BEŞİNCİ BÖLÜM
KUR’ÂN’I ANLAMA
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, beşerin bütün hayatını kuşatmaktadır. O, ferdî, ailevî, içtimaî, ahlâkî, iktisadî… hâsılı, hayatın her sahasına ait bazen icmâlî bazen de tafsîlî hükümler vaz’etmiştir. Asırlar boyu insanlığın büyük bir bölümü şöyle ya da böyle kendisini alâkadar eden her meselede onun getirdiği esaslara müracaat etmiş ve hayatını onunla şekillendirmiştir. Bu müracaatlarda zaman zaman yorum sapmaları olmuş ise de, Kur’ân, temiz bir gönülle ve sahabe anlayışı ve sâfiyeti içinde kendisine yapılan müracaatlarda insanlara hep kurtuluş ve mutluluk yolu gösteren yegâne kaynak olmuştur.
Hemen belirtelim ki, zaman zaman Kur’ân’la alâkalı yorum sapmaları, onun her zaman sahabe anlayışı içinde ele alınamamış olmasındandır. Yoksa her asırda Kur’ân’ın binlerce cilt tefsiri yapılagelmiştir. Bu tefsirler, bizim için ve İslâm kültür tarihi açısından çok feyizli ve bereketli eserlerdir. Elbette ki bu ciddî çalışmaların artıları olduğu kadar, eksileri de vardır.. ve artılar daha çok olmasına rağmen, –maalesef– Kur’ân adına esefle karşıladığımız bir kısım eksiler de olmuştur.
Bu konuda söylenebilecek en büyük eksiklik, Kur’ân’ı yorumda asrî yaklaşımlardır. Yani müfessirler, Kur’ân’ı tefsir ederken, yaşadıkları devrin ilim ve idrak seviyesini aşamamış ve çağlarının bilgi seviyesi açısından tafsile girerek muvazeneyi koruyamamışlardır. Dahası, bir kısım müfessirler, Kur’ân anlayışını kendi devirlerinin nâtamam bilim anlayışlarına uydurmaya çalışmışlardır. Böyle bir şey, hüsnüniyetli de olsa, Kur’ân’a yapılan yersiz ve seviyesiz bir müdahaledir. Bununla beraber, bunlardan art niyet taşımayan, samimî ve hâlis kimselerin sa’yini alkışlamayı İslâmî edebimizin gereği sayar ve “Allah, onların sa’y ve gayretlerini meşkûr kılsın..!” deriz.
Şimdi isterseniz bu meseleye de tarihî gelişimi içinde kısaca bir göz atalım:
Sahabe-i kiram hazerâtı, Kur’ân-ı Kerim’i gerçek mânâda vahyin kaynağından öğrenme gibi bir pâye ile serfirâz olmuş tâli’li kimselerdir. Öncelikle onlar, Kur’ân’ın inişine şahit olmuş ve daha nüzûlü döneminde onu bütün canlılığı, mânâsı ve ruhuyla kalb ve kafalarına yerleştirmişlerdi. Zira onlar, anlayamadıkları yerleri, hemen anında Hz. Sahib-i Kur’ân’a müracaatla çözüyor ve bizlerde olduğu gibi Kur’ân’ı anlamak için ortaya konan sistematik kaidelere ihtiyaç duymuyorlardı. Ayrıca onlar her nazil olan vahyi, kendi aralarında hemen müzakere edip tatbik edebiliyorlardı. Bu yönüyle de hemen her zaman onlar arasında bir icma oluşabiliyordu. Gerçi o gün için bu ameliyeye ıstılah olarak “icma” denmiyordu ama sahabenin böyle davranması, daha sonraki ulemânın ortaya koyacağı ıstılahlara kaynaklık edecekti…
Tâbiîn dönemine gelinceye dek Kur’ân’a yönelik bu tür çalışmalar, Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrindeki sâfiyetini belli ölçüde muhafaza etmişti. Zira o dönemde sahabe hayattadır ve tâbiînin yegâne mercii de onlardır. Ayrıca bu dönemde herhangi bir dış müdahale veya dış kültürün tesiri de bahis mevzuu değildir. Ancak, daha sonraki asırlardadır ki, Kur’ân’ı yorumlamadaki o nezih anlayış kısmen fire vermiş; derken devrin kültür ve anlayışları, az da olsa tefsir ve tevillere hulûl etmiştir. Hatta bir bakıma tefsirler, o devirlerin kültür ve ilim anlayışlarını gösteren birer tevil kaynağı hâline gelmişlerdir denebilir.
Şimdilik bu faslı da, konumuzla ilgili kanaatimizi dile getirerek kapatalım: Sahabe dönemine ait –usûle dair meselelerde olduğu gibi– fürûatla alâkalı tarz-ı telakki de bütünüyle muhafaza edilip günümüze taşınabilseydi, bizim Kur’ân’ı anlamamız da, yorumlamamız da ve tabiî ki yaşantımız da çok daha renkli olacaktı.
A. Kuşbakışı Kur’ân Tefsirleri ve Çağını Aşan Müfessirler
“Kur’ân’ı anlama” mevzuunda, Kur’ân’ı en iyi anlayan ve onu özüne ve tabiatına uygun bir şekilde tefsir edenlerin sahabe efendilerimiz (radıyallâhu anhüm) olduğunu daha önce ifade etmiş ve büyük ölçüde tâbiîn devrinde de bu anlayış ve yaklaşımın devam ettiğini vurgulamıştık. Aslında, tâbiîn döneminde, her biri pek çok asrı bir müceddit gibi tenvir edecek seviyede büyük imamlar yetişmiştir.
Bu dönem, çok velûd ve münbit bir dönemdir. Bu vadinin kahramanlarından, “Ben, Kur’ân-ı Kerim’i İbn Abbas’tan (radıyallâhu anh) tefsiriyle birlikte hatmettim. Resûl-i Ekrem’den ona dupduru intikal eden mesajları İbn Abbas’tan bizzat dinledim.” diyen Said İbn Cübeyr, İkrime ve Tavus b. Keysan gibi dev şahsiyetler akla ilk gelen örneklerdir ki, bunlar bulundukları yerlerde birer işaret projektörü gibiydiler.
Medine-i Münevvere’de Ebu’l-Âliye ve Zeyd b. Eslem, Irak’ta ise, Alkame b. Kays, Hz. Âişe’nin (radıyallâhu anhâ) tilmizlerinden Mesruk, Mürretü’l-Hemedânî ve Basra’nın aydınlık siması Hasan Basrî, bu dev şahsiyetlerden sadece birkaçı idi ki, bunlar Kur’ân’la alâkalı yaptıkları yorumlarla hem kendi devirlerini hem de kendilerinden sonraki asırları aydınlatan simalardı. Ayrıca o günün Müslüman beldelerinin hangisine gidilse, hemen her zaman böylesine kâmet-i bâlâlarla karşılaşmak mümkündü.
Daha sonra, bu zirve insanlara bağlı olarak, rivayet ve dirayet vadilerinde binlerce müstakil tefsir yazılmıştır. Bunlar içinde yoldakilere rehber mahiyetinde olanlara kısaca işaret etmekle, bir ölçüde de olsa Kur’ân ve onun tefsirine karşı gösterilen ihtimamı ifadeye çalışalım.
1. Taberî Tefsiri
Yazarı İbn Cerir et-Taberî’dir. İbn Cerir, hicri 224-310 yılları arasında yaşamıştır. Rivayet tefsircilerinin en önde gelenlerinden biridir. Tefsiri, otuz cilt olarak basılmıştır. O, tefsirinde fıkha ait görüşlerini de işlemiştir. Zira o, aynı zamanda, bir hayli taraftarı olan bir mezhebin kurucusu, rey ve içtihad sahibi, ehliyetli ve dirayetli bir fakihtir.
Taberî, bu muhteşem tefsirinde, hep sahabe anlayışına sadık kalmış ve onlardan nakledilen şeyleri –ki biz bunlara “eser” diyoruz– aynen muhafaza etmiştir. Yaşadığı dönemin kültürünü olduğu gibi aksettirmenin yanında, bazı âyetlerin tefsirinde kendi döneminin kültürünü de aşmıştır. Meselâ, “Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de, gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz, suyu depo edemezdiniz.”1 âyetinin tefsirinde, İbn Abbas’tan yapmış olduğu nakille, bugünün ilmî anlayışına sonrakilerden bile daha fazla yaklaşmıştır.
Kendinden sonrakiler, bu âyette ifade buyrulan rüzgârların aşılayıcı olması hususunu, ilmin sonradan bulacağı “çiçeklerin tohumlarını aşılaması”, yani erkek tohumun dişi tohumla birleşmesi şeklinde anlamışlardır. Oysaki ancak şimdilerde anlaşılan bir diğer husus vardır ki, o da, rüzgârların mühim fonksiyonlarından biri olan bulutların aşılanması ameliyesidir. Bulutlar, bu suretle birbirinin içine girer ve bir kesafet oluştururlar. Böylece –en basit ifadesiyle– yağmur teşekkül eder. İbn Cerir, “Bu âyetin tefsiri, İbn Abbas’tan nakledilene göre toprak üzerinde çiçeklerin aşılanmasıdır. Aslında bu, aynı zamanda havada da bulutların aşılanması demektir.”2 şeklinde yorumunu ortaya koyar.
Görüldüğü gibi devrimizden on-on bir asır önce yazılmış bir tefsirde, bugünün ilmî verilerine mutabık bilgiler sunulmaktadır. Şahsen ben İbn Cerir’in bu neticeye, sahabe anlayışına sadık kalarak ulaştığı ve değişik devirlerin anlayışlarının mutlak doğru kabul edilmesi yüzünden, ondan daha çağdaş tefsirlerin o seviyeye henüz ulaşamadığı kanaatindeyim.
Taberî’ye ilaveten rivayet tefsiri tedvin eden müfessirler arasında; “Bahru’l-ulûm” sahibi Ebu’l-Leys Semerkandî’yi ve “el-Keşf ve’l-beyan” tefsiriyle Sa’lebî’yi, “el-Veciz” isimli tefsiriyle İbn Atıyye’yi de sayabiliriz.
Bunlar, Resûl-i Ekrem’den mervî olan tefsirle alâkalı bütün âsârı bir araya getirip telifatlarında kaydetmişlerdir. Kur’ân’ın o dupduru ve sahabe ufkuyla nasıl anlaşıldığını biz genellikle hep bu tefsirlerde görmekteyiz. Tabiî ki, sahabe anlayışı da vahyin kaynağı Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) irtibatlı idi.
Daha sonraki devirlerde, başta bundan altı-yedi asır evvel yaşamış olan “Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm” sahibi Hafız Ebu’l-Fidâ İsmail İbn Kesîr’i görürüz. İbn Kesîr, aynı zamanda büyük bir hadis tenkitçisidir. Tefsirde israiliyatı büyük ölçüde ayıklamış ve bazı hadislerin uzun uzun kritiğini yapmıştır. Ondan yaklaşık bir asır sonra da “ed-Dürru’l-mensûr” sahibi Celâleddin es-Suyûtî’yi müşâhede ederiz ki, o da, rivayet sahasında mevcut malumatın pek çoğunu toplamaya çalışmıştır.
Elbette burada, rivayet tefsirlerini bütünüyle sayacak değiliz. Sadece fikir verme babından, en önemli olanlarını arz ettik. Bu insanlar, tefsirlerinde yaklaşık yirmi-otuz bin hadis toplamışlar ve daha sonra gelen bir kısım muhakkikler ise, bunların tahkik ve kritiğini yapmışlardır.
Dirayet sahasında da, rivayet sahasındaki seviye insanlarından geri kalmayacak dehalar yetişmiştir. Tabiî bunlar da büyük ölçüde kendi devirlerinin kültürlerini yansıtmışlardır. Fakat itiraf etmeliyiz ki, bu tefsirlerin de muhtevalarının –az bir kısmı müstesna– birçoğu günümüzde dahi hâlâ geçerliliğini muhafaza eden birer bilgi hazinesi gibidirler.
2. Fahreddin Râzî
Dirayet tefsiri deyince akla Fahreddin Râzî’nin tefsiri gelir. Tam sekiz asır önce yaşamış bulunan ve “Mefâtîhu’l-gayb” adlı tefsirin sahibi bu dev müfessir, tefsirinde, tefsirden kelâma, ondan felsefe ve mantığa ve tabiî ki fıkhî hükümlere, lügat, bedî’, beyan ve i’caza kadar hemen her sahada söz söylemiştir. Denebilir ki, Fahreddin Râzî, tam mânâsıyla efsane bir şahsiyettir. Yazdığı kitaplar, boyumuzu aşacak kadar çoktur.
Dünyanın küre şeklinde olduğunu, güneşin etrafında döndüğünü, hatta dolaylı yoldan yer çekimi kanununun var olduğunu, daha sekiz asır önce tefsirinde münakaşa etmiştir. Ama ne hazindir ki, bizde okutulan ilk, orta ve lise kitaplarında bu şeref daima Galileo ve Kopernik gibi kimselere verilmiştir. Hâlbuki Fahreddin Râzî, onlardan tam dört asır evvel bu hususları açık veya ima yoluyla söylemiş bir ilim adamıdır.
Bu açıdan da denebilir ki, ecdada karşı bizdeki bu ölçüde bir küfrân (nankörlük) ve düşmanlığın ikinci bir benzerine dünyada şahit olmak mümkün değildir. Sanki dimağlarımız, ecdat ve seleflerimize karşı kin ve nefretle doldurulmuş gibi bir durumumuz var. Fahreddin Râzî’nin tefsirini alıp bütün nankörlerin suratlarına çarpmalı ve nasıl bir küfran içinde oldukları onlara mutlaka anlatılmalıdır. Aslında küfran-ı nimet ve vefasızlık kadar sahibini alçaltan bir başka sıfat olmasa gerek. Ama biz Müslümanlar, küfran-ı nimette bulunamayız. Kâfir de olsa, insanlığa gerçekten hizmet etmiş olanları o hizmetleriyle hep alkışlayagelmişizdir.
Evet biz, Avrupalının yaptığı nankörlüğü yapmayız. Aldığımız şeylerin kaynaklarını gösterir ve fazileti ikrar ederiz. Oysaki onların Müslümanlara ait buluşları nasıl kendilerine mâl ettikleri, Müslüman ilim adamlarının isimlerini bile nasıl Avrupalılaştırdıkları dillere destandır. Meşhur Câbirî’miz, namıyla, nişanıyla, kitaplarıyla onların elinde tanınmaz hâle gelmiş; İbn Sina Avicenna, İbn Rüşd Averos olmuştur. Bu mevzuda söylenecek daha çok söz olabilir; ama konu dışına taşmamak için kısa kesiyoruz.
Fahreddin Râzî, “O, (Allah) ki, yeryüzünü sizin için döşek, semayı da bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, artık bile bile Allah’a eşler koşmayın.”3 âyetinin tefsirinde şu açıklamada bulunur: “Yeryüzü, burada bir yanıyla döşek olarak anlatılsa da, başka bir âyet-i kerimede küre olduğuna dikkat çekilmektedir. Güneşin etrafında dönen yerküredir. Şayet “Yer, küre olarak güneşin etrafında dönüyorsa, bu durumda insanlar ve cisimler onun üzerinde nasıl dururlar?’ diye sorulacak olursa, ben de derim ki, dünya o kadar büyük bir küredir ki, üzerinde satıhlar meydana gelmiştir.”4 Dikkat edilecek olursa bunlar, tam sekiz asır evvel söylenmiş ve yazılmış şeylerdir.
Fahreddin Râzî’nin tefsiri incelendiği zaman, fıkha, sarfa, nahiv, gramer ve belâgat kaidelerine ait yüzlerce misal görülür. O, i’caz üzerinde de ısrarla durur. Kur’ân’ın beşer tarafından yazılamayacağı meselesinin her yerde müdafaasını yapar. O, mantık ve felsefeye de çok ehemmiyet vermiştir. Bu yüzden de tenkit edilmiş ve bir kısım müfritlerce: “Râzî’nin tefsirinde her şeyi bulmak mümkündür; ama tefsir adına bir şey bulunamaz.” denmiştir. Tabiî ki bu, onu söyleyenlerin Kur’ân’a bakış açılarını da yansıtan, kendilerine ait bir görüştür.
Yine Fahreddin Râzî’nin selefi olan ve Mutezile imamlarından sayılan meşhur “Keşşaf” sahibi Zemahşerî de dirayet ehlindendir. O da az farkla, yerin küre olduğu meselesinde Râzî’nin söylediklerine yakın şeyler söylemiş ve: “Dünya, küre şeklindedir. Kur’ân-ı Kerim’in ona döşek demesi, vüs’atine binaendir. Yer geniştir ve geniş bir küre üzerinde satıh tasavvur edebilir, düz zeminler düşünebiliriz.”5 şeklinde, çağın ilim ufkuna yakın yaklaşımlarda bulunmuştur.
Zemahşerî’den az sonra yaşamış olan “Envâru’t-tenzîl ve Esrâru’t-tevîl” yazarı Beyzâvî’yi de ayrıca zikredebiliriz. Aynı şeyleri o da söyler. Medrese talebeleri arasında onun tefsiri için “Demir leblebi” ifadesi kullanılır. Zira ele alınan konular, müthiş bir dirayet ve dikkatle ele alınmıştır.
Osmanlıların meşhur ve müthiş şeyhülislâmı Ebu’s-Suûd Efendi de, “İrşâdü’l-akli’s-selîm” adlı tefsirinde yerin küre olduğunu ve dünyanın güneşin etrafında döndüğünü, yine Galileo ve Kopernik’ten bir hayli yıl önce söyleyen müfessirlerimizdendir.6
Kısaca tanıtmaya çalıştığımız bu çok az sayıdaki Kur’ân tefsirinden birkaçını daha arz ettikten sonra isterseniz bu faslı da noktalayalım:
Kur’ân’ın büyüklüğünü ortaya koymaya çalışanlardan biri de, hiç şüphesiz İmam Nesefî’dir. Onun tefsiri “Medârikü’t-tenzîl”, bir bakıma Zemahşerî’nin eserinin ihtisarı da sayılabilir. Bu tefsirde de hadis ve eser üzerinde bir hayli durulmuştur. İçinde az da olsa israiliyat olduğu söylenebilir.
Bu arada, Bağdatlı sofi Hâzin’in “Lübâbü’t-tevil” adlı tefsirini de zikretmek gerekir. Bu tefsirde israiliyat diğerlerine nispeten biraz daha fazladır. Fıkıhtan kelâma değişik konuların yer aldığı tefsir, sahabeden gelen rivayetler üzerinde daha çok durmaktadır.
Bunlardan başka Bağdatlı Merhum Âlûsî’nin Ruhu’l-meânî’sini hatırlamamak da mümkün değildir. Tam otuz ciltten ibaret olan Âlûsî tefsiri, bir bakıma geçen bütün müfessirlerin tefsirlerinin hulâsası gibidir.
Bir de, bizim meşhur tefsircimiz Allâme Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsiri vardır ki, doğrusu tefsirlerin şaheseri dense değer. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili’ni, Ruhu’l-meânî’ye yakın bir usûl ve üslûpla ele almıştır. Ancak, yer yer pek çok kimseyi tenkit ettiği de bir gerçektir.
Tenkit noktası açık olmakla beraber, Kur’ân’ın ilmî bir tefsir denemesini yapan Tantâvî Cevherî’nin “el-Cevâhir” adlı tefsiri, kâinata ait bütün ilimleri anlatan geniş bir tefsirdir. Cevherî bu tefsirinde, kâinata ait neredeyse bütün ilimlerden söz etmiştir ki, bu yönüyle ona bir ansiklopedi diyenler de olmuştur.
Hayat-ı içtimaiyeye ait meselelere Kur’ân’dan bir bakış açısı getirerek Kur’ân’ı tefsire çalışan Allâme Kutub’un Fî Zilâli’l-Kur’ân’ını da zikretmeden geçemeyeceğim. Onun, tenkit edilebilecek yanları olmakla birlikte, bu önemli eserinde tefsire yeni bir bakış açısı getirdiği her zaman söylenebilir. Arapçasını okuyanların da idrak ve itiraf edeceği üzere, onun tefsiri, şiirimsi âhenk içinde kaleme alınmış bir tefsirdir. Türkçesinde maalesef bu şiiriyetin korunduğunu söylemek çok zor.
Bütün bunlara ilaveten sofiler içinde de, meselâ Muhyiddin İbn Arabî’den Kuşeyrî’ye birçok müellif Kur’ân’ı tasavvuf penceresinden tefsir edegelmişlerdir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, tefsir adına hangi çağda Kur’ân tevil ü tefsire tâbi tutulmuşsa, bunların bütünü Kur’ân’ın enginliğini, eşsizliğini ve beşer havsalasından çıkamayacak kadar mükemmel olduğunu ortaya koymaktadır. Hangi saha olursa olsun, Kur’ân’ın muhakkak o sahada, her asrın idrakine söylediği ve söylettiği pek çok şey vardır. Tabiî burada tefsirleri nazara verirken, onları tarihi yönden de, teknik açıdan da sıralamaya tâbi tutmadığımız ortadadır. Zaten mevzuumuz da tefsirleri bu yönleriyle incelemek değil, Kur’ân’ın değişik devirlere göre nasıl yorumlandığını, ilim, fen ve teknik sahalarında dahi onun taptaze prensiplere sahip olduğunu göstermektir. Aksi hâlde böyle bir meselenin, beş-on sayfaya sığmayacağı herkesin malumudur.
Ecdat ve eslâfımızın, kendi devirlerinde üzerlerine düşen görevi bihakkın ifa edip etmedikleri hususunda bir şey söylemek bize düşmez. Ancak şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki, onlar bütün sa’y ve gayretlerini Kur’ân’ı anlama ve tebliğ etme hususuna sarf etmişlerdir; sarf etmişlerdir ama belli ölçüde kendi devirlerinin kültürünün, değer yargılarının, dünya ve ukbâ görüşlerinin tesirinde kaldıkları da bir gerçektir.
Biz, onları bu engin ve samimî mesaileriyle düşününce Kur’ân’a sığınıyor ve şöyle diyoruz: “Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla. Kalblerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabbimiz, Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin!”7
Evet, bu duayı bize Kur’ân öğretiyor. Biz de Allah’tan onlar hakkında mağfiret dileğinde bulunuyoruz. Allah (celle celâluhu) bizi Kur’ânî bu mülâhazadan ayırmasın.
B. Nasıl Bir Kur’ân Tefsiri?
Kur’ân’ın genel karakterine ve muhtevasına baktığımızda, onun, insan hayatının bütün cephelerini kuşattığını müşâhede ederiz. Evet, Kur’ân, insanı ilgilendiren hemen her konu ile çok yakından alâkadar olmuştur. O, ezelden ebede kadar, geniş bir dairede insanların içlerini, dışlarını, dünya ve ahiret saadetlerini bir bütün hâlinde ele almış ve seslendirmiştir. Yani Kur’ân, insanın iktisadî ve maddî hayatını tanzim ettiği gibi, vicdanına, sırrına ve letâif-i mâneviyesine ait ruhî cephesini de inceden ince gözler önüne sermiştir.
Evet, onun vaz’ettiği nizam, sadece dünyaya ait bir nizamdan ibaret olmayıp, burayla beraber öteleri de içine almaktadır. Hâsılı o, dünya ve ukbâ dengesini tesis eden en büyük kitaptır.
Eğer Kur’ân, insanların sadece maddî yapısına hasr-ı nazar etseydi ve sadece maddî saadetlerini teminle yetinseydi –ki bugün batıda daha çok böyle tek yönlü ve madde yörüngeli, bedene ve cismaniyete hizmet eden, dolayısıyla gerçek bir mutluluk vaadedemeyen bir anlayış hükümferma bulunmaktadır– vicdanları nazar-ı itibara alıp insanın iç âlemine, mânevî duygularına yönelmeseydi, hiç şüphesiz bu onun için ciddî bir eksiklik olurdu ve bu eksiklik, her an insan ruhu üzerinde kendini hissettirirdi.
Dünya ve ahiret saadeti, ancak iç ve dış yapının âhenkli beraberliğiyle teessüs edebilir. Bu itibarladır ki, Kur’ân, hedeflerinden biri olarak, insan hissiyatını dikkate almış, yer yer onu hatırlatmış ve onun üzerinde durmuştur. Her şeyden evvel ona dikkatle baktığımızda daima muhataplarının düşünce seviyesinin gözetildiğini görürüz. Öyle ki, fikren onun içine giren herkes, kendi ruhî enginliklerine ait bir kısım çizgileri onda bulabilir. Bence Kur’ân’ın bir önemli hususiyeti de işte buradadır. İnsan, hiç olmazsa yirmi dört saat içinde bir saat kendini onda aramalı ve bulmaya çalışmalıdır.
Evet, Kur’ân insana hitap etmekte ve Kâinâtın Yüce Yaratıcısı, o Kitab’ın diliyle insanla konuşmaktadır. Öyleyse bu Kitap, insanın hem maddî hem de mânevî yapısını şerhedecek ve onun içtimaî yapısını seslendirdiği kadar ledünniyatını ve letâifini de eleveren bir hususiyet taşıyacaktır. Aslında insan ister ki, okuduğu kitap, onun içini okşasın, hissiyatına mümâşat etsin; onu tehlikelere karşı uyardığı gibi menfaatlerine karşı da duyarlı kılsın; hatta ailesini, milletini, ailesinin ve milletinin aklını ve iradesini de yönlendirsin.
Dikkatle bakabilenler için bütün bu özellikler Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da mevcuttur. Hatta onun her âyetinde bunlar vardır. Ama derinlemesine Kur’ân’a vâkıf olunmamışsa, yani eksiklik insandan kaynaklanıyorsa, hadisin yaklaşımıyla, Kur’ân bir vadide, insanlar da bir vadide hayat sürüyorlarsa,8 böyle bir topluma onun hidayet kaynağı olması düşünülemez. Müslüman milletlerin birkaç asırlık derbederliklerinin gerçek sebebi de bu olsa gerek. Bu perişaniyetin giderilmesi de, yeniden ümmetin Kur’ân’a yürekten dönmesine bağlıdır.
Eğer yeryüzünde Kur’ân düşüncesinin yeniden soluklanması isteniyorsa, onun insanla alâkalı yorumlarını, toplum telakkisini, Allah-insan-kâinat tefsirini bir kere daha incelememiz icap edecektir. Günümüze doğru gelirken Kur’ân’ın bu yönünün gerektiği ölçüde işlendiği pek söylenemez.. ve hele Kur’ân’ın psikolojik eksenli tefsiri, neredeyse hiç düşünülmemiştir. Oysaki bütün bu hususların insanla ne kadar alâkalı olduğu açıktır.
“Ruh veya nefis ilmi” dediğimiz psikoloji, insanın hakikî melekût ve ledünnî cihetlerini müştereken ele alması gereken bir ilimdir. Bugün Kur’ân’ın işte bu hususları da içine alacak şekilde tefsir edilmesine ihtiyaç vardır. Psikoloji ilmi, şimdilerde pek çok yeni şey söyledi ama insanı gerçek derinlikleriyle ortaya koyamadı. Hatta biraz daha cesurca bir tabirle ifade edeyim: Psikolojinin, Kur’ân’ı önüne almadan, insan psikolojisine ait, akl-ı selimi tatmin edebilecek esaslar vaz’etmesi ve söylemesi imkânsız gibidir.
Bunu belki iddia sayabilirsiniz; ama ben bunu Kur’ân’ın kuşatıcılığına dayanarak arz ediyorum. Çünkü Kur’ân, insan için gelmiş bir kitaptır.. ve o, ilimde, fende ve içtimaiyatta ‘insan’ merkezli bir medeniyet tavsiye etmektedir. O insan ki, Kur’ân’a göre, koskoca bir kâinat mahiyetinde yaratılmıştır. Baharı, yazı, çiçeği ve arısıyla bütün varlık, onda mündemiçtir. Şairimiz, bu büyük mânâyı Hz. Ali’nin bir sözünü açıklama sadedinde: “Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir” şeklinde seslendirir.
Evet, âlemler onda gizli, o ise varlığın özü gibidir. Kaldı ki, birçok hakikatin, içinde câmî bulunduğu bu insan, sabahtan akşama, akşamdan sabaha birçok değişik atmosferde sürekli bir kısım psikolojik ve ruhî hâllere mazhar olur veya maruz kalır. Öyle ki, bazen nebatî mertebeye iner, bazen sadece hava alıp veren bir mahluk hâline gelir, bazen de hayvaniyet mertebesine düşer.. bu mertebede o artık behimî ve şehevî hislerden başka bir şey duymaz. Buna karşılık, onun öyle bir ânı da olur ki, o dakikada kâinat ayağının önünde bir top gibi kalır. Düşünce ufku itibarıyla gider ta Arş-ı A’zam’a uzanır, Sidre’yi gömlek gibi giyer ve Resûlullah’ın ayağının ulaştığı noktaya yaklaşır ve bütün mâsivâyı geride bırakır. İlim bu durumu, laboratuvarların dar dünyası ve dar imkânları arasına sığdıramaz. Zaten onun bunu ölçüp-biçebilecek bir kıstası da yoktur.
Şimdi, bütün bunlar sadece sevk-i tabiî ile izah edilebilir mi? İnfialler, refleksler, heyecan ve hisler, gözyaşları, öfke ve gazabın bin türlüsü, nasıl böylesine basit bir tabirle izah edilebilir ki?..
C. İnsan Eksenli Kur’ân Tefsiri
İnsanı, insanlar bütün hususiyetleriyle izah ve şerh edemez. Onu, sadece ve sadece yaratan Allah (celle celâluhu) şerh ve tefsir edebilir. Onun mahiyetine bir kısım his ve letâif, Cenâb-ı Hak tarafından şifrelenmiştir. Kur’ân, kâinatı yorumladığı gibi insanın da biricik yorumcusudur. Bu itibarla da insanın içi ve dışıyla alâkalı malumat, bütünüyle Kur’ân’da mevcuttur denebilir. Evet, onun her dakika geçirdiği ruhî tavırlar, uğradığı psikolojik tezahürler, bütünüyle Kur’ân’da şifrelidir.
İnsan, ne teleskobun ne de mikroskobun hedefine yerleştirilmiş âdi bir cisim değildir ki, iç yapısına muttali olunabilsin. Evet, onun ledünniyatını teleskopla tespit etmeye imkân yoktur ve edilemez de. Psikoloji ilminin de bugüne kadar insanın ruh ve nefis mekanizmaları adına ortaya ciddî bir şey koyduğunu söylemek oldukça zordur. Kediler, köpekler ve fareler üzerinde yapılan tecrübelerle insan hakkında bir neticeye varmak mümkün olmasa gerek. Zaten materyalistlerin diyalektik esaslarıyla onu tahlil etmek, bütün bütün laubalilik gibi bir şeydir; zira kâinatta en nadide ve kıymettar bir varlık olan insanı böylesine âdice ve süflice tahlil etmeye kalkmak, insan adına onda tecellî eden esmâ-i ilâhî ve onun letâifi adına en büyük cinayet ve en büyük su-i edeptir!..
Batıda insan, değişik dönemler itibarıyla değişik ekoller tarafından ele alınmış ve büyük ölçüde yukarıdaki kaymalar çerçevesinde tahlil edilmiştir. Bunlardan birkaçı müstesna hemen hepsi de, insanın yüzünü kızartacak kadar onu süflice ele alan yaklaşımlardır. Evet, Bergson, Pascal ve daha birkaç isim meseleye az da olsa insaf ve sağduyu ile yaklaşmış ve insanı bir ölçüye kadar iç ve dış derinlikleriyle kucaklamışlardır. Bunların ellerinde Kur’ân olsaydı zannediyorum, insan gerçeğiyle alâkalı çok daha güzel şeyler söyleyebilirlerdi. Ama onlar, bu imkândan mahrum idiler.
Öte yandan, her meseleyi şehevî hislere bağlayıp insanın yüzünü kızartacak ölçüde bohemliğe giren ve insanı tahlil ederken, onunla alâkalı her hususu bir çirkinlikle irtibatlandıran bir akımın öncüsü olması itibarıyla Freud’ü, bir başka sahada da Sartre gibi kimseleri görmekteyiz. Bunların hemen hepsi, insanın ledünniyat ve mânâ anatomisini göremeyerek onu tıpkı bir hayvan gibi mütalaa etmektedirler. Maalesef bunlar, hiç alâkası olmadığı hâlde, birbirinden çok uzak meseleleri irtibatlandırarak insana, boynunda şehvet tasması bir hilkat garibesi nazarıyla bakmaktadırlar.
Rica ederim insan, bu kadar âdi bir varlık mıdır? Gerçi bunlar da görüşlerini serdederken tahlil metodu kullanmışlardır. Ne var ki metottan önce, ehliyet gereklidir. Hemen ifade etmeliyim ki, onların hiçbirisi bu mevzuda söz söylemeye ehil değildir. Ancak çok ciddî bir fikrî ve ruhî boşluk içinde yuvarlanan çevrelerde onların bu sözleri ilmî bir gerçekmiş gibi telakki edilmekte ve dolayısıyla da hüsnükabul görmektedir. Freud, libidosuyla her meseleyi şehvete bağlar. O kadar ki, iki aylık yavrunun annesinden süt emişini dahi şehevî hislerle irtibatlandırarak, her insanî tavrın arkasında bu duygunun mevcudiyetini vehmeder.
Şimdi, lütfen bir düşünün, melekleri dahi geride bırakacak kadar aziz ve mükerrem yaratılan insanoğlu, acaba bunca hakareti hak etmiş midir? Etmemişse, akıl ve iz’an sahibi birinin böylesine bir “insan” tahlil ve teşrihini kabul etmesi ne mânâya gelir; bunun değerlendirilmesini size bırakıyorum.
Şimdi acaba, insanı mezbeleliklere atan tahlillerle Kur’ân’ın insana verdiği değer karşılaştırıldığında, aradaki muazzam farkı idrak etmemek, Kur’ân’ın tahlil ve tarifine “bârekellah” dememek kabil midir?
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, hem de bir beşer olarak ta Sidretü’l-Müntehâ’ya varıp meleklerin en azizini dahi geride bırakması, insanın Allah indindeki değerini göstermesi bakımından ne mânidardır! Evet, Cibril dahi Miraç’ta bir noktaya varır ki, ondan ötesi için “Vallahi buradan öteye bir adım atarsam mahvolurum. Bundan öte yol senin, devran senindir.”9 der.
Evet biz, insanı böyle bilmekte ve böyle tanımaktayız. Allah (celle celâluhu), ona böyle ikramda bulunmakta ve O’nun kelâmı olan Kur’ân da onu böyle tarif ve tahlil etmektedir. Modern dünyada hangi ilim, hangi araştırma insanı böylesine azizleştirmiştir?.. Bu kadar mükerrem olan insanı, solucandan daha aşağı düşüren telakkiler ile onu tahlil ve teşrih etmek, onun ruhuna ve muhtevasına karşı ne büyük bir cinayettir!..
Öyleyse, insanın Kur’ân’da bir defa daha keşfedilmesi ve maddî-mânevî donanımıyla ele alan âyetler arasından, ona ait derin mânâları çıkaracak bir tefsirin yapılması ve mükerrem bir varlık olan insanı, habâset yüklü tahlillerden kurtarmanın zamanı gelmiştir zannediyorum. Her şeyden evvel Kur’ân-ı Kerim, “Nefislerinizde sizin için âyetler vardır.”10 diyerek, insanın bir mucizeler âbidesi olduğunu nazara verir.
İnsanın mahiyeti, onun günlük hayatı, her an geçirdiği istihaleler incelenmedikçe onu tarif ve tahlil etmek mümkün değildir. Onun için, dünya ilimlerinin gereği olarak dahi Kur’ân’ın tahliline ihtiyaç vardır ve bir Kur’ân tefsiri yapılacağı zaman, bütün bunlar göz önünde bulundurulmalıdır. Zira bir gün fert, cemiyet, madde ve mânâ olarak Kur’ân’a dönülecekse, topyekün hayatı onun sunduğu mesajlara göre bir kere daha gözden geçirmek gerekecektir.
Bu vadide söylenecek ve yazılacak şeyler, ne satırlara ne de kitaplara sığacak gibidir. Biz burada belki de söylenmesi gereken şeylerin sadece öşr-ü mi’şarını (yüzde birini) söylemiş ve yazmış sayılabiliriz. Tabiî burada hem Kur’ân hem de kendi adımıza bir kısım sevindirici gelişmelerin olması da yegâne tesellimizdir. Neslimizin yeniden Kur’ân’a dönmesine, aslına yönelmesine –Allah (celle celâluhu) yümün ve bereket versin– ve umumî gelişmelere baktıkça, Kur’ân’ın bir küllî tefsirinin bugün olmasa da böyle bir tefsirin yazılacağı günlerin yakın olduğuna inanıyoruz.
D. Kur’ân’dan Psikolojik Tahliller
Psikoloji ilmi, davranışlarına bakarak insanın iç dünyasını tanıma ve tahlil etme iddiasında olan bir ilim dalıdır. Bu ilme, bizim tarihimizde önceleri “İlmu’r-ruh” denirdi ve o zaman bu ilim, biraz daha insan ledünniyatını, onun iç âlemini, melekûtî yönünü incelerdi. Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar olan son bir-iki asırlık dönemde, “İlmü’n-nefs,” son zamanlarda ise “Psikoloji” ve müteakiben “Modern Psikoloji” tabiri kullanılmaya başlandı.
Peşinen ifade edelim ki, ne bizim kendi ulemâmızın kullandığı İlmü’n-nefs veya İlmü’r-ruh ve ne de batılı ifadesiyle Psikoloji, Kur’ân’da arz edilen insan ledünniyatını, onun metafizik anatomisini tam karşılayamamaktadır.
Evet, Modern Psikoloji, geliştirdiği onca sisteme ve metotlu çalışmalara rağmen, Kur’ân’da olduğu ölçüde insanın içine girememiş ve onu tam anlamıyla keşif ve ifade edememiştir. O, bu hususta oldukça yaya kalmakta, hatta yavan durmaktadır.
Bir bütün olarak insan ledünniyatını ele alma, kalbi, sırrı, duyguları ve bugüne kadar henüz keşfedilmemiş latîfe ve hisleriyle onu bir bütünlük içinde tahlile tâbi tutma, kritik etme sadece Kur’ân’a nasip olmuştur. Kur’ân, insanı bütün derinlikleriyle ele alır. Onu bütün gizli ve açık duygularıyla adım adım takip eder ki, bu ölçüde Kur’ân’ın vicdanlara girmesi, insanın letâifini keşfetmesi ve onun her hâline tespit edici bir bakışla bakması, onun Mu’cizü’l-Beyan olduğuna kâfi bir delil sayılır zannediyorum.
Kur’ân’ı dinleyen, onun lafız ve mânâ münasebetlerini yakından takip eden herkes, onun âyetleri arasında kendi ruh hâlini bulur; hatta çok defa kendisinin dahi izahta güçlük çektiği ledünnî ahvalinin şerh edildiğini görür. Tabiî bu biraz da, insanın bütün hissiyatıyla Kur’ân’ın ruhuna nüfuz etmesine ve onun dünyasına sızmasına bağlıdır. Evet, her meselede ona dehalet edip sığınmadan onun içine girmeye imkân yoktur. Ama insan, bir kere de kendine açılan o menfezlerden içeriye girip de onun teşrih masasına uzandı mı; artık ruhuyla, hissiyle, vicdanıyla kendini bir başka müşâhede eder.. evet, Kur’ân, insanla işte bu kadar içli dışlıdır…
Hatta insan, bir âyette kendini görüp bulamasa da, bir başka âyette mutlaka Kur’ân kelimelerinin onun kalbini avucuna aldığını, gönlünü okşadığını ve nabzını tuttuğunu görür gibi olur. Ne var ki, Kur’ân’a tam gönül vermeyenin, onu anlaması ve onda kendini bulup kendini kavraması da çok kolay olmasa gerek. Evet, Allah (celle celâluhu), insanı Kur’ân’da âdeta şifrelemiştir. Bu şifre çözüldüğü an her şey anlaşılacaktır. Kur’ân, şu koca kâinatın en ücra köşelerinde yapayalnız olan insana Allah’ın en büyük bir lütfu, ihsanı ve hediyesidir. İnsan, onunla dostluk kurabildiği takdirde kendini tanır, Yaratıcısına iltica eder ve her türlü yalnızlıktan kurtulur.
Doğrusu insan, ancak Kur’ân’ın içine girebildiği ölçüde onun nasıl bir kitap olduğunu kavrar. Zira Kur’ân, insanla kâinat arasında bir koordinatlar mecmuasıdır. Dahası Kur’ân, insanı dünyaya baktırdığı gibi ukbâya da baktırır. Fenâya ve bekâya mazhar yönleriyle onu cemeder ve bütünleştirir. Maddesinin anatomisini yaptığı kadar, ledünniyatının da anatomisini ortaya kor. İnsanın nasıl bir gelişme ve terakki, ya da düşüş ve tedenni yolu takip ettiğini, şekilden şekle, hâlden hâle, tavırdan tavıra girerken hangi mertebe ve makamlardan geçtiğini ve hisleri, heyecanları ve ruhî referanslarıyla nasıl bir çizelge ortaya koyduğunu bütünüyle Kur’ân’da bulmak mümkündür.
Modern Psikoloji, henüz insanı bu ölçüde tanımaktan çok uzaktır. Şunu da kat’iyen ifade etmeliyim ki Kur’ân’ın, psikolojinin geliştirdiği tecrübî metotlarla kesinlikle alâkası yoktur. Evet, çok defa hayvanlar üzerinde yapılan tecrübelerle, insanı izahta kullanılan prensiplerin, Kur’ân âyetleri ile uzaktan yakından bir irtibatı söz konusu olamaz. Ve psikoloji, ancak ulaşabildiği en son noktalarda ve en doğru tespitlerinde, Kur’ân’ın âyetlerindeki espriyi kavrayabilir.
Burada üzerinde durulacak ve hakkında misaller verilecek olan âyetlere, eskilerin İlmü’n-nefs dedikleri, şimdikilerin ise, biraz da fantastik bir mülâhaza ile “Psikoloji” olarak adlandırdıkları ilmin kıstaslarıyla yaklaşılamayacağının bilinmesi çok önemlidir. Misalleri tahlil ederken işe “ilmî hava” verme gibi indî yaklaşımlara girilmeyecektir. Bu da, Kur’ân’a saygımın gereğidir. Zira Kur’ân, olduğu gibi kendi fıtrî eda ve üslûbuyla arz edilmezse ona gölge düşürülmüş olur. Hele hele henüz kesinlik dahi kazanmamış ölçü ve kıstasları kullanmanın Kur’ân adına nasıl bir cinayet olacağı açıktır. Kur’ân müşâhedeye alınırken, gözlerdeki sun’î çapakların ortadan kaldırılması zarurîdir. Ta ki ondaki parlaklık, aydınlık ve zenginliğin televvün dalga boyu kırılmasın.
E. İnsan Ledünniyatının Kur’ân Açısından Tahlili
Kur’ân, insanı bir bütün olarak ele alır ve onun duygularının ve ledünniyatının hiçbir yanını ihmal etmeden onu bir kül hâlinde değerlendirir. Evet, Kur’ân’da insanî hiçbir duygu ve his ihmal edilmez. Bir diğer yaklaşımla, bir mânâda her tip, her şekil ve tavırda insanı Kur’ân’da bulmak mümkündür.
Esasen insan ledünniyatını şerh etmek kolay bir iş değildir. Çünkü insan, koca bir kâinat gibi her an farklı farklı tavırlar sergilemekte; sırrı, hafîsi ve ahfâsı ile her an ayrı bir şekle bürünmektedir. Nedir onu hâlden hâle sürükleyip yerinde şevklendiren ve yerinde de miskinleştiren duygular?
İşte bu meseleler, insanlık tarihi boyunca, sürekli beşerin zihnini meşgul etmiştir. Batıda insan ledünniyatı üzerine çalışan bir yığın insan vardır. Ama her birisi kendi zaviyesinden ve onu görebildiği bir yönü ile değerlendirmeye çalışmış ve çalışmaktadır. Meselâ onlardan biri, insandaki sezgiyi esas almış ve ona göre teşrihî mütalaalarını ortaya koymuştur. Bir diğeri, insana şevk veren duyguları itibarıyla onu tahlil etmiştir. Bir başkası ona mantığıyla yaklaşmıştır ama hiçbiri, insanın câmî (kapsamlı) bir tahlilini yapamamıştır.
Bu mevzuda yine söz, sözler sultanı Kur’ân’a aittir. Evet, insanın câmî bir varlık olduğu orada vurgulanmakta ve her tip ve tavrın teşrihi onda gerçek ifadesini bulmaktadır. Hatta insanın geçirdiği bütün ahvâl ve etvâr (hâl ve tavırlar), yine onda şerh edilmektedir.
Mücrim ve günahkâr bir insan, nasıl bir psikoloji içindedir? İnsanlarla konuşurken, toplum içine çıkarken hangi duygu ve hislerle meşbûdur? Bir türlü fiyaskolardan kurtulamayan bir insanın ruhî çöküntüleri, mânevî buhranlarının tezahürleri nelerdir? Kırılan ümitlerin, sönen aşkların, sarsılan emellerin veya ümitle çarpan sinelerin, tülpembe hülyâların, sevapla ışıldayan gözlerin, günahla kararan yüzlerin, aşk u iştiyakla çarpan sinelerin, karamsarlığa kendini salmış bedbîn ruhların… evet, hepsinin akislerini onda görmek mümkündür.
İmanın müflis ruhu nasıl okşadığı, onun letâifini nasıl meâliye (yüce duygulara) yönlendirdiği, değişik handikapları aşmada gönlü nasıl şahlandırdığı, yine ona has bir ses ve soluktur.
Hele, bütün kalbi kırıkların, bir mânâda rencide olmuş his ve duygularıyla nasıl teselli bulduklarını, bulup Kur’ân’a ve evrâda yöneldiklerini yine sadece onda görebiliriz.
İdare eden ve zirveleri tutanların da, seviyelerine göre Kur’ân’da ayrı bir yerleri vardır. Öyle ki, gururları kırılmadan, izzet-i nefisleri rencide edilmeden, şahsiyetleri ve benlikleri hırpalanmadan, ufkî olarak hedefe götürüldüklerini görür, onlarla beraber üslûbun sihrine büyüleniriz. Evet, Kur’ân, onları bir yandan kendi hedefine doğru çekerken, diğer yandan da yol boyu ulvî hakikatleri gönüllerine boşaltmayı, iştiyak ve inşirahlarını coşturmayı asla ihmal etmez.
Kur’ân’da, anne ve babanın ruhî durumlarının tahlili de ayrı bir üslûp harikasıdır. Evlat ve anne-baba arasındaki münasebetler en ince bir ruh hâline göre tahlil edilirken, bu münasebetler, ruhu kucaklayıp meâliyâta götürecek şekilde tesis ve tanzim buyrulmaktadır. Evet, aile onda öylesine ince, öylesine zarif bir üslûpla ele alınır ki, bu üslûptan, aile fertlerinin yukarıdan aşağıya şefkat ve muhabbetle, aşağıdan yukarıya doğruda da hürmet ve saygıyla birbirinin içine aktığı görülür.
Soyumuz, kendi nizamını tesis ederken, Kur’ân’ın düsturlarını esas almıştır. Bir yeniçeri ocağı –ki Osmanlı’yı cepheden cepheye şahlandırarak, İslâm nizam ve ahlâkını, o geniş fütuhât hamleleriyle bir cihan hâkimiyeti mefkûresi hâline getirmede en önemli rollerden birini oynamıştır– bu düsturlar üzerine eğitilmiş bir ocaktır. Yerinde her askerî ferde benlik ve şahsiyet verilirken, yerinde de bu benlik ve şahsiyetten tecerrüt ederek, otoriteye saygı ve itaati sağlayacak şekilde terbiye edilmeleri, Kur’ân’ın insan ledünniyatını ele vermede kullandığı umumî ve hususî prensiplerinden istifade ile mümkün olabilmiştir.
Bu açıdan da o ocağın tefessüh edip yozlaşmasında, Kur’ân’dan ve onun besleyiciliğinden uzak kalmasını gösterebiliriz. Kur’ân’ın ledünnî hayatı tahlil ve teşrih prensiplerinin gözardı edilmesi, dünyanın en güçlü ve disiplinli devletlerinden birinin yerle bir edilmesine sebebiyet vermiştir. Zira Kur’ân, o toplum ve onun fertlerinin ruhu mesabesindeydi; onun sayesinde baş başa verip birliklerini sürdürebiliyorlardı. İslâm’a omuz vermiş o yüce kâmetler, ruhî rabıtalarla birbirlerine sımsıkı bağlı idiler. Yoksa sadece cisimlerin bir araya gelmesi, cismanî beraberlik ve yüzlerin aynı istikamete yönelmesi, o ciddî nizam için yeterli değildi. Olmadığı için de, yeniçeri ve sonrasında tesis edilen askerî nizam ve birliklerin hemen hiçbiri pâyidar olmadı. Hem de bu dönemde psikolojinin prensiplerinden ve Batı’nın askerî tecrübelerinden âzamî derecede istifade edilmiş olmasına rağmen pâyidar olmadı; zira millet ruhuyla, aşılanan hususlar arasında mânâ ve muhteva dokusu açısından ciddî farklar söz konusuydu.
Bir kere daha şunu çok rahatlıkla ifade edebiliriz ki, terbiye adına Kur’ân’ın getirdiği sistem bize yeter ve bizi aşkındı. Hangi meselede olursa olsun, ne psikolojinin ne de modern pedagojinin, bir insanı tahlil etmede Kur’ân’a yetişmesi asla mümkün değildi. Onun için bugün Müslüman milletlerin, yeni ve daha canlı bir bakış açısıyla bir kere daha Kur’ân’a yönelmeleri çok önemlidir.
Biz de burada, işte bu zarureti vurgulama sadedinde Kur’ân’dan küçük birkaç misal daha arz edeceğiz. Maksadımız, psikoloji dersi vermek değildir; o ne haddimizedir ne de vazifemiz. Ancak böyle bir ders vermeye kalkan herkes de bilmelidir ki, Kur’ân’a dönmeden, onun getirdiklerinden istifade etmeden insanın içine nüfuz edilmesi ve tam olarak onun ledünniyatına inilmesi asla mümkün olmayacaktır.
Oysa Kur’ân, her ferde ayrı bir pencere açarak oradan içeriye girer, onun letâifinde gezer ve en karakteristik hususiyetleriyle onları keşfederek tastamam yerinde tespitlerde bulunur. Tıpkı şuanın cisimlerin içine girip her şeye sızdığı gibi Kur’ân da fertlerin ona açılan ruh pencerelerinden içeriye girer, onları yorumlar; sonra da onların içinde meydana getirdiği değişimlerle onları imana ve İslâm’a yönlendirir ve onlara diriliş yollarını gösterir. Bu irşad ve tebliğ, sadece inanmış gönüllere has bir şey de değildir. Yer yer inançsızın ve münafığın içine de nüfuz ederek onları da kabiliyetleri ölçüsünde ışığa uyarır.
Şimdi de Kur’ân’ın, insanların ledünniyatına nasıl girdiğine ve ne gibi teşrih ve tahlillerde bulunduğuna çok kısaca bir göz atalım:
Meselâ, Bakara sûresinin baş kısmı, mü’minlerin hallerini ve psikolojik yapılarını ele alır. İcmalen de olsa onların durumlarını, daha önceki bölümlerde arz etmeye çalıştığımız şekilde tahlil eder. Ancak biz burada daha çok münafıklarla alâkalı âyetler üzerinde durmak istiyoruz:
“İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları hâlde ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler. Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah’ı ve mü’minleri aldatmaktadırlar; ama bunun farkında değillerdir. Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını artırır ha artırır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır. Onlara, ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın!’ denildiği zaman, ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridirler; ancak anlamazlar. Onlara: ‘İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin!’ denildiğinde de ‘Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!’ derler. Biliniz ki, sefihler de ancak onların kendileridirler. Ne var ki bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler.)”11
Âyetleri tahlile geçmeden evvel, şu iki hususa bilhassa dikkatlerinizi rica edeceğim:
1. Âyetlerde kâfir tamamen devre dışı bırakılıp münafığın hâli ve nasıl bir hissiyata sahip olduğu arz edilmektedir. Bir mânâda onlara, “Siz kâfir değilsiniz.” denilerek bir ümit kapısı açılmıştır. Böylece “Sizler zaman zaman zikzaklar ile haktan sapıyor, doğru yoldan çıkıyor olsanız da, bazen hak dairesine girdiğiniz de olabiliyor. Hak dairesine girdiğiniz esnada, az dişinizi sıksanız gerçekten imana ulaşabileceksiniz. Evet, o esnada, içinizdeki gayz ve öfkeyi, önyargı ve kıskançlığı yenip bir kenara atabilseniz, biraz da beşerî kapris ve garizalarınızdan tecerrüt edebilseniz, kalbiniz yumuşayacak ve imana meyledeceksiniz.” der gibi bir üslûp takip edilmektedir.
2. Burada insanların bütünü değil, bir kısmı (münafıklar) nazara verilerek, gerek terbiye ve gerekse psikolojik açıdan çok yüce gayeler güdülmektedir. Yani münafıklar, “İnsanlardan bazıları var ki…” ifadesiyle, insanların bir kısmı tecrit edilerek nazara verilmekte, falan şahıs ya da falan kabile şeklinde bir şahıs ve kabile ismi belirtilmeden mesele genel olarak takdim buyrulmaktadır. Çünkü burada esas olan irşaddır. Zaten irşadda makbul olan da, bir ferdin dertlerini, hastalıklarını şerh ederken onu diğerlerinden gizlemektir; yoksa, yarasına neşter vurulan, kanı-irini ortaya dökülen hastayı teşhir etmek değildir. Zira ancak bu sayede, hastanın onuru rencide edilmemiş olur.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, bu ahlâk-ı Kur’âniyeye göre irşad ve ikazlarda bulunurdu. Evet O, hiçbir zaman gördüğü kusur ve ayıptan ötürü, kusur sahibini çağırıp insanların huzurunda onurunu rencide edercesine tedipte bulunmamıştı. Aksine, cemaati toplar ve onları karşısına alarak “İçinizden bazıları var ki, şöyle şöyle yapıyorlar!”12 derdi. Böylece hem ayıp sahibini doğru yola irşad eder hem de cemaati böyle bir kusurdan sakındırırdı.. evet, böylesi bir irşadda hiçbir zaman onurlar rencide olmaz ve perdeler de yırtılmazdı. Aslında işin nezahet ve nezaketi de bunu gerektirmektedir.
Yukarıdaki hususlara ilaveten kayda değer bulduğum son bir hususa daha dikkatlerinizi rica edeceğim: Kur’ân, değişik tahlil ve tevillerde bulunurken, isim ve şahıslardan sarahatle bahsetmez. Bu sayede herkes, oradaki iltifat veya ikazdan hissesini alır. Şayet Kur’ân, “Falanca, filanca” şeklinde bir şahıs belirlemesine girseydi, diğerleri kendilerini alâkasızlığa salacak ve gerekli ibret ve dersi alamayacaklardı. Oysaki muhatabın gizli olmasıyla herkes, kendini oradaki iltifat veya ikaza muhatap kabul ederek hâlini ve gidişatını ona göre gözden geçirecektir. Aslında, irşadın umumî gayeleri arasında bu da çok önemlidir. Meseleye böyle yaklaşılınca, herkes, âyet be âyet arkadan ne gelecek, hangi ruhî hissin teşrihi ve tahlili yapılacak endişe ve beklentisini taşıyacaktır.
Bununla beraber Kur’ân, âyetleriyle bir kısım hâlleri teşrih ederken, ister istemez bazı tedailerle bazı şahısların belirginleşmesi de kaçınılmazdır. Evet, yer yer, teker teker onların negatif veya pozitif pozisyonları, günahkâr veya salihane tavırları, yerleriyle, yurtlarıyla, hâl ve gidişatlarıyla göz önüne geliverir. Hatta bir kısım münafıkların, âyetleri takip ederken ciddî bir endişe yaşar ve “Ha şimdi ismimizi söyleyecek, kabilemizi deşifre edecek, ne haltlar çevirdiğimizi iplik iplik ortaya dökecek…” şeklinde büyük bir heyecan içine girdikleri de olabilir.
Kur’ân, onları anlatırken kullandığı, “Onların (münafıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimse gibidir…”13; “Yahut (onların durumu), gökten sağanak hâlinde boşalan ve içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir…”14 ifadeleriyle, “şimşeğin çaktığı, gök gürültüsünün ortalığı velveleye verdiği, yağmurun bardaktan boşalırcasına yağdığı” bir atmosferde, onların telaşlı, endişeli ruh portrelerini tasvir etmektedir. Yani onlar, Kur’ân’ın, hastalıkları ve hasta ruhları teşrih etmesi karşısında, kendilerinin de isim be isim zikredileceği endişesini taşımaktadırlar.
Ne var ki, terbiyede takip ettiği yüce gayeler gereği Kur’ân, onları bu şekilde tasvir ederken, evvelâ hitabı umumîleştirerek insanları belli bir platforma çekmektedir. Verdiği misallerde, münafık olsun olmasın, onları tasvir ederken ve içlerindeki endişeleri dile getirirken, dahası başlarına gelebilecek belâ ve musibetler karşısında yaşadıkları iç burkuntularını arz ederken, onları iç dünyalarında çok iyi takip eder ve tam “Elhamdülillah biz değilmişiz ta’nedilen, çok şükür kurtulduk!” diyecek kadar şükran hislerini dahi iman istikametinde kullanmayı hedefler. Kur’ân, onların, “Şu canhıraş hâlden kurtulalım, Allah’ın bütün istediklerini yerine getireceğiz.” dedikleri ânı, bu kadarcık olsun vaad ve ümitlerini dahi irşada vesile kılar. Ve bu hislerini bu seviyeye getirdikten sonra da: “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz…”15 diyerek onları hakkı teslime davet eder.
Bakara sûresi 8-13. âyetleri çerçevesinde, Kur’ân’ın tahlil eksenli insan ledünniyatına girdiği ve bunu yaparken ne gibi teşrih ve tespitlerde bulunduğu dikkatle üzerinde durulacak ayrı bir konudur.
Evet, âyetteki “İnsanlardan bazıları” ifadesini duyan hemen herkesin içinde, âyete karşı bir alâka meydana gelir; o insan dikkat kesilir ve bir kısım beklentilere girer. Sonra da, o insanda “Acaba hangi kusur ve ayıbımız dile getirilecek?” şeklinde bir kısım endişeler hâsıl olur. Esasen bu alâka, kalb ve kafaların irşad ve ikaza müheyya hâline geldiğinin ilk habercisidir.
Bunun ardından Kur’ân, zikredeceği şeyleri zikretmeye başlar; başlar ve ruhlara, gönüllere öyle girer ki, insan her ne zaman bu yoldaki ifadelere muhatap olsa, ruhunda bir kısım tedailere çeşit çeşit yollar açılır; açılır ve artık yüksek bir tepeyi görünce, insanın aklına kubbeli camiler geldiği gibi değişik çağrışım vesileleri ve çağrışımlarla insanın içine öyle şeyler doğar ki, bir daha ne zaman o beyanla karşılaşsa, ona hemen pek çok esrarı hatırlatır.
Diyelim ki, yüksek bir tepede namaz kılan bir insan görüldü ve onun bu hâli de derince içlere işledi. Artık bir daha ne zaman yüksek bir tepe görülse, hemen insanın şuuraltı harekete geçer ve o tepede namaz kılan insanı hatırlar. Her ne kadar bu hâdiseler arasında zâhiren bir münasebet yok gibi görünse de, derinlemesine tetkik edildiğinde güçlü bir münasebetin bulunduğu anlaşılacaktır.
Onlar, inanmadıkları hâlde “Allah’a ve ahiret gününe inandık.” derler. Oysaki Allah (celle celâluhu), “Onlar, inanmış değillerdir.” buyuruyor. Demek ki, içlerinde bir maraz, bir hastalık var ki, sırf dünyevî bir kısım mülâhazalardan ötürü “inandık” derler. Ganimetten mal elde etmek, Müslümanın sahip olduğu hak ve avantajlardan faydalanmak veya başlarına bir gaile açmamak düşüncesiyle, gerçekten inanmadıkları hâlde inanmış gibi görünürler.
Böyle bir ruh hâletine sahip olan insan, bu âyetleri duyar duymaz hemen kendi içinin şerh edildiğini ve ruh sentezinin ortaya konulduğunu hisseder. Fakat yine de isminin açıktan deşifre edilmemesi karşısında içinde bu beyan sahibine karşı bir şükran hissi uyanır ve “Sana teşekkür ederim. Hiç olmazsa adımı açıktan söylemedin, beni halkın içinde rezil-rüsva etmedin.” der. “Demek ki, bu hitap sahibi benim açık-gizli bütün hâlimi biliyor.” der ve düşünce dünyasında ne fırıldaklar çevirdiği teker teker zihninde canlanıverir.
Kur’ân, onlara: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın, (anarşi ve teröre sebebiyet vermeyin)!” derken de onların kafalarında bütün cürümleri, zincirleme çağrıştırmalarla ortaya çıkar; çıkar ve tabiî kendi içlerindeki tedailer ile sarsıldıkları aynı anda Kur’ân, davet kapısını aralar ve onları imana çağırır.
Bu ikiyüzlü tipler, “İnsanların inanıp iman ettiği gibi siz de iman edin!” denilince, “Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri türden inanır mıyız!” derler. Bu şekilde ayıpları ve kusurları deşifre edilip Kur’ân âyetlerinde teker teker gözler önüne serilince öyle sarsılırlar ki, bazıları imana yönelir kurtulur, bazıları da küfr-i inâdî yolunu tutuverir. Esasen bu da, bazı ahvalde insanın ruh dünyasının bir yansımasıdır. Her ne zaman kuyruğuna hafif basılıverilse, içindeki eracifi hemen kusuverir. Ancak Kur’ân, münafığın bu zayıf hâlini, ruhen bu hâle gelmiş insanların bile ümitlerini kat’iyen kırmaz, aksine onları ümitlendirir.
Burada irşad ve tebliği meslek edinenlere ciddî bir dersin var olduğu da söz konusudur ki, kalbleri fesat ve hastalık dolu olmasına rağmen Kur’ân, münafıkların bile ruhlarına nüfuz etmeyi esas almıştır. Tebliğ ve irşad erleri, sadece hakikatleri söyleyip de bir kenara çekilmemelidirler. Zira Allah katında, hak ve hakikatin ifade edilmesi bir kıymet ifade ediyorsa, onun insanlar tarafından hüsnükabul görmesinin sağlanması kıymetler üstü kıymet ifade eder. Yani “Ben şöyle böyle hak ve hakikati söyleyeyim ve haykırayım da insanlar ister ikna olsunlar ister olmasınlar, beni alâkadar etmez.” diyemeyiz. Belki, “Acaba ben neyi nasıl söylesem ki, insanlar da hüsnükabul gösterse ve söylediğim hakikatler onlarda tesir ve heyecan uyandırsa?” demeliyiz.
Evet, her zaman üslûp, ihlâs ve yeterlilik endişesi içinde bulunma mecburiyetindeyiz. Zira bazen, bilinen hakikatleri söylemek dahi insanları reaksiyon ve yanlış yola sevk edeceğinden aleyhte olabilir. Öyleyse kim söylediği zaman, insanlar ona hüsnükabul gösterecekse, Hakk’ın hatırına onların söylemesine fırsat ve zemin hazırlanmalıdır.
İşte Kur’ân-ı Kerim, bu hedefi takip eder ve münafıklık düşüncesi gibi gayr-i münbit bir zeminden dahi netice almayı hedefler. Öyle ise, hakikatler öyle arz edilmelidir ki, münafık dahi dinlediğinde, Allah’ın rahmetinden ümitvar olmalıdır. Zira çok defa böyle ruhlar, dolaylı deşifreye maruz kaldıklarında, kalblerinde yumuşama meydana gelmekte ve ciddî bir pişmanlıkla Hakk’a yönelmektedirler.
İnsan ledünniyatının, Kur’ân’da değişik şekillerde nasıl ele alındığını biraz daha açmakta zannediyorum fayda var: زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَۤاءِ وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللّٰهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَاٰبِ “Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük, insanlara çekici kılındı. (Oysaki) bunlar, dünya hayatının geçici metâlarıdır. Hâlbuki asıl varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.”16
Görüldüğü gibi Kur’ân, beşerin alâka duyduğu bir kısım çekici hususları anlatırken bu arada kadını da zikreder. Kadın, İslâm nazarında muallâ bir mevkiye sahiptir. Ancak bu husus bazen şöyle veya böyle istismar edilmiş ve kadının “mihrap” hâline getirildiği de olmuştur ve olmaktadır. Örneğin Freud sistemi, bu konuda ifratı temsil eden bir ekol olduğu gibi, değişik feminist cereyanlar da dünya görüşlerini bu telakki üzerine bina ederek aynı hataya düşmüşlerdir. Zira onların nazarında kadın, âdeta şehevanî hislerin mihrabı, hatta mâbudu mesabesindedir. Dahası o, var olmanın ille-i gâiyesi gibidir.
Evlat sevgisi de en az kadın kadar beşeri hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. Diğer taraftan mal-menâl sevgisi de insanda apayrı bir tutku unsurudur. Ayrıca âyet, yığın yığın altın ve gümüş biriktirmeye özellikle işaret etmekte ve böylece bir bakıma, bütün rantçı, bankacı, stokçu, ihtikârcı ve değişik spekülasyoncu kesimlere de dikkatleri çekmektedir.
Evet o, وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ sözüyle, muattal, iş yapmayan, aktif olarak piyasaya girmeyen ve bu yönüyle de piyasa iktisadını her an düğümlemek için hazır bir potansiyel olarak tutulan paralar ve diğer kıymetleri nazara vererek, iş yapmayıp para yığan, tefecilik ve ihtikârcılık ile geçinen sülük ruhlu insanlara dikkat edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Bir kenara yığılmış mallar, emre hazır olan atlar, arabalar ve bütün bunların ifade ettiği debdebe ile fahirlenme, caka yapma, halkın içinde mütekebbirâne tavırlar içinde bulunma, hatta bazen bütün bütün küstahlığa girip Yaratan’ın izzetine, yaratıkların da hukukuna dokunma böyle bir yolda kaçınılmaz olur.
Evet, işte bütün bunlar, insanı baş aşağı getirecek birer kaygan zemin mesabesindedir; tabiî değerlendirebilenler için de nurdan bir helezon basamaklarıdırlar.
Sonra âyet, ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ifadesiyle, bu sayılan şeylerin hepsinin dünyaya ait olduğunu vurgulamaktadır. İfadeden anlaşılan o ki, sanki bu şeyler, hak mülâhazasıyla değerlendirilmese, insanları şeytanî yollara sürükleyen birer saik durumunda ve birer ağ mesabesindedirler.
İnsanın böyle bir ağa yakalanmaması için ona: “Senin kadınlara karşı ciddî bir zaafın; evlâd u iyâle karşı büyük bir meylin, dünya metâına karşı da bir muhabbetin var.” denilerek ona boşlukları hatırlatılmaktadır. Buna karşılık o da kalkıp: “Ne yapalım, bunu bizim mahiyetimize Cenâb-ı Hak koymuş. Mahiyetimizde mündemiç olan bir meseleden ötürü bizi muaheze etmek ise, haksızlıktır –hâşâ, yüz bin defa hâşâ.!–” derse ciddî bir yanlışlık içine düşmüş demektir.
Evet, bu fıtrî meyil ve muhabbet, beşerin fıtratında dercedilmiştir. Ancak hayat sadece bu meyil ve o meyledilenlerden ibaret değildir ki! Evet, insan, sadece bunlarla dolup taşmak için yaratılmamıştır. Onda çok ulvî gaye ve hedeflere açılan meyiller de vardır.
İşte Kur’ân, her zaman insan tabiatındaki bu tür fenalıkların belini kıran ve onun dikkatini yüksek şeylere çeviren; yani insanoğlu zevkle gerildiği, kendinden geçtiği, hatta bütün bütün kendini salıverdiği bir anda, birdenbire zevklerini acılaştıracak, lezzetlerini eleme çevirecek, hayal dünyasını zîr ü zeber edecek şekilde ve düşünce dünyasının yönünü değiştirecek bir üslûpla: ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا “Bunlar, dünyevî hayat itibarıyla muvakkat birer geçimlikten ibarettir.” buyurur.
Evet, bunların hepsi, dünya hayatı metâıdır.. ve tabiî dünya, sadece böyle hoşa giden şeyleri vermekle kalmamakta, bazen acı meyveler de tattırmaktadır. Bu cümleden olarak o, insanı ruhundan koparmakta ve cismaniyet gayyalarına sürüklemektedir.
Aslında insan, her an işte bu tür gelgitler yaşamaktadır. Evet o, hisleri, hevesleri ve hevasıyla bazen taparcasına dünyaya meyleder, bazen de, içinde öyle esintiler olur ki, dünyadan da, onun metâından da fersah fersah uzaklaşır, kalb ve ruh ufuklarında dolaşır. İşte Kur’ân, insanın bütün bu farklı duygularına teker teker parmak basmakta ve âdeta onun içine nüfuz edip deminde, damarında dolaşmaktadır; dolaşıp ruhunu uhrevîliğe ve semavîliğe çevirmektedir.
Evet, ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا dendiği zaman, birdenbire bütün nimetlerin, zevklerin bir müddet sonra sönüp gideceğini ve onların yerlerini elem ve kederlerin alacağını; gençliğin bir gün yerini ihtiyarlığa terk edeceğini öylesine yerinde vurgular ki, insana, peşi peşine gelip giden bu şeylerle, dünya hayatının ne kadar tutarsız olduğunu hatırlatır.
Evet, insan bu dünyadaki nimetleri birer birer kaybettiği gibi, gençliğini de kaybederek ihtiyarlığın ağına düşecek.. ve nihayet bir gün her şeyinin onu terk edip gittiği gibi hiç beklenmedik bir yerde bu dünyadan dışarı atılacaktır. Kim bilir belki de “Her şeyim tamam.” dediği bir anda her şeyini bırakıp öyle gidecektir. Gidecek ve adı zihinlerden silinecek, hatıraları da teker teker yok olacaktır.
İşte dünyanın gerçek yüzü budur. Onun sonu da böyle acıdır. İnsan, bunları değişik tedailerle her hissedişinde kalbi dâğidâr olur. Dünyayı tam yakaladığı, huzur ve refahı elde ettiği düşüncesiyle coştuğu bir anda, birdenbire bu mülâhazalar ile boğazı sıkılmış gibi olur ve günde birkaç defa onun bütün dünyası başına yıkılır.
Böyle bir durumda insan, elinde olmadan bir kısım arayışlara yönelir ve kendisine destek olabilecek bir teselli kaynağı aramaya durur. His ve ledünniyatı onu, bir melce ve mencâ ufkuna sevk eder. O anda birisi ona: “Arkadaş, gençliğin gitti, ama ben sana ebedî bir gençlik vaadediyorum. Dünyan gidiyor; ama ben, sana dünyadan daha güzel bir yeri salıklıyorum. Görünen o ki sen, malınla, menâlinle solup pörsüyen bir âkıbete dûçârsın ama ben sana hiç solup sönmeyecek ve bütün duygu ve hislerini okşayacak ebedî bir saadet yurdunu gösteriyorum.” dese, ne hâlde olursa olsun, o böyle bir şeye hemen meyledecektir. Çünkü o, tamamen çökmüş, bütün ümitleri kırılmış bir hâldedir. Böylesine bir ümit kapısı ve teselli kaynağı, onun yüreğine su serpecektir. Gerçek olmasa da, hâlet-i ruhiyesi ona inanır, ona dayanır ve “Hiç olmazsa, elimde kalan birkaç dakikayı bu ümit kaynağının tesellisiyle rahatça yaşayayım.” der.
İşte insanın bütün ümitlerinin yok olduğu böyle bir noktada Kur’ân, hem de içinde en küçük bir yalan olmayan en doğru vaadlerle onun imdadına yetişir. Bütün hissiyatını, duygularını ve ruhunu okşayarak onu, mebdei gönlünde bir cennete çağırır.
وَاللّٰهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَاٰبِ “Bütün güzellikler, bütün sevinçler, bütün saadet dolu hayatlar, solmaz ve pörsümez nimetler, Allah’ın yanındadır.”
Şimdi durumu bu şekilde olan birinin, böylesi bir müjde karşısında, hâlet-i ruhiyesini ve önüne açılıveren bu ümit kapısına nasıl dört elle sarılacağını varın siz tasavvur edin. Evet, onun bunaldığı, sıkıldığı, boğulmakla yüz yüze geldiği bir dakikada, böyle bir ümit belirtisinin yüzünde meydana getirdiği sevinci gözlerinizin önüne getirin; getirin ve Kur’ân’ın, insanın içini nasıl okuduğunu ve duygularına nasıl tercüman olduğunu kavramaya çalışın!
Aslında hangimiz dünya hayatı adına bunları tasavvur etmeyiz ki? Ve hangimiz, âdeta sofralar hâlinde gelen değişik nimetler karşısında sevinç ve sürur duyduğumuz bir anda her şeyin beklenmedik şekilde çekip gitmesiyle dâğidâr olmayız ki? Bütün bu iniş ve çıkışlar, dünyaya tamâlar, değişik menfaatlere perestişler insanın tabiatında vardır ve bu zayıf hâllerin hepsi de, Kur’ân perspektifinde çareleriyle yerli yerindedir.
Esasen Kur’ân, adım adım insanoğlunun peşindedir ve hep onu takip eder durur; takip eder durur ve onun en zayıf tarafını, tam gönlünün arzuladığı, kabul etmeye müheyyâ hâle geldiği en uygun ânı yakalayarak elçisi vasıtasıyla ona şöyle buyurur: “(Resûlüm!) De ki: Size bunlardan daha hayırlısını bildireyim mi?”17 Yani, size içine daldığınız, bütün ruhunuzla ona teveccüh ettiğiniz, onun zevk ü sefasıyla kendinizden geçtiğiniz, onda elde ettiğiniz imkânlarla ne yapacağınızı şaşırdığınız, çok defa malıyla-menâliyle gururlandığınız dünyadan daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi?
Aslında ruh her şeyiyle böyle bir suale “Evet” demeye müheyyâ hâle gelmiştir.. ve siyak imdada yetişir: “Allah’tan korkanlar için Rabbileri katında altlarından ırmaklar akan, içinde ebediyen kalacakları Cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. Allah, kullarını en iyi görendir.”18
Bu üslûpla Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, kalbinde dünya endişesi ve malının, mülkünün yok olması korkusu taşıyanlar, gelecek adına ümitsizlik içinde çırpınanlar, kırılanlar ve “Öldükten sonra ne olacağız?” endişesiyle kıvrananlara ne muhteşem bir melce ve mencâdır. Evet, “Yok mu beni kurtaran; insaniyetin kemaline çıkararak âlâ-yı illiyyîne ulaştıran?” diyen hemen herkese yegâne sığınak ve teselli kaynağı işte bu Kur’ânî mesajdır.
Kur’ân, bazılarının kaybettikleri dünya cennetlerine ve mutluluklarına mukabil, altlarından ırmaklar akan Cennetleri vaadetmektedir ki, bu ifadeler, teselliden de öteye büyük bir hakikatin ve ebediyete uzanan bir hayatın ilk muştularıdır.
Sonra da, “Orada tertemiz zevceler vardır.” buyrulmaktadır ki, aslında Kur’ân, âyet be âyet ciddî bir şekilde tahlil ve tetkik edilebilse, onun, insanoğlunu adım adım takip ettiği ve onun bütün hislerine, duygularına tercüman olduğu görülecektir.
Kur’ân’ın ledünnî hislere tercüman olmasının yanında, nazardan hiç uzak tutmadığı bir diğer husus da, hangi meseleyi ele alırsa alsın, hangi duygu ve hissi teşrih ve tahlil ederse etsin, bütün bunları irşad ve tebliğ için cazip birer malzeme olarak kullanmasıdır. Bu yüce gayeyi Kur’ân’ın bütün âyetlerinde bulmak ve görmek mümkündür. Bu yönüyle de denebilir ki Kur’ân, irşad ve tebliğe kendini adamış hasbi ve fedakâr insanlar için vazgeçilmez bir müracaat kaynağıdır. Evet, tebliğ ve irşad adına umumî prensipler tespit etmek isteyenler, mutlaka ve mutlaka Kur’ân’ı, baştan sona bir de bu gözle okumalı ve tahlile tâbi tutmalıdırlar.
F. Kur’ân, İnsan Fıtratını Hedef Alır
Yirminci asır medeniyeti, maddeci bir zihniyetin eseridir. Ayrıca peşi peşine zuhur eden maddeci ve pozitivist akımlar, insanı mânen yozlaştırarak, onun bütün himmetini madde etrafında teksife sürüklemişlerdir.
İşte bu maddeci anlayış ve yaklaşımlardır ki, insanı kendi fıtratından uzaklaştırmış, insan ledünniyatı başta olmak üzere pek çok meselede onun zihin ve düşüncelerini yabanileştirmiştir. Böyle bir maddeci düşünce, bir kısım Müslüman zihinleri de –maalesef– bulandırmış ve modernizm de dediğimiz yirminci asrın belli açılardan hasta medeniyeti, sâri bir illet hâlinde İslâm dünyasının bütün müesseselerine sinerek onu âdeta felç etmiştir.
Şüphesiz bunda en büyük zararı da, bozulan insan fıtratı ve insan mâneviyatı görmüştür. Öyle ki, bugün insanın kendi kendini dinlemesi, anlaması ve kontrol etmesi bütün bütün unutulmuş gibidir.
Evet, yıllar var ki biz, kendimize yabancılaştık. İnsanımızın kendine yönelmesi, yeniden Kur’ân’da kendini bulması, kendini ve bütün eşyayı ona göre yorumlaması, İslâmî hayatımız adına kaçınılmaz bir meseledir. Esasen bu mesele, psikolojik açıdan da başlı başına bir konu teşkil etmektedir. İnsanın kendini dinlemesi, kontrol etmesi, kendi içine doğru derinleşmesi, kâinat ve insan açısından çok önemlidir.
Evet, bu konuda bir neticeye ulaşmak, kontrolün hedefini tayin etmek ve insanın kendi içinde derinleşmesinin mânâ ve mahiyetini idrak edebilmek, ancak Kur’ân’la anlaşılabilecek bir konudur. Şayet Kur’ân’da belirlenen maksatlar anlaşılmazsa, insanın onca gayreti de hiçbir şey ifade etmeyecektir.
Evet, insan kendi kendini dinlerse ne yapar? İç âleminde derinleşirse ne olur? Letâifine, duygu ve hislerine vâkıf olursa, neler meydana gelir? Bütün bunlar ve bunlara benzer soruların cevabını ancak ve ancak Kur’ân’da bulmak mümkündür. Ve tabiî kendi içinde derinleşememiş, kendi kendini dinlemeye yükselememiş; her gün birkaç defa nefsiyle hesaplaşma mülâhazasıyla Mevlâ’sının huzuruna gelememiş bir insan, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bu husustaki beyanatını derinlemesine anlayamaz.
İnsan, her zaman kendisini dinlemeli, günde birkaç defa kendi içine yönelerek, nefis muhasebesinde bulunarak ve ruhunun sesine-soluğuna kulak vererek, nefsinin elinde bütün bütün zebûn olmadan kurtulmalıdır ki, Kur’ân’ı anlayabilsin. Zira kendini anlamayan insan, Kur’ân’ı da anlayamaz; evet, içte derinleşme, Kur’ân’ı anlamaya bir ihzâriye (hazırlık) nevindendir.
Daha önce Kur’ân, insan ve kâinat üçlüsüne dikkatleri çekmiştik; çekmiştik zira bu üçlü arasında her zaman ciddî bir irtibat söz konusudur. Kur’ân-ı Kerim, yüzlerce âyetiyle sürekli insan ve kâinatı şerhetmektedir. Bu konuda ona denk ikinci bir kitap da yoktur. İnsanı yorumlayıp tahlil etmede, modern psikoloji bile henüz onun ufkuna ulaşamamıştır ve ulaşamayacaktır da. Aslında, dünden bugüne değişik ilimler, hangi noktaya ulaşırsa ulaşsın, ulaşabildikleri en zirvelerin çok daha ötelerinde hep Kur’ân’ın bayrağının dalgalandığını müşâhede edeceklerdir.. evet, bu mevzuda, Kur’ân’ın kâbına bile ulaşmaya imkân yoktur.
Kur’ân, insanı ele alırken öyle bir yol takip eder ki, muhataplarının hissiyatına girer. Onu adım adım imana çekerek ruhî duygularını uyarır ve âdeta her bakımdan ölüden sürekli diriler çıkarır ve onlarda meknî bulunan ahiret hesabına faydalı olabilecek melekeleri harekete geçirir. Onların hâlet-i ruhiyelerine dikkatleri çeker ve onları en zayıf noktalarından yakalar ve dünyaya karşı olan meyillerinin kökünü keser. Yani fıtratlarına ne konulmuşsa hepsini teker teker değerlendirir ve böylece onu hak ve hakikati kabule hazırlar.
G. Kur’ân ve İrşad
1. İrşadda İstikamet
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, insanı irşad ederken, her zaman itidal ve istikamet yolunu takip eder; ikaz ve tenvirlerinde ifrat ve tefritlere asla yer vermez. Evet, insanın ruhî dengesini sarsacak, mânevî ve hissî âhengini altüst edecek aşırılıkların hiçbiri onda yoktur. Mücrimi ele alırken onun onurunu kırmadığı gibi, salih amel sahibini de iltifatlarla şımartmaz. Evet o, duyguları okşayıp hislere mümâşat ederken, değişik teşrih ve tahlillerde bulunurken hep bu mülâhazayı gözetir ve bundan da asla sapmaz.
“İrşadda istikamet” dediğimiz ifrat ve tefritlerden sakınma, insanın tahlili adına çok mühimdir. Çünkü insanlar arasında öyleleri vardır ki, ruhu azıcık okşandığında, hemen kendini salıverir, hatta kulluk ruh ve şuurunu kısmen sulandırıverirler.. ve yine öyleleri de vardır ki, işledikleri günahlar azıcık kurcalanıp gururları örselense, hemen ümitsizlik bataklığına saplanıverirler.
Sağlam zannedilen nice insan vardır ki, bazen küçük bir günah karşısında başaşağı gidip helâk olmuştur. Haddizatında her günah işleyen, böyle bir helâk olmanın ilk adımını atmış, her mahvolan insan da, böyle bir tek günahla mahvolma yoluna girmiş sayılır. “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var.”19 ve hiç kimse günahtan masum değildir.
Evet, sağlam bir iman ve güçlü bir iradeye sahip olunmazsa, günahlar karşısında mukavemet etmek çok zordur. Hele hele böylesine günahlarla muhat bir asrın insanları için bu daha da zordur. Bu itibarla, günahkâra fazla yüklenmemeli ama günaha da asla müsamaha edilmemelidir. Eğer bir mücrim, ilk defa hata ile girdiği bu yolda ve hissiyatına mağlup olarak düştüğü bu hatada, elinden tutup onu selâmet ufkuna ulaştıracak ve Hazreti Erhamü’r-Râhimîn’in rahmetiyle buluşturacak bir el olmazsa, ihtimal o, böyle bir günahla mahvolup gidebilir.
Öyleyse, böylesi bir hâle maruz kalmış bir mücrimi, düştüğü o bataklıktan kurtarmak için ona ümit kapılarının açılması ve hissiyatının okşanıp ilâhî rahmetin enginliğine inandırılması çok önemlidir. Ve tabiî bir başkasının da, sevap ve hasenatıyla gururu okşana okşana iltifat ve teveccühün dozu kaçırılınca, o da farkına varmadan şımarıklığa, bencilliğe sürüklenerek kazanma kuşağında kaybetmiş olacaktır. Demek ki, irşad adına dozun ayarlanması da çok önemlidir. İşte bu anlayışa, “tebliğ ve irşadda istikamet” diyoruz.
Bir taraftan, bataklıktan çıkarılan bir insan, diğer taraftan ifrat ve tefritlere düşürülmeden korunmaya alınmalıdır ki, irşad bir mânâ ifade etsin. Aslında bunlar, günümüzde hemen hepimizin hata ettiği hususlardır. Psikolojinin dahi bu konuda sayılamayacak kadar hataları vardır. Fakat Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da böylesi istikametsizlikler asla söz konusu değildir. Onda her şey yerli yerinde, tabiat ve fıtrata riayet de kendi ölçüleri içindedir.
Havf ve recâ muvazenesi gibi gurur ve kibrin, muhabbet ve nefretin tabiî ölçülerini de yine Kur’ân’da buluruz. Bütün ilaçların en hassas ve en ölçülü dozları, sadece Kur’ân reçetelerinde mevcuttur. Dünya-ahiret muvazenesi, iman-küfür mukayesesi, mü’min-kâfir ve münafığın tahlil ve teşrihî ölçüleri de sadece ve sadece onun âyetlerinin minberlerinde özetlenmektedir.
Bu yüzden modern ilim de modern insan da her zaman ona muhtaçtır. Kur’ân, mücrimin ruhunu okşarken ona karşı müdârât yapmamaktadır. Aksine, onun için vaadedilen şeylerin çerçevesinde kalarak onu iyiliğe imrendirmektedir. Dualara icabetin en tabiî ve en kestirme yolu da tam olarak yine onda tarif edilebilmiştir.
Kur’ân’da insanın hem aklına hem de hislerine hitap edilerek, duyguları harekete geçirilir ve insan, ahiret saadetine götüren yollara irşad edilir. Kur’ân, her şeyini irşad ve tebliğe malzeme yapar. En küçük hususları dahi usûlünce ele alır ve onları görmezlikten gelerek ihmal etmez. İnsanı madde ve mânâsıyla bir bütün olarak ele alır, teşrih masasına yatırır, teşhis ve tespitlerini ortaya kor ve onu ümitlendirir, yüreklendirir, kendine çeker. O, her zaman çürümüş ruhlara dahi bir ümit kapısı aralar ve onlara fırsat üstüne fırsat verir. Kur’ân’dır ki, “Diriyi ölüden, ölüyü de diriden çıkaran Allah’tır.”20 buyurur. Evet, onda, humûdete sebep olacak, ahlâk ve mâneviyatı yozlaştırmaya sevk edecek tek söz yoktur.
İnsan, zâhir ve bâtınıyla, dörtbaşı mamur olarak her zaman kendini onda bulabilir. Zâhir-bâtın muvazenesi, tam bir istikamet hâlinde Kur’ân’ın mesajıdır. Terbiye ve irşad adına insan psikolojisini tahlil etmek için dosdoğru bilgi ve yanıltmaz ölçüler de, yine sadece ve sadece Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın sahifeleri arasında görülen hususlardır.
2. Günaha Batmış Mücrim Bir Ruhun İrşadı
Ta baştan beri üzerinde durduğumuz husus, Kur’ân’ın, her yönüyle Allah kelâmı olduğu ve onun beşer tarafından meydana getirilemeyeceği keyfiyetidir. Aslında, onun farklı seviye, farklı kültür ve itikaddaki insanları irşad etmesindeki usûl ve üslûbunu dikkatlere arz etmekteki maksadımız, bir kere daha onun eşsizliğini ifade ederek gözler önüne sermektir. Zira insan, Kur’ân’ı ciddî bir tedebbürle yakın takibe aldığında, netice itibarıyla “Bu, Allah’ın kelâmıdır, başkasının olamaz!” diyecektir. Nitekim şimdiye kadar verdiğimiz misallerde bunu kısmen de olsa görüp müşâhede ettik. Kur’ân’ı, ona mahsus bütün cazibesiyle gösterdiğimizi iddia edemeyiz. Bu mevzuda kalbimin ve ruhumun hissettiği ve yine Kur’ân’ın kendisinden devşirmeye çalıştığım mânâları belli ölçüde aktarmak istedim, hepsi o kadar…
Kur’ân’ı anlayıp onun eşsiz eda ve üslûbuna hâkim olmak, ciddî bir vukûfiyet gerektirmektedir. Biz bu konuda Kur’ân ve sahih sünnetten başka kaynağa müracaat etmeden, başka görüş ve düşüncelerle zihnimizi bulandırmadan sadece bu iki kaynağın iltikasından takattur eden gerçekleri sunmaya çalıştık.
Evet, Kur’ân, kendi cazibesini, yine bizzat kendisi göstermektedir. Yeter ki ruhlar, samimiyetle ona yönelsin ve yalnız ona teveccüh etsin. Aslında Kur’ân, davasını öyle bir üslûpla ortaya koyar ki, artık onun üstünde ifade olamaz. İnsanların hâlet-i ruhiyelerini deşifre ederken insan, onun ifadelerini dem ve damarlarında dolaşıyor gibi hisseder.
Şimdi bu mülâhazanın misallerini arz etme sadedinde isterseniz mücrim birinin ledünnî hislerini ve ruh hâletini takip etmeye çalışalım: إِنْ تَجْتَنِبُوا كَبَۤائِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَنُدْخِلْكُمْ مُدْخَلًا كَرِيمًا “Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere (Cennet) sokarız.”21
İtiraf etmeliyim ki, kırık-dökük bir mealle bu meseleyi aslî güzelliği içinde takdim etmek mümkün değildir. Evet, tercüme ne kadar maharetlice de olsa, değişik delâlet yollarıyla anlatılmak istenen pek çok gerçeğin ifade edilemeyişi de kat’îdir. Aslında ilâhî ifadedeki bir mimik, bir göz kırpış ve bir gamze tercüme ile nasıl aktarılabilir ki!.. O zengin ifadede nice işaret, nice remiz ve nice “müstetbeâtü’t-terâkib”22 vardır ki, bunları tercüme ile seslendirmek mümkün değildir. Düşünün ki, Allah (celle celâluhu), “Eğer sizin için yasak edilen şeylerden kaçınırsanız, bunu günahlarınıza keffaret yapar ve sizi gireceğiniz o yere (Cennet) kerim insanlar gibi sokuveririm.”23 buyuruyor.
Şimdi eli kanlı, gözü kanlı durmadan sağa-sola saldıran ve cinnet getirmiş gibi etrafını yakıp yıkan bir insan tahayyül edin ki, bu insan, günahkâr ve mücrim olduğu gibi kâinattaki kanunlara karşı saygısız ve çevresine karşı da gayet hırçın davranmaktadır. “Kebâir–Büyük günahlar” sözünden anlaşılan da işte budur.
Evet, burada, akla gelen bütün büyük günahlar sayılabilir. İşte bu günahkâr insan, bu cürümlerin hepsini irtikâp ettiği gibi, onları etrafına da yaymakta, hatta onları propaganda etmektedir. Dahası, o bir günah/günahlar ekolü tesis etmektedir.. evet, işte böyle bir mücrimi düşünün ki, ağzından salyalar akıtarak sürekli etrafına saldırdığı bir anda, Kur’ân-ı Kerim onun ruhunun kulağına: “Eğer şu yaptığın şeylerden içtinap edersen…” diyerek ümit fısıldayıp ona: “Eğer kebâire karşı kat’î bir tavır alır, mâsiyeti gördüğün zaman gözlerini kapar; fenalığa karşı da eline ayağına, gözüne kulağına dikkat edersen biz de bunu senin günahlarına karşı keffaret kılarız.” der.
Dikkat edilirse burada, mücrimden çok az bir şey istenmektedir ki, o da onun kalbî ve ruhî hayatına tuzak kurmuş bekleyen şerlere ve şerlilere karşı tavır almasıdır. Evet, ondan sadece yaptığı kötülükleri terk etmesi istenmektedir. Öyle ki henüz hiçbir hayır işlemeden, onun böyle bir tavrı dahi, irtikâp ettiği cürümlere karşı keffaret olmaktadır. Zannediyorum vicdanının sesine kulak veren herkes, böyle bir yaklaşımı kurtuluş müjdesi sayacaktır. Zira henüz ondan iyilik ve hasenat adına fazla bir şey istenmemekte; sadece ona, “Seyyiatı gördüğün an paçalarını sıva ve bataklığa bulaşmadan karşı sahile geç.” denmektedir ki, o günahkâr insan, öbür sahile böyle temiz bir şekilde geçtiği takdirde, ebedî varoluş ve kurtuluşa erecektir.
“Ve sizi güzel bir yere sokarız.” Yani, âyette deniyor ki, “Böyle yapın ki sizi esfel-i sâfilîn çukurundan a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çıkaralım ve iyi bir insan gibi, kerim oğlu kerim olarak, azizlerin yurdu Cennet’e idhal edelim.”
Bu kabîl ifadeler, hemen her mücrimin ruhunu okşayacak ve ona bir ümit kapısı aralayacaktır; aralayacaktır, zira burada, kuyunun dibinden minarenin tepesine füze hızıyla yükselme gibi amûdî bir “değişim” söz konusudur. Hem de pahalı böyle bir yolculuğun meşakkatini çekmeden sadece ve sadece harama karşı bir göz kapama ile…
Şimdi siz, bir tarafta kebâirin, kendini bir leke gibi hissettiren çirkinliğini, beri tarafta da mücrim bir ruhun, içine düşüp çıkmak için çırpınıp durduğu mâsiyet bataklığını ve az bir gayret ile oradan kurtulacağı fermanının onun ruhunda meydana getirdiği hareketlenmeyi, zevk-i ruhanîyi ve heyecanı tasavvur edin!.. Sonra da Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın, insanların duygu ve hislerini, heyecan ve helecanlarını nasıl harekete geçirdiğini, ümitleri tükenmiş ruhlara nasıl bitmez tükenmez bir ümit kaynağı olduğunu anlamaya çalışın ki, onun Hızır soluklu bir maden-i irşat olduğunu anlayabilesiniz.
Şimdi bir de, inanan insanların üzerine yürüyen, onlara dinlerinden ve inançlarından ötürü eziyet eden, Hak ve hakikate teslim olamamış resûlsüz, risaletsiz bir başka mücrimi zihninizde canlandırın ve Bürûc sûresinde, pek çok mesâviyi irtikâpla günaha girmeyi şiar edinmiş kimselerin hâllerinin sergilendiği yere bakalım. Bunlar ki, bütün işleri, mü’minlere işkence etmektir ve zulümle oturup kalkmaktadırlar: إِنَّ الَّذِينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَرِيقِ “İnanmış erkek ve kadınlara işkence edip sonra (yaptıklarına) tevbe etmeyenler (yok mu) onlar için Cehennem azabı ve (orada) yanma cezası vardır.”24
Bu âyet, veciz bir şekilde, kadın-erkek tefrik etmeden mü’minlerin başlarına belâ olmuş, onların dinî ve uhrevî hayatlarını durmadan tehdit eden bütün kefere ve fecere gürûhunu nazara vermektedir; vermektedir ama şimdi bir de, âyetin içinde zikredilen ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا lafzı zaviyesinden meseleye bakın. Âyette deniyor ki, onlar için kendilerini yakıp kavuracak, kül hâline getirecek bir azab-ı ilâhî vardır.. evet, bu şekilde mesele ele alınınca onlar kendilerine bir ümit kapısı ve bir çıkış yolu yok sanacaklar. Oysaki ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا lafzı onlara zımnen öyle sürprizler vaadeder ki, mücrim onu duyduğu zaman, âdeta kendini sahil-i selâmete götürecek bir köprü üzerinde görür.
Evet, sürekli cürüm işleyen ve bir türlü günahlardan vazgeçemeyen ve onlardan kurtulamayan insanlar, Allah’ın huzuruna ne vaziyette giderlerse gitsinler, onlar için Cehennem azabı vardır. Ama onlar dilerse, içine düştükleri zindandan her zaman onları kurtaracak bir kapı da söz konusudur. İşte bu kapı da “tevbe” kapısıdır. Tevbe kapısı herkes için ve her an açıktır.
Mücrim bir ruhun, âyetin tehditleri karşısında nasıl kıvrandığını, “azab-ı ilâhî” denince içinde nasıl bir kısım fırtınalar koptuğunu düşünün, sonra da لَمْ يَتُوبُوا ile onlara nasıl bir ümit kapısı aralandığını, cürümlerinden vazgeçtikleri takdirde nasıl yeniden doğmuş gibi olduklarını ve olacaklarını, bunun için de kalblerinin ve duygularının nasıl okşandığını görür gibi oluruz. Demek ki Kur’ân, mücrimi dahi ele alırken onları kat’iyen ye’se atmamakta, işi sırf günah yanıyla ifade edip onların ruhlarını sarsmamakta ve hüküm verirken dahi onlara bir ümit kapısı aralamakta ve böylelerine günahlardan vazgeçme ve tevbe etme fırsatı vermektedir.
3. Peygambere İtaat ve Kur’ân
Peygamberlerin peygamberlikle gönderiliş gayelerinden biri de Allah’tan ötürü kendilerine itaat edilmesidir. Kur’ân-ı Kerim bu küllî hakikati birçok âyeti ile gözler önüne sermektedir. Nisa sûresi 64. âyeti –ki “Biz her peygamberi –Allah’ın izniyle– ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.” mealindedir– bunlardan sadece biridir. Bu itibarladır ki, peygambere isyan etme ve ona baş kaldırma da büyük günahlardan sayılmıştır.
Aslında, başta Allah ve O’nun Resûlü olmak üzere, itaat edilmesi gerekli olan değerlere baş kaldırma, insan tabiatındaki âhengin bozulduğunun bir işareti ve ruh kayması emarelerindendir. Topyekün bir cemiyetin bu türlü büyük bir inhirafa giriftar olması ise toplumları ayakta tutan temel dinamiklerin yıkılması anlamını taşır ki, böyle bir toplumun uzun boylu yaşaması imkânsızdır. Kur’ân’ın haber verdiği Âd, Semud, Lut ve daha nice kavimlerin helâk olmalarının sebebi de bundan başka bir şey değildir.
Söz dinlememe, serkeşlik etme, huysuzlukta bulunma vb. şekilde de izah edebileceğimiz itaatsizlik, bulaşıcı bir hastalık gibidir. O, zamanında ve yerinde önlenmediği/önlenemediği takdirde, bütün bir topluma sirayet edebilir. Bu durumda toplumda var olan denge bozulur ve iş gider toplumun helâkı ile neticelenir.
Bu önemli meseleyi şöyle bir misal ile tavzih edebiliriz: Askerî bir mangada manga erlerinden birinin, çavuşu dinlemediğini ve onun bu serkeş tavrını, çavuşun cezalandırma istek ve teşebbüslerine rağmen, üst rütbeli bir subayın affettiğini farz edelim; netice bellidir; o mangada yer alan bütün askerler çavuşlarına başkaldırır. Yer yer onları hafife alır ve onlarla alay ederler ki bu da, belli ölçüde emir ve komuta zincirinin altüst olması demektir. Bu basit misali ordunun bütününe de teşmil edebilirsiniz. Burada görüldüğü gibi yanlışın ortaya çıktığı ilk anda gerekli müdahale yapılmamış ve bu sâri illet bütün mangayı ve sonra da orduyu sarmıştır.
Aynı misali, peygamber ve ümmeti çerçevesinde de değerlendirmek mümkündür. İşte bu muhtemel tehlikeyi önleme sadedinde Kur’ân, birçok âyetiyle ümmeti ikaz eder; ikaz eder ama Kur’ân’ın bu ikazda kullandığı üslûp olabildiğine nazik ve yumuşaktır.. aynı zamanda da peygamberi nazara verici mahiyettedir: وَمَۤا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللّٰهِ وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُۤوا أَنْفُسَهُمْ جَۤاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللّٰهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللّٰهَ تَوَّابًا رَحِيمًا “Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah’tan bağışlanmayı dileseler ve Resûl de onlar için istiğfar etseydi Allah’ı ziyadesiyle affedici, pek merhametli bulurlardı.”25
Görüldüğü gibi bu âyet her şeyden önce dinî emirlere karşı saygısızlık etmiş, itaat edilmesi gereken emirlere başkaldırmış ve büyüklere hürmetsizlikte bulunmuş; hâsılı, kendi nefsine zulmetmiş mücrimlere hitap etmektedir. Ne var ki hitapta, mücrimleri rencide edici, yaptıkları şeyleri yüzlerine vurucu bir üslûptan da kaçınılmıştır. Böyle bir üslûp o mücrimlerin gönlünde yumuşama meydana getiren bir unsur olmuştur.
Sâniyen, peygambere karşı yapılan isyandan geriye dönüşte mutlaka ona müracaat şart koşulmuştur. Zira Allah’ın engin rahmet ve mağfiretine kavuşmanın yolu Nebiden geçmektedir. Evet, Nebiler Sultanı, insanları Allah’ın rıza ve rıdvanına ulaştıran bir köprü konumundadır. O köprü aşılmadan Allah ile buluşma muhaldir.
Şimdi yeri gelmişken burada bir hususun bilhassa altını çizmek istiyorum. İslâm’da Allah ile kulu arasında hiçbir aracı söz konusu değildir. Kul, istediği an, istediği yerde ve istediği şekilde Rabbisiyle münasebete geçebilir. Ancak şu nokta da gözden uzak tutulmamalıdır: Rable münasebetin yolunu bize, Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) öğretmiştir. Bu açıdan O, önemli bir vesiledir.. bir vesiledir ama bizlere sunduğu öğretilerin yeri itibarıyla, gaye ölçüsünde bir vesiledir. İşte bu önemli hususu kavrayamayan pek çok ham ruh, O’nu –hâşâ– bir postacı konumunda görmüş ve böylece sırat-ı müstakîmden sapmışlardır.
Sâlisen, Allah’ın Tevvab; kendine olan yönelişleri kabul eden ve Rahîm; merhametli, bağışlayıcı vasıfları ile zikredilmesi, fevkalâde bir teveccüh olarak mücrimlerin gönüllerini okşamakta, onların affedilme ümitlerini arttırmakta, tevbe ve istiğfarın hatadan geri dönüşte en kolay ve en kestirme yol olduğuna da işaret etmektedir.
Evet, bu ve benzeri âyetlerde, Kur’ân’daki bu engin müsamaha ve hoşgörüyü müşâhede eden bir hayli insan vardır ki, Huzur-u Risaletpenâhî’ye gelerek suçlarını itiraf etmişler, suçlarına terettüp eden dünyevî cezayı çekme –ki bu ölüm de olabilir– talebinde bulunmuşlardır. Nitekim zina suçu işleyen Mâiz ve onun suç ortağı Gamidiye oymağına mensup bir kadının, Allah Resûlü’ne gelip suçlarını itiraf etmeleri, bahsini ettiğimiz gerçeğin örneklerinden sadece bir tanesidir. Dünya hayatını feda etme pahasına gelip cürümlerini itirafta bulunan bu insanların nedamet hislerini anlama ve anlatma, günümüz insanının tasavvur ve idrak ufkunu aşar zannediyorum.
Hâsılı, peygambere isyan etme büyük bir cürümdür. Bu cürüm, bir gün gelir bütün bir toplumun helâkına sebebiyet de verebilir. Onun için Kur’ân, bu önemli mesele üzerinde olağanüstü bir hassasiyetle durmuştur; durmuş ve Peygamber’e itaati, Allah’a itaatla eşdeğerde tutmuştur.26 Hatta toplumun bütününün bu düşünce ve inanç içinde olması gerektiğini bildiren âmir hükümler ve müeyyideler vaz’etmiştir. Bu emre imtisal etmeyen günahkârları ise ye’se düşürmemiş, aksine onların ruh ve karakter yapılarını ıslah edecek yöntemler ortaya koymuş, onlara da çıkış yolları göstermiştir.
4. Musibetler ve Sabır
Allah’ın takdiri icabı başa gelen musibetler, ona karşı takınılacak tavra göre insanın günahlarına keffaret veya o günahların katmerleşmesine vesile olabilir. Evet, İslâm’a göre musibetler bizatihi günahlara keffaret olmaz. Onu kefaret vesilesi yapan, şahsın Allah’a başkaldırmaması, isyan etmemesi; aksine söz ve fiilleriyle O’ndan razı olduğunu ortaya koymasıdır.
Hz. Yakup (aleyhisselâm) bu hususta, bizim için çok güzel bir örnek teşkil eder. O büyük peygamber, bir insanın tahammül gücünü aşan nice musibetlere giriftar olmuş ve bütün bu musibetler karşısında duygu ve düşüncelerini kendi zaafıyla yorumlayarak hâlini Allah’a arz etmiştir. إِنَّمَۤا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِۤي إِلَى اللّٰهِ “Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah’a arz ediyorum.”27 âyeti, bu örnek insanın örnek hâlini resmeder. Evet, musibetler karşısında takınılacak böylesi peygamberâne bir tavır her insanı O’na yaklaştırır ve onu binlerce sene nafile namaz kılan birinin ihraz ettiği mevkilere yükseltir.
Burada Kur’ân’ın Hz. Yakup ağzıyla bildirdiği hakikate kısaca göz atmada yarar var. Bana göre bu âyet, başına gelen musibetler sebebiyle saadetini kısmen yitirmiş kalbi kırık bir insana, içinde bulunduğu fikrî ve ruhî bunalımlardan çıkış yolunu göstermektedir. Onun gösterdiği bu yol öylesine aklî ve öylesine mantıkîdir ki, ona sülûk eden insan bir anda “a’lâ-yı illiyyîn”e çıkabilir. Zaten musibetin her çeşidine karşı sabretme ve sonra da sadece Mevlâ-i Müteâl’e yönelip O’ndan yardım talep etme, imanın gereğidir.
Aynı çizgide Kur’ân’da yer alan bir başka âyet de şöyledir: يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلَاةِ إِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِرِينَ “Ey iman edenler! Sabır ve namazla (Allah’tan) yardım isteyin. Muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.”28
Evet, günde beş defa Rabbin huzurunda divana durma ve ilâhî takdir gereği her şeye sabretme, musibetlerin şokunu söndüren ve insanı fikrî ve amelî bir derinliğe ulaştıran hayatî bir iksirdir.
Bu âyetin devamında Kur’ân, وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَۤاءٌ وَلٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz onu anlayamazsınız.”29 diyerek, meselenin farklı bir boyutunu da nazara verir. Aynı hakikat Âl-i İmrân sûresinde ise şöyle ifade edilir: وَلَا تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللّٰهِ أَمْوَاتًا بَلْ أَحْيَۤاءٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın; aksine onlar diridirler; Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rabbileri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar.”30
Bu iki âyetin ifade ettiği husus öncelikle insan şuurunun taalluk etmediği bir hayat tarzının var olduğudur. Şuurun taalluk etmediği böyle bir meselede yapılacak şey, onu iman, itminan ve teslimiyetle karşılamaktır.. evet, mü’mine düşen görev de işte budur.
Sâniyen, âyet şehadet şerbetini içerek ahirete irtihal edenlerin yakınlarına da ciddî mesajlar vermekte, onları teselli ve tesliye etmektedir. Şimdi, bu âyetin ifade ettiği hakikat çerçevesinde Uhud’da amcası şehit olan Hz. Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) düşünün. Şayet bu olmasaydı, benim kanaatim o ki, Nebiler Serveri’nin o incelerden ince kalbi, Hz. Hamza’nın ölümü karşısında çok hırpalanacaktı.
Ve yine babası Uhud’da şehit olan Cabir b. Abdullah babasının geride bıraktığı bir yığın borç ve birçok yetimi nazara alarak, bunların genç yaşta sorumluluğunu üstlenmek gibi şok hâdiselerle gönlü lime lime olacaktı… Ne kadar imanlı da olsa, onun duygularının, hissiyatının altüst olduğunda ve mutlaka teselliye muhtaç bulunduğunda şüphe yoktur. İşte bu âyet, Cabir ve Cabir gibilere de bu çok önemli teselliyi vermektedir.
Zaten müfessirîn-i izâmdan pek çoğu Âl-i İmrân sûresindeki âyetin sebeb-i nüzulünün, Hz. Abdullah’la ilgili olduğunu belirtirler. Hemen her tefsir kitabında yer alan bilgilere göre Allah (celle celâluhu), Uhud şehitlerini kurb-u huzuru ile müşerref eder ve onlara “Bir isteğiniz var mı?” der. Hz. Abdullah bunun üzerine tekrar diriltilme, ahirette şehadet karşılığı bulduğu mükâfatı insanlara anlatma ve tekrar şehit olma isteğinde bulunur. Allah ise, bunun olamayacağını; ancak bu gerçeği, bir âyetle dünyadakilere bildireceğini söyler ve ilgili âyetleri inzâl buyurur.31
Konumuzla doğrudan doğruya ilgisi olmamasına rağmen, bu vak’anın başka bir boyutunu da arz etmeden geçemeyeceğim: Megâzî kitaplarında yer alan malumata göre, Uhud’dan yaklaşık kırk yıl sonra, Medine’ye yağan şiddetli yağmur ve onun oluşturduğu sel, Uhud Dağı’nın eteklerinde bulunan şehit mezarlarını tehdit eder.. derken mezarların yerlerinin değiştirilmesine karar verilir. Gerisini Hz. Cabir’den dinleyelim: “Ben babamın kabrini kazdım, elbisenin toprağa temas eden yüzündeki hafif bir çürüme izi hariç, ilk günkü hâlini muhafaza ediyor olduğunu gördüm.” Hatta daha enteresanını söyler: “Eli yarasının üzerinde idi. Onu kaydırdığımda kanlar fışkıracağını sandım.”32
Bütün bunlardan anlaşılan, şehit olan insanların âlem-i berzahta farklı bir hayat tabakası içinde bulunuyor olmalarıdır.
Konumuza dönecek olursak, bahsini ettiğimiz iki âyetin muhtevası doğrultusunda yine Uhud’da şehit olan Amr b. Cemûh’un evlâd ü iyâli için de aynı şey söz konusu ve hele zifafa girdiği gece savaşa gidip şehit düşen Hanzala b. Âmir’in hanımının hissiyatı…
Şimdi bütün bu insanların, bahsi geçen âyetlerle ne kadar teselli olacaklarını düşünün..! Ya da yakın tarihimiz adına Balkanlar’dan Trablusgarp’a, Yemen’den Çanakkale’ye kadar buralarda şehit olan binlerce vatan evlâdının geride bıraktıkları yakınlarının, aynı muhtevadan etkilenme gücünü değerlendirin…
Hâsılı, bu dünya bir imtihan dünyasıdır. Herkes bir şekilde Bakara sûresi 155. âyette ifade edilen korku, açlık, mal, can, fakirlik vb. şeylerle imtihan olacaktır. Bütün bunlarda kazananlar ise sadece sabredenlerdir. Evet, sabır, dünya ve ukbâ adına bir saadet kaynağıdır.
5. Günahkârların Tevbesi
Günah, Allah’a karşı yapılan bir saygısızlık, O’nun emir ve yasaklarına karşı tavır almanın adıdır. Fakat aynı zamanda günah bir yönüyle insan fıtratının da lazımıdır. Bu yönüyle o ve insan, birbirinin ayrılmaz parçası gibidirler.
Tevbe ise, böylesi günahkâr insanların başvuracağı yegâne iş ve insanın yeniden kendine dönme ameliyesidir. Günah işleyen insanların hepsini aynı çizgide mütalaa etmek, aynı kefeye koymak doğru değildir. Onlardan bazıları vardır ki, günahla hemhâl bir hayat yaşamakta ve böyle bir hayat tarzından da memnun görünmektedirler. Bazıları da vardır ki, işledikleri günahlardan pişmanlık duymakta ve kalbleri tir tir titremekte, hatta gönülleri kırılıp dökülmekte ve dünya bütün genişliğine rağmen böylelerini boğacak şekilde onlara dar gelmektedir.
Günahkâr insan, ister birinciler arasında, isterse ikinciler arasında yer alsın, eğer tek kaynak olan tevbeye müracaat edip yegâne melce ve mencâ kabul ettiği Cenâb-ı Hakk’a el açıp af talebinde bulunursa, Allah da onu affedebilir. Zira Allah’ın (celle celâluhu), işlediği günahlardan pişmanlık duyup Kendisine yönelen kullarını bağışladığı ve bağışlayacağı pek çok âyet ve hadislerle sabittir. Evet O, bağışlayandır. O’nun rahmeti de gazabının önündedir.
Kur’ân-ı Kerim’de bu hakikate işaret eden pek çok âyet vardır. O âyetlerde resmedilen tabloları, hayal dünyasında canlandırıp da ağlamayan insanın olabileceğine ihtimal veremiyorum. Veya o tablolara bakarak kendini mücrim yerine koyup Mevlâ’nın kapısına yönelmeyen bir inanmış gönül tasavvurunda zorlanıyorum.
Meselâ: رَبَّنَۤا إِنَّنَا سَمِعْنَا مُنَادِيًا يُنَادِي لِلإِيمَانِ أَنْ اٰمِنُوا بِرَبِّكُمْ فَاٰمَنَّا رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّئَاتِنَا وَتَوَفَّنَا مَعَ الْأَبْرَارِ “Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, ‘Rabbimize iman edin!’ diye seslenen bir davetçiyi (Peygamber’i, Kur’ân’ı) işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz!”33
Bunlar günahlarından sıkılan, isyanlarından bîzâr olan kalbi kırıkların feryadıdır. Burada en çok dikkati çeken ifade, günahlarının affını talep eden insanların “ebrar”dan olabilme istekleridir. Ebrar, Allah’a ulaşma adına zirvelere namzet kişilere verilen isimdir. Bunun bir adım ötesinde “mukarrabîn” yer alır. Mukarrabîn ise, maiyyet-i ilâhiyeye ulaşmış haslar demektir. Bu çerçevede Nebi mukarrabînden ise –ki öyledir– ashabı da ebrardır. Bunlar arasında umum-husus farkı vardır. Ayrıca ebrar adına hasenât sayılan nice şeyler, mukarrabîn için günahtır. Günaha batmış-çıkmış insanların mukarrabînden olmaları zor –imkânsız değil– olduğu için, bunlar “ebrar”dan olmayı arzu etmişlerdir.
Devam ediyor âyet: رَبَّنَا وَاٰتِنَا مَا وَعَدْتَنَا عَلٰى رُسُلِكَ وَلَا تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْمِيعَادَ “Rabbimiz! Bize peygamberlerin vasıtasıyla vaadettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil ü rüsvay etme. Şüphesiz Sen vaadinden asla caymazsın.”34
Evet, kudsî hadiste de ifade edildiği gibi “Allah” diyene “Lebbeyk kulum!” diyen, yürüyerek gelene koşarak giden Hâlık-ı Zü’l-Celâl’in, bu feryatları karşılıksız bırakması düşünülemez.35 İşte O’dur ki, kendine samimî bir şekilde yönelen bu kullarına şöyle cevap veriyor: “Ben erkek olsun, kadın olsun –ki hep birbirinizdensiniz– içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, Ben de onların kötülüklerini örtecek ve onları altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyacağım.”36
Bu son âyet-i kerimede dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da, yapılan tevbelere cevab-ı savabın verilmesi değildir. Belki bu cevab-ı savap arasında, insanlara yapmaları gereken davranışların tekrar hatırlatılmasıdır. Bunlar, Allah yolunda mücadele ve mücahede, yine bu uğurda, gerekirse hicret, mukatele vb. şeylerdir.
Evet, bir taraftan tevbe ve inâbe yapan gönüller okşanıyor, onların duaları kabul ediliyor ve hüsnüzanları karşılıksız bırakılmıyor, diğer taraftan vazifeleri hatırlatılarak sırat-ı müstakîme davet ediliyorlar. Böylece günahkâr olup ümitsizlik içinde ya cemiyet tarafından tecrit edilen ya da bizzat kendisini cemiyetten tecerrüt edip uzlete çekilen “Battı balık yan gider.” felsefesine göre kendilerini salma durumunda olanlar, Kur’ân’ın bu ifadeleri ile yeniden hayat buluyor, yeis bataklığı içinde boğulmaktan kurtuluyor ve tekrar bir durum değerlendirmesi yapıp, topluma faydalı birer fert hâline geliyorlar.
1 Hicr sûresi, 15/22.
2 et-Taberî, Câmiu’l-beyân 14/20.
3 Bakara sûresi, 2/22.
4 Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 2/95.
5 ez-Zemahşerî, el-Keşşâf 1/125.
6 Bkz.: Ebu’s-Suûd, İrşâdü’l-akli’s-selîm 1/61.
7 Haşir sûresi, 59/10.
8 Bkz.: el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 4/98.
9 Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 2/214, 25/141, 28/251; Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 10/410.
10 Zâriyât sûresi, 51/21.
11 Bakara sûresi, 2/8-13.
12 Bkz.: Buhârî, büyû’ 67, mükâteb 2; Müslim, ıtk 6-8.
13 Bakara sûresi, 2/17.
14 Bakara sûresi, 2/19.
15 Bakara sûresi, 2/21.
16 Âl-i İmrân sûresi, 3/14.
17 Âl-i İmrân sûresi, 3/15.
18 Âl-i İmrân sûresi, 3/15.
19 Bediüzzaman, Lem’alar s.9 (İkinci Lem’a, Birinci Nükte).
20 Rûm sûresi, 30/19.
21 Nisâ sûresi, 4/31.
22 Birbiri ardınca gelen terkipler veya terkiplerin birbirini takip etmesi demek olan bu tabir, ifadenin içinde onun gerektirdiği veya hatırlattığı diğer hususları da birer işaret, ima veya remizle içice anarak zikretmek demektir.
23 Nisâ sûresi, 4/31.
24 Bürûc sûresi, 85/10.
25 Nisâ sûresi, 4/64.
26 Bkz.: Nisâ sûresi, 4/80.
27 Yûsuf sûresi, 12/86.
28 Bakara sûresi, 2/153.
29 Bakara sûresi, 2/154.
30 Âl-i İmrân sûresi, 3/169.
31 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/361; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s.317.
32 Muvatta, cihâd 49; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/562-563.
33 Âl-i İmrân sûresi, 3/193.
34 Âl-i İmrân sûresi, 3/194.
35 Bkz.: Buhârî, tevhîd 15, 50; Müslim, tevbe 1, zikr 1, 20-22.
36 Âl-i İmrân sûresi, 3/195.