen kavimleri dile getirmek için ilgili âyetler tekrar edilir. Zira küfrün muktezası olarak düşünce ve beyanların müşterek bir yanının da bulunması gayet tabiîdir.
Evet, Hz. Âdem devrinde küfür hesabına söylenen öyle sözler vardır ki, bu devirde de onları duymak mümkündür. Mütegalliplerin, mutasallıtların küfür hesabına söyledikleri, hatta medya ile topluma mâl ettikleri öyle şeyler işitiriz ki, imkân olsa da tarih öncesi kavimlerin küfür dolu hissiyatlarıyla bunları karşılaştırabilseydik, aynı şeyleri duyacaktık.
Ne var ki, bir de bunların ayrı ve birbirinden çok farklı yanları vardır ki, bu yönleriyle de tamamen birbirinden tefrik ve temyiz edilirler. Gelin şimdi şu ifadelerle bunu sezip almaya ve o insanları farklı yönleriyle yakalamaya çalışalım.!
“Nuh kavmi de peygamberleri tekzip etti.”3
“Kardeşleri Nuh, onlara: ‘Allah’tan korkun ve müttaki olun’ dedi.”4
Yani Hz. Nuh (aleyhisselâm) onlara, “Allah’ın himayesine girin.. kâinatta cari kanunları doğru okuyup değerlendirerek onlardan istifade edin.. hayatınızı, körü körüne değil, şuurlu olarak yaşayın.. sizin için yegâne melce ve mence Allah’tır ve Allah’ın himayesidir. Sakın ola ki, evâmir-i ilâhiyeyi ihmal etmeyin!.” gibi tavsiyelerde bulundu. Ve bu vazifeyi yaparken de: “Sizden herhangi bir ücret talep etmiyorum. Benim ücretim Âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” dedi. Yani “Dûçâr olduğum bütün meşakkatlere ve maruz kaldığım bütün sıkıntılara karşı da sizden herhangi bir ücret ya da mükâfat istemiyorum. Ben, istediğimi yalnızca Allah’tan istiyorum… Evet, rızaya talip bir yürek ve samimiyetle meşbû bir ruh olarak mükâfatımı sadece ve sadece O’ndan istiyorum. Zira Allah’ın rıza ve rıdvanı her şeyden önde gelir. Hatta amellerime terettüp edecek semerelerde bile gözüm yok… Uhrevî semereye gelince, verirse onu da ahirette verecektir…” gibi sıcak ve samimî ifadelerini görürüz Hz. Nuh’un…
Bu esnada onun cemaati de, kendi heva, anlayış ve karakteristik durumuyla karşımıza çıkar. Hz. Nuh’un bu kadar saf, duru, sıcak ve tatlı istekleri karşısında onlar da karakterlerinin sesi ve soluğu olarak şöyle diyeceklerdir: “Arkana hep sıradan kimseler düşmüşken kalkıp sana mı inanacağız!?”5
Böyle bir karşılığın mânâsı şudur: Sana insanların en rezili ve ayak takımı ittiba etmektedir. Yani biz şimdi ayak takımının dinine mi gireceğiz?
O günkü insanların idrak ve kültür seviyeleri ne olursa olsun bunların kalbî ve ruhî hayatları açısından bomboş oldukları bir gerçek. Fikrî ve ilmî boşluğun gereği taassup, küçüklüğün gereği çalım ve caka, düşünce sistemlerinin yetersizliğinin ve tutarsızlığının ifadesi saldırganlık, bunların en mümeyyiz vasıflarıdır. Bu gurur ve kibir dolu yürekler, en ince evsafıyla bu birkaç kelimelik âyette bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Birkaç kelime ama bu kelimeler çok şey ifade etmekte ve o kavmin en bariz huy ve karakterini ortaya koymaktadır.
Biz bu kavmin en bariz yanlarını, Kur’ân’ın âyetlerinde okumaya çalışacağız:
Nuh kavmi, Hz. Nuh’un onca samimî gayretlerine rağmen imana geleceğe benzemiyordu. Şirk ve küfür, ruhlarında kökleşmiş hatta onların örf ve âdetlerini bile kendi tesirine almıştı. Bu yüzden gönlü vazife şuuruyla şahlanmış bu yüce insana karşı onun en hâlisâne davetlerine, çırpınmalarına rağmen başkaldıracaklardı. Hatta yer yer olabildiğine küstahça bir tavırla onun karşısına dikilip şöyle diyeceklerdi: “Ey Nuh! Bu dediğinden vazgeçmezsen, mutlaka (recmedilip) taşlananlardan olacaksın.”6
Evet, “Tıpkı zina yapmış, recme maruz kalmış suçlu bir insan gibi taşlarız seni!” diyorlardı. İfadeden anlaşıldığına göre, olabildiğine mütegallip bu cemaat, karşılarındaki bu gönlü kırık, arkasında kendine iman etmiş ciddî bir cemaati bulunmayan bu Nebi’ye apaçık meydan okuyorlardı. İhtimal, bunların bütün köy ve kasabalarında küfür ve putperestlik hükümferma idi.
Başka bir âyette ele alındığı gibi peygamberin bütün ceht ve gayretine rağmen, gönüllerinde zerre miktar bir erime, yumuşama ve uyanma olmayan bu putperest cemaat, küfür ve inat içinde kaba bir tabiat sergileyerek şöyle demişlerdi:قَالُوا يَا نُوحُ قَدْ جَادَلْتَنَا فَأَكْثَرْتَ جِدَالَنَا فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَۤا إِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِقِينَ “Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin. Üstelik bunda da çok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen haydi bizi tehdit ettiğin şeyi getiriver.”7
Kabalığa bakın ki, “cihad ettin, emr-i bi’l-mâruf yaptın.” demiyorlar da, “cidal ettin, diyalektik yaptın, polemiğe girdin” diyorlar.. evet, “Hakk’ı anlattın, doğru olanın dellalı oldun” demiyor da, “cedel yaparak bizi iğfal etmek istedin” demeye getiriyorlar. Dahası فَأَكْثَرْتَ جِدَالَنَا sözleriyle, “bütün dehanı, cehd ve gayretini cidal yapma mevzuunda kullandın” deme saygısızlığında bulunuyorlardı.
Tabiat ve karakteriyle muannit bir cemaatin, iç âlemini ifade bakımından ne mânidar! Ahiretten bahsediyorsun, Allah’ın huzuruna çıkıp hesap vermeden söz ediyorsun, inanılmadığı takdirde başa gelecek belâ ve musibetlerden bahisler açıyorsun; onlarsa “Doğru söylüyor isen şayet, getir de görelim bu musibeti?” diyorlar. Demek ki, bunlar Allah’a da, peygamberlere de, ahirete de inanmıyorlar.
Biz bütün bunları, yukarıdaki şu bir-iki kelimelik âyetten anlıyoruz. Öyle ki, burada bir devir ve bir cemaatin, o muannit, o münkir, o küstah karakterinin nasıl tablolaştığını görmek mümkün. Tabiî bütün bunların karşısında da, Hakk’a ilticaı رَبِّ إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Rabbim, ben (zâhiren) yenik düştüm bana yardım et!” sözüyle sızlanan bir peygamber vardır.
Şimdi bir de Kamer sûre-i celilesine intikal ederek birkaç âyet ile bu hususun nasıl tasvir edildiğini görmeye çalışalım. Burada da Hz. Nuh’un mağlup bir eda ile sızlanışı dile getirilir: فَدَعَا رَبَّهُۤ أَنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Bunun üzerine Rabbine ‘Rabbim, ben yenik düştüm, yardım et (Allahım!)’ diye yakarışta bulundu.”8
Şu inilti ve sızlanış içinde bir peygamberin, kendisini dinlemeyen, emir ve nehiylerden ibaret olan mesajlarına kulak tıkayan bir cemaat karşısında nasıl dilgir olduğunu, nasıl yanıp yakıldığını görmek mümkündür.
Evet, dua etti ve “Mağlubum Allahım!” dedi. Böyle bir durumda başka ne yapılabilirdi ki? Kadavralar gibi kaskatı kesilmiş ruhsuz bir cemaat vardı karşısında. Bazen kadavralarda bile insanın yüzüne bakarken yumuşak bir mânâ bulunabilir, ama bu cemaatte asla.. bu cemaat, granitler kadar sert ve cemadat kadar da ruhsuz idi. Ünsten de, ünsiyetten de fevkalâde uzak ve buz gibi bir hâlleri vardı. Bu yüzden Mevlâ-i Müteâl, Hz. Nuh’un o samimî ve içten iniltisine icabet buyurdu: “Biz de boşalan bir su ile göğün kapılarını açtık.”9
Yani hayrın, bereketin geldiği semadan artık onların başlarına sağanak sağanak belâlar indirdik. Rahmet belâya dönüştü ve sular ayn-ı belâ oldu. Toprak belâ ile gerindi ve belâ püskürdü.. ve tabiî böyle bir noktaya doğru gidilirken Hz. Nuh da duyguda, düşüncede kurtuluşa ermiş olanların, dünyevî necatlarına vesile olacak gemiyi hazırlıyor, diğerleri ise, yer yer Hz. Nuh’la dalga geçmek için onun yanına uğruyor ve kendilerince onunla alay ediyorlardı.
“Gözlerimizin önünde ve vahyimiz gereğince gemiyi yap ve zulmedenler hakkında Bana hitap etme (onların kurtuluşu için Bana yalvarma); artık onlar mutlaka boğulacaklardır.”10
O güne kadar böyle bir geminin bilinmediğini Kur’ân’ın bu âyetinden istinbat edebiliriz. Zira Allah (celle celâluhu) “Bizim gözetimimizde” buyuruyor. Yani “Bizim gözetimimiz ve nezaretimiz altında bir vapur yap. Bu vapurun plan ve projesini hazırlayacak olan da Biziz. Çünkü yapılacak olan bu gemi, sadece denizlerde yüzdürmek için değil, belki küre-i arzın bütününü veya mühim bir bölümünü su kapladığı zaman, sizi sahil-i selâmete çıkaracak, Cûdi-i emniyete götürecek bir vapur olması lazımdır. Bu yüzden de bizzat nezaretimiz altında yapılmalıdır.”
O güne kadar böyle bir şey görmeyen Hz. Nuh’un kavmi fevç fevç geminin yapıldığı yere uğruyor, Hz. Nuh’la (aleyhisselâm) akılları sıra alay etmeye çalışıyorlardı; çalışıyor da işin ciddiyetini hâlâ anlamış görünmüyorlardı.
Ve böyle bir cemaate karşı, işin gayretullaha dokunması; dokunup da yerlerin sularını fışkırtması, semanın bütün sularını yere indirmesi, Cenâb-ı Allah’ın kendi peygamberine, ona inananlarla beraber necat ve selâmete giden yolu göstermesi… Evet, bütün bunlar öyle cazip bir üslûpla anlatılır ki, üstüne üslûp olmaz. İlâhî beyan, mebdei ve müntehası ile yığın yığın vak’ayı birkaç âyetle anlatır ama anlatılanlar mücelletlere sığmaz.
Evet, bu küfran cemaatinin yıllarca süren serkeşliğini anlatmak, mücadelelerle dopdolu bir peygamber hayatını aksettirmek, her iki kesimin de mimik ve davranışlarına kadar en ince ruh hâllerini ve çizgilerini üç-beş âyet gibi kısa cümleciklerle arz etmek, Kur’ân’dan başkasına nasip olmayan bir hususiyettir.
B. Hz. Nuh’tan Hz. Hud’a Uzanan Mücadele Geleneği
Hz. Nuh’un kavmiyle olan mücadelesini ve kavminin ona karşı giriştiği temerrüt hareketini, Hz. Hud’un kavminde de aynen müşâhede etmekteyiz. İki inanmış insan, iki büyük nebi.. ve iki azgın cemaat… Şuarâ sûresinde fikren dolaşırken, yer yer o muhteşem binalarıyla beraber hâk ile yeksân olan Âd kavmini görür gibi olur ve ürpeririz.
“Âd (kavmi) de gönderilen peygamberi yalanladı.”11
İfadelerden anlaşıldığı gibi, peygamberlerin hepsinin derdi davası birdi ve hepsi de aynı şeyleri söylüyordu. Evet, onlar insanların, Allah’ın himayesine sığınmalarını, Allah’a karşı saygılı olmalarını ve O’na itaat etmelerini istiyorlardı. Bu vazifeyi yaparken de “İş yaptım, ücretimi verin!” demiyor; aksine, “Biz, hasbeten lillah sizin için koştuk, hasbeten lillah yorulduk, sesimiz soluğumuz kesilinceye kadar sizin için gayret ettik.” diyor ve mükâfatlarını Allah’a bırakıyorlardı.
Hz. Nuh devri artık çok geride kalmıştı; ama benzer bir karakterde bu defa da karşımızda Hz. Hud’un (aleyhisselâm) kavmi Âd vardı. Temelde karakter benzerliği varsa da, Âd kavmi oldukça farklı bir kavimdi. Hz. Nuh’tan sonra uzun yıllar geçmiş, artık umranlar kurulmuş, yeni yeni medeniyetler teessüs etmişti. İhtimal, bu yeni toplumlar için okumalar, yazmalar, bilmeler, ilim ve irfan sahibi olmalar âdiyattan işler hâline gelmişti. Her ne kadar modern tarih, yazıyı belli bir devre ile irtibatlandırsa da, bunu olduğu gibi kabul etme mecburiyetinde değiliz. Zaten insanlığın menşeinin mağara devri gibi muhayyel bir vahşete bağlanması kat’iyen mâkul değildir.
Biz, bu çizgideki tekâmülü temelden reddediyor, mağara devrini, taş devrini, tunç devrini kayd-ı ihtiyatla karşılıyoruz. İhtimal bütün bunlar, dinsiz tekâmülcülerin, dinli ve dinsiz milletlerin tarihine sokuşturdukları eraciften gayr-i makul şeyler ve ilmî bir mesnetleri de söz konusu değil.. zaten böyle bir şeyin aslının olmadığı da bugün bir kısım Batılı münekkitler tarafından ifade edilmekte. Evet, insanlığın yeryüzündeki neş’eti, peygamberlerle başladığı için, beşer tarihinin temelinde vahşet değil, o günün şartlarına göre bir medeniyet söz konusudur.
Hud kavmi deyip sadede dönüyoruz. Allah (celle celâluhu) bu azgın insanlarla alâkalı أَتَبْنُونَ بِكُلِّ رِيعٍ اٰيَةً تَعْبَثُونَ “Siz her tepe üzerinde (gelip geçenleri yanıltmak için) bir işaret yapıp da boş şeylerle mi uğraşıyorsunuz.”12 buyurmaktadır.
O günün medeniyetini, sanatını, düşünce ve gelişme ufkunu göstermesi bakımından bu ifadeler fevkalâde önemlidir. Bu devir, insanlık tarihinde yepyeni bir devirdir. Kaleler, burçlar devri… Tıpkı Cenevizlilerin gittikleri her yerde, en sivri tepelerde kaleler yaptıkları gibi, Âd kavmi de, diğer milletlerden korunmak için burçlar, kaleler yapıyorlardı. Ayrıca, oyun ve eğlence için de benzer binalar inşa ediyorlardı. Kur’ân, بِكُلِّ رِيعٍ اٰيَةً تَعْبَثُونَ “Eğlence yapmak, oyun oynamak için en zirvelerde ve dağların yamaçlarında binalar yapıyorsunuz.”13 Yani, “gördüğünüz her tepeye bir bina konduruyorsunuz” der.
Esasen bu kısacık âyette anlatılan daha başka şeyler de var. Âyetin işaretinden anlıyoruz ki, o gün de saldırgan milletler mevcuttu ve onların saldırganlıklarından korunma yolları araştırılıyor ve o günün şartları içinde, zirvelerde, dağların bağırlarında kaleler, kuleler inşâ ediliyordu. Bunun yanında, cemaatin ayrı bir karakteri daha çıkıyor karşımıza:
وَتَتَّخِذُونَ مَصَانِعَ “Siz, bir de mısna’lar veya masnu’lar yapıyorsunuz.”14
مَصَانِع, sanat mânâsına, مَصْنُوع’un cem’i olabileceği gibi, مِصْنَع’ın cem’i de olabilir. Bu da “Siz sanat eserleri yapıyorsunuz.” demek olur. Fâni olan sözlerinizi, fenâya mahkûm olan hatıralarınızı, sanatla bâkileştirmek istiyorsunuz. Dünyada ebedî kalacak gibi, bakıp bakıp iftihar edebilecek, böbürlenebilecek harika saraylar, âbideler ve bir bakıma sizi putperestliğe götüren sanat eserleri meydana getiriyorsunuz. Öyle ki, bunlarla hep övüneceğinizi ve gölgelerinde hep çalım çakacağınızı zannediyorsunuz…
Önceki bölümlerde Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) putperest kavmini ve Hz. Nuh’a karşı başkaldırışını gördük. Gördük ki, tam dokuz asırlık bir mücadele neticesinde gelinen nokta bir avuç inanan insanın, Hz. Nuh’un kervanına katılmasından ibaret. Evet, işte bu insanlar o kadar inatçı, o kadar küfür ve tuğyan içinde idiler.
Yukarıda ana karakterine kısmen temas ettiğimiz Hz. Hud’un (aleyhisselâm) kavmiyle (Âd) ilgili ifadelerden –Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ifadeleri içine girilebildiği ölçüde– taşları yontma, onlara şekil verme ve dağlara-taşlara ölümsüzlük duygusunu işlemenin mağrur, mütekebbir bir toplumun en bariz hususiyetleri olduğu hissediliyor. Evet, ortaya koydukları eserler, söz ve düşünceleriyle yan yana getirildiğinde görülür ki, bunların sanat ve mimari adına ortaya koydukları şeyler, birer sanat eseri olmaktan daha çok bir başkaldırma ve çalım âbidesi.. evet, Hz. Nuh’un kavmi ile Âd kavmini mukayese ederek ele aldığımızda, arada çok azim bir fark görürüz.
İşte onların söz ve tavırlarından bir kesit:
وَإِذَا بَطَشْتُمْ بَطَشْتُمْ جَبَّارِينَ “Siz (insanları) derdest edip yakaladığınız zaman zorbalar gibi yakalıyorsunuz.”15 Yani siz putperest, eşyaperest olmanın yanında, aynı zamanda hodfuruş, bencil, gaddar ve o kadar da zalim insanlarsınız. Sizin gibi düşünmeyenleri ele geçirdiğiniz zaman cebrin, kahrın en amansızını ve en imansızını onlara tattırıyorsunuz. Baskı, şiddet, zulüm, tabiatınızın bir yanıymışçasına bunları icra ederken asla rahatsızlık da duymuyorsunuz.
Peygamberleri onlara bunları söylerken, onlar da peygamberlerine karşı şöyle diyeceklerdir: “Ey Hud! Bize hiçbir delil getirmedin.. ahirete gidenler dönüp gelmediler ki, ahiretin var olduğuna inanalım. Sonra, bir Allah var dedin. O’nu göstermedin ki, varlığını kabul edelim. Peygamber olduğunu ileri sürdün, buna dair bir alâmet, bir mucize görmedik ki, peygamberliğine inanalım…”
Görüldüğü gibi, ortaya atılan itirazların hepsi de iddia kokuyor ve iptidaî, akılları gözlerine inmiş inkârcıların densiz mazeretleri… Benzer düşünceler az farklı bir üslûpla Efendimiz’e karşı da ifade edilmiştir; günümüzde de ifade ediliyor… “Beraberinde bir melek gelse ya!”16 veyahut “Bu Kur’ân, bu iki şehirden büyük bir adama indirilseydi ya!”17 Evet, bunlar kaba kuvvetin her zamanki hırıltıları…
Kur’ân, o değişik anlayış, hava ve karakteriyle Hz. Hud’un kavmini, muhkem kaleleriyle, baş döndüren âbideleriyle, değişik türden heykel ve putlarıyla tekrar ber tekrar ele alır, zikreder. Hud kavmi, Hz. Nuh kavmine nispeten farklı bir küfür ve farklı bir kâfir tipi sergiler. Evet, sahneye farklı kavimler girince hemen Kur’ân’ın takdim keyfiyeti değişiveriyor.. ve her kavmi, her cemaati, kendine has özellikleriyle arz etmeye başlıyor.
Evet, Kur’ân’da yer alan kavim ve kabilelerin iç dünyalarına inebilsek Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın yaptığı karakter tiplemelerinde öyle bir dil kullandığını göreceğiz ki, beşer, bu kadar az kelâmla, tarihe mal olmuş bu ayrı ayrı toplumları böylesine veciz ifadelerle ortaya koymaya kat’iyen güç yetiremeyecek ve “Bu, Allah kelâmıdır, başka olamaz!” demekten kendini alamayacaktır.
C. Müreffeh Hayatın Azdırdığı Cemaat: Semud Kavmi
Asrın tarihçileri, önceleri Semud kavmini inkâr ediyorlardı. Şimdilerde bir kısım arkeologların yaptıkları kazı ve araştırmalar neticesinde, Semud veya Temud diye adlandırılan, uzun asırlar önce hayat sürmüş bir kavmin var olduğu ortaya çıkarılmıştır ki, bu, Kur’ân-ı Kerim’in haber verdiği Hz. Salih’in kavmi Semud’dan başkası değildir.. ve arkada bıraktıkları kalıntılarla bizlere neler ve neler anlatmaktadırlar.
Düşünce tarzlarından hayat anlayışlarına, sanat telakkilerinden medeniyet seviyelerine kadar karakter ve kaderlerinin dili, tercümanı sayılan eserleri onları da her yanlarıyla ele verecek mahiyette ve nettir. Bunlar, ne zaman yaşamış.. ne kadar hükümran olmuşlar.. ve nasıl hayat sahnesinden silinmişler? Bu hususta beşer tarihi kat’î ve açık bir şey söylemese de Kur’ân en karakteristik yanlarıyla Semud kavmini deşifre edip gözler önüne sermektedir:
“Semud kavmi de gönderilen elçileri yalanladı. Kardeşleri Salih onlara demişti ki: (Allah’ın azabından) korunmaz mısınız? Ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden buna karşı bir ücret de istemiyorum. Benim ücretim yalnız Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.”18
Davet hep aynı; Hakk’a ve Allah’a davet.. öldükten sonra dirilmeye, haşre, hesaba.. ve kitaplara inanmaya davet. Ancak bütün bunlara karşı Semud kavmi de tıpkı selefleri gibi sadece ret ve inkârla mukabelede bulunuyor. Tabiî buna karşılık Hz. Salih de yılmadan onları uyarmaya çalışıyor:
“Siz burada güven içinde mi bırakılacaksınız sanıyorsunuz? Böyle bahçelerde, çeşme başlarında, ekinler ve yumuşak tomurcuklu güzel hurmalıklar arasında? (Güven içinde bırakılacak gibi) dağları yontup evler yapıyorsunuz. Gelin, Allah’tan korkun ve bana itaat edin.”19
Evet, daha önce de olduğu gibi Kur’ân, salih bir peygamberin diliyle Semud kavmini tutuyor, sarsıyor ve: Siz şu ferih fahur yaşadığınız dünyada ilânihâye böyle keyfinize göre kalacağınızı mı zannediyorsunuz, diyor.
Evet, bahçelerin içinde, şakır şakır akan suların başında, her mevsim ayrı bir eda ve üslûpla şakıyan bülbüller arasında, ebedî kalacağınızı mı sanıyorsunuz?
Şimdi söz buraya gelmişken, Kur’ân ile tarihî bilgilerin, bu bölge üzerinde nasıl örtüştüğünü görelim. Osmanlı Tarihi Kronolojisi’ni yazan İsmail Hami Danişmend, aynı zamanda bir İslâm Tarihi Kronolojisi de yazmayı düşünüyordu. Fakat sadece bir medhal (giriş) yazıp gerisini getirmemişti. Merhum Danişmend yazdığı bu girişte, Ceziretü’l-Arap’taki umumî durumu arz ederken uzun uzadıya San’a’dan da bahseder. Ona göre, bir dönem Yemen’den kalkan bir insan, 50-60 derece sıcağın altında, başına güneş vurmadan, ayrı ayrı menzillerde konaklaya konaklaya bağ ve bahçeler arasından ta Şam’a kadar gidebilirdi.
Dikkat edilecek olursa, 60 derecedeki sıcağın kurutup çöl hâline getirdiği bir bölgede bağdan bahçeden bahsedilmesi gayet mânidardır! Hâlbuki bugün buralarda uçsuz bucaksız bir çölden, sık sık rastlanan kum fırtınasından, ölmüş ve kokuşmuş cenazelerden başka bir şey görmek mümkün değildir. Demek ki, arkeoloji ve tarih bu mevzuda Kur’ân’la omuz omuza aynı şeyleri terennüm ediyorlar.
Diğer taraftan, Semud kavminin kurdukları barajlardan da bahsedilmektedir ki, üzerinde durmaya değer. Hususiyle israiliyat türünden yapılan nakillerde mesele uzun uzun anlatılır. Arim barajı veya Kur’ân’da da işaret edilen “İrem”20 barajı, tarihin hafızasındaki en kıymetli mahfuzattandır. Evet, arazilerini sulamak üzere tesis ve günümüzün tekniğine uygun inşa ettikleri barajlar ayrı bir araştırma konusu.
Kadim tarih, bu meşhur barajı anlatırken, onda kademe kademe üç gözün bulunduğunu nakleder. Demek ki, farklı dere ve vadilerden gelen sular evvelâ barajlarda biriktiriliyor; ardından, arazileri sulamak için barajda bulunan üç delikten önce birinci göz açılıyor ve su, önde bulunan havuza aktarılıyor. Buradan da arazilere intikal ettiriliyor. Sonra öndeki havuzda su bitince, bu defa da ikinci gözü açıyorlar ki, böylece su israf edilmeden kullanılıyordu. Fakat biz bu bilgileri doğrudan doğruya Kur’ân’da veya Sünnet’te göremiyoruz. Bunlar, daha ziyade İsrailiyata ait nakillerde mevcuttur. Teferruatı itibarıyla doğru veya yanlış olabilir. Ancak Kur’ân’ın çizdiği şehir ve medenî hayata tıpatıp uyduğunu müşâhede ettiğimizi söyleyebilirim.
Evet, Semud kavmi, o İrem bağ ve bahçeleri gibi yemyeşil bir dünyada ilânihâye kalacağını zannediyordu. Hz. Salih geldi ve onları bu gafletten uyarmaya çalıştı. Onlara şöyle dedi: Üst üste, aşağıya doğru sarkmış hurma salkımlarının altında, meyveli bağ ve bahçeler arasında, başınıza güneş vurmadan, Yemen’den ta Şam’a kadar gelip gittiğiniz o cennetnümûn âlemde sonsuza dek yaşayacağınızı mı sandınız?
Evet, bu ikazları Kur’ân’ın değişik sûrelerinde görmek mümkündür. Ama onlar buna kulak vermediler. Hz. Salih, bütün bunları samimiyet ve ciddiyetle ifade ettiği hâlde onu dinlemediler.
Kur’ân, Yemen’den Şam’a uzanan çizgide hayat süren Semud kavminin ayrı bir karakterini daha ortaya koyar ve onların cismaniyetlerine düşkün, zevklerini arayan bir toplum olduklarını vurgular. “Dağlarda ustalıkla evler yontuyorsunuz.”21 âyetiyle de, farklı yönlerini nazara verir. Onlar, ülkemizde Göreme gibi yerlerde de gördüğümüz üzere, yumuşak taşları maharetli bir sanat anlayışıyla oyarak bina, saray, köşk ve villalar yapıyorlardı. İster sanat güçleri ister bedenî kuvvetleri olsun, onlarda tevehhüm-i ebediyeti bir hayli geliştirmişti. Bu duygu da onları bitip tükenme bilmeyen arzuların içinde dolaştırıyordu ki, yapılan resmî kazılar, korkunç bir hırs ve ebediyet tutkusuyla oyulmuş taşları ve taşlar üzerine büyük titizlikle yapılan işlemeleriyle bu insanların duygu, tutku ve karakterlerini ortaya koymaktadır.
Evet, Semud kavmi de diğerleri gibi, kendine has farklı bir karakter sergiler. Kayaları oyan bu kavmin imtihanı, kayadan çıkan bir deve ile gerçekleşir. Devenin kesilmesi, başlarına bir kısım musibetlerin gelmesi, sonra yerle bir edilmeleri onların serencamelerinden sadece birkaç kesittir ki, Kur’ân bunları şöyle hulâsa eder: “Dediler ki: Sen iyiden iyiye büyülenmişlerdensin.”22
Bu sözü, ilgili başka âyetlerden alacağımız mefhumlarla bir arada mütalaa ettiğimizde, şöyle dediklerini söyleyebiliriz: “Ey Salih! Sen, bundan evvel akıllıydın; senin hakkında bazı ümitlerimiz vardı. Sana, bir şeyler yapacak nazarıyla bakıyorduk. Seni aklı, dirayeti, kiyaseti olan bir kimse biliyorduk. Sen ise şimdi kalkmış, babalarımızın taptığı putlardan bizi alıkoymak, vazgeçirmek istiyorsun.”
Bu şekildeki karşılık, onların bir başka boşluğunu da ele veriyordu. Demek ki, o güne kadar puta tapma ve putperestlik onların gönüllerinde iyiden iyiye rüsuh bulmuş, kökleşmiş ve âdeta din hâline gelmişti. Hatırlanacağı gibi, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bu kabîl şeylerle karşılaşmıştı.
Bütün bunlardan şöyle bir neticeye varmak mümkündür: Hz. Salih (aleyhisselâm) devrinde küfür tamamıyla formülleşmiş, hakkında kanunlar vaz’edilmiş, vazgeçilemez ve ihlal edilemez bir sistem hâline gelmişti. Yani her türlüsüyle küfür, bir kısım isimler altında, sosyal değerler hâlinde hükümferma idi.
Vak’anın gerisi malumdur. Mucizeye karşı çıkma, dokunmama sözü alınan devenin boğazlanması, gazab-ı ilâhînin üzerlerine gelmesi ve neticede hâk ile yeksân olmaları… Bütün bunları Kur’ân’da mütalaa ederken, Hz. Salih kavmini, karakteristik yanlarıyla ve bütün nankörlükleriyle, hatta figürleriyle önümüzde resmigeçit yapıyorlar gibi görürüz.
D. Kur’ân’da Şahsiyet Karakterleri
1. Hz. İbrahim ve Karakteri
Önceki bölümlerde, Kur’ân’ın karakterler üzerinde yaptığı umumî tahliller üzerinde durmuş, gerek şahsiyet ve gerekse cemiyet, kavim ve millet karakterlerine kuşbakışı bir göz atmıştık. Yukarıda arz edildiği üzere Kur’ân, bir kısım şahsiyet ve kavimlerin tarihî serencamelerini verirken, satır aralarında da onların karakterlerini deşifre edecek hususlara işaret etmektedir. İşte bu ve bundan sonraki bölümlerde mevzu bütünlüğünü bozmadan, Kur’ân’ın resmettiği bazı şahsiyet ve karakterler üzerinde duracağız.
Önce, Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadesinde mütevekkil, halim selim, bağrı yanık ve sabırlı insan olarak da yer alan Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) hususî karakterini Kur’ân’ın nasıl ele aldığını görelim.
Kur’ân, Hz. İbrahim’e çok yer ayırmıştır. Zira o, bir dönem itibarıyla nebilerin babasıdır. Evet o, bir yönüyle Hz. İshak’la bütün Benî İsrail peygamberlerinin, bir yönüyle de Hz. İsmail tarafından İnsanlığın İftihar Tablosu Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) babası sayılmaktadır.
Evet, Kur’ân’da uzun bahislere konu olur Hz. İbrahim.. tabiî dünya kadar yerde de satır aralarında. Hz. İbrahim’in çocukluğu, Nemrutların, mütegallip ve mütekebbirlerin şerlerinden korunması için mağarada geçer. Aslında bir ölçüde bütün peygamberler için de aynı şeyler söz konusudur. Hz. Hud, dünyaya geldiği zaman herhâlde emniyet altında değildi.. Hz. Salih, Hz. Lut da tabiî…
İlâhî hikmet gereği, nasıl Hz. Musa’nın doğumu gizlenmiş; onun gibi Hz. İbrahim de bir mağarada gizliden gizliye neş’et etmişti. Ve bir mağara terbiyesinde yetişen Hz. İbrahim’deki hilim, sabır ve teenni, dillere destan ve arkadan gelenlere de örnek olacak mahiyetteydi. Bu mağara hayatındaki derûnîlik, alır onu melekûtî temâşâya yükseltir ve bir peygamber fetaneti çerçevesinde, başkaları için fitne olmuş semaları doğru okumaya yöneltir. Yıldızlara, aya, güneşe bakar. Evet, kâinatın bir yaratıcısı olması lazım geldiği mülahazasıyla, çevresini irşad etme arayışına girer.
Gözüne evvelâ semanın yıldızları ilişir. Ancak, onların ufûl edip gittiğini görünce (ifadenin hedefi, muhatapları) şöyle der: “Ben, batıp gidenleri sevmem.”23 Yani, böylelerine gönül veremem. Benim gibi batan ve ufûl eden şeyler, benim dertlerime derman olmaz. Ben, sonsuz dertler, nihayetsiz arzu ve iştiyaklar içindeyim. Benim, bütün bunlara çare olabilecek, ebediyete olan susuzluğumu giderebilecek ve gücümü aşan, batmayan, solmayan, hiçbir zaman yok olmayan bir güce ihtiyacım var. Bu yüzden yıldızlar benim Rabbim olamaz.
Hz. İbrahim, o günün umumî efkârına hâkim olan bir küfrü yıkmak için böyle konuşmaktadır.
Sonra aya yönelir Hz. İbrahim. Derken onun da batıp gittiğini görünce: “Rabbim hidayet etmezse ben de diğerleri gibi sapıtırım, dalâlet içinde yüzenlerden olurum.”24 der.
Ve arkasından, o her gün ayrı bir büyü ile doğan güneşi görür. Ona takıldığı üslûbuyla konuşur. Nihayet yıldızperestlerin bu en parlak saneminin de batıp gittiğini, dolayısıyla da ilâh olamayacağını: “Doğrusu ben, hanîf olarak yüzümü, yeri ve gökleri Yaratan (Allah)’a çevirdim. Ben, asla müşriklerden değilim.”25 sözleriyle ilan eder.
Evet, artık o, mülâhazayı gökleri ve yeri yaratıp ayı, güneşi nizama koyan ve yıldızları âhenk içinde hareket ettiren Mevlâ-i Müteâl’e getirmiş olma esprisiyle yıkılacakları yıkmış, aya, güneşe ve yıldızlara tapanların seslerini kesmiştir. Hz. İbrahim’in kavmiyle arasında geçenleri anlatan başka âyetlere müracaat ettiğimizde de, onu hep putlara, putperestliğe, küfre ve tağutlara başkaldıran karakteriyle görürüz; görür ve onun yıldızlar, ay ve güneş karşısındaki tavrı ve söyledikleriyle, gök cisimlerine tapan putperest kavmine bir ders vermek istediği neticesine varırız.
Bir başka gün kavmi onu kıra gitmeye davet eder. O ise, hastalık bahanesiyle gitmez. “Yıldızlara bir göz attı: ‘Ben hastayım!’ dedi.”26 âyetleri, onun yıldızlara bakıp “Hastayım” dediğini; devam eden âyetler de (90-93), kavmi ayrılıp gidince, oradaki büyük put hariç, bütün putları kırıp sonra da kavmine bir ders vermek maksadıyla kenara çekilip beklemeye durduğunu ifade ederler. Kavmi kırdan dönünce, putlara yapılanları görüp dehşete kapılırlar. Öfke ile birbirlerine, “Kim yaptı, hangi zalim putları bu hâle soktu?” diye söylenirken, içlerinden bazıları tarafından Hz. İbrahim suçlu görülerek insanların bulunduğu meydana getirilir. “Bunları sen mi yaptın ey İbrahim?” derler. O ise, bir nebiye yakışır vakar ve ciddiyet içinde: “Belki o yapmıştır.. işte büyük put da şurada, sorun ona, gücü yetiyorsa söylesin!”27 deyiverir.
Bu kısacık cümle öyle hikmet ve hüccetlerle bezenmiş bir “sehl-i mümteni”dir ki, insan aklı bütün mantık oyunlarını kullanarak, putların mâbud olamayacaklarını ifade için ne söylerse söylesin, yine de bu kısa cümlecikte şu iki beyan kadar veciz olmayacaktır.
Evet, daha başta “İhtimal o yaptı; işte büyük put da şurada!”28 mânâsına بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هٰذَا der ki, bu sözün haddizatında yalana da ihtimali vardır. Ancak nebi ağzından yalanın zuhuru söz konusu değildir. Evet, bir nebiye yalan isnat etmenin vebali ağırdır. Bu yüzden de bu sözü târiz-i kelâm olarak görmek daha uygundur.
Aslında, Hz. İbrahim’e ait üç târiz-i kelâm olduğu öteden beri bilinmektedir. Peygamberlerin ismetini nazara almayan bir kısım müsteşrik mantıklı kimseler, bu târizler hakkında ileri geri söz sarfetmişlerdir ama muhakkikînce, hep arz edeceğim mahmil ve daha başka yorumlar üzerinde durulmuştur.
Şimdi, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) karakter ve ismetini anlatırken, ona isnat edilen bu üç yalandan, daha doğrusu üç târizden bahsetmek uygun olacaktır. Bir peygamberin yalan söylemesi, onun ismetine ve güvenilirliğine zıttır. Evet, “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir.” ve imanla meşbû sinelerde de kat’iyen barınamaz.
Bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz: “İbrahim, (bütün hayatı boyunca) üç kezibde bulundu.”29 buyururlar. Buradaki “kezib” yalan anlamına gelebileceği gibi, “târiz” mânâsına hamledilmesi de mümkündür. Gerçi bu mânâyı, lügat açısından söylememiz tekellüflü görülebilir. Ama neticede anlatılmak istenen, mânâ bakımından yerindedir. Zaten mevzuu izah esnasında bu husus açıkça da görülecektir.
İfadeye çok dikkat etmek gerekir. Evet, Hz. İbrahim için “Yalan söyledi” denemeyeceği gibi, “kezib” tabiri de lügat mânâsı kastedilerek söylenemez. Bunlar ilk bakışta hilâf-ı vâki gibi göründüğü hâlde, biraz dikkat edilince vâkıa mutabık sözler olduğu anlaşılacaktır ki, biz bu gibi sözlere “târiz” diyoruz.
Şimdi bu hususu biraz daha açalım: Yalanın cereyan zeminlerinden biri de hiç şüphesiz mizahtır. Efendimiz de mizah yapmıştır ama O’nun kullandığı malzeme hep doğru beyan türünden olmuştur. Meselâ, Hz. Enes’e “Ey iki kulaklı!”30 demiştir ki, zaten Enes’in (radıyallâhu anh) iki kulağı vardı.
Bir başka defa yanına gelen bir kadına “Ey kocasının gözünde ak bulunan!” deyince, kadın; “Yâ Resûlallah, benim kocamın gözünde ak yok!” karşılığını vermiş, Allah Resûlü de “Her insanın gözünde ak olur.”31 diyerek, latif bir latifede bulunduğunu ortaya koymuştu.
Yine yaşlı bir kadının: “Yâ Resûlallah! Dua et Cennet’e gireyim.” isteğine karşılık, Allah Resûlü, latîfe üslûbuyla “Yaşlılar Cennet’e giremez!” buyurur. Kadıncağız, bu sözdeki espriyi anlayamaz ve üzülür.. tam ayrılacağı sırada Efendimiz, sözündeki nükteyi izah ederek, bu defa da onu sevindirir: “Yaşlılar, Cennet’e yaşlı olarak girmeyecek, genç olarak girecekler.”32
Evet, peygamberler, espri yaparken dahi kullandığı malzemeye çok dikkat ederler. Zira onlar bulundukları makamın, şaka dahi olsa yalana tahammülü olmadığının farkındadırlar. Evet, onlar, insanların önünde ve bütün hareketleriyle örnek olma mevkiindedirler. Onların söylediği şaka dahi olsa, onun içinde “hilâf-ı vâki” bir söz, diğer insanlara yalanın ciddîsini söylemeye cesaret verir ki, bir peygamber için, böyle kötü örnek olmak asla söz konusu değildir.
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), doğuştan hanîf ve put düşmanıdır. Henüz peygamber olarak vazifelendirilmediği devrede bile o, hep putlarla ve putçulukla mücadele etmişti.. ve işte bir gün, bu duygu ve bu düşünce ile idi ki kendi kendine bütün putları kırıp geçirmeye karar vermişti. Ardından da düşündüklerini yapmaya koyulmuştu.
O günün inanç ve âdetlerinden biri de, hâdiseleri değerlendirmek için yıldızlara bakıp onların değişik münasebetlerinden değişik hükümler çıkarmaktı. Zira o günün telakkisine göre ilâhlar, gökte ve yıldızlar arasındaydı. Kâinatta hâkim güçler de, onların düşüncesine göre yine yıldızlardı.
İşte bir keresinde Hz. İbrahim (aleyhisselâm) da, devrin telakkisine göre yıldızlara baktı.. tabiî bu bakış sadece, oradakileri iknaya mâtuftu ve esas düşüncesini tahakkuk ettirebilmek içindi. Yoksa Hz. İbrahim, asla kavim ve kabilesi gibi düşünüyor değildi. Yıldızlara baktıktan sonra “Ben hastayım!”33 mânâsına إِنِّي سَقِيمٌ dedi. Bu, onun birinci târizidir. Nasıl ve niçinini ileride izah edeceğiz.
Onun ikinci târizi de, putları kırma ile alâkalı cereyan etmişti ki, bir baltayla putları kırdı ve sonra baltayı en büyük putun boynuna astı. Kendisine “İlâhlarımıza bu işi kim yaptı?” diye sorulunca da, büyük putu gösterip, “Belki o yapmıştır! Büyükleri o, ona sorun!” dedi.34
Üçüncü târize gelince, o bizzat Kur’ân’da zikredilmez. Bir münasebetle hanımına: “Sana kim olduğun sorulunca, benim kızkardeşim olduğunu söyle.”35 buyurmuştu.
Evet, işte Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) söylediği üç târiz bunlardan ibarettir. Şimdi bu hâdiseleri biraz daha açarak o zatın ismetini bir de hâdiselerin gerçek çehresinde görelim:
Birinci hâdise Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır:
“İbrahim de şüphesiz onun (Nuh’un) yolunda olanlardandı. Nitekim Rabbi’ne selim bir kalb ile geldi. Babasına ve milletine şöyle dedi: ‘Allah’ı bırakıp, uydurma tanrılar mı ediniyorsunuz? Âlemlerin Rabbi hakkındaki zannınız bu mu?’ Yıldızlara bir göz attı ve ‘Ben rahatsızım!’ dedi. Onu bırakıp gittiler.”36
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), bu “Ben hastayım!” cümlesiyle esas rahatsız olduğu husus ne ise onu kastediyordu. O, doğduğu andan itibaren hep putlardan rahatsızdı. Onları ortadan kaldırmadıkça da onun bu rahatsızlığı geçecek gibi değildi. Fakat diğerleri onu bedenen hasta zannederek çekip gittiler. Yoksa ısrarla onu da dinî törenlerine götürmek istiyorlardı. Zaten onlar gider gitmez de hemen putların hakkından gelmekle hakikî rahatsızlığının neden ibaret olduğunu ortaya koymuştu.
Evet, Hz. İbrahim, kavmi ayrılınca, onların putlarını kırmak suretiyle, putlara duyduğu rahatsızlığını ifade etmiş oluyordu. Ne var ki târiz yapıp onların başka türlü anlayacakları bir malzeme kullanarak onları başından savmasını bilmişti. Ancak onun sözlerinde kullandığı bu malzeme asla yalan değildi. Sadece İbrahim’in gayesinden habersiz olanlardı ki, onu yanlış anlamışlardı. Zaten anlayışları bu derece kıt olmasaydı, hakka kulak verir, onu da anlarlardı. Evet, onlar bir ömür boyu direttiler; direttiler de bir gün olsun hak ve hakikati dinlemeye yanaşmadılar. Bu mantalite ile onu nasıl anlayacaklardı ki..?
Hz. İbrahim’in ifadesi bir târizdi ve kat’iyen yalan değildi. Ne var ki yaptığı bu târiz, onu, vicdanen mahşerde bile rahatsız edecek ve orada kendisine gelip şefaat için müracaat edenlere, bu târizi kendi ufkundan “yalan” olarak niteleyip şefaate ehil olmadığını söyleyecektir.37
Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm), hayatında bir kere söylediği “Ben rahatsızım!” şeklindeki târizi günümüzün hizmet erlerinin, (başkalarını söylemeye gerek yok) günde birkaç defa, kendilerini mecbur bilerek veya bilmeyerek yaptıkları nazara alınacak olursa, Hz. İbrahim’in târizinde ne derece masum olduğu daha iyi anlaşılır. Hâlbuki bugün, yalanla doğru arasında gidip gelmeler çok kolaylaştığından, târize dahi (yalana değil) cevaz verirken çok iyi düşünmek gerekir. Çünkü devrimizde yalanla doğru aynı dükkânda satılır olmuş ve âdeta iç içe girmiş gibidir.
İstidradî olarak arz edeyim; durum böyle olunca, Efendimiz’in yalana cevaz verdiği üç yer mevzuunda dahi, dikkatli olmamız gerekmektedir.38 Zira Asr-ı Saadet’te yalanla doğru arasında büyük uçurumlar vardı. Sahabe efendilerimiz doğruyu, Müseyleme ve adamları da yalanı temsil ediyorlardı.. evet, doğru ile yalan arasındaki mesafe bu kadar genişti. Şimdi ise durum oldukça farklı.
Onun için bugün hakkı temsil eden insanlar, ister içtimaî hayatlarında ister ferdî yaşantılarında kat’iyen yalana yer vermemelidirler. Her şeyden evvel böyle bir davranış, emniyet insanı olmanın ilk şartıdır. Evet, yalan bizden, biz de ondan olabildiğince uzak bulunmalıyız. Eğer biz, yalan konusunda bu kadar hassasiyet gösterme mevkiinde isek, doğruyu kendilerinden öğrendiğimiz nebilerin o mevzuda ne denli hassasiyet göstereceklerini düşünmek icap eder.! Hele o nebi, doğrular doğrusu Hz. Muhammed’in (aleyhisselâm) ceddi Hz. İbrahim (aleyhisselâm) ise…
İkincisi: “Belki o yaptı!”
Bu hâdise Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır:
“Andolsun ki, daha önce İbrahim’e akla, vicdana uygun olanı (düşte) göstermiştik. Biz onu biliyorduk. İbrahim, babasına ve milletine: ‘Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?’ dedi. Onlar da, ‘Babalarımızı onlara tapar bulduk.’ diye cevap verdiler. İbrahim, ‘Andolsun, siz de babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz!’ deyince, ‘Sen bize bir gerçek mi getirdin (ciddî misin) yoksa şaka mı ediyorsun?’ dediler.
O da şöyle dedi: ‘Hayır, Rabbiniz, yerin ve göğün de Rabbidir. Onları O yaratmıştır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrıldıktan sonra putlarınızın hakkından geleceğim.’ Sonra hepsini paramparça edip, içlerinden büyüğünü ona başvursunlar diye sağlam bıraktı.
Milleti: ‘Tanrılarımıza bunu kim yaptı? Doğrusu (bunu yapan) zalimlerden biridir.’ deyiverdiler. Bazıları: ‘İbrahim denen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk.’ deyince, ‘O hâlde bunların şahitlik edebilmeleri için onu halkın gözü önüne getirin.’ dediler. İbrahim gelince ona: ‘Ey İbrahim! Bunları tanrılarımıza sen mi yaptın?’ deyince İbrahim: ‘Belki o yapmıştır, işte büyükleri, konuşabiliyorsa sorun (bakalım) onlara…’ demişti.”39
O, müşriklerin putlarını teker teker kırdıktan sonra, baltayı en büyük olanın boynuna asmak ve müşriklerin dikkatlerini onun üzerine çekmekle, şüphesiz onlarla olan mücadelesinde ve bilhassa daha sonra söyleyeceği şeyler adına ciddî bir fetanet örneği sergilemişti.
Müşrikler geri döndüklerinde, putların perişan hâlini görür, merak ve biraz da öfkeyle; “Ey İbrahim! Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın?” diye sorarlar. Hz. İbrahim de; “Belki o yaptı!” der ve sözün burasında biraz duraksar. Zaten Kur’ân-ı Kerim’de de بَلْ فَعَلَهُ “Belki o yaptı!”40 sözünün üzerinde vakıf vardır. Yani, okurken sözün burasında durulacak demektir.
Hz. İbrahim (aleyhisselâm) onlarla konuşurken “o” zamiriyle, esasen kendisini kastediyor, belki de o anda kendisine işarette bulunuyordu. Fakat öyle bir söz ustalığı ve sanatı sergiliyordu ki, onların dikkatlerini doğrudan büyük puta çekiyordu. İki ayrı cümle söylemiş, fakat telaffuzda onları tek cümle hâlinde ifade etmişti. Böylece muhataplar, kelâm içindeki gizli inceliği kavrayamamışlardı.
Evet, “Belki o yaptı” cümlesi iki şekilde anlaşılabilecek hususiyetteydi. Evvelâ müşrikler, baltayı büyük putun boynunda görmüş ve Hz. İbrahim’e kimin yaptığını sormuşlardı. Hz. İbrahim de, “Belki o yaptı, işte büyükleri!” deyince, ifade etmeye çalıştığımız “târiz-i kelâm” sanatı ile cevap vermiş oluyordu. Birinci, yani “Belki o yaptı!” cümlesiyle kendisine işaret ediyordu. “İşte büyükleri!” cümlesiyle de büyük putu gösteriyordu. Yani yaptığı, bir târiz-i kelâmdan ibaretti.
Ayrıca burada, küfür ve putçulukla bir istihza da vardı. Evet, “Büyükleri şu!” derken Hz. İbrahim (aleyhisselâm), onların bu basit anlayışlarıyla istihza etmişti. Ancak, onlar kafalarını putçuluğa öyle takmışlardı ki, bu istihzayı anlayacak durumda değillerdi. O, onların putlarına “Büyük” dedi ya, artık ne kastettiği umurlarında mıydı? Veya anladıysalar bile, bu târiz-i kelâm sanatı ve mücadelede düştükleri mağlubiyetten ötürü diyecek ya da savunacak bir şeyleri kalmamıştı.
İşte bu mahcubiyetle, Hz. İbrahim’e karşı mücadelelerini başka sahaya çekmek mecburiyeti duydular. Davalarını sözle savunamayınca, Hz. İbrahim’in vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler. Aşağı yukarı bütün peygamberlerin hayat mücadeleleri hep bu nevi münakaşalarla geçmiştir. Müşrikler usta ve mahir olduklarını iddia ettikleri söz düellosu ve diyalektiklerinde dahi mağlup olduklarında, daima hakkın temsilcilerine ve mübelliğlerine karşı hep aynı taktiği kullanagelmişlerdir… İşte dünküler, işte bugünküler!
Hâsılı, aradan geçen bunca zamana rağmen değişen bir şey olmamış demekti. Evet, putperestlik, sadece belli nüanslar arz ederek taassup yüklü beyinler tarafından günümüze kadar sürdürülegelmiştir. Veyl olsun putperestliğe! Veyl dumûra uğramış beyinlere ve inanca, sevgiye kapalı sinelere!..
Üçüncüsü: Hz. İbrahim’le alâkalı diğer bir mesele de, onun hanımı için “kardeşim” tabirini kullanmasıdır. Böyle bir tabir öteden beri bazı densizlerin yanlış yorumuna sebep olagelmiştir. Evet, bunlar, imanlarının tehlikeye düşebileceğini dahi akıllarına getirmeden bir peygamber için “Yalan söylemiştir.” diyebilecek kadar densizlik sergileyebilmişlerdir. Evet, bir kısım inançsızlar, tarih boyunca Kur’ân’da zikredilen bu nevi sözlere, inceliklerini kavrayamadıkları için hücum edegelmişlerdir; inançsızların bu densizliklerini anlamak kolay, ancak inançlı olduklarını iddia edenlerin bu nevi sözleri mesnet göstererek yalan isnadına yeltenmelerini anlamak mümkün değildir.
Oysa Hz. İbrahim’in bu sözünde –hâşâ– yalanın zerresi dahi yoktur. Hatta buna târiz bile denmez. Olduğu gibi doğru.. hem de apaçık bir doğru… Eğer o ülkenin kralı veya adamları Sârâ Validemiz’le Hz. İbrahim arasındaki münasebeti Sârâ Validemiz’e sorarlarsa o, “Ben onun kardeşiyim.” diyecekti; Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) sorarlarsa, bu defa o, Sârâ için “Kardeşim” tabirini kullanacaktı. Zira, Hz. İbrahim, onun zevcesi olduğunu söylese, Sârâ Validemiz’e kötülük yapmaları muhtemeldi.. muhtemeldi ve bu her ikisini de zor durumda bırakacaktı.. hatta Hz. İbrahim, Hz. Sârâ’yı terk etmeye mecbur edilecekti. Ancak, her iki takdim şeklinde de söylenecek olan, doğruya mutabıktı. Zira Cenâb-ı Hak, mü’minleri bütünüyle kardeş saymaktadır.41
İnanan insanların ilk birleşme noktaları, iman bağıdır. Bu bağla birbirine bağlanmayanlar, aynı anadan-babadan dahi gelseler yine de kardeş sayılmazlar. Oysaki zaman ve mekân ayrılıkları bile iman kardeşliğine mâni değildir. İnananlar, bütünüyle birbirlerinin kardeşleridirler ve bu mevzuda kadın-erkek ayrımı da yoktur. Diğer bütün yakınlıklar ise bu kardeşlikten sonra gelir. İnsan karısını boşarsa, karı-kocalık bağı ve yakınlığı ortadan kalkar, ama iman kardeşliği yine devam eder.
İşte Hz. İbrahim (aleyhisselâm), esas olan bu yakınlığa dikkat çekmiş ve Sârâ Validemiz’e “Kardeşim” demiştir. Bu söz, doğrunun ta kendisidir ve târiz dahi değildir. Ancak, gözüne perde inmiş olanlar ve kulakları bu türlü inceliklere kapalı bulunanlar, bunu hiçbir zaman anlamayacaklardır.
Şimdi konunun bize vermek istediği mesaja gelelim:
1. Hz. İbrahim (aleyhisselâm), asla yalan söylememiştir.
2. Nebilerin yolunu tutup giden hizmet erleri de hep yalana kapalı kalmalıdırlar. Aslında, hakikî mü’min, gözüne isabet eden bir haram veya dudaklarından dökülen bir yalan karşısında bütün bir ömür boyu ızdırap çeker ve gözyaşı döker. Bu itibarla da, ne seviyede olursa olsun iman yolundaki bütün rehberlere, hayatlarını ruhanîler gibi geçirmek düşer.
2. Kur’ân’ın İfade Bütünlüğü İçinde Hz. İbrahim
Hz. İbrahim (aleyhisselâm) oğlunu, kurban etmek üzere şimdiki Harem-i Şerif’in bulunduğu yere getirdiği an ne kadar mütevekkildir! Evet, bu sabır ve itminan insanı, Mekke’ye oldukça yakın bir yer olan ve asırlar sonra Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk ensarla el sıkışıp biat alacağı “Akabe” mevkiinde oğlunu kurban etmek için yatırırken, sorumluluğunu yerine getirme konusunda ciddî ve kararlıydı. Tabiî oğlu da tam bir peygamber oğluna yakışan teslimiyet içinde: “Ey babacığım, sana emrolunanı yerine getir!”42 demekteydi. Zaten, Kur’ân’da Hz. İbrahim’in karakterini takip ettiğimiz hemen her yerde bu engin teslimiyet ve tevekkülünü görürüz. Öyle ki, onda ne sabırsız bir tavır ne de hesabı ve muhasebesi yapılmamış bir davranış söz konusudur.
İşte böylesi bir iman ve teslimiyetle dopdolu bu âbide insan ve büyük Nebi’nin, aynı karakteri, ama farklı bir hâdise ile yine Kur’ân’da karşımıza çıkar: Allah (celle celâluhu) ondan, henüz çocuğunu yeni dünyaya getirmiş hanımını götürüp ıssız çöllerde bir vadiye bırakmasını ister.
Böyle tahammülfersâ bir teklife rağmen o, sonsuz bir tevekkül, teslimiyet ve itminan içinde: “Ey bizim Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını Senin kutsal mâbedinin yanında, ekin bitmez bir vadide yerleştirdim. Ey bizim Rabbimiz! Namazı gereğince kılsınlar diye böyle yaptım.”43 dediğine şahit oluruz. Ve sonra da zürriyetinin namaz kılmasını, Allah yolunda bulunmasını, kalbleriyle Kâbe’ye teveccüh etmelerini, insanların orayı iskân etmelerini Mevlâ’dan diler ve arkasına bakmadan çekip gider. Hanımı arkasından bağırır, “Yâ İbrahim!” Hz. İbrahim, bu ürperten çığlığa dönüp bakmaz. Hanımı tekrarlar, yine iltifat etmez.. etmez; Mevlâ’ya karşı olan teslim ve tevekkülüne halel geleceğinden korkar…
Görüldüğü gibi, Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmek üzere yere yatırdığı andaki hâlini aynen burada da müşâhede etmek mümkündür. Evet, hanımı üçüncü kez bağırır: “Ey İbrahim! Bunu sana Rabbin emrettiyse çek git. Ben buna katlanırım.” Hz. İbrahim de: “Evet, Rabbim emretti.” cevabını verir…44 Evet, burada da Hz. İbrahim’in aynı karakter, aynı teslimiyet ve tevekkülünü görmek mümkündür.
Bir başka âyette bu sabır ve hilim insanını, babasına nasihat ederken müşâhede ederiz ki, oldukça önemlidir: “Babacığım, neden o duymayan, işitmeyen ve sana hiçbir fayda getirmeyen şeylere ibadet ediyorsun?”45
O, içi yanan bir evlâdın istek ve temennisiyle, babasının hidayete erme beklentisi içinde şefkat edalı bir üslûpla inler. İnsan azıcık tasavvurunu zorlasa, nasıl buruk bir dudak, mütekallis bir çehre, ızdıraptan buruşmuş bir sima ve fakat bunun altında rıza ile tüllenen bir yüzle karşı karşıya olduğunu hemen fark eder.
Evet, dikkatli bakan birinin nazarında Cenâb-ı Hakk’a inanmanın vakar ve ciddiyetini üzerinde taşıyan, teslimiyet ve tevekkül kahramanı bir insan siması canlanıverir..
Hz. İbrahim’in babası için yaptığı samimî duası, bazı densizlerce ta’n ü teşnie sebep olmakta ve onun adına bir zelle sayılmaktadır. Onun için bu mesele üzerinde biraz daha durmakta fayda mülâhaza ediyoruz.
Acaba, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) dalâlette olan babası için, neden Cenâb-ı Hak’tan mağfiret talebinde bulunmuştu? Onun gibi bir peygamber, getirdiği mesajları kabul edenlerle iktifa etmesi gerekmez miydi? Niçin inanmayan bir babanın arkasına bu kadar düştü ve ardından da onun affedilmesi için Cenâb-ı Hakk’a onca dua ve niyazda bulundu? Estağfirullah, bu bir hata mıydı? Hata ise, –tekrar hâşâ– bu şanı yüce bir nebiyle nasıl telif edilebilirdi? Bu böyle olunca, onların başka hususlarda da hata edeceklerine ihtimal verenler çıkmaz mı? Öyle ise nasıl gönül itminanıyla onların arkalarından gideceğiz? İşte dünkü mülhitlerin, bugünkü modern münkir ve şüphecilerin dile doladıkları istifhamın esası!
Hz. İbrahim (aleyhisselâm) duasında: “Babamı da bağışla. Şüphesiz o, sapıklardandır.”46 demişti. Hz. İbrahim’i bu duaya sevk eden âmili de Kur’ân-ı Kerim şöyle anlatmaktadır: “İbrahim’in babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah’ın düşmanı olduğunu anlayınca da ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim, çok içli (halim selim) ve yumuşak huylu idi.”47
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), babasına ne sözü vermişti? Kur’ân buna da temas eder: “İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, size güzel bir örnek vardır: Hani onlar hemşehrilerine şöyle demişlerdi: Artık bizim ne sizinle ne de Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeriklerinizle hiçbir ilişiğimiz kalmamıştır. Siz Allah’ın tek ilâh olduğuna inanmadıkça, biz sizi reddediyor, bizimle sizin aranızda ebedî olarak düşmanlık ve nefret meydana geldiğini ilan ediyoruz. Ne var ki, İbrahim’in babasına: ‘Senin için Rabbimden af dileyeceğim. Bununla beraber, Allah’ın senin hakkında dilediği hiçbir şeyi önlemem de mümkün değildir.’ demesi başka.”48
Bu âyette, imanla küfür arasındaki düşmanlığın ebedî oluşuna, küfrün ruhunda imana karşı nefretin bulunduğuna ve bunun küfrün tabiatı olduğuna işaret edilir. Bu itibarla da kâfirin, Müslüman’ı bir türlü sevemeyeceğini işaretlemektedir.
Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrahim’in babasının dalâlette olduğunu gösteriyor. Evvelâ, babasının böyle olması, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) için bir nakise ve kusur değildir. Efendimiz’in cedleri içinde de tam tevhide ulaşamayanların olduğu söylenebilir. Abdulmuttalip, Haşim ve daha başkaları nasıl bir tevhid anlayışına sahiplerdi bilemeyeceğim. Ne var ki, fetret devri insanları gibi muamele göreceklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bununla beraber onlarda olması muhtemel kusurların, Efendimiz’in risalet vazifesiyle gönderilmesine mâni olması da kat’iyen söz konusu olamaz.
Evet, evvelâ bilinmelidir ki, eğer Âzer, Hz. İbrahim’in babası ise ve Hz. İbrahim de onun için “Dalâlette idi.”49 diyorsa, bunun Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) peygamberliğine hiçbir zararı yoktur. Bazen Cenâb-ı Hak, Âzerlerden İbrahim (aleyhisselâm), bazen de Hz. Nuh (aleyhisselâm) gibi nezih ruhlardan Kenanlar yaratır. Evet, bazen, şeytan gibi insanlar, melekler için kuluçkaya yatarlar, bazen de melek gibiler şeytanlara kuluçkalık ederler. Allah (celle celâluhu) ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır. O’nun kudreti her şeye yettiği gibi, kimse O’na hesap da soramaz. Evet O, Âzer gibi bir ölüden, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gibi, insanlara hayat üfleyen bir diriyi de yaratabilir.. yaratır ve onu iki altın silsilenin mebdei yapabilir. Nitekim Hz. İbrahim’in iki oğlu da peygamberdir.
İkincisi: Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) babasına dua etmesi, tamamen fıtrî ve insanî bir harekettir. Nitekim Efendimiz de, amcası Ebû Talib’i yana yakıla tevhide davet etmiş; ardından da, “Eğer men olunmazsam, senin için hep istiğfar edeceğim.”50 demiştir. Ebû Talib ki, Efendimiz’i tam kırk yıl bağrına basmış ve her zaman onun yanında olmuştur. Onun bütün sıkıntılarını paylaşmış, hatta Kureyş’in ilan ettiği boykotta bile onu yalnız bırakmamıştır.
Allah Resûlü’nün, kendisine bir hayat boyu bu kadar hizmet eden ve onu hep himayeye çalışan amcasına, ısrarla dini telkin etmesi ve onun Müslüman olmasını istemesi ne derece makul ve fıtrî ise, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) yaptığı dua da o derece tabiîdir. Çünkü babası, onun maddî vücudunun sebebidir. Belli bir devreye kadar onu büyütüp yetiştirmiş biridir. Ayrıca, düşünceleri ne olursa olsun din, onlara (yani ana-babaya) “üf” demeyi bile yasaklamıştır.51
Üçüncüsü: Tebliğ, peygamberlerin varlık gayesidir. Hidayete erdirmek ise onların elinde değildir. Onların vazifesi hak ve hakikati sürekli anlatmak ve bu mevzuda meşru olan her vesileyi kullanmaktır. İşte Hz. İbrahim de (aleyhisselâm) bu mânâda babasını yumuşatıp, onun gönlünü hidayete hazırlama gayretini gözetmiştir. Ona vaadettiği dua da bu cümleden olsa gerek…
Dördüncüsü: Bir peygamber olarak Hz. İbrahim’in bütün insanlarla münasebetlerinde müsavi davranması söz konusu idi. Yani o, tebliğ açısından uzak-yakın herkese vazifesi icabı davasını samimî ve içten anlatma mevkiinde bulunuyordu. Kaldı ki, dua da hidayet vesilelerinden biridir. Bu hususta ümitsizliğe düşmemek gerekmektedir. Gerçi Bakara sûresinin “İnkâra saplananları ise, ister uyar ister uyarma, onlar için birdir, imana gelmezler.”52 âyeti, sarahaten bazı kâfirlerin hidayete ermeyeceğini ifade etmektedir; etmektedir ama, buna rağmen Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Cehil, Ebû Leheb, İbn Ebî Muayt gibi kâfirlerin yanına sık sık gitmiş ve sürekli onları doğru yola davet etmiştir. Hidayet Allah’ın (celle celâluhu) elindedir ve tabiî insanların kalbleri de… Buradaki “bir olma” yani uyarıp uyarmamanın aynı olması, hidayete kapalı insanlar içindir; yoksa onlar da dahil, bütün insanlara tebliğle vazifeli olanlar için değildir.
İşte Hz. İbrahim de bunu bildiği ve buna inandığı içindir ki, duaya varıncaya kadar, babasına karşı meşru her vesileye başvurmuş ve her yolu denemiştir. Ayrıca bu, onun inancının ve itminanının da bir tezahürüdür. Ne var ki, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), meşîet-i ilâhiyenin bu istikamette olmadığını anlayınca, derhal bu yoldaki dualarından vazgeçmiş; vazgeçmiş ve babasından, babası ile beraber olanlardan ve Allah’tan başka taptıkları şeylerden uzaklaşmıştır.
Evet o, herkese tebliğ etmekle yükümlü bulunduğu davasında, babasını istisna edecek değildi. Bir de buna, cibillî yakınlık eklenince, onun hem bir evlat hem de bir nebi olma durumunu, babası karşısında nasıl yanıp tutuştuğunu ve ondan gördüğü kabalıklara hiç aldırmadan nasıl “Babacığım, babacığım!” dediğini ve onu doğru yola davet ettiğini şu âyetler ne güzel dile getirir:
“Kitapta, İbrahim’e dair anlattıklarımızı da an: Şüphesiz o dosdoğru bir peygamberdi ve babasına şöyle demişti: Babacığım! O işitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacığım! Doğrusu sana gelmeyen bir ilim bana geldi; bana uy, seni doğru yola eriştireyim. Babacığım! Şeytana tapınma; çünkü şeytan, Rahmân’a başkaldırmıştır. Babacığım! Doğrusu sana Rahmân katından bir azap gelmesinden korkuyorum ki, böylece şeytanın dostu olarak kalırsın.”53
Evet, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), başkalarına sunduğu o nurlu mesajlarını babasına da arz ediyordu ve onun için âdeta ölüp ölüp diriliyordu. Zaten hangi evlat, babasının hidayeti için böyle yürekten, kemal-i ciddiyet ve hürmetle, samimî olarak gayret göstermez ki? Hele o insan, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gibi halim, selim ve evvâh bir peygamber ise…
Her şeye rağmen Hz. İbrahim, ne babasının gölgesinde kalacak ne de onun dalâletini bildikten sonra onun için istiğfar edecek bir insandı. Dolayısıyla o, bidayetteki bu duasında dahi temizdi, masumdu, günahsızdı ve ismet sahibi yüce bir nebiydi. O, her zaman hak söylemiş ve daima hakkın yanında olmuş kutlulardan bir kutluydu. Bütün bunlara rağmen onun günaha girebileceğini düşünmek başka değil, sadece onu bilmemenin, tanımamanın, daha açık bir ifadeyle kapkara bir cehaletin ifadesidir.
3. Ülü’l-Azm Bir Peygamber: Hz. Musa
Kur’ân, Hz. İbrahim’den (aleyhisselâm) farklı bir büyüğe de dikkatlerimizi çekmektedir. Bir nebiye, öfkeli insan denemez ama misyonu icabı fıtraten oldukça müteheyyiç bir insandır Hz. Musa. Yaptığı her şeyi derin bir heyecan içinde yapar. Aslında her işinde ayrı bir hikmeti olan Allah’ın, onu gönderdiği kavme öyle bir nebi göndermesi mahz-ı hikmettir ve bunu sadece O bilir. Şöyle ki, bir karar ve azim insanı olan Hz. Musa bir şeye azmetti mi, karar verdiği istikamette, ölümü pahasına da olsa yürür o işin üzerine; altından kalkamayacak gibi olsa bile kat’iyen vazgeçmez; Allah’ın emirlerini yerine getirirken yolunun üzerine çıkan her şeyi çiğner geçer.
Bu itibarla, ıslahlarıyla vazifelendirildiği farklı bir cemaati ıslah etmek için Hz. Musa gibi bir ülü’l-azm lazımdı. Evet, kırk sene Tih sahrasında onlara erbaîn, yani olgunlaşmaları için eğitim yaptıracak, rehabilite edecek ve çileden geçirecekti. Bu, günlük, aylık erbaîn türünden değildi; tam kırk senelik bir erbaîndi…
Tevrat müellifleri anlatırlar, bizde de bir kısım zayıf rivayetlerde bunları görürüz: Hz. Musa, daha çocukken Firavun’un kucağında öfkeyle onun sakallarını yoluverir. Bu sebeple bazı esâtirciler, Firavun’un bundan şüphelendiğini, bu çocuğun ileride kendisine ve saltanatına zarar getirebileceğini düşünerek, onun öldürülmesini emrettiğini rivayet ederler. Fakat kendisine onun bir çocuk olduğunu, henüz bir şeyi temyiz edemediğini söylerler ve eline bir kor verilip denenmesi teklifinde bulunurlar. Hz. Musa, ateşi diline değdirdiği için de çocuk olduğuna hükmeder ve ilişmezler. Bunlar zayıf rivayetlerdir ama, Hz. Musa’nın karakteriyle tıpatıp uyuşmaktadır. Hz. Musa, Firavun sarayında neş’et eder ve onun büyük misyonu için burada hazırlanması çok önemlidir.
Kur’ân, Hz. Musa’yı, bir yerde başka, diğer bir yerde/yerlerde de başka münasebetlerle zikreder. Yirmi üç senede nazil olmasına ve muhtelif âyetlerde farklı konulara bağlı farklı şekilde ele alınmasına rağmen Kur’ân’da Hz. Musa hep aynı karakter ve aynı tavırlar içinde karşımıza çıkar.
Kur’ân-ı Kerim’de, uzunca bir sûre olan Tâhâ sûre-i celilesinde, Hz. Musa’ya da uzunca bir yer verilir. Orada anlatıldığına göre, halkın gaflet içinde bocaladığı, Mısır’da Kıptîler ile İsrailîlerin durmadan birbirleriyle uğraştıkları bir dönemde Hz. Musa, birisi Kıptî diğeri de İsrailî olan iki kişinin kavgasına şahit olur.. haklı olarak öfkelenir ve Kıpti’ye bir tokat aşkeder; Kıptî de ölüverir. Evet, Hz. Musa gibi hiddetli bir hakperest ve güçlü bir insanın bir vuruşuyla adam cansız yere seriliverir. Fakat Kur’ân, Hz. Musa’yı o engin muhasebe hissiyle şöyle konuşturur: “(Onlara): Ben dedi, yanlışlıkla, sonunda ne olacağını bilmeksizin, şaşkın bir vaziyette o işi yapmıştım. Sizden korktuğum için de kaçmıştım. Ama Rabbim bana hüküm ve hikmet verdi ve beni peygamberler arasına dahil etti.”54
Bir başka zaman Hz. Musa, Eyke’ye gider; bir ağacın altında oturur ve Rabbine karşı derin bir saygı edasıyla: “Hemen (Musa) o iki kızın (hayvanlarını) da suladı, sonra gölgeye çekildi ve: Rabbim, dedi, doğrusu bana indireceğin bir hayra muhtacım.”55 der.
Evet, bu sızlanış, niyaz edalı bir iç çekiştir. O, aç ve susuzdur. Kendisini tehdit eden bir toplumdan kaçıp oraya gelmiştir ve bir melce aramaktadır. İhtimal, dağarcığında yiyecek bir ekmek bile yoktur. Ve işte bu ruh hâleti içinde biraz nazlı, biraz da niyazlı Mevlâsına yalvarır: “Ben şu anda göndereceğin hayırlar açısından gerçekten çok fakirim.” der. Yani “Hususî ihsanına muhtaç ve bu çöllerde aç, susuz, bîilacım.” diye içini döker.
Bütün bunları Hz. Musa, yani müteheyyiç bir gönül ve kavminin hususî karakterinin televvünlerini de taşıyan bir İsrail peygamberi söylemektedir! Ve her şey fevkalâde yerindedir. Şimdi bu Nebi’yi Kur’ân âyetlerinde takip ederek onunla birlikte Tur dağına çıkıverin; orada da yine aynı tavır ve üslûpta şunları ifade edecektir: “Musa, tayin ettiğimiz vakitte Bizim ile buluşmaya gelip de, Rabbi ona konuşunca: ‘Rabbim, bana görün, Sana bakayım!’ dedi. (Rabbi) buyurdu ki: ‘Sen Beni göremezsin, fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa, sen de Beni görürsün!’ Rabbi dağa görününce onu darmadağın etti ve Musa da baygın düştü. Ayılınca da: ‘Sen yücesin, Sana tevbe ettim, ben (bu konuda da) inananların ilkiyim!’ dedi.”56
Mîkat için Tur’a çıktığında, “Rabbim, bana görün, Sana bakayım!” diyor. Bunu şanı yüce, büyük bir nebi söylüyor..! Her Nebi, Mevlâ’nın gönderdiği şeylere bilâ kayd u şart rızadâde olmuştur. Ama o, benzer bir dilekte bulunan kavminin peygamberi olarak, o kavimde var olan ruh hâletiyle ve maddeciliği kırma niyetiyle, tabiî biraz da iştiyaktan ötürü böyle söyler.
Bu yüksek karakter fakat müteheyyiç fıtratı, daha çocukluğunda Firavun’un sakalını yolarken, Kıpti’yi bir tokatta yere sererken nasıl tanımışsak, hiçbir nebinin söylemeye cesaret edemeyeceği sözü sarf ederken de aynı şekilde görürüz. Evet, Kur’ân, o kendine has müthiş tasvir ve üslûbuyla hep aynı karakteri resmeder.
İsterseniz Kur’ân âyetlerinde Hz. Musa’yı takibe devam edelim: Rable buluşma vâki olmuş ve o, Tur’dan geriye dönmüştür. Cemaatinin yanına gelip de, onların Sâmirî tarafından azdırılarak buzağıya taptıklarını görünce, elindeki levhaları öfkeyle yere atıverir ve kardeşini yakasından tutarak sarsar. Kardeşi de bu heyecan karşısında: “Anamın oğlu, sakalımı saçımı çekiştirip durma! Bana ne diye itap ediyorsun?”57 der.
Arkasındakilerin dalâleti karşısında heyecan dolu bir gönlün tepkisidir bu. Öyle ki, o, kendisi gibi bir nebi olan kardeşinin dahi saçını sakalını yolabilmektedir. Bütün bunlar, tam bir Hz. Musa hakperestliğinin tezahürüdür. O, Kur’ân’da hemen her yerde böyle anlatılır.
Bütün bunları düşündüğümüz zaman, herhâlde Hz. Musa’nın pazularını tasavvur edebiliyor, yüz takallüslerinden nasıl bir karaktere sahip olduğunu görüyor ve bunların yanında, Mevlâ’ya olan ilticasını, O’nun rızasını aldığını ve hak bildiği yolda ne müthiş bir hakşinas olduğunu herhâlde görüyor gibi oluyorsunuzdur…
4. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Yusuf
Kur’ân, Hz. Yusuf’u (aleyhisselâm) anlatırken de karşımıza çok farklı bir karakter çıkarır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu bize tarif ederken, hikmeti, sabrı, teennisi, tedbiri ve ilmiyle devâsâ bir kameti resmeder. Aslında daha çocukken gördüğü bir rüyadan da bunu anlamak mümkündür.
O, ayın, güneşin ve yıldızların kendisine secde ettiklerini görür.. görür ve kendisinin bir hikmet kahramanı olacağını ele verir. Ay, güneş ve yıldızlar, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetle çizdiği sayfa ve kitaplardır. Bunların gelip onun karşısında secde etmeleri, secde edip inkıyatlarını belirtmeleri.. evet, bütün bunlar, onun nübüvvetine delâlet ettiği gibi, hikmet, ilim ve tedbir sahibi olduğuna da işarette bulunurlar.
Aynı zamanda o, bir teslim ve tevekkül insanıdır. Düşünün ki, kardeşleri götürüp onu kuyuya attıklarında derin bir teslimiyetle sesini bile çıkarmaz… Yoldan geçen bir kervan, onu kuyudan çıkardıktan sonra götürüp şehirde köle gibi satmak isterken, “Ben şuyum, buyum…” diye kendini anlatma ve kendini ispat etme lüzumunu duymaz; duymaz da Mevlâ’nın hikmetle ne nescettiğini takip etmeye çalışır.
Aynı zamanda o, tam bir ilim ve hikmet insanıdır. Geçirildiği bu yollardan geçerken nereye götürüldüğünü teenni ile düşünür ve hâdiseleri yorumlamaya çalışır (tevil-i ehâdîs). Onu, hapishaneye düştükten sonra kendisine rüya tabir ettiren insanların rüyalarını tabir ederken de aynı şekilde görürüz: O, rüyaları tabir etmekle kalmaz, onlara ciddî bir tevhid ve iman dersi de verir. Tabiî, Kur’ân bunları anlatırken, aynı zamanda irşad edilmek istenen insanlara karşı nasıl davranılması gerektiği mevzuunda da irşad erlerinin yoluna ışık tutmaktadır.
Burada antrparantez bir hususu arz etmekte fayda görüyorum. Şöyle ki: Bir kısım insanlar değişik maksatlarla gelerek bize çeşitli sorular tevcih ederler.. içtimaî, iktisadî ve dinî sorular. Bu arada dinsiz ve ateist kesimden de sırf diyalektik niyetiyle sorulan sorular olur. Bunlar prensip olarak Allah’ı asla kabul etmezler ama, yine de gelir sorarlar. Kader var mıdır? Kutuplarda nasıl namaz kılınacak? Ayda insan namaz kılarken yüzünü nereye döndürecek, falan filan…
Evet, bütün bunlar tamamen diyalektik yapmak içindir. Sanki sordukları soruları izah etseniz, hemen ibadet edeceklermiş gibi bir görüntü sergilerler. Aslında, kutuplarda nasıl namaz kılınacağını açıklasanız, ayda yüzlerin hangi tarafa döneceğini izah etseniz dahi inanmazlar; inanmazlar ama, soru üretirler durmadan.. ve bir meselede ilzam olsalar başka bir meseleye kaçarlar; onda da sesleri kesilse kalkar yeni meseleler üretirler.. ve sorular sürer gider.
İşte Hz. Yusuf bu konuda bize iyi bir ders ve mükemmel örnektir. Hikmet, ilim ve irfan insanı, evvelâ adamın esas derdinin dinlenmesi gerektiği mesajını verir. Tıpkı bir hastanın, hekiminin karşısında dil döküp ağlaması gibi…
Evet, mahir bir hekim evvelâ hastanın şikâyetlerine kulak verir. Yoksa elini ağrıyan yere koydu diye hemen oraya bakmaz. Hasta baş ağrısından şikâyetle eliyle başını tutar. Ama belki de bu, dişindeki bir iltihaptandır. Ya da böbrekleri ağrıyor diye iki büklüm hekimin karşısına çıkar. Böbreklerinden iki büklümdür ama ihtimal bu, onun dişinin iltihap kapması veya çürümesinden kaynaklanmaktadır. Veya sinüzit ya da damar tıkanıklığı başa vurmuştur.
Evet, baş ağrıyor diye, teşhis ve tedaviye mutlaka baştan başlanmaz. Evvelâ hastalığın gerçek sebebine inilir ve başka yerler de kurcalanarak hastalık teşhis edilmeye çalışılır. Evet, Yusuf (aleyhisselâm) da irşat adına inançsız bir insanı ele alırken, onu tıpkı bir hekim hassasiyeti içinde ele alır.
Meselâ, ona rüya tabiri sorarlar; o, rüyayı tabir etmeden önce mahir bir hekim edasıyla onları karşısına alır ve bir tevhid dersi verir. Varlık ve şuunâtı, bunları Allah’a vermeden, her şeyi O’na isnat etmeden açıklamanın imkânı olmadığını anlatmaya çalışır. Kendisinin de Allah’a inandığını, babaları İbrahim ve İshak’a tâbi olduğunu ve tevhide inanmanın insana nasıl huzur getireceğini bir bir şerh eder.. ve böyle bir tevhid dersi verdikten sonra da: “Gelelim şimdi sizin rüya meselenize…” der.
Evet, biz de, türlü türlü itirazlar hatta diyalektikler ile karşımıza çıkan insanlara, en evvel Allah’a ve Kitab’a inanmıyor ve Peygamber’i kabul etmiyor olduklarını düşünerek, en azından buna ihtimal vererek onlara Allah’ı, Kitab’ın mahiyetini, Peygamber’in nübüvvet ve risaletini anlatmalıyız. Ondan sonra soruya ve varsa, meselâ rüya gibi başka meselelerine cevap vermeye çalışmalıyız. Aksi hâlde “sittîn sene” rüya tabir etseniz, sadece rüya tabir edilmiş olacak ve bir adım ileriye gidilemeyecektir. Şanı yüce Nebi, değil sorulan sorulara karşı, rüya tabir ederken dahi her şeye hikmetle yaklaşmaktadır.
Evet, “Kader nedir?” diye sorana, inanmıyorsa onu anlatmak faydalı olmayacaktır. Önce Allah’a inanmalı ki, kaderi de doğru anlayabilsin. Çünkü bunlar birbirine bağlı şeylerdir. Laboratuvarda bir neticeye varmışçasına, hendesî bir gerçeği ortaya koymuşçasına, fizikî bir hâdiseyi vuzuhla anlatırcasına Allah (celle celâluhu) anlatılmalı ki, inkâra mahal kalmasın.
Evet, yemek yeme, su içme rahatlığı içinde her mesele ilmî olarak ortaya konduğu takdirde, altyapı hazırlanmış olur. Yoksa belli bir temel oluşturmadan Allah’ı ve Peygamber’i anlatmanın ve kabul ettirmenin imkânı yoktur. Tabiî boş ve kuru diyalektiklerin de hiçbir faydası yoktur. Diyalektiğe girersek, iman meselelerinde kendimizi ezdirmiş ve boşuna yorulmuş oluruz.
Aslında Hz. Yusuf gibi olunmalıdır. Büyük Nebi, her hâliyle ders veriyor ve hapishanede bile o, bu yönüyle temayüz ediyor.
Yine başka bir yerde Kur’ân, onun bir başka yönünü nazara verir: İffetini, teennisini ve ağırbaşlılığını… O, görkemli bir delikanlıdır. Ve bir gün bütün cazibesiyle bir kadın çıkar karşısına.. hem de kadının evinde ve kapılar da kapanmış vaziyettedir. Kur’ân, işte bu âbide iffet kahramanını şöyle tablolaştırır: “Yusuf’un evinde kaldığı kadın, onun nefsinden murad almak istedi ve kapıları kilitleyip: ‘Haydi gelsene!’ dedi.”58
Kapı kapanmış, üzerine çullanan, entarisinden çeken ve eteklerini yırtan olabildiğine cazip bir kadın, onu ağına almak için her şeyi hazırlamıştır. Hz. Yusuf henüz peygamber değil. Ona, sen nebisin denmemiş, ama o iffetli bir insan ve bir hikmet adamıdır. Zinanın insanı nasıl başaşağı getireceğini çok iyi bilmektedir. Böyle bir manzara karşısında sarsılmamak ve bu korkunç alev karşısında yanmamak çok zordur. Ancak nebi namzedi bu insan, Everest Tepesi gibi dimdiktir.
İşte böyle bir durumda Hz. Yusuf, bir o kadar daha büyür insanın gözünde. Evet, bir hikmet, bir iffet âbidesi gibi müşâhede ederiz onu; çok açık teklifler karşısında, başında kar taneleri ve çiğ düşmüş gibi o kadar ak ve berrak tabiatıyla şöyle dediğine şahit oluruz: “Ben, Allah’a sığınırım!” Evet, bir nebideki Allah korkusu, namus mülâhazası ve iffet düşüncesi işte bu enginliktedir.
Evet, onun her davranışı peygamberliğe ait ayrı bir derinliği ifade eder. Meselâ o, hapishanede o incelerden ince davranışları ile âdeta hep hikmet kanaviçeleri örer.
Bir iftira yüzünden hapse girmiştir. Orada melike ait bir rüyayı tevil eder. Tevil, melik tarafından isabetli ve hakîmane bulunur. Bunun üzerine, hapse bir adamını gönderir ve “Onu bana getirin!” der. Ancak o iffet âbidesi, kendisini almaya gelen elçiye, “Efendine dön.. ve ‘Ellerini kesen kadınların zoru neydi?’ diye sor. Şüphesiz benim Rabbim onların hilesini çok iyi bilendir.”59 karşılığını verir. Yani Hz. Yusuf bu sözleriyle, melike şu mesajı göndermiştir: “Ben bir iftira neticesi hapse girdim. Böyle bir şeyin bir daha tekerrür etmesini istemem. Mesele tahkik edilsin. Suçlu ya da suçsuz kimmiş, her yönüyle açığa çıksın.”
İşte Nebiler Serveri İnsanlığın İftihar Tablosu, iffet âbidesi Hz. Yusuf’un bu tavrını tebcil ve takdir sadedinde: “Hz. Yusuf –sabır ve hikmet insanı– hapisten hemen çıkmadı. Bana çık denseydi, o dakikada çıkardım.”60 buyurarak onu takdir eder. Nihayet yapılan tahkikat sonucu kadınlar, “Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik.” derken Zeliha da, “Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden kâm almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğruyu söyleyenlerdendir.”61 diyerek suçunu itiraf eder.
Kur’ân’ın, teferruat diye nitelendirilebilecek ölçülerde bütün detayları ile bildirdiği bu olayda, Hz. Yusuf tam bir tedbir ve temkin insanıdır. Öyle ki o, hiç acele etmez, sabırla hakikatin bütün çıplaklığı ile ortaya çıkacağı anı bekler.
Biz onun bu temkin ve tedbir insanı olma yönünü bir başka hâdisede de müşâhede ederiz. Şöyle ki, Mısır’da, o korkunç kıtlığın baş gösterdiği yıllarda, Melik’in kendisine özel danışmanlık teklifine rağmen o, “Beni ülkenin hazinelerinin (başına) tayin et. Çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim.”62 der.
İlk bakışta onun vazife talebini anlamakta biraz zorlanırız. Ama o, bu vazifenin eri olduğunun şuurundadır ve alternatifi de yoktur. Zahireleri usûlüne uygun şekilde stok etmesi, ülkeyi bir krizden kurtarması.. ve bütün bunları yaparken de müsâvâta (eşitlik) dikkat etmesi, hatta Kur’ân’da gördüğümüz kadarıyla, kardeşlerine bile bu hususta bir ayrıcalık göstermemesi, onun bu işe tam ehil olduğunu ifade eden misallerdendir.
Evet, bütün bu olaylar, onun ne kadar teenni, ilim, hikmet ve tedbir insanı olduğunu göstermektedir.
Aslında biz, bu ve buna benzer sonuçlara Kur’ân’ın o ölçülü, âhenkli, insicamlı ifade ve tasvirleri ile ulaşıyoruz. İşte Kur’ân’ın bu tasvir gücüdür ki, peygamberlerin hiçbirini diğerine karıştırmadan, onların normal insanüstü tip ve karakterlerini gözler önüne serer ve fevkalâde bir muvazene içinde o en büyük hak erlerini resmeder. Öyle ki, insan bu gözle Kur’ân’a bakınca, “Kur’ân Allah’ın kelâmıdır, beşer kelâmı olamaz.” demekten kendini alamaz.
Modern psikoloji de bir mânâda insanları belli kategorilere ayırır ve öylece mütalaa eder: “Şu tip insanlar şöyledir, içe dönük olanlar böyledir.” der ve belki genelleme yaparak mevzuu biraz daha daraltmış olur. Hatta çok defa hemen hemen aynı şeyleri tekrar eder durur.
Oysa Kur’ân, daha on dört asır evvel, insanların ruh dünyalarına, kalbî hayatlarına nüfuz etmiş olma üslûbuyla onları heyecanlarında, arzu, heves ve niyetlerinde âdeta zumlamış ve en vâzıh çizgilerle sunmuştur. Evet o, her tipi ayrı bir kâinat, ayrı bir kitap gibi resmetmiş ve onun portresini ortaya koymuştur. Yani Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan insanları arz ederken, modern psikolojinin acze düştüğü, yetersiz kaldığı her sahayı inceden inceye tahlil ederek gözler önüne sermiştir.
Şüphesiz Kur’ân’ın arz ettiği yüzlerce tipi burada mütalaa etmemize imkân yoktur. Belki altı-yedi tip üzerinde durarak Kur’ân’ın üslûp, beyan, ifade ve edasındaki eşsizliği ve benzersizliği ortaya koymaya çalışıyoruz ki, kanaatimce şimdilik yapılabilecek şey de budur.
Burada Firavun’u anlatmak da olabilirdi. Ancak gül bahçesinde saksağanı arz etmek suiedeptir. Onun için Firavun gibi, Nemrut gibi tipleri atlayacağız. Evet, dünyada Allah’ı, O’nun kitabını ve peygamberini atlayan insanları biz de atlayacak, nebi iklimini ve ondan gelen nurlarla gönüllerini donatmış mü’minleri anlatmakla yetinip, hayatlarında hep kara düşüncelerle yaşamış insanları bu gül bahçesinde misafir etmeyeceğiz.
5. Kur’ân ve Hz. Meryem
Hz. Meryem’den adını alan Meryem sûresinin baş taraflarında, giriftar olduğu musibet ve belâlarla bir kısım imtihanlara maruz kalan Hz. Meryem anlatılır. Buradaki ana konulardan biri, Hz. Meryem’in sebepler üstü diyebileceğimiz bir keyfiyette Hz. İsa’ya hamile kalmasıdır. Hâlbuki Hz. Meryem, çocukluğundan beri mâbedin ruhanî ikliminde yetişmiş, iffetine, namusuna son derece düşkün bir kadındır.
Allahu a’lem, bu kıssanın Kur’ân’da anlatılmasının hikmet ve sebeplerinden biri, o bin bir musibet ve belâya maruz kalan Nebiler Sultanı’nı teselli ve tesliye etmektir. Yani “Ey Habibim! Maruz kaldığın bu imtihanlarda Sen tek değilsin, Senden önce gelenler de bu ve buna benzer nice imtihanlar geçirdiler. İstersen bak, Hz. Meryem’in başından geçenlere…” denilmek istenmektedir.
Bunun yanı sıra, bu kıssa ile ilgili daha birçok sebep ve hikmet de söylenebilir. Ezcümle, Hz. İsa ve Hz. Meryem’in gerçek mahiyetleri ancak bu âyetlerle anlaşılabilir. Hristiyanlıkta bugün dahi hâlâ var olan ekânim-i selâse anlayışı bu âyetlerle açık olarak sorgulanır. Bu açıdan Hristiyanlar Kur’ân’a çok şey borçludurlar. Nitekim Habeş Kralı Necaşi’nin Hristiyanlıktan Müslümanlığa geçmesi, bu âyetlerin nuranî atmosferinde gerçekleşmiştir.
Her neyse, Hz. Meryem’in Kur’ân’da zikredilmesinin sebep ve hikmetleri adına söylediğimiz bu hususları geçerek, o büyük kadınla ilgili âyetler çerçevesinde biraz da karakter tahlilinde bulunmak istiyoruz:
Hz. Meryem, Kur’ân âyetleri ve tarihi bilgilere göre, daha doğmadan ana-babası tarafından mâbedin hizmetine vakfedilmiş bir kutluydu. Kur’ân da, kavminin ona “Ey Harun’un kızkardeşi!”63 dediğine işaret eder. Şayet bu Harun, peygamber olan Hz. Harun ise, onunla aralarında asırlar var. Ancak Hz. Harun, herkesin bildiği gibi, yaşadığı dönemde mâbetlerin kayyimliğini yapıyordu. İşte Hz. Meryem’e bu açıdan bir benzetme yaparak kavmi ona “Ey Harun’un kızkardeşi!” diyordu. Bazı rivayetlerde ise, âyette geçen Harun’un Hz. Meryem’in hakikî erkek kardeşi olduğu nakledilir.
Hz. Meryem, mâbede adanmış olması sebebiyle çocukluğunu, gençliğini hep orada geçirmiştir. Kendini ister istemez böylesi lâhûtî esintilerin sabah akşam estiği bir mekânda bulan bu yüce kadın, zamanla daha ruhanî bir derinlik kazanmıştır. Öyle ki zaman gelmiş o, lâhûtî âlemden gelen nimetlerle perverde edilmiştir. Bazı camilerimizin mihraplarının üstünde yazılı bulunan: “Zekeriya, onun yanına mâbede ne zaman girse, beraberinde yiyecekler bulurdu. ‘Meryem, bu yiyecekleri nereden buluyorsun!’ deyince de o: ‘Bunlar Allah tarafından gönderiliyor. Muhakkak ki Allah dilediğine sayısız rızıklar verir.’ derdi.”64 âyeti, bu harikulâde hususların ifadesidir. Bazı tefsirler bu yiyecek maddelerinin kış mevsiminde yaz, yaz mevsiminde kış meyve ve sebzeleri olduğundan bahsederler.65
İşte böylesi mânevî atmosferde günlerini geçiren ve lâhûtî âlemin maddî ve mânevî nimetleriyle perverde olan iffet ve namus âbidesi bir kadın, birden sebepler üstü denecek şekilde hamile kalır. Kur’ân, hamile kalma esnasında emri tebliğ eden melekle, Hz. Meryem’in diyalogunu da anlatır.
Bu meleğin Hz. Cebrail olduğu rivayet edilir ki, o, bu esnada insan suretinde yeryüzüne indirilmiştir. Hz. Meryem onunla ilk karşılaştığında, “Eğer Allah’tan korkan bir kimse isen bana dokunma!” der. Bunun üzerine melek, “Ben yalnızca sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbimin bir elçisiyim.” karşılığını verir. Hz. Meryem bu defa, “Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz olmadığım hâlde benim nasıl çocuğum olabilir ki?”66 mukabelesinde bulunur. Ve neticede Hz. Meryem hamile kalır. Ancak, Hz. Meryem, kavmine bunu nasıl izah edecektir? O, Allah’tan geldiğine inandığı bu mesele karşısında, sonsuz bir sabır gösterecektir ama, etrafındaki insanlara bunu anlatabilmek âdeta imkânsızdır.
Şimdi siz, tam bu noktada Hz. Meryem’in içinde bulunduğu ızdıraplı hâli tahayyül etmeye çalışın..!
Hz. Meryem, bu durumu itibarıyla kavminden uzak bir yere çekilmeye karar verir. Aslında onu uzlete çeken şey, iffeti ve namusudur. Onun ne kadar bir süre uzlette kaldığını bilmiyoruz. Kur’ân, bu konuda net bir şey söylemez; söylemez ve uzlete çekildikten sonra, hemen doğum öncesi zamana geçer. Doğum sancıları onu kıvrandırmaya başladığı anda, Hz. Meryem sevk-i ilâhî ile bir hurma ağacına yaslanır ve başına gelen şeyler karşısında derin derin düşüncelere dalar; dalar ve “Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!”67 der. “Keşke ölseydim.. unutulup gitseydim!” sözlerini, baştan bu yana ilâhî kaderin kendisi için nescettiğini o engin imanıyla takip eden Hz. Azrâ’nın, iffet duygusunun ağır bastığı ve onu feverana sevk ettiği anda söylediği sözler olarak değerlendirmek lazımdır.
Ayrıca burada, iki şey daha dikkat çekiyor:
1. Vicdan ızdırabı.
2. Doğum sancısı.
İşte bir taraftan doğum sancısı çeken, eli ayağı çekilen, maddî ızdıraptan dize gelen, diğer taraftan da bütün bu acıları bastıran vicdanının ızdırabıyla iki büklüm olan bu kadına, Mevlâ-i Müteâl’den öyle bir derman gelmeli ki, hem doğum sancıları son bulsun hem de vicdanında yanan ateşi söndürsün. Çok geçmeden meleğin getirdiği hak mesajı onun imdadına yetişir: “Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir. Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün.”68
Hz. Meryem, içinde bulunduğu hâlet-i ruhiyeden, ikaz mahiyetini taşıyan bu beyanlarla birden uyanır. Buradaki ilk ilâhî hedef –tabiî sezebildiğimiz kadarıyla– psikolojisi altüst olmuş bu iffet âbidesini o boğucu atmosferden kurtarmaktır. Nitekim bu ilâhî ikaz ya da ses, onu düşünce dünyasından az da olsa uzaklaştırır; uzaklaştırır ve daha başka düşünceler içerisine çeker. Kavminden kaçarak kupkuru bir çölde, tek başına bulunan Hz. Meryem, kendisini hurma ağaçları ile çevrili yeşilliklerin içine getiren kudreti düşünmeye başlar; başlar ve gönlü inşirahlarla dolarak rahatlar.
Bu iki âyet-i kerimede dikkati çeken ve mutlaka araştırılması gereken bir husus daha bulunmaktadır. O da, hamilelik ya da özellikle doğum öncesi dönem ile su ve hurma arasındaki ilgidir. İhtisas alanım olmamakla beraber, sırf Kur’ân’a olan itimadımdan temas edip geçeceğim. Hurma ve suyun –sesiyle, havasıyla, yenilip içilmesiyle– doğum esnasındaki kadınlara, ister fiziki yani rahim açılması, ister psikolojik yani moral değerler açısından faydalı olacağı kanaatindeyim. Bu espriye bağlı olarak modern tıbbın “suda doğum” gibi projeleri üzerinde durulabilir.
Ve melek mesajlarına devam eder: “Artık ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer herhangi bir insana rastlarsan: Ben, Rahmân’a oruç adamıştım, de, o sebeple bugün hiç kimseyle konuşmayacağım.”69
Bu ifadelerle zannediyorum, ruhî açıdan sıkıntılı, maddî açıdan da hasta olan –çünkü doğum yapmış– bir kadının hissiyatı, iç âlemi okşanmakta veya ona huzur verecek bir usûl telkin edilmektedir. Modern psikolojinin de bu noktada insanlara yaptığı benzer tavsiyeler vardır. Ama çoğu itibarıyla o tavsiyeler insan ruhuna nüfuz etmekten uzak, insanı daha çok hastalıklar içine itecek mahiyette ve tamamıyla tavsiyeyi yapan bilim adamlarının (!) dünya görüşlerini yansıtır niteliktedir.
Bunlar pek çoğu itibarıyla tamir adına ortaya konan, ama insanı kendine karşı daha çok yabancılaştıran, fıtratından uzaklaştıran ve değişik bir hastalığa çare bulacağım derken, belki onlarca hastalığa davetiye çıkaran türden şeylerdir.
Nihayet Hz. İsa dünyaya gelir. Hz. Meryem, kucağında çocuğuyla kavminin arasına döner. Kavminin ithamlarına beşikteki çocuk cevap verir… Vak’anın geri kalan kısmı Meryem sûresinden takip edilebilir. Biz konumuz açısından meseleye bir kere daha dönüp, bu çerçevede bazı genellemelerde bulunmak istiyoruz.
Bizi bu kıssada ilgilendiren en önemli şey, bir kadının duygularını, ruhî durumunu, his ve heyecanlarını, toplum içerisindeki konumunu Kur’ân’ın nasıl tahlil ettiğidir. Görüldüğü gibi, Kur’ân, modern psikolojinin henüz ulaşamadığı ledünnî ufuklarda dolaşmakta ve bayrağını çok yükseklerde dalgalandırmaktadır. Bu açıdan Kur’ân’a bakıldığında, bundan asırlar önce ortaya konan tahliller, bu tahlillerdeki derinlik, akıllara durgunluk verecek ölçüdedir. Aslında farklı ruh hâllerinin tahlili hem psikoloji hem de psikososyoloji açısından çok mühimdir.
Evet, Kur’ân’da mutlak olarak insanın heyecan ve helecanlarına, teessürlerine, maddî ve mânevî geçirdiği değişimlerin ifadelerine sıkça rastlanır. Hatta normal karakterler bir tarafa, zaman zaman anormal karakterler, üstün zekâ ve dehaya sahip dimağlar, hayatlarını zaferlerle süslemiş zafer âbideleri, ibadet ü taatte kutuplaşmış tipler, âlem-i şehadette âlem-i misale ait levhaları seyreden zevk ve istiğrak ehli kişiler… ve daha nice karakterlerin tahlilleri sıra sıradır Kur’ân-ı Kerim’de.
Şimdi böylesine engin ve zengin bir kaynaktan müstağni kalmayı nasıl izah ederiz? O hâlde Müslüman psikolog ve sosyologlara oldukça fazla iş düştüğü ortadadır. Bunlar, Kur’ân’ın genel hedef ve maksatlarını göz önünde bulundurarak, yapacakları çalışmalarla, günümüzün kendi özünden ve ruhundan uzaklaşmış/uzaklaştırılmış insanını, bir kere daha Kur’ân’a yöneltebilir ve Kur’ân ufkunda dolaştırabilirler.
E. Kur’ân’da Toplum Tahlilleri
Kur’ân-ı Kerim, belli prensipler dahilinde yer yer toplum tahlilleri de yapar. Yapılan tahliller sonucu, o cemiyetin genel karakteri ayan beyan ortaya çıkar. Genelde isim tasrih edilmeden yapılan bu tahlillerde öyle bir üslûp kullanılır ki, ilgili cemiyet hemen gözler önünde beliriverir. Hem öyle beliriverir ki, bunları tam anlamıyla kavrayabilmek için sosyolog veya psikolog olmaya da gerek kalmaz. Zira Kur’ân’ın ortaya koyduğu her tablo, aksine ihtimal vermeyecek ölçüde nettir.
Nitekim Asr-ı Saadet’te gerek Yahudi, Hristiyan ve gerekse müşrik ve Müslümanlar, içlerinden geçen şeylerin ifşa edileceği endişesiyle tir tir titrerlerdi. Bunlar arasında özellikle Müslümanlar, kalb ve vicdanlarını her zaman vahy-i semavî karşısında derleme, toparlama ihtiyacı duyarlardı. “Biz, Allah Resûlü hayatta iken, içimizden bir şey geçirmeye korkardık. Gerçi isimlerimiz verilmezdi ama kusurlarımızın büyüklüğü, O’nun ukbâdaki mücâzâtı nazara verilirdi ki, biz âdeta kaçacak delik arardık.” sözleri, onların duygularının ifadesidir.
Hatta bu noktada denilebilir ki, gönülleri dilhûn eden Nebiler Sultanı’nın vefatı, bir ölçüde onların rahatlamasına vesile olmuştu. Çünkü ilgili mevzuda bir âyetin nazil olması o edeb, vakar ve ciddiyet insanlarını çatlatacak ölçüde bir kısım şoklar yapabiliyordu.
Bu tür âyetlerde en çok dikkati çeken husus, Kur’ân’ın şahısları veya cemiyetleri unvan ve isimleri ile değil de, vasıfları itibarıyla zikretmesiydi. Yani ekranda yansıtılan manzara kâfir değil küfür, münafık değil nifak, dalâlet ve fısk ehli değil, dalâlet ve fıskın kendisiydi. Bugün fert ve toplum ile ilgili bilim adamlarının Kur’ân’ın bu özelliğinden çok büyük dersler çıkarmaları beklenir.
İşte bu çerçevede, Kur’ân’ın ayrı bir özelliği de, fert ve cemiyet tahlillerinde genelleme usûlünün kullanılmış olmasıdır. Öyle ki, Müşrik, Yahudi, Hristiyan, Mecusi, Sâbii, Müslüman vb. bütün insanların genel özelliklerini, her zaman Kur’ân’ın satırlarında veya satır aralarında bulmak mümkündür. Bu, bizler için olabildiğine önemli bir kriterdir. Bizler bu kritere göre, insanlarla ister bire bir, isterse toplu olarak münasebetlerimizi ayarlayabiliriz. Arızaların nasıl giderileceği, neyin insanlara nasıl sunulacağı konusunda yukarıdaki hususlar çok önemlidir.
Kur’ân’ın, fert veya cemiyetleri tahlilinde öne çıkan hususiyetleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1. Bu tahlillerde mutlaka ferdî ve içtimaî maslahatlar gözetilmiştir.
2. Tahliller, şahıslardan tecrit içinde yapılmış ve fertler isimleriyle değil, özellikleriyle nazara verilmiştir.
Böylece, ilgili vasıfların kötülüğü tescil edilirken, şahıslar toplum içinde, cemiyetler de sair cemiyet ve toplumlar içinde kısmen kamufle edilmiştir. Bu vesile ile de birçok insan ve birçok cemiyet, rencide edilmeden, mükemmel insan, mükemmel toplum olma yolu gösterilmiştir.
3. Tahlillerde, cemiyette kabul gören meşru edep ve muaşeret kaidelerine, disiplinlere riayet edilmiştir.
4. Tahlillerde yıkıcı tenkitten ziyade, yapıcı bir üslûp kullanılmıştır.
5. Âzamî tasarruf prensibine riayet edilerek, mesele kısa ve özlü ifadelerle, gayet veciz bir biçimde ortaya konmuştur.
1. Kur’ân’da Ehl-i Kitap Resimleri
Kur’ân-ı Kerim’de fertlerin yanı sıra toplumların da çeşitli açılardan tahlillerinin yapıldığını ve tahlillerde öne çıkan hususları veya takip edilen esasları ifade ettik. Şimdi, Kur’ân’da tahlili yapılan Ehl-i Kitap’tan bazı resimlerle o hususu da biraz açmaya çalışalım:
Kur’ân-ı Kerim’de en çok tahlili yapılan milletlerden biri İsrailoğulları’dır. Sadece Bakara sûresine bu açıdan bakıldığında, bu konuyla alâkalı pek çok malzemenin var olduğu anlaşılır. Acaba Kur’ân, bu millet üzerinde neden bu kadar çok durmuştur? İsrafın her çeşidi Allah nezdinde ve Allah Kelâmı’nda söz konusu olmadığına göre bundaki hikmet ya da hikmetler nelerdir?
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, Kur’ân’ın bahsini ettiği bazı kitlelerle günümüzdeki müsamahasız ve saldırgan yığınlar arasında ne zihniyet ne de karakter açısından hiçbir fark yoktur. Bu açıdan projektörünüzü Kur’ân’a tuttuğunuzda bugünkü mütegallipleri; günümüz mütegalliplerine tuttuğunuzda da Kur’ân’daki fanatikleri rahatlıkla bulabilirsiniz. Öyleyse Kur’ân’ın bazıları hakkında on dört asır önce söylediği şeyler hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
Evet, insanlık tarihi boyunca meydana gelen içtimaî, idarî, siyasî, askerî, kültürel hatta dinî fesatların temelinde bazı fanatik düşünce ve bağnaz zihniyetler vardır. Bütün dünyayı emperyalizm hesabına bir pazar hâline getiren kapitalizm, anarşinin yeryüzüne yayılmasına vesile olan komünizm, milletleri birbirine düşman hâline getiren ırkçılık, dahası şehvetin putlaştırılması… evet, bunların hepsi bahsi geçen zıvanasız mantık ve düşüncenin ürünüdür. Bilhassa şu son asırlarda ortaya çıkmış pek çokları, Durkheim, Freud, Marks, Sartre, Engels ve sahalarında ün yapmış, şöhrete ulaşmış daha niceleri hep bu endazesiz düşüncenin çocuklarıdır.
Bu insanların düşüncelerinin ürünü olan kapitalizm, komünizm, faşizm ve Nazizm başta olmak üzere birçok sistem, değişik dönemlerde hep içtimaî dengeleri bozmuş, milletleri kendi iç bünyelerinde inkıraza sürüklemiş ve onları başka milletler nezdinde de düşman hâline getirmiştir. Neticede dünya bir kan gölü olmuştur ki, en son 1. ve 2. Dünya Savaşları bunun apaçık göstergesidir.
Bu açıdan Kur’ân, günde yüz defa çeşitli hile ve desiselerle insanlığı iğfale çalışan, sürekli fitneyi körükleyen, maddî çıkarları uğrunda her şeyi mubah gören bazı toplum ve insanlara karşı sairlerinin dikkatli olması için birçok âyetle tahkimat yapmakta ve onları teyakkuza sevk etmektedir.
Bu noktada hiç kimse, Allah, bir kısım anarşistleri nazara vermede itnab yapıyor (uzun uzadıya açıklamalarda bulunuyor) diye şüphe ve tereddüde düşmemelidir. Zira Allah (celle celâluhu), böylelerini sırat-ı müstakîme davet etmek için başta ülü’l-azm peygamberler olmak üzere birçok mürşit, muslih göndermiştir. Ama onlar kendilerine gönderilen peygamberlerin öğretilerine kulak asmamış, hatta onlardan bazılarını akıl almaz işkencelerle öldürmüşlerdir.
İşte Kur’ân’ın yaptığı şey, bütün bunlara rağmen, istikamete girmeyen bu ifrit ve muzır kimselere karşı, insanları uyarmaktan ibarettir. Zaten bugün dünyada siyasî, idarî, askerî ve iktisadî alanda cereyan eden hâdiseler de Kur’ân’ı doğrulamakta ve yapageldiği tenbihat ve tahşidatın ne kadar yerinde olduğunu göstermektedir.
Öteden beri her şeyi kendi çıkar ve menfaatleri etrafında ele alan bu kabîl insanlar, her şeyi maddeye irca etmiş ve her şeyi maddede aramış “akılları gözlerinde” öyle körlerdir ki, maddeden başka hiçbir şey görmezler. Bu özellikleri itibarıyla da dünyanın her yerinde sömürünün temsilcileri olmuşlardır.
Evet, bunlar maddeciliği o kadar ileri götürmüş ve maddeci zihniyetle öylesine bütünleşmişlerdir ki, mânevî şeyleri bile madde ile izaha ya da anlamaya kalkmışlardır ki, bu mânevî şeyler arasında, bizzat Allah (celle celâluhu) da vardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim gibi, mukaddes kitaplarda da ifade edildiği gibi bir gün böyle bir mantık, hem de küstah bir tavırla peygamberinin karşısına dikilip “Ey Nebi, Biz, Allah’ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız!”70 der. Aslında bu, karakteristik bir iddia ve istektir.
Aynı zamanda bu, materyalizm, kapitalizm, ateizm, pozitivizm vb. fikrî ve idarî düşünce ekollerinin de temel esprisini oluşturmaktadır. Bu çerçevede siz, bir nebiye (aleyhisselâm) söylenen bu sözle, yirminci asırda aya çıkan Gagarin’in söylediği söz arasında bir farkın olmadığını görürsünüz. Gagarin de öyle diyordu: “Ben dünyanın etrafını dolaştım. Ay’a çıktım ama Allah’a rastlamadım.” İşte aklı gözüne inmiş, materyalist zihniyeti temsil eden sefil ruh ve işte Peygambere: “Allah’ı bize göster!” diyen Allah ve peygamber bilmez küstah!
Bu zihniyetin etkilerini günümüz Türkiye’sinde de görmemiz mümkündür. Ne acıdır ki bu zihniyet, ilim yuvaları olan bazı mekânlarda bile bütün ağırlığı ile kendini hissettirmektedir. Evet, hoca ve talebeleriyle, dün olduğu gibi bugün de, “Allah’ı görmüyoruz ki, O’na inanalım?” diyen insan sayısı azımsanmayacak kadar çoktur.
Kur’ân’ın bu mevzuda yaptığı tahlilleri tam anlamıyla kavrayabilmek, Kur’ân’ın onların niyet, düşünce ve tasavvurlarını lif lif çözmesini, lime lime parçalamasını tam anlayabilmek ve onların içlerindeki fesat, hastalık ve kirleri tam görebilmek için, onların içlerinde bulunmak, hatta onlar gibi olmak lazımdır. Bu açıdan, onlar gibi veya onlardan biri olmadan, ilgili âyetlerin künhüne tam mânâsıyla vâkıf olunabileceğini zannetmiyorum.
Yaptığımız ön açıklamalardan sonra geçmiş peygamberler ile onların peygamber olarak gönderildiği milletler arasında geçen bazı olayları nazara vererek, onların karakterleri hakkında ancak ilme’l-yakîn seviyede olabilecek daha başka tahlil ve değerlendirmelere ihtiyaç var.
Bilindiği gibi bir toplum, yıllarca Firavun’un zulmü altında inim inim inlemiş ve ezilmişti. Zulmüyle etrafa dehşet saçan Firavun, elinin altındaki yığınları en ağır işlerde çalıştırıyor, çok defa erkekleri öldürtüp, kadınları da zillet içinde bırakıyordu… Ancak Allah (celle celâluhu), peygamberleri vasıtasıyla onları bu zulüm ve zilletten kurtarıp, rahat edecekleri bir muhit ve hür yaşayacakları bir ortama çıkardı. Öyle ki, Tîh sahrasında yaşarken bile –ki bu biraz da cezaydı– en medenî ve en zengin milletlerin dahi rahat elde edemeyecekleri “اَلْمَنُّ” ve “اَلسَّلْوٰى” yani bıldırcın eti ve kudret helvası onların sofralarını süslüyordu.
Lâhut âleminden nebi ufkuna akıp akıp gelen bu ve benzeri nimetler, onların günlük hayatlarının tabiî bir parçası olmuştu. Bir mânâda huzur ve saadetle dolu bir hayat içindeydiler. Ancak bilhassa bunların içlerinde bulunan ve hürriyetin kadrini idrak edemeyip, köleliğin ve emir kulları olmanın ruhlarında yer ettiği bayağı tipler, önlerindeki peygambere, dolayısıyla da Allah’a başkaldırarak, Firavun’un zulmü altında yaşadıkları günlerdeki hayata özlem duyuyor ve peygamberlerinden sebze, soğan, sarımsak, hıyar, mercimek vb. şeyler istiyorlardı. İhtimal, bunların ötesinde başka gıda maddelerini de bilmiyorlardı.
İşte bu insanlar, ruhlarında yer etmiş köleliğin tezahürü ve nankörlüklerinin göstergesi olarak, bıldırcın eti ve kudret helvası yerine, eskiden bildikleri sebze, soğan, sarımsak vb. şeyler peşindeydiler. Kur’ân, bu toplum içindeki nankörlüğü ele veren bir hususu bize şöyle bildirir: “Hani siz (verilen nimetlere karşılık): ‘Ey Musa! Bir tek yemekle yetinemeyiz; bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden; bakliyatından, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından da bize çıkarsın’ demiştiniz.”71
Bu tarihî vâkıada karakter tahlili adına şunları söyleyebiliriz:
Bazen insan, hemen çarçabuk ülfet ve ünsiyetin öldürücü güç ve atmosferine yenik düşebilir. Bu yanı itibarıyla o, ne kadar olağanüstü nimetlerle perverde edilirse edilsin, biraz da temadinin tesir kırıcılığıyla, daha başka şeyler arzu edebilir. Hatta çok defa bu arzunun doğru veya yanlış olduğunu da düşünmeyebilir. Nitekim yukarıdaki örnekte bazı kişiler, Firavun’un zulmünden kurtulup rahata, rahmete kavuşmuş olmalarına rağmen, şükür gerektiren böyle bir hâli hiç de nazar-ı dikkate almadan, eskiden yiyip içtikleri gıda maddelerini istemişlerdi. Hâlbuki bu, apaçık bir nankörlüktü. Ama yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bazen insan böyle bir durumda yaptığı şeyin ne kadar doğru veya yanlış olduğunu düşünemeyebilir. Kaldı ki, onların bu hâle düşmesinde, yani yıllarca Tîh sahrasında dolaşmaya mecbur bırakılmalarında, Hz. Musa’nın kat’iyen herhangi bir dahli yoktu. Ne var ki, peygambere karşı nasıl davranılacağını bilmeyen bir kısım kimseler, sanki suçlu Hz. Musa imiş gibi bir de ona karşı tavır takınmışlardı. Aksine, “Ey Musa! Rabbine dua et…” sözlerini başka nasıl izah edebiliriz ki? Evet, onca nimet-i ilâhînin kendilerine gelmesine vesile olan Hz. Musa’ya karşı böyle davranmamalıydılar…
Aslında Kur’ân’ın beyanına göre, Hz. Musa’ya bu türlü çıkışta bulunanlar bir kısım nankör fıtratlı kimselerdi. Aynı nankör tipteki insanlar, İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Muhammed’e de (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmiş ve “Sana yüklerimizle, ailelerimizle geldik. Seninle falan kabile gibi savaşmadık.”72 deyip sadaka istemişlerdi.
Kur’ân, Hz. Muhammed’i minnet altında bırakmak isteyen bu insanların karakterlerini de şu âyetiyle ortaya koyar: “Onlar, İslâm’a girdikleri için seni minnet altına almak istiyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayınız. Eğer doğru kimseler iseniz bilmelisiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur. (Bundan dolayı edecekse O size minnet eder.)”73 Demek ki bu tür insanlar, sadece Hz. Musa cemaatine münhasır da değiller.
Hz. Musa’dan soğan, sarımsak vb. şeyler isteyen insanların ifadelerinden hareketle, genelleme planında şöyle bir yorum yapmak da mümkündür:
Hemen her insan yaşadığı hayat şartlarına belli bir müddet sonra alışıverir ve ülfet, ünsiyet içine girer; ardından da daha değişik şeylerin peşine düşer. Meselâ, yeknesak, tekdüze şehir hayatı yaşayan insan, “keşke bağım, bahçem, tarlam olsa; eksem, biçsem, sulasam” vs. der. Bu imkânlara kavuştuktan belli bir müddet sonra da kalkar başka şeyler ister ve bu istekler ilânihaye devam eder gider. İşte bu duygu, insan fıtratında tekdüzeliğe karşı var olan tepkinin açığa vurulmuş hâlidir.
Yukarıdaki âyete tekrar dönecek olursak, böylesine isteklerle huzuruna gelen insanlara Hz. Musa (aleyhisselâm): “Daha iyiyi daha kötü ile değiştirmek mi istiyorsunuz? O hâlde şehre inin. Zira istekleriniz sizin için orada var.” şeklinde mukabelede bulunur. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın cezası bundan daha ağırdır ki, aynı âyetin devamında: “İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu.”74 ifadeleri gelir.
Evet, Kur’ân bir hâdiseyi nazara verip, projektörlerini oraya tutarak, insanlığa gerçek insan veya insanlığın yollarını göstermek suretiyle insan olmanın vazgeçilmez vasıflarına doğrudan veya dolaylı olarak sık sık temas eder. Bütün mesele, Kur’ân’a bu zaviyeden bakabilmek, gerekli dersi alabilmek ve hepsinden öte de bunu hayata taşıyabilmektir.
2. Refah ve Zenginliğin Azdırdığı Hislere ve Şımarık Ruhlara Kur’ân’ın Bakışı ve İrşadı
İnsan fıtratında köpürüp duran his ve heyecanlar, onun yaşantısıyla orantılı olarak sürekli yatak değiştirirler. Pratik hayatın getirdiği sıkıntıların, sürur ve sevinçlerin, ızdırap ve çilelerin hisler üzerinde oldukça derin tesirleri vardır. Tabiî rahat ve rehavet içinde geçen bir hayat da hususî bir kısım hisler hâsıl eder. Hatta bu durum bazen gurur ve kibre sebebiyet verdiği için de insanın felâketine yol açabilir.
İnsan bazen nimetler içerisinde yüzer, hayatını lezzetlerle geçirir; seyahatler, seyr ü seferler ile zevk ve lezzet arayışı içinde olur. Evet, transatlantiklerle suları yara yara uzak diyarlara seyahatlerde bulunma, tabiî, maddî güzellik ve zenginlikleri müşâhede etme, insanın ruhuna, his ve duygularına haz ve lezzet adına neler ve neler kazandırır. Şayet bu insan, bir de tefekkür ufku ile gördüğü güzellikleri tahlil ve terkip yapabiliyorsa, artık o seyahatin tadına doyum olmaz. Kâinat meşherinde müşâhede edilen güzellikler, onların insanda meydana getirdiği intibalar, insanın tefekkür ufkuna zevk olur akar. Böyle bir tefekkür ciddî bir vahdet içinde, sanat ile sanatkâr arasında tefekkür koridorları açar.
Görüldüğü gibi, böyle bir seferin insanın maddî ve mânevî hayatına katkısı sayılamayacak kadar çoktur. Kaldı ki, insan bedeninin ve iç dünyasının zaman zaman bu tür seyahatlere ihtiyacının olduğu da açıktır.
Böylesi seyahatlere çıkanlar arasında tefekkür ufkunu zorlamayan, eşya ile Hâlık’ı arasındaki münasebeti göremeyen ve kavrayamayan, dolayısıyla sadece dünyevî ve cismanî zevkler arayanlar da vardır. Bu insanlar, yapacakları seyahatlerde, seyahat vasıtalarının en rahat ve ferah olanını tercih ederler. Son model arabalar varken eski model bir arabaya iltifat etmezler. Bir mânâda bu beden insanları, cismanî zevk ve lezzeti doruk noktada tadabilmek için, her türlü masrafa girerek ellerinden geldiğince hayattan kâm almaya çalışırlar.
Hâlbuki bu âlemde her zevk, bir elemle neticelenir. Sadece zevk ve lezzet mülâhazası ile girilen her iş, akıbetinde çok defa bir elem ve keder getirir. Bundan kurtulmanın bir tek yolu vardır; o da bu seyahatler esnasında tefekkür ufkunu zorlama, masnûdan Sâni’e ulaşma, böylece cismanî zevklerin yanında fikrî ve ruhî hayatımıza ve dolayısıyla da uhrevî hayatımıza zenginlik katmadır. Buna bir de İslâm’ın iki esası olan sabır ve şükrü ilave edersek, konu bütün bütün kazanç kaynağı hâline gelir. Yani tattığımız her zevk ve lezzete şükürle mukabelede bulunur, başımıza gelen belâ ve musibetlere de sabırla göğüs gerersek, dünyevî ve uhrevî haybet ve hüsrandan kurtulacağımız gibi, zevk ve lezzet verici sair şeyler de kendi kendine hâsıl olur.
Burada, fikrî ve tasavvurî bir tablo ile kendi içimize girme ve onda derinleşme adına bir hususu daha arz etme lüzumunu duyuyorum. Şöyle ki, çok verimli bir bağ ve tarlanız olduğunu düşünün. Tarlanızda pamuklarınız mükemmel şekilde büyümekte ve bağınızda da üzümleriniz yüzünüzü güldürecek keyfiyette bereket içinde gelişmektedir. Bu arada sizin yarınlara ait de bir kısım düşleriniz vardır. Meselâ siz bu ürünlerden elde edeceğiniz kazançlarınız ile sürekli girişeceğiniz yatırımları düşlüyorsunuzdur.
Bu yüzden durmadan bağınız ve tarlanız arasında, şevk insanlarına has bir tavır ve endamla, belki bazen gururla mekik dokuyup durursunuz. Öyle ki hep o kuru üzüm çubuğunun ucundaki şerbeti onun içine sanki siz doldurmuş, güneşten gelen radyasyonlarla onun çıkardığı hava arasındaki münasebeti siz kurmuş ve bu şeker sentezini sanki siz yapmışsınız gibi bir ruh hâleti içinde olursunuz. Hâlbuki sizin ürüne yaptığınız muamelelerle bunlar gerçekleşmez. Bunları lütuf ve ihsan eden Allah’tır (celle celâluhu). Sizin yaptığınız, sadece O’nun size ihsan ettiği bağ ve tarlaya yanlış veya doğru müdahaleden başka bir şey değildir.
Siz bu duygu ve düşünceler içinde iken birden havada yağmur bulutları belirse, şimşekler çaksa, yıldırımlar gürlese, gelmesi muhtemel felâket karşısında içinizde müthiş bir ürperti hâsıl olur. Havada çakan her şimşek içinizde bin bir fırtına koparır. Bütün bütün rahatınız kaçar. Geceleri uyuyamaz hâle gelirsiniz. Nihayet bir havaya, bir de bağ ve tarlanıza bakar durursunuz; durursunuz da, yağacak şiddetli bir dolunun hayallerinizi nasıl altüst edeceğini düşünmeye başlarsınız. Zira dolu neticesi pamuğunuzun ve üzümünüzün en azından kalitesi düşecektir. Belki de toptan helâk olacaktır. Bu arada ticarî piyasa da dalgalanabilir. Karaborsacılık başını alır gider. Bunu rüşvet, yolsuzluk vb. şeyler takip edebilir ve gayrimeşru ilişkiler artar. Derken ticarî alandaki bu istikrarsızlık, uzunluğu veya kısalığına göre siyasî, idarî, ahlâkî hemen her alana sirayet eder ve etkileri de uzun yıllar sürebilir. Hatta öyle ki, toplum yıkılmanın eşiğine bile gelebilir.
Şimdi refah, rahat ve rehavetin azdırdığı hisler üzerine yaptığımız bu tahlil denemesinin açılımını bir de Kur’ân’da takip edelim. İlgili âyet, Yûnus sûresinde yer almaktadır. Âyet, bu olayla alâkalı tabloyu şöyle resmeder: هُوَ الَّذِي يُسَيِّرُكُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ حَتّٰى إِذَا كُنْتُمْ فِي الْفُلْكِ وَجَرَيْنَ بِهِمْ بِرِيحٍ طَيِّبَةٍ وَفَرِحُوا بِهَا جَۤاءَتْهَا رِيحٌ عَاصِفٌ وَجَۤاءَهُمُ الْمَوْجُ مِنْ كُلِّ مَكَانٍ وَظَنُّوا أَنَّهُمْ أُحِيطَ بِهِمْ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ لَئِنْ أَنْجَيْتَنَا مِنْ هٰذِه۪ لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ “Sizi karada olsun, denizde olsun gezdirip dolaştıran O’dur. Gemide olduğunuz zamanı düşünün: Gemiler, tatlı bir rüzgârla içindeki yolcuları alıp götürdüğü ve yolcular da bundan ötürü keyiflendikleri bir sırada birden gemiye şiddetli bir fırtına gelir, dalgalar her taraftan onları sarar ve artık kendilerinin tamamen kuşatılıp bir daha kurtulamayacaklarını zannedince, bütün niyaz ve ibadetlerini yalnız Allah’a tahsis edip gönülden O’na yalvarırlar: ‘Ahdimiz olsun ki, eğer bizi bu felâketten kurtarırsan, mutlaka şükreden kullarından olacağız!’ derler.”75
İsterseniz bu toplu mealden sonra, âyetin mevzumuzu ilgilendiren yanlarını ön plana çıkartarak, bir de –eskilerin ifadesiyle– “lazım-ı mânâ” veya açıklamalı meali üzerinde duralım:
هُوَ الَّذِي يُسَيِّرُكُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ Yani sizin karada, denizde, havada, otobüs, gemi, uçak vb. vasıtalarla yolculuk yapmanıza imkân sağlayan sadece ve sadece O’dur.
حَتّٰى إِذَا كُنْتُمْ فِي الْفُلْكِ… Düşünün ki, siz gemi ile yolculuk yapıyorsunuz. Deniz mutedil, tatlı bir rüzgâr var ve siz de ferih-fahur bir hâldesiniz. Daha doğrusu öyle bir hâlet-i ruhiye içindesiniz ki, sanki suyun kaldırma kuvvetini ve yüzme/yüzdürme kanununu siz vaz’etmişsiniz.. hatta etrafta seyrettiğiniz ve seyredip kendinizden geçtiğiniz o fevkalâde güzellikleri de siz yaratmışsınız gibi bir gaflet içindesiniz ve sanki bu türlü zevk ve safa içinde ebedî kalacakmış gibi bir hâliniz var.. hâlbuki dünyada her şey bir imtihan olduğu gibi, bu da bir imtihandır. Nitekim o imtihan da gelip çatacaktır:
جَۤاءَتْهَا رِيحٌ عَاصِفٌ… Ortalığı kasıp kavuran şiddetli bir fırtına ve her taraftan hücum eden korkunç dalgalar, birden gemiyi sarıp sarmalayıverir. İşte o an ikbal idbara döner. Gülmeler, ağlamalarla yer değiştirir. Herkesi bir endişe ve bir telaş alır ve ne yapacaklarını bilmez hâle gelirler.
وَظَنُّوا أَنَّهُمْ أُحِيطَ بِهِمْ… Ve onlar, geç de olsa çepeçevre kuşatıldıklarını sanırlar. Bütün sebeplerin sukut ettiği böyle bir anda yapılacak tek şey, Müsebbibü’l-esbâb olan (sebepleri yaratan) Allah’a sığınmaktır. Bu, insan tabiatının da gereğidir. Zaten onlar da öyle yaparlar; yaparlar ama teveccühlerinde bir noksanlık vardır.
لَئِنْ أَنْجَيْتَنَا “Bizi bu musibetten kurtarırsan…” diyerek böyle bir atmosferde dahi, Allah’a karşı şart koşma saygısızlığında bulunurlar. Ne var ki, musibetten sıyrılınca o şartı da görmez olurlar. Nedir o şartlar?
لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ “Mutlaka Sana şükredenlerden olacağız.”
Heyhât! Onlar bu duygu ve düşüncelerinde asla samimî değillerdir. Gerçekten samimî olsalardı, musibet başlarına gelmezden önceki hâlleri öyle olmazdı. Dolayısıyla yaptıkları bu dua da içlerinin sesi değildir.
Şimdi bu âyet, –aradan bunca asır geçmiş olmasına rağmen günümüz insanlarını da muhatap alarak– rahat ve rehavetin şımarttığı insanların ruh hâllerini tahlil etmekte ve sıkışık anlarda onların söyledikleri sözlerin samimiyetsiz mırıltılar olduğunu açığa vurmakta, satır aralarında da gayet net olarak anlaşılan bir üslûp ile onları ikaz ve irşad buyurmaktadır.
Aynı çizgide bir başka âyet de bizlere, dünya hayatının gerçek veçhesini göstererek gaflet, cehalet, hırs, tamah vb. hasletlerle kazanılan ya da kaybedilen dünyevî şeylerin çok önemli olmadığını, aksine, esas olan ebedî hayata teveccühün önemli olduğunu vurgular. İşte böyle bir resmin kuşbakışı özeti:
“Bu fâni dünya hayatı bilir misiniz neye benzer? Tıpkı şuna benzer: Biz gökten bir yağmur indiririz, derken o yağmur vasıtasıyla, insanların ve hayvanların yiyerek beslendikleri bitkileri bol bol yetiştiririz ki, her taraf yemyeşil bir hâl alır. Yeryüzü renk renk, çeşit çeşit meyve ve mahsullerle süslenir; bahçe sahipleri de tam, bütün o ürünleri devşirmeye giriştikleri sırada, geceleyin veya gündüzün aniden verdiğimiz emirle bir afet olur, her şeyi biçer götürür. Sanki daha dün, o şen manzara, orada hiç olmamış gibi bir hâl alır… İşte Biz düşünüp ibret alacak kimseler için âyetleri, delilleri böyle ayrıntılı olarak açıklarız.”76
Evet, gençlik, servet, makam, ihtişam vb. şeylerin tam kıvamını bulduğu anda birdenbire yok oluvermesi, tıpkı hasat mevsimi geldiği zaman, şiddetli bir yağmurla ekinlerin hazana uğraması veya maddî, bedenî ve cismanî zevkleri doruk noktada yaşarken, hastalıkların başa gelip çatması gibidir ve bunların hepsi bu çizgide ikazlardır. Aslında bunlar, insanları ahirete hazırlamakta ve nihaî olarak dünyanın, dünyada elde edilen şeylerin gerçek veçhesini göstermektedir ki, kişi dünyevî zevklerle ruhen ölmesin, her zaman bâki, ebedî şeyler arayışı içinde olsun.
İşte bu arayışa karşılık, “Allah, insanları esenlik ve mutluluk ülkesine davet eder ve dilediği kimseleri doğru yola iletir.”77 âyeti, insana gerçekten rehber olur. Böylece törpülenmiş hisler, rencide olmuş ruhlar, gurur ve kibirleri kırılmış insanlar, bu ümit-bahş âyetle yeniden hakikî hayata dönerler.
F. Kur’ân’da Umumu Alâkadar Eden Tiplemeler
1. Aceleci, Mürai ve Münafık Tipler
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, yer yer umumî bir “tip” ve bir “model” kullanır. Evet o, nurefşan beyanlarıyla hâdiseleri tahlil ederken hedefte hususî bir şahıs olmaz. Fakat şu âyetler her insan için ya da belli tipler için, hemen her zaman söz konusu olabilecek davranış, inanış ve aldanış biçimlerini sergiler: “İnsan bir sıkıntıya maruz kalınca gerek yan yatarken, gerek otururken veya ayakta iken, Bize yalvarıp yakarır. Ancak Biz onun sıkıntısını giderince de, sanki uğradığı dertten dolayı Bize yalvaran kendisi değilmiş gibi çeker kendi yoluna gider. İşte (hayat sermayelerini boşuna harcayıp) haddini aşanlara yaptıkları işler böyle süslü gösterilmiştir.”78
Dikkat edilirse âyet şu ya da bu kimseye değil, mutlak mânâda insana ait bir hususiyeti tespit ve tersim eder ve bu konumda bulunan insanın hâlet-i ruhiyesini enfes bir üslûpla dile getirir.
Evet, insan, kendisine herhangi bir zarar isabet ettiği; meselâ oğlu-kızı veya hanımı vefat ettiği; bağına-bahçesine bir zarar geldiği, işleri tamamen tersine dönüp ticaretinde iflasa gittiği ya da makam ve mevkiini kaybetme sath-ı mailine girdiği zaman durup dinlenmeden Rabbine dua eder. Bu duayı her zaman diliyle yapmasa da vicdanıyla sürekli aynı şeyleri mırıldanır, her zaman bunları düşünür ve en içten feryatla O’na teveccüh edip yalvarır.
Sonra Allah, onun başına gelen musibeti ve zararı kaldırdığı, sırtından o ağır yükü aldığı, pâye-i hil’atini yeniden giydirdiği, “Sen hükümdar oldun!” deyip yeniden tâcı başına koyduğu, işlerini yeniden denge ve düzene soktuğu zaman aynı insan öyle bir tavır takınır ki, sanki hiç o musibetlere maruz kalmamış, hiç el açıp Allah’a yalvarmamış ve yana yakıla Mevlâ’ya teveccüh etmemiş biri gibi oluverir.
Bu çizgide bir başka ruh hâleti münasebetiyle de Kur’ân şöyle der: “İnsana ne zaman bir nimet versek hemen Allah’tan yüz çevirir ve yan çiziverir.”79
Kur’ân’ın karakterini tasvir ettiği bu tip, Allah’ın kendisine in’amda ve ihsanda bulunmasına, nimetleriyle serfiraz kılmasına karşılık sanki elde ettiği bu nimetleri sebepler vermiş veya onları kendisi yaratmış gibi bir tavra girer.
Aslında Kur’ân’ın çok veciz olarak ifade buyurduğu bu insan tipi, her asırda karşımıza çıkan ve çıkabilecek olan bir karakteri simgeler. Evet, mazhar olduğu nimetleri ifade ederken; “Bunlar benim ilmim ve mârifetimle elde ettiğim şeylerdir.”80 diyen insanların sayısı hiç de az değildir. Aslında, tiz perdeden telaffuz edilen bu tür lafları bugün çokça duymaktayız. Bunlar firavunca ve nemrutça düşüncelerden kaynaklanan sözlerdir.. ve Mevlâ’nın nimetlerine karşı korkunç bir nankörlüğün; Hazreti Müsebbibü’l-Esbâb’ı unutmanın, sahip olunan bütün nimetleri ihsan edenden gafletin ifadesidir.
Kur’ân, o nurlu ifadeleriyle ayrı bir tipi de şöyle anlatır: “Ona bir zarar dokununca hemen umutsuzluğa düşer.”81
Aslında bu da bir kâfir karakteridir. İlk etapta insan bunu sezemeyebilir. Fakat biraz düşününce ve âyete im’ân-ı nazar ile (derinlemesine) bakınca bu ifadelerin arkasında, Mevlâ’ya başkaldıran bir Firavun tipinin resmedildiğini hemen anlayıverir.
Çünkü yeis (ümitsizlik) kâfirin şiarı ve onun ayrılmaz vasfıdır. Evet, küçük bir zarara maruz kaldığında hemen ümit dünyası yıkılıp altüst olan, elbette sağlam bir mü’min olamaz.
Görüldüğü gibi, örneklerini sunduğumuz bu âyetler ve Kur’ân’ın o engin ifadeleri içinde, iç dünyasında gelgitler yaşayan insanların hâli öyle karakterize edilmiş ve bu karakterler öyle sağlam tespit buyrulmuştur ki, akıllarını kalbleriyle beraber kullanmasını bilenler, his ve vicdanlarını dinleyenler ve sergüzeşt-i hayatlarını sinema şeridi gibi hayallerinden geçirebilenler, büyük-küçük maruz kaldıkları musibetlerle rehnedâr ve dâğidâr oldukları zamanlar hep içlerinde aynı şeyleri duyacaklardır.
Bir diğer ifadeyle insanlar, nimetlerin baş döndürücü atmosferi içinde yaşarken ülfet ve rehâvetle Mevlâ’yı nasıl unuttuklarına, unutup da kendi dünyalarında yer yer nasıl gelgitler yaşadıklarına bir bakıverseler, Kur’ân’ın çizdiği karakterlerdeki berraklığı görecek ve bütün benliğiyle, “Bu olsa olsa Allah kelâmıdır; başka olamaz!” diyeceklerdir.
Bu açıdan Kur’ân’ın, o engin ifadeleriyle tespit ve tersim ettiği “umumî karakterler” de büyük önem arz etmektedir.
Bazen de Kur’ân, değişik karakterleri resmederken karşımıza gösteriş ve çalım budalası bir karakteri çıkarır. O, mu’ciz ifadeleriyle iki-üç kelime içinde böyle birini gayet enfes bir üslûpla şöyle anlatır: “Onları gördüğün zaman kalıpları göz doldurur (ve dikkatini çeker), konuştuklarında durur sözlerini dinlersin, (sözlerini allayıp pullayarak konuşurlar, dinletirler ama) aslında onlar elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her bağırtıyı kendi aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah, canlarını alsın, sürekli nasıl da bâtıla (dönüyor ve) döndürülüyorlar?”82
Burada Kur’ân, dönek bir karaktere ait bulanık bir tip resmetmektedir. Bu, sokakta, evde bir türlü; insanlar içinde bir başka türlü görünen zıp orada zıp burada bir tiptir. Böyle bir karaktere sahip kişiler her sayhayı kendi aleyhlerine zannederler. Bunlar büründükleri hâl ve sun’î tavırlarıyla görkemli görünseler de aslında şeytan karakterinde insanlardır. O kadar ödlek, o kadar korkaktırlar ki, çevrelerinde hafif bir ses, bir sayha duyuluverse ya da gök gürleyip şimşek çaksa ödleri kopuverecek gibi olur. Zayıf ve yüreksiz olduklarını gizleyemez ve hemen kendilerini ele verirler.
Şimdi bir de Kur’ân’ın, ipliklerini birer birer pazara çıkardığı şu durumlarına bakın: “O ettiklerine sevinen, yapmadıkları şeylerle övülmeye bayılan kimselerin, azaptan kurtulacaklarını sanma. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.”83
Âyetten de anlaşıldığı üzere insanlar içinde, yaptıkları şeylerle medhedilmeyi isteyenler onlar olduğu gibi, yapmadıkları şeylerin kendilerine mâl edilmesini isteyenler de yine onlardır. Bunların hayır adına yaptıkları işlerden tek maksatları, dertleri, davaları halk arasında medh u senaya mazhar olmaktır. Bu yüzden de söyledikleri tesir etmez ve mâşerî vicdanca da hüsnükabul görmezler.
Ayrıca, Kur’ân’ın medhe lâyık gördüğü, bunun zıddı olan bir tip de vardır ki, bunlar, yapmadıklarıyla övünme şöyle dursun, yaptıklarıyla dahi övünmemeye azmetmiş muhasebe ve murakabe insanlarıdırlar. Kur’ân başka bir yerde de onların resmini nazara verir: “Nice peygamber var ki, onlarla beraber birçok yiğit çarpışıp gitti. Ama onlar Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü yılmadılar, zaaf göstermediler ve boyun eğmediler. Allah böyle sabredenleri hep sever. Onlar sadece şöyle diyorlardı: Rabbimiz, bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlığımızı bağışla, ayaklarımızı (kaydırma) sağlam tut, kâfir topluma karşı da bize yardım eyle!”84
Aslında bu dualar, büyük ölçüde hep kabul edilegelmiştir. Nitekim İslâm tarihinin değişik dönemlerinde bunları söyleyen pek çok fedakâr ve hasbiler görürüz. Meselâ:
“Allahım! Çalışmam neticesinde hâsıl olacak semereyi ve harmanın dövülüp savrulacağı günü bana gösterme… Cihad ettik; ederken kolumuz kanadımız kırıldı. Vücudumuzda yara almayan, ok, mızrak ve kurşun isabet etmeyen para kadar bir yer dahi kalmadı… Mahkeme mahkeme dolaştırılmadığımız, akla hayale gelmedik işkencelere tâbi tutulmadığımız, hâkimler ve savcılar önüne çıkmadığımız gün ve zaman yok gibidir. Bütün bunlar bir yana Allahım, eğer bu mazlumlara ihsan edeceksen, o günü bana gösterme.. ve sa’yimin semeresini dünyada tattırma. Evet, Müslümanlara umumî ihsanda bulunacağın gün benim canımı al ki, arkadan gelen nesiller benim ne olduğumu, ne yaptığımı bilmesin… Bana hizmet ettir!. Beni Kur’ân’a ve İslâm’a hâdim eyle; ama her Ashab-ı Kehf’e bir Kıtmir gerekir, beni de bu dönemin mücahitlerine öyle eyle!” der; der ve ameline karınca kadar riya ve süm’a karışmasına razı olmaz. “Benim sayemde İslâm yeryüzünde şehbal açtı.” düşünce ve ifadesi nevinden gizli şirklere düşmekten tir tir titrer.
Bu da Kur’ân’ın methettiği bir tiptir. İşte bu konudaki prototip; Hz. Ömer (radıyallâhu anh) şehit olacağını düşündüğünde, koca halife, kendisine şöyle seslenir: “Ey Ömer, nerede şehitlik, nerede sen?”85
Evet, işte Kur’ân nazarında maksut ve matlup olan mükemmel tip. Kur’ân’ın matlup ve maksudu böyle olunca, onu rehber olarak kabul edenlerin de mütemadiyen bu duygu ve düşünce içinde olması gerekir. Onlar, yaptıklarıyla övünmeyen ve övülmeyi istemeyen hizmet küheylanlarıdır ve yüksek karakterleriyle de bu çizginin kahramanlarıdırlar!
Kur’ân, umuma ait karakterleri ve onların vasıflarını belli bir üslûpla dikkatlerimize arz ederken, yerdiği, kınadığı o aceleci, mürai ve ikiyüzlü tiplerin yanında, hidayete mazhar olmuş, Kur’ân ve Sünnet’te övgüye liyakat kazanmış tipleri de arz eder. Bütün bunları arz ederken de onların hâl ve etvârını, ruhî ve kalbî durumlarını, iç ile dış uyumlarını, hatta bütün hayatlarını bir muvazene insanı olarak geçirdiklerini öyle tablolaştırır ki, “İşte bu hakikî bir mü’min ve Müslüman karakteridir.” dersiniz.
Şimdi de bu tipte insanlardan birkaç misal vererek konuyu biraz daha açmaya çalışalım:
2. Hidayete Mazhar Tipler
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hidayete ermiş tiplerin karakter ve genel yapılarını sunarken, onları, bir kısım temel vasıflarıyla öyle net olarak ortaya koyar ki, insan onlarla alâkalı âyetleri okuduğunda, içinde o insanlara karşı ciddî bir hayranlık, hatta içinde onlar gibi olmaya karşı bir aşk ve şevk hisseder. Bu tiplerin en temel vasıfları, Allah’a, ahiret gününe inanmaları ve hayatlarını da ona göre tanzim etmiş olmalarıdır.
Bir insan, o ülü’l-azm kahramanların Kur’ân-ı Kerim’de dile getirilişini dinlerken veya Kur’ân’ın onlarla alâkalı âyetlerini okurken, o büyük ruhların nasıl kendi devirlerini aştıklarını, yaşadıkları zaman diliminin üstüne çıktıklarını apaçık müşâhede eder. Her zaman davranışlarına bir vakar ve ciddiyetin hâkim olduğu bu insanlar, sürekli gönül verdikleri davanın sancısıyla yatıp kalkarlar; onları yakından tanıma bahtiyarlığına erenler de âdeta gök ehlinin onların arkasında saf bağladığını müşâhede eder gibi olurlar. Yeni bir hayat, yeni bir dava ve yeni bir mesajla gelen peygambere ilk defa kulak verenler onlardır. Zira peygamber, hakka-hakikate davet edip çağırırken, onlar hiç tereddüt etmeden “inandık” demişlerdir.
İşte Kur’ân’dan konuyla alâkalı farklı bir tablo: “Rabbimiz, biz, ‘Rabbinize inanın’ diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen inandık. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, canımızı (alacağın zaman da) iyilerle beraber al!”86
Hayalinize arz edilen bu ifadeyi ve onun arkasındaki manzarayı takip etmeye çalışabildiğiniz takdirde, bütün insanları hakka, hidayete davet eden bir münadinin sokaklarınızda dolaştığını duyar gibi olursunuz. O, ölüm burkuntularından kurtulasınız diye ev ev, kapı kapı dolaşırken, siz de, altında ırmakların çağladığı, üstünde ağaçların semaya ser çektiği köşklerde, koltuklar üzerinde mütebessim yüzlerle birbirinize bakıp, tâli’lerinize tebessümler yağdırdığınız o aydınlık günü şimdiden görür gibi olursunuz.
Dahası, sizi yaratan, buraya gönderen ve her şeyi emrinize musahhar kılan o Mevlâ-i Müteâl’le yüz yüze geleceğiniz, visale ereceğiniz bir âlemi, şimdiden gönüllerinizin derinliklerinde hisseder ve içinizden kopan bir sesle: “Biz, nida eden bir münadi duyduk. Saadetimiz için kapı kapı dolaşıp bize varlığı ve varlığın perde arkasını yorumluyordu. Ey Rabbimiz! Biz de O’na iman ettik!” niyazıyla gürleyeceksiniz. Evet, eğer Allah’a inanıyorsanız, mutlaka böyle diyeceksiniz.
İşte bu tabloda Allah (celle celâluhu) bize, bir mü’min tipi resmediyor. Ahiret endişesi içinde, yüzünde o endişenin izleri belirmiş, attığı her adımı öbür âleme göre atan ve her zaman inanmanın mesuliyetini üzerinde taşıyan bir mü’min tipi…
Şimdi bir de olabildiğine mütevazi ve ülü’l-azmâne engin bir vicdan taşıyan şu hasbi ruhların soluklarına kulak verin: “Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla, kalblerimizde inananlara karşı asla kin bırakma! Rabbimiz, Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin!”87 ifadeleriyle bizi istikbal eder.
Bu ölçüdeki bir âlicenaplık ve civanmertlik ne yücedir! Sadece kendi devrinde kader birliği ettiği mü’minleri değil, asırlar öncesinde aynı davaya omuz vermiş, İslâm hakikatine hizmet etmiş insanları da duaya dahil ederek yakarışa geçmek; evet, bu ne büyük bir vefadır!.
Aslında, ülü’l-azmâne söylenmiş bu sözün altında şu da gizlidir: “Bizi affedip Cennet’e koyabilirsin, ama bu işin temelinde olanları, yani bu davayı bize intikal ettirmede gayreti olanları Cehennem’e atıp da sadece bizi Cennet’e alacaksan, hikmetine bir şey diyemeyiz ama doğrusu biz tek başımıza değil, oraya beraber girmek isteriz.”
İşte ülü’l-azmâne bir ruhun, Rabbisinin ve peygamberinin çağrısına vereceği cevap budur. Böyle bir ruha sahip insan, Allah’ın huzuruna gelir, hem kendisine hem dava arkadaşlarına ve hem de İslâm’a gönül vermiş bütün mü’minlere dua eder.. eder ve mü’minler için kalbinde zerre kadar kin ve gıll ü gışa yer vermemesi için Mevlâ’ya tazarru ve niyazda bulunur. O’na inanan herkesi sevmeyi ve O’nun nefret ettiği kimselerden de uzaklaşmayı ister.
İşte bunlar, ülü’l-azm bir ruh ve Allah’a tam teveccüh etmiş bir gönlün Kur’ân-ı Kerim’de resmedilişi ve nakış nakış işlenişidir.
Buna karşılık bir de, Kur’ân’ın nazara verdiği şu mürai, ikiyüzlü tipe bakın: “İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları hâlde ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler.”88
Kur’ân’ın resmettiği bu tipe uyan insanlar, inanıyor gibi gözükürler, ama kendi gürûhuna dönüp, kendi yandaşları ile başbaşa kaldıkları vakit tamamen değişik bir ifade sergilerler. Bunlar, “Allah’a ve ahirete inandık.” derler, fakat aslında onlar Allah’a da, ahirete de inanmış değillerdir. Nitekim kahvehanede, sokak ve çarşılarda yığın yığın insan: “Ben de Allah’a inanıyorum, babam hocaydı, dedem hafızdı, ninem günde beş vakit namaz kılardı…” gibi laflar ederler. Oysa önemli olan dedenin, ninenin edip eylediklerinden daha ziyade kişinin kendi durumudur ve aslolan da odur.. evet, önemli olan, kişinin babasının hoca oluşu değil, gönlünde İslâm adına ne kadar heyecanının olduğudur. Ali’nin, Veli’nin oğlu oluşu hiç kimse için bir şey ifade etmeyeceği gibi, hacının, hocanın oğlu olması da insana bir şey kazandırmaz.
Evet, bu tipler ikiyüzlüdür, müraidir ve “inandık” demelerinde asla samimî değillerdir. Yakınlarını sayıp nazara vermekle inanıyor gibi gözükürler, ama hakikatte bunlar, “Arada yalpalayıp dururlar. Ne bunlara (bağlanırlar) ne de onlara.”89
Bu ikiyüzlü tiplerin sabit bir yönleri, düşünceleri yoktur. Bir ağaç gibi yere kök atmış, semaya ser çekmiş, dal budak salmış hâlleri olmadığı için de hiçbir zaman meyve veremezler. Bunlar, kelimenin tam mânâsıyla eyyamcı, gününü gün eden, renksiz, daha doğrusu her renge giren bukalemun tiplerdir. Menfaatlerine göre bazen orada, bazen burada; bir o cephede, bir bu cephede; evet, bazen mü’minler arasında, bazen de kâfirler arasındadırlar.
Kur’ân’ın bize böyle bir-iki cümleyle anlatıverdiği şeyleri sayfalarca anlatsak bile tam ifade etmemize imkân yoktur. Doğrusu modern psikolojinin bin sayfalık bir kitapla, o da yarım yamalak ve doğrusu yanlışıyla karışık anlatmaya çalıştığı bu tipi Kur’ân, iki-üç kelime ile anlatıverir. İki-üç kelime ama, meseleyi bütün ayrıntılarıyla karakterize ederek arz ediyor; arz ediyor ve insan, münafığın bütün ahvâl ve etvârını karşısında tecessüm etmiş olarak buluyor.
Kur’ân, umuma ait karakterleri anlatırken başka bir karakterden daha bahis açar. Bu tip de, en az diğer tipler kadar önemlidir.. ve bu tip günümüzde belki de en çok karşılaştığımız renksiz tiplendendir: “Haydi siz, biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız; ama hiç bilginiz olmayan şey hakkında neden tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz.”90 buyrulur.
Evet bu, günümüzün en büyük hastalıklarından biridir. Günümüzde herkes, her sahada, hususiyle İslâmî meselelerde bilir-bilmez konuşmaktadır. Oysa İslâmî meseleler, en fazla ihtisası gerektiren meselelerdir. Siz bir sahada lise diploması seviyesinde bir eğitim görmüşseniz, o sahada seviyenize göre söz söyleyebilirsiniz. Hekimlik ya da mühendislik sahasında ihtisasınız yoksa size bir tek kelime dahi konuşma imkânı tanımazlar. Fakat saha İslâmî saha olunca, her önüne gelen her şeyi söyler. Evet, eğer ortada İslâmî bir mesele tartışılıyorsa, bir de bakarsınız hemen cahil biri kalkar ve lügat parçalamaya ve ahkâm kesmeye durur.
İşte Kur’ân, “İnsanlar içinde öyleleri var ki, ne ilmi ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah (ve iman) hakkında tartışır (durur).”91 buyurarak bu tipi kınamakta ve ona itap etmektedir.
Bu da, Kur’ân’ın o ulaşılması imkânsız beyan ve üslûbu içinde arz ettiği ve değişik hareketleriyle tutup gözler önüne serdiği ayrı bir karakterdir ki, bu ölçülere bakarak, karşımıza çıkan karakterleri çok rahat diğerlerinden ayırabilir ve böyleleri hakkındaki kanaatlerimizi ortaya koyabiliriz. Kur’ân, bu konuda da o eşsiz üslûbuyla kendisine kulak verenlere, beşer kelâmı olmayıp Allah kelâmı olduğunu apaçık ortaya koymaktadır.
Evet, Kur’ân’da, İslâm’a gönül vermiş, iman ve Kur’ân davasını dava edinmiş tipler üzerinde durulurken, bunların, İslâm’ın yeniden ihyâ edilmesi ve her yanda iman ve sevgi ruhunun şehbâl açması için tasavvurlar üstü bir gayret gösterdikleri nazara verilir. Nitekim bidayet-i İslâm’da manzara tamamen bu şekilde idi. İslâm davası, aşk ve heyecanla her yanda yaşanırken onlar da bu aşk ve heyecanı iliklerine kadar duyabiliyorlardı. Dolayısıyla cihad duygusu da mal-mülk infak edilerek devamlı canlı tutulabiliyordu.
Böyle bir yarışta, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gibileri bütün mallarını getirip ortaya dökebiliyor.. ve kendisine, “Ailene ne bıraktın?” diye sorulunca da, “Onları Allah’a ve Resûlü’ne bıraktım.” cevabını veriyordu.92 Buna yakın bir civanmertliği de Hz. Ömer (radıyallâhu anh) sergiliyordu. –Allah’ın rıza ve rıdvanı serâdan süreyyaya kadar üzerlerine olsun.– Kaldı ki onlar, sadece mallarıyla değil; mallarıyla birlikte canlarını da ortaya koyuyorlardı. Bir de onların bu yarışlarına iştirak edemeyip de dışardan temâşâ edenler vardı. Onlar da her şeyleriyle bu yarışa katılmak istiyorlardı ama, evlerine gitseler ele avuca gelecek bir şey bulamayacaklardı. Bunun için de derin bir telehhüf ve tahassürle gözyaşlarını ceyhûn ederek bir şey veremeden geriye dönüyorlardı.
Kur’ân, işte bu manzaraya tercüman olarak onların heyecan, helecan ve ızdıraplarını şu âyetleriyle dillendirmektedir: “Kendilerine (binek sağlayıp) bindirmen için sana geldikleri zaman, sen: ‘Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum’ deyince harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözlerinden yaş akarak dönen kimselerin aleyhinde de sana (yol yoktur, onlar da kınanmazlar).”93
Evet, âyette sanki Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Habibim! Senin bilmediğin bir cemaat var. Onlar senin yanına girememiş ve bir şeyler verememişlerdi. Bunlar dışarıdan bakıyor, bakıyor ve içerde olanları müşâhede ediyorlardı. Sonra da, dolu dolu gözyaşlarıyla evlerine dönüp bir şey infak edemediklerinden dolayı nasıl üzüldüklerini bir görmeliydin!” buyruluyordu ve onların bu hâllerini tebcil ve takdirlerle yâd ediyordu Kur’ân.
Eğer biz de, biraz daha meselenin içine girebilsek, herhâlde, inci tanesi gibi gözlerinden süzülen ve gözyaşlarıyla serinlemeye çalışan bu cemaatin, nasıl kolu-kanadı kırık bir hâlde evlerine döndükleri gözlerimizin önünde temessül edecektir. Evet, bizler de tasavvur ve tahayyüllerimizle, Kur’ân’ın ifadeleri içine girebilsek, onun alkışladığı bu önemli tipleri, duygu ve düşünceleriyle karşımızda bulacak; hem her şeyiyle öylesine sıcak, öylesine terütaze olarak duyacağız ki, dahası olamaz…
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın resmettiği ülü’l-azmâne tiplerden biri de, yığın yığın belâ ve musibetler karşısında hep mukavemet edip, hâdiselerin önünde eğilmeyen, küfür ve zulüm karşısında daima yüce dağlar gibi dimdik durabilen irade insanlarıdır ki, haklarında Kur’ân, “Onlar ki, halk kendilerine: ‘(Düşmanınız olan) insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!’ denince, (bu söz) onların imanını artırdı. Ve: ‘Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir’ deyiverdiler.”94 buyurarak, âdeta onları semavîlerle eşdeğerde gösterir.
Evet, onlara, “İnsanlar sizin aleyhinize ittifak ettiler ve her gün değişik bir tuzakla karşınıza çıkacaklar, yeni yeni kanunlar vaz’edip sizi baskı altına alacaklar; mahkeme mahkeme gezdirip, istintak ve işkencelerle akı-karayı seçtirecekler; size aklınıza, hayalinize gelmedik şeyler yapacak ve âdeta başınızda değirmen taşları döndürecekler.” dendiğinde, bütün bunları gülerek karşılayacaklardır. Evet, müfsit ve fitneci bir güruh, her zaman Hakk’a hizmet eden kimselerin karşısına çıkıp hep böyle demişlerdir. Saadet Asrı’nda ve asrımızda böyle dendiği gibi, daha sonraki asırlarda da yine böyle denecektir.
Evet, bu müfsit ve fitneciler her zaman inanan insanları korkutmaya ve onları gittikleri yoldan vazgeçirmeye çalışmışlardır ve çalışacaklardır. Buna karşılık İslâm davasına gönül vermiş insanlar da, hep azm ü ikdam içinde olmuşlardır ve olacaklardır. Zira onlar zaten bu davayı omuzlarken, bütün bâtıl temsilcilerinin harekete geçeceğini bilmektedirler. Çünkü nerede nur varsa, karşısında daima zulmet ve nerede Cennet yolunu açma davası varsa, mutlaka karşısında Cehennem’e itici bir güç hep olagelmiştir. Bundan dolayı da zulüm ve işkenceler, mahkeme ve istintaklar sadece bu inananların imanlarının artmasına vesile olmuştur ve olacaktır.
Bazı kimseler, onların aleyhine ittifaklar kurup kanunlar, fermanlar çıkarabilirler; hizmet ruhu henüz neş’et ederken onu boğmak isteyebilirler; buna karşılık mü’minler de, gürül gürül ve hep bir ağızdan “Allah bize kâfî ve vâfîdir, Mevlâ-i Müteâl bize yeter!” diyeceklerdir.
İşte bu mülâhazalar ile biz de nâr-ı Nemrut’a atılan Hz. İbrahim’den (aleyhisselâm) asırlarca sonra, başına taş-toprak saçılıp ve yüzüne tükürük atılan Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ızdırap ve çilesini ruhumuzda duyarken, Kur’ân’ın konuyu ifade eden o enfes üslûbu karşısında, onun başka değil ancak Allah kelâmı olabileceğini hisseder ve bir kere daha tasdik ve takdir hislerimizle coşarız.
3. Mütefekkir Tipler
Kur’ân’ın övgüye lâyık gördüğü tipler arasında ‘mütefekkir’ tiplerin ayrı bir yeri vardır. Bunlar, hayatlarının her dakikasını, en engin duygu ve düşüncelerle âdeta bir kanaviçe gibi işlerler. Üzerlerinden geçen ve itibarî bir hattan ibaret olan zamanın hiçbir parçasının boş geçmesine müsaade etmez ve onu dolu dolu yaşarlar.
“Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. ‘Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateş azabından koru!’”95
Evet, hayatlarını tefekkürle süsleyen bu insanlar; yatarken, kalkarken, yerken, içerken mütemadiyen düşünür; sebep-netice, eser-müessir, Hâlık-mahluk arasındaki münasebetleri derinlemesine inceler ve mârifet-i Sâni adına her zaman sonsuza yelken açar; göklerin ve yerin yaratılışına, onlardaki o şiirimsi âhenge, mükemmel nizama hep ibretle bakar ve bu tefekkür sayesinde hiçbir şeyin sahipsiz ve gayesiz olamayacağı neticesine ulaşırlar.
Değişik semavî sistem ve galaksilerin baş döndürücü keyfiyetlerinden arzdaki her şeyin hikmet, maslahat ve faydalarına kadar harikulâdeliklerle dolu varlık karşısında hayretten hayrete girer ve: “Ey Rabbimiz! Bütün bunları Sen boşuna yaratmadın;” her şeyde Hakk’a götüren bir yol ve her şeyde Hak isminin bir tecellîsi var, derler. Sonra da, “Allahım, Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederiz. Bizi Cehennem azabından muhafaza eyle!”96 niyazıyla hep O’na yönelirler.
Kur’ân bunları anlatırken, üzerimizden geçen zamanın her parçasına Mevlâ’nın adını yazan bir tip canlanır onların gözlerinde. Hiçbir anını boş geçirmeyen, yaşadığı her ana kendi şuurundan bir ruh katan ve böylece her zaman canlı ve hareketli geçen bir hayata sahip olan bu tip, tam bir mütefekkir tipidir. Einstein, zamanı ‘itibarî bir hat’ olarak tarif eder ve zamanın, zatında vücudu olmadığını ve mekânın sırlı bir buudu olduğunu söyler. Ne var ki, cansız ve vücutsuz zaman şeridi, her parçasına Allah’a ait mânâları işleyebilen mü’minler sayesinde, hayat kazanır ve onun imanı ve ameli sayesinde de, âlem-i bekâya ait ebedî-sermedî birer manzaraya dönüşür.
Kur’ân’ın bu tipi nazara verip o tatlı beyan ve üslûbuyla resmedişi fevkalâde büyüleyicidir. Bu öyle bir resmediş ki, mü’min bir gönül bu tasvir ve üslûp karşısında kendinden geçer. Bu seviyeyi yakalamış böyle birinin kalbinde, his ve heyecanında, tefekkür ve tezekküründe ciddî bir iştiyak hâsıl olur.. derken bu iştiyakla Kur’ân’ı âyet âyet tefekküre dalar ve kendi diliyle onun Allah Kelâmı oluşunu duymaya çalışır. Hatta onun ötelerden getirdiği cennetlerin kokusunu iliklerine kadar hissetmeye başlar.
G. İnananların Alacağı Dersler
1. Mü’minin Kendini Tanıması
Bu bölümde, buraya kadar üzerinde durduğumuz, Kur’ân’daki karakter tahlillerinin neden önemli olduğunu belli ölçüde de olsa az daha açmaya çalışacağız. Düşünen ve hayatını düşünerek yaşayan hemen herkesin bildiği gibi, insanımız birkaç asırdan beri şuur, idrak ve düşünce adına yaşadığı dünyanın dışında kalmıştır. Bu ölçüde bir bîgânelik inananları birbirlerine ve kendilerine yabancı yapmıştır. Kendini bilmeyen, –tasavvufî ifadesiyle– nefsini ve özünü tanımayan insanın, ne başkalarını ne de Rabbini tanımasına, dolayısıyla da, Yaratanıyla münasebetlerini olması gereken seviyede tutmasına imkân yoktur.
İşte biz, bazı âyetleri tahlil edip, bazı tiplemeler ortaya koyarken, tarihe mâl olmuş bazı olayları, bazı Ehl-i Kitab’ı ve onların peygamberlerine yaptıkları şeyleri ifade etmeyi, onlara karşı kin ve nefret duygularını tahrik etmek için yapmadık. Belki bu tarihî misallerden hareketle, hâdisede yer alan insanların iç dünyalarını, beşerî boşluklarını, günümüzdeki benzerlerine ışık tutar mülâhazasıyla irdelemeye çalıştık. Yoksa biz tarihî hâdiselerin, kin ve nefret vesilesi yapılmak üzere bu günlere taşınmaması gerektiği kanaatindeyiz.
Evet, insan her şeyden önce maddî, hususiyle de mânevî boyutu itibarıyla evvelâ kendini tanımalıdır. Bu, onun terakkisinde en önemli bir faktördür. Hatta diyebilirim ki, bir mü’min namaz, oruç, hac vb. ibadetlerde ne kadar ileri giderse gitsin, onları kemmiyet itibarıyla ne kadar artırırsa artırsın, o kimse ledünniyat adına derinleşememiş ise bu ibadetler, onu çok fazla terakki ettirmeyebilir. Gerçi böyle bir mü’min, vazifesini yapmış, Allah’a karşı kulluk borcunu yerine getirmiştir ama, iç âlemine doğru açık olması gereken menfezler kapalı olduğu için, yaptığı ibadetlerden kâmil mânâda istifadesi söz konusu değildir.
Evet, böylesi sığ, ledünniyata karşı yabancı mü’minler, sabahtan akşama kadar Kâbe’yi tavaf etse de, Kâbe ile beraber kendi derinliğinin etrafında dönemediği için, beklenen ölçüde Kâbe’yi tavafın semeratını göremeyeceklerdir. Bu açıdan bakıldığında nice Kâbe’yi tavaf eden vardır ki, siz onları kupkuru cesetler veya cansız cenazeler olarak görürsünüz. Bundan müstesna olan pek çok şuurlu insan olsa da sayıları çok fazla değildir.
Hatta bu durumu bizzat Kâbe’de de müşâhede edebiliriz. Şöyle ki, orada Allah’ın tazim ettiği çok şeyin tahkir, tahkir ettiği şeylerin de tazim edildiğini görürüz. Eğer, tavaf yapılırken Allah’ın haram kıldığı yasaklar irtikâp ediliyor ve insanlar nafile tavaf uğruna dünya kadar haramı veya mekruhu işleyebiliyorlarsa, harem sınırlarında işlenen günahlara bire iki ceza verildiği düşünülecek olunca, hâdisenin vehametini tahmin edebilirsiniz. Kadın-erkek beraberliği içinde yapılan tavafta bundan sakınma imkânı yok diyenler olabilir. Hâlbuki her zaman alternatif yollar bulmak mümkündür. En azından, daha çok vakit alsa da pekâlâ ikinci katta, üçüncü katta tavaf yapılabilir.
Rica ederim, Kâbe’de, Allah’ın huzurunda, O’na yaklaşmak ve yakınlaşmak için yapılan ibadette bile haram davranışlar sergilemek, O’ndan ne kadar uzak kalındığının göstergesi değil midir? Aynı şeyleri başta namaz olmak üzere oruç, zekât, Allah yolunda infak gibi diğer hayrât ve hasenat yolları için de söyleyebiliriz.
Hâsılı, özellikle son birkaç asırdır, bizde kalbî hayat büyük ölçüde sönmüş veya söndürülmüştür. İnsanın kendini dinlemesi, kontrol etmesi ve iç âlemini temâşâsı tamamen veya kısmen ihmal edilmiştir. Hatta tekkelerde dahi –ki oralar insana İslâmî heyecan veren, canlılık aşılayan, insanların aşk u şevkini coşturan kudsî mekânlardır– bu ruhun öldüğü söylenebilir.
Bu sebeple, içinde bulunduğumuz mevcut durumun farkında olarak, bu ruhu canlandırmak, topluma bu düşünceyi yeniden kazandırmak vazifemiz olmalıdır. Zira asıl mesele, insanın kendini iç âlemi itibarıyla tanıması ve ledünniyatta derinleşmesi olmalıdır. Ledünniyatı sönmüş bir insan, Allah’ın huzuruna giderken, bırakın Allah’tan uzak olmayı –Aman Allahım, o ne büyük felâkettir!– kendinde bile değildir.
İşte, bu ve benzeri düşüncelerle, Kur’ân merkezli bazı karakter tahlillerini gündeme getirmekle, kendini bulmak, kendini bilmek ve kendini tanımak isteyen insanlara, nefislerini tahlil etmeleri adına yardımcı olmaya çalıştık.
Evet, kendinden habersiz, mârifet ufkuna oldukça yabancı, yaratılış gayesini bilmeyen insanın fikrî ve kalbî hayatı adına falso falso üstüne yaşaması kaçınılmazdır. Böylesi sorumsuzluk içinde hayatını sürdürmeye çalışan insan, kim bilir dünya ve ahiretini tehdit eden nice tahripkâr virüslere açık bir hâlde bulunuyordur! O hâlde insan, önce kendini tanımalı, hep kemal yolunda olmalı ve sonra o hâlini muhafaza etmeye çalışmalıdır. Tıpkı vatanın düşman hücumlarından korunduğu gibi ki, bunların her ikisi de dinin çok önem verdiği hususlardandır.
Şimdi isterseniz, Âl-i İmrân 200. âyetinin yol göstericiliği içinde bu düşüncelerin açılımını yapmaya çalışalım: يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ “Ey iman edenler! Sabredin; sebat gösterin; (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah’tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.”
Âyette yer alan ifadelerle, اِصْبِرُوا yani sabredin.
Bundan daha önemlisi وَصَابِرُوا “Birbirinize sabır tavsiyesinde bulunun, sebat edin.” Şöyle de denilebilir: Biriniz kabz, diğeriniz bast hâlindeyse, bast hâlinde olan kabz yaşayan kardeşine yardım etsin. Biriniz dilhûn ve dilgîr, diğeriniz pürneşe ise, birbirinizin neşe ve üzüntüsünü paylaşmalısınız. Veya genelleme yaparak şöyle de meal verilebilir: Mü’minler her hâlükârda birbirlerinin yardımına koşmalı ve birbirlerine mededresân olmalıdırlar.
وَرَابِطُوا “Râbıta yapın.” Yani tehlikeye açık menfezleri iyi gözetin.. maddî ve mânevî düşmanlarınızın, ferdî ve içtimaî alanda içinize sızmasına fırsat vermeyin.. fikrî, zihnî, kalbî ve ruhî hayatınızı bozacak olan fesat unsurlarının her çeşidine karşı tetikte olun; zira ferdî veya içtimaî bir bünyeye herhangi bir virüs musallat olunca, o bünyede sarsıntı ve çözülmelerin meydana geleceği açıktır. Maddî ve mânevî bütün değerler, kısa veya uzun vadede dejenere olur. Millet kendi öz kimliğinden uzaklaşır, toplumdaki bütün dengeler bozulur ve böyle bir toplumda korkunç anarşi anaforları meydana gelmeye başlar; başkaldırılar birbirini takip eder; ihtilal türküleri yankılanır her tarafta; sonra da, iftirakları iftiraklar, bozulmaları bozulmalar takip ederek millet ve devlet önü alınmaz çözülmelere maruz kalır.
İşte böyle bir sonucun başlangıcı diyebileceğimiz bir duruma gidildiğinde, yukarıda bahsettiğimiz, millî ve dinî değerlere aykırı şeylere açık bulunduğu gerçeği ortaya çıkacaktır. Bu açıdan, vatan sınırlarının korunma hassasiyeti içinde ferdî ve içtimaî yapının korunmasında da aynı hassasiyet gösterilmelidir. Aslında bizim yakın tarihimiz, bunun örnekleri ile doludur. Asırlarca İslâm âlemine bayraktarlık yapmış olan Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının asıl sebebi, bazı kimselerin haricî düşmanların entrikalarına kanarak, millî ve dinî değerlerinden uzaklaşması olsa gerek. Bugün de fazla değişen bir şey yok. Milyarı aşan İslâm âleminde, Müslüman fert, kendini bilmemekte ve tanımamaktadır. İstisnalar bir tarafa, çok büyük bir kitle kalbî, ruhî ve hissî hayattan uzaktır. Hâlbuki hayat, şuur ve idrak sayesinde bir mânâ kazanır. Eğer bu ölçüde bir anlayış yoksa, o hayata gerçekten “hayat” demek oldukça zordur.
Böylelerinin uhrevî hayatı ise, tamamen harap demektir. Kur’ân böyle insanları حَصَبُ جَهَنَّمَ “Cehennem yakıtı”97 diye tavsif eder. Zira bunlar dünyada şuursuzca yaşamışlar.. varlık ve varlık ötesi ile münasebet kuramamış, çevrelerinde, açık-kapalı cereyan eden şeyleri görememiş ve her zaman tefekkür ve tezekkürden uzak kalmışlardır.
Özetle, onlar Allah’ın ihsan ettiği fırsat ve imkânları iyi değerlendirememiş ve tabir caizse odun gibi yaşamışlardır. “Ceza, amel cinsindendir.” fehvâsınca da, ahirette odun gibi muamele göreceklerdir. “Siz ve Allah’ın dışında taptığınız şeyler Cehennem yakıtısınız. Ve oraya gireceksiniz.”98 âyeti bu hakikatin dili ve tercümanı gibidir.
Hâsılı, insan kendini tanımalı, kâinatla arasında var olan münasebeti bütün yönleriyle kavramaya gayret etmeli, ledünniyatta derinleşmeli, böylece her insan için mukadder kılınan kemal noktasına ulaşmaya çalışmalıdır. Kur’ân âyetleri dikkatlice okunduğunda o, bu çerçevede insana yardım elini uzatacak, ona yol gösterecek ve yön tayin edecektir. Yukarıda mealini sunduğumuz Âl-i İmrân sûresi 200. âyeti bunlardan sadece biridir.
2. Mahzun Gönüller ve Ümit Kapısı
“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten inanıyorsanız, üstünsünüz.”99
Bu âyet, Uhud Savaşı sonrasında nazil olmuştur. Bilindiği üzere, Uhud Savaşı’nda Müslümanlar geçici bir mağlubiyet yaşamış, bundan dolayı da çok ciddî bir üzüntü duymuşlardı. Konumuzla ilgisi olmamakla beraber, yeri gelmişken şu hissiyatımı ifade etmeden geçemeyeceğim:
Benim Uhud Savaşı ile ilgili yapılan değerlendirmelerde ona mağlubiyet, hezimet vb. şeyler söylemeye hiç gönlüm razı olmuyor. Zaten savaşın neticelenmesinden hemen bir gün sonra Müslümanların Mekkelileri takip ederek Medine sınırlarının çok çok ötesine kadar kovalaması tarihen sabit bir gerçektir ki, bundan dolayı da “Uhud mağlubiyeti” demek kat’iyen doğru değildir. Ayrıca Uhud’da yaşanan “mağlubiyet” görünümlü o olayda, Okçular Tepesi adı verilen yere yerleştirilen sahabe için “Ganimet sevdasıyla Hz. Peygamber’in emrini terk ettiler.” demeyi de sahabe telakkimiz açısından yanlış bulurum. Bunun yerine “Emre itaatteki inceliği kavrayamadılar.” demek bana daha doğru geliyor.
Konumuza dönecek olursak; işte bu durum sahabe-i kiramdan bazılarının moral değerlerini altüst etmişti. Zira onların büyük bir kısmı, bir yıl önce gerçekleşen Bedir Savaşı’na katılmamış kişilerdi. Onlar Efendimiz’in Medine’de kalıp “müdafaa harbi” düşüncesine karşı “taarruz harbi” teklifini getirmiş ve teklif kabul görünce de, Bedir misali galibiyet arzu, aşk ve şevki ile Uhud’a gitmişlerdi. Ancak yaşanılan, ama ümit edilmeyen sarsıntı onları mahzun etmiş ve sarsmıştı. Ganimet alamama bir tarafa, tam yetmiş tane, hepsi bir birinden değerli sahabi de (radıyallâhu anhüm) orada şehit olmuştu. İşte bunlardan ötürü o muvakkat tezelzül âdeta onları ciddî bir tasaya sevk etmişti.
İşte tam bu esnada Kur’ân’ın: “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten inanıyorsanız, üstünsünüz.” nidasıyla kendilerine geldi ve yeniden hayata, hayatın gerçeklerine uyandılar. Evet, galibiyet veya mağlubiyet, hâkimiyet ya da mahkûmiyet, Allah’ın koyduğu kevnî prensipler açısından dairevî bir yol takip etmekte ve bizim arzularımıza göre tekdüze ve müstakim bir hat izlememektedir. Nitekim rivayetlere göre Ebû Süfyan, Uhud’un sonunda Nebiler Sultanı’na bunu hatırlatmış ve “Bedir’e karşı Uhud, Ebû Cehil’e karşı Hamza!” gibi şeyler söylemişti…
İşte bu âyet, sahabenin kulaklarında yankılanır yankılanmaz onların gönüllerini harekete geçirmiş, düşüncelerini tadil etmiş, ufuklarını açmış ve yaşanan muvakkat dağılmanın her şey olmadığını göstererek, yeni gayretlerle galip gelinebileceğini hatırlatmıştı. Ancak hemen ilave etmeliyim ki, bu duygu ve düşüncelerin üzerine oturacağı zemin ve esas da imandı. İmanı olmayan bir gönlün bu âyet ve bu âyetin ihtiva ettiği hakikatler karşısında harekete geçmesi, hüznünü bir kenara bırakarak yeniden şahlanması düşünülemez.
Evet, yukarıdaki âyet-i kerime, hayata ait gerçekleri hatırlatmanın yanında, ümitsizlik girdabına düşmüş ruhları şaha kaldıracak ve ölü gönülleri okşayarak harekete geçirecek bir mahiyet sergilemekte ve –satır aralarındaki mânâya göre– onlara çıkış yollarını göstermektedir. Kur’ân’a gönül veren, ona candan ve yürekten inanan, onun ilham ettiği mânâyı, etrafa saçtığı kokuyu duymak isteyen herkes, kapasite ve kabiliyetine göre bunu Kur’ân’ın satırlarında ve satır aralarında bulabilir, duyabilir, hissedebilir. Kur’ân’a bu perspektiften bakan kişi veya kişiler –kurumları da ilave edebiliriz– yarınlarına emniyetle bakabilirler.
1 Buhârî, enbiyâ 24, 48; Müslim, iman 271, 272, 278.
2 Şuarâ sûresi, 26/127.
3 Şuarâ sûresi, 26/105.
4 Şuarâ sûresi, 26/108.
5 Şuarâ sûresi, 26/111.
6 Şuarâ sûresi, 26/116.
7 Hûd sûresi, 11/32.
8 Kamer sûresi, 54/10.
9 Kamer sûresi, 54/11.
10 Hûd sûresi, 11/37.
11 Şuarâ sûresi, 26/123.
12 Şuarâ sûresi, 26/128.
13 Şuarâ sûresi, 26/128.
14 Şuarâ sûresi, 26/129.
15 Şuarâ sûresi, 26/130.
16 Hûd sûresi, 11/12.
17 Zuhruf sûresi, 43/31.
18 Şuarâ sûresi, 26/141-145.
19 Şuarâ sûresi, 26/145-150.
20 Bkz.: Fecr sûresi, 89/7.
21 Şuarâ sûresi, 26/149.
22 Şuarâ sûresi, 26/153.
23 En’âm sûresi, 6/76.
24 En’âm sûresi, 6/77.
25 En’âm sûresi, 6/79.
26 Sâffât sûresi, 37/88-89.
27 Enbiyâ sûresi, 21/59-63.
28 Enbiyâ sûresi, 21/63.
29 Buhârî, enbiyâ 8, nikâh 12; Müslim, fezâîl 154.
30 Tirmizî, menâkıb 45; Ebû Dâvûd, edeb 92.
31 el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 3/129; el-Irâkî, el-Muğnî an hamli’l-esfâr 2/796.
32 Tirmizî, eş-Şemâil s.199; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 5/357.
33 Sâffât sûresi, 37/89.
34 Enbiyâ sûresi, 21/63.
35 Buhârî, enbiyâ 8, nikâh 12; Müslim, fezâîl 154.
36 Sâffât sûresi, 37/83-90.
37 Buhârî, enbiyâ 8; Müslim, îmân 327.
38 Tirmizî, birr 26; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/459, 460.
39 Enbiyâ sûresi, 21/51-63.
40 Enbiyâ sûresi, 21/63.
41 Bkz.: Hucurât sûresi, 49/10.
42 Sâffât sûresi, 37/102.
43 İbrahim sûresi, 14/37.
44 Buhârî, enbiyâ 9; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/100.
45 Meryem sûresi, 19/42.
46 Şuarâ sûresi, 26/86.
47 Tevbe sûresi, 9/114.
48 Mümtahine sûresi, 60/4.
49 Şuarâ sûresi, 26/86.
50 Buhârî, cenâiz 81, tefsîru sûre (9) 16, (28) 1; Müslim, îmân 39-40.
51 Bkz.: İsrâ sûresi, 17/23.
52 Bakara sûresi, 2/6.
53 Meryem sûresi, 19/41-45.
54 Şuarâ sûresi, 26/20-21.
55 Kasas sûresi, 28/24.
56 A’râf sûresi, 7/143.
57 Tâhâ sûresi, 20/94.
58 Yûsuf sûresi, 12/23.
59 Yûsuf sûresi, 12/50.
60 et-Taberî, Câmiu’l-beyân 12/235. Ayrıca bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/346, 389; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/263.
61 Yûsuf sûresi, 12/51.
62 Yûsuf sûresi, 12/55.
63 Meryem sûresi, 19/28.
64 Âl-i İmrân sûresi, 3/37.
65 Bkz.: et-Taberî, Câmiu’l-beyân 3/244-246; el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 1/297.
66 Meryem sûresi, 19/18-20.
67 Meryem sûresi, 19/23.
68 Meryem sûresi, 19/24-25.
69 Meryem sûresi, 19/26.
70 Bakara sûresi, 2/55.
71 Bakara sûresi, 2/61.
72 Bkz.: Abdurrezzak, Tefsîru’s-San’ânî 3/235; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 26/142, 145.
73 Hucurât sûresi, 49/17.
74 Bakara sûresi, 2/61.
75 Yûnus sûresi, 10/22.
76 Yûnus sûresi, 10/24.
77 Yûnus sûresi, 10/25.
78 Yûnus sûresi, 10/12.
79 İsrâ sûresi, 17/83.
80 Kasas sûresi, 28/78.
81 İsrâ sûresi, 17/83.
82 Münâfikûn sûresi, 63/4.
83 Âl-i İmrân sûresi, 3/188.
84 Âl-i İmrân sûresi, 3/146-147.
85 et-Taberî, Câmiu’l-beyân 11/94; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 44/403.
86 Âl-i İmrân sûresi, 3/193.
87 Haşir sûresi, 59/10.
88 Bakara sûresi, 2/8.
89 Nisâ sûresi, 4/143.
90 Âl-i İmrân sûresi, 3/66.
91 Lokman sûresi, 31/20.
92 Ahmed İbn Hanbel, Fezâilü’s-sahâbe 1/360; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 2/536.
93 Tevbe sûresi, 9/92.
94 Âl-i İmrân sûresi, 3/173.
95 Âl-i İmrân sûresi, 3/191.
96 Âl-i İmrân sûresi, 3/191.
97 Enbiyâ sûresi, 21/98.
98 Enbiyâ sûresi, 21/98.
99 Âl-i İmrân sûresi, 3/139.