YEDİNCİ BÖLÜM
KUR’ÂN’IN IŞIĞINDA İLMÎ GELİŞMELER
A. Kur’ân’ın Geniş Perspektifi
Ön yargısız âyet âyet takip edildiğinde Kur’ân-ı Kerim’in, insanın iç âlemindeki en derin his ve düşüncelerinden, kâinattaki en geniş sistem ve galaksilere; oradan da âlem-i misal ve öteler ötesine kadar açılan çok geniş bir yelpazede, pek çok hakikate işaret ettiği görülecektir.
Evet bu kitap kalbî ve ruhî meyilleri, gizli-açık hisleriyle insanı ele alıp yorumladığı, değerlendirdiği aynı anda, kâinatın en geniş daire ve en ücra köşelerinden bahisler açarak, bir anda insanın nazarını kâinattan insana, insandan da kâinat katmanlarına çevirir; kâh o koca kitabı mütalaaya sunar, kâh Ehadî bir tecellî ile dikkatleri insan üzerinde yoğunlaştırır.
O bazı âyetleriyle insanın ledünniyatından bahsedip dikkatleri o noktaya çektiği aynı anda bir de bakarsın nebülözler ve güneş sisteminden bahisler açarak bizi makro âlemin nâmütenâhîliklerinde gezdiriverir. Bu ona has bir üslûptur ve o bu üslubuyla varlığı her zaman bir bütün olarak nazara verir ve küllî bir irade ve kudretin hem dar hem de geniş dairede nasıl tecellî ettiğini birden gösterir. İşte bir örnek: Kur’ân bir âyette şöyle ferman eder: سَنُرِيهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَفِۤي أَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ أَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ أَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ “Biz onlara âfâkta (arz, sema ve kâinatlar) ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz, nihayet onlar için (Kur’ân’ın) gerçek olduğu, apaçık belli olacaktır.”1
Cenâb-ı Hak, insanlara âyetlerini hem âfâkta hem de enfüste peyderpey, ceste ceste göstererek bir gün büyük çoğunluğa mutlaka “Hak” dedirtecektir. Bu “hak” Hak’tan gelmiş, hakikati neşretmiş, varlık gerçeğine tercüman olmuş Kur’ân’dır.
Bu âyet, insana ve kâinata ait pek çok hakikati ihtiva etmekte ve gelecek yılların Kur’ân yılları olacağı müjdesini vermektedir. Yine bu âyet, insan icadı olan teknik aletler sayesinde kâinatın bütün derinliklerinin bir ölçüde hallaç edilerek bir esasa bağlanacağına parmak basmakta ve bunu yaptığı aynı anda, insanoğlunun kendi iç ve dış derinliklerinde de çok ciddî ilerlemeler kaydedileceğini vurgulamaktadır.
Evet, her gün biraz daha gelişen teknoloji sayesinde elde edilen imkânlarla insan, yeniden kendine yönelmiş, her yönüyle kendini, özünü yorumlayıp keşfetmek için kendini teşrih masasına yatırmış; fizik, kimya, astronomi, tıp, hendese hatta psikoloji, pedagoji gibi bütün modern bilimlere göre kendini yeniden yorumlama ve değerlendirmeye tâbi tutmuş ve bir ölçüde Kur’ân’ın işaret ettiği süreci başlatmış gibi görünüyor. Buna, herkesin “hak” diyeceği noktaya geliniyor da diyebiliriz.
Aslında hakikat aşkı, ilim aşkı ve araştırma aşkı sayesinde insanı, kâinattan koparmadan, varlığın hakla irtibatını zedelemeden ve insanın kâinat içindeki mevkiini olduğu gibi koruyarak tarif eden sadece ve sadece Kur’ân olmuştur. Evet, onda, kâinat anlatılırken aynı anda insan da anlatılmakta, kalbin tahlil edildiği yerde güneş sisteminin ve yıldız kümelerinin genel durumları dile getirilmekte, insan ledünniyatından bahsedilirken de kâinatın derinlikleri nazara verilerek hep tevhîdî bir mülâhaza sergilenmektedir.
Bundan sonra da sürekli ilimler gelişmeye devam edecek; insan düşüncesi, ilimlerin inkişafı ölçüsünde derinleşecek; bir yandan (x) ışınları ve elektron mikroskoplarıyla mikro âlemlerdeki bilinmezler ortaya çıkarılırken, diğer yandan da devâsâ teleskoplar ile en büyük dairede, ulaşılabildiği kadarıyla kâinat didik didik edilecek. Böylece, âdeta insan gibi pek çok varlık da teşrih masasına yatırılarak; en ince parçasına kadar her şey müşâhede imbiğinden geçirilmek suretiyle netice nereye varırsa varsın, her şeyin, hâl ve kâl diliyle “Lâ ilâhe illallah” dediği duyulacaktır.
Bu hakikati Kur’ân, kâinatı kudret ve iradesiyle var eden Sahib-i Kur’ân’ın beyanı olarak anlatmaktadır ki, Allah (celle celâluhu) bu yüce hakikati “Biz onlara âfâkta ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz de, nihayet onlar için (Kur’ân ve onun ifade ettiği şeylerin) gerçek olduğu apaçık ortaya çıkacaktır.” âyetiyle, hem bir müjde hem de bir vaad mânâsında ifade etmektedir.
Bu hitap, o gün sahabeye idi. O günün o temiz ve sade insanları bu hitaptan ne anlamışlar onu bilemeyiz. O devirde âfâka ait rasat aletleri olmadığı gibi enfüsün de her yanını bilmek mümkün değildi. Ayrıca (x) ışınları keşfedilmemişti ve elektron mikroskopları da henüz yoktu. Ama Kur’ân onlara, “Gelecekte herkese ‘hak’ dedirteceğiz” diyordu. Demek ki bu âyet onlara bir şeyler ifade ettiği aynı anda 20. asrın insanına da çok ciddî şeyler fısıldıyordu.
Evet, bu çağın insanı, o çok ileri teknolojileri sayesinde, bu ilâhî bişâreti kısmen dahi olsa idrak etmiş sayılırlar. Evet bugün, insan anatomisine ait pek çok sır keşfedilmiş, elektron mikroskoplarıyla insan didik didik edilip taranmış, âfâk ve enfüste daha nice derin araştırmalar yapılmış ve âdeta gaybın kapıları aralanmış gibi bir durum söz konusudur.
Ayrıca burada şöyle ince bir nükteden de söz edilebilir: Kur’ân, insan ve kâinatı aynı anda ve aynı ehemmiyet ve hassasiyet içinde, birini diğerine tercih etmeyip ikisini birden insanoğlunun nazarına sunmakta ve tam bir bütünlük içinde bütün varlığın anlaşılmasını dilemektedir. Bununla O, insanın iç derinliklerinden, kâinatın enginliklerine uzanan çizgide bütün varlığın araştırılması gerektiğini, ilahi âyetlerin keşfedilmesi gayretinin gösterilmesini, araştırmacı ve mütecessis ruhların bütün tecessüs kabiliyetlerini kullanmaları gerektiğini vurgulayarak hamiyetli ruhlara bir “Arş!” emri vermektedir.
İşte bu ince nükte de göstermektedir ki, müspet ilimlerde dahi istikamet aranacaksa, insan-kâinat ve Allah münasebeti gözardı edilmeden küllî bir yaklaşımla yapılan araştırmalar sayesinde hem âfâk hem de enfüse açılmak suretiyle bu mümkün olacaktır.
Hâsılı Kur’ân-ı Kerim, yerler, gökler ve topyekün varlık hakkında verdiği bilgilerden o kadar inandırıcı bir üslupla bahsetmektedir ki, insanlığın, keşif, tespit ve yeni buluşlarında ilerledikçe, hemen her ilmî merhalede Kur’ân gerçeğiyle karşılaşacağı O’nun âyetlerinde vurgulanmakta ve her şeyin Allah’a bağlanacağı günlerin geleceği hatırlatılmaktadır.
Zaten bütün kâinatları yaratan Allah’ın kelâmının varlığa, tabiata, ilimlere aykırı olması da düşünülemez. Bu itibarla bizim Kur’ân’dan aldığımız bilgilerle varlıktan edindiğimiz malumat arasında –eğer doğru alabilmişsek– kat’iyen herhangi bir “çelişki” söz konusu olamaz. İlimlerle Kur’ân arasında tenakuz gördüğümüz yerlerde ya biz Kur’ân’ı yanlış anlıyoruzdur yahut ilimler adına ortaya atılmış bir kısım hipotezleri ilim zannediyoruzdur.
B. Fünûn-u Müsbete (Pozitif İlimler) Tabiri
Fünûn-u müsbete (pozitif ilimler), aklî ve nazarî bilimlerin aksine, tecrübe ve müşâhedeye dayanan ve farklı ispat yollarıyla doğrulukları tebeyyün etmiş kabul edilen ilimlerdir. Biyoloji, fizik, kimya, astronomi, tıp vb. gibi ilimlerin sübut bulmuş bütün meseleleri bu türdendir ki, biz bunlara ispatlanmış bilimler mânâsına “Fünûn-u müspete” diyoruz.
Bugünkü anlayışta pozitif bilimler, her zaman yanlışlanabilen teorilerden oluşmuş bilgi kümeleri veya kâinattaki yapılar hakkında tahmin yürütmemize imkân tanıyan araçlar olarak kabul edilmektedir. Ne var ki bunun mefhûm-u muhalifini alarak, tecrübe ve müşâhede sahasına girmeyen ilimlere “menfî ilimler” demek de doğru değildir.
İlimler mevzuunda, 19. ve 20. asırda, belli ölçüde de olsa, insanlık düşüncesine hükmeden diyalektiğin, bazı zihinleri bulandırması türünden bir kısım yanlış anlamalara da meydan verilmemelidir. Her şeyden evvel bir kısım ilimlere, laboratuvarın araç ve gereçleriyle değil ancak akılla ulaşılabilir. Tecrübe sahasına girmeyen nice gerçekler vardır ki onların da kendilerine ait bir kısım kaideleri vardır ve ancak o kaidelerle onlara ulaşılır. Meselâ, Vâcibü’l-Vücud olan Allah, hatta melâike-i kiram, cin, şeytan vb. gibi fizikötesi varlıklar, fünûn-u müspete ile değil, vahiy, akıl, mantık, vicdan, kalb ve hisle anlaşılır. Zira bu mevzular, laboratuvarlara sokulacak cinsten konular olmadığı gibi mikroskop veya teleskop ile de görülemezler. Binaenaleyh “ilim” tabirine vahiy, akıl, mantık, his ve vicdan yoluyla ispat edilen şeylerin hepsini idhal etmek icap edecektir.
Burada hemen şunu da ifade etmeliyim ki, ispatı hususunda en fazla üzerinde durulan varlık Vâcibü’l-Vücud’dur. Her ne kadar ispat tabiri, Vâcibü’l-Vücud hakkında çok fazla kullanılmasa da, Allah’ın sıfat ve isimleri, zâtî şe’nleri, melâike-i kiram, haşir ve nübüvvet hakikati en fazla ispata bağlanagelen mefhum ve mazmunlardandır.
Bunlar, şimdiye kadar öyle sağlam aklî kıstaslarla ele alınmışlardır ki, tecrübe dediğimiz şey bu kıstaslar yanında çok sönük kalır. Nitekim asırlardır tecrübî sahayla alâkalı pek çok kanun ve kural, keşif vesairenin bugün onların isimleri dahi unutulmuştur. Evet, tarih ve ilim çevrelerinde kendisini kabul ettiren nice iddialı fikir, nazariye (teori) ve faraziyeler vardır ki, bunlar, henüz üzerlerinden bir-iki asır geçmeden aşınmış, yıpranmış ve itibar edilmez hâle gelmişlerdir. Meselâ, bütün debdebe ve ihtişamıyla asırlarca astrofiziği meşgul eden Kant ve Laplace’ın fikirleri, bugün çağın farklı yorumları karşısında hazan yemiş yapraklar gibi savrum savrumdur. Hatta sarsılmaz gibi görünen Nevton’un çekim kanunu dahi bugün bir kısım detaylarıyla tartışılır olmuştur.
Bütün nazariyeler, hakikate götüren birer vesile ve basamak olduklarından, elbette ki sürekli sarsılacaktır ama günü gelince –izafi dahi olsa– sarsılmaz kanun ve hakikatlere ulaşılacaktır. Biz, ulaşılan bu hakikatlerle bir gün bütün nazariyelerin gelip Kur’ânî bir öz ve icmâlde buluşacağı inancını taşıyoruz. Her devirde bir kısım yeni yeni gelişmeler gerçekleşecek.. gelişen ilimler ve mârifet nazariyeleri, içinde bulunduğu zamana takılıp kalmadığı müddetçe sürekli yenilenerek devam edip gidecektir.
Gerçek ilim erbabı, hakikati olmayan pek çok nazariyenin hem tarihî hem de değişik ilim mahfillerini nasıl meşgul edip, defaatle tökezlettiğini iyi bilirler. Evet, bir kısım ilim mahfilleri, bu nevi kör dövüşlerinin en fazla yaşandığı yerlerdir. Ne var ki artık bilim kendini aşma kertesindedir ve er-geç o, bir gün mutlaka “Allah” diyecektir. Allah’a ulaşan ve ulaştıran her ilim, O’nda sonsuzluğa da ulaşacak ve artık tıkanmalara, tökezlenmelere maruz kalmayacak, bâtıl nazariyeler gibi teâruzların-tesâkutların ağına takılmayacaktır.
İşte bu noktada Kur’ân, ilim erbabına nihâî bir nokta çizmekte ve onları peşin hükümlü nazariyelere takılıp kalmaktan kurtararak sürekli yeni gelişmelerle varılacak son noktaya irşad etmektedir. O, doğrunun özü, esası ve icmâlidir; onda hatalar ve kırılıp dökülmeler bahis mevzuu değildir. O, kâinatı kudret ve iradesiyle idare eden Cenâb-ı Hakk’ın aziz bir kitabıdır ve onun ne önünde ne de arkasında bir bâtılın bulunması söz konusudur.
Nitekim Cenâb-ı Hak (celle celâluhu), onunla alâkalı şöyle buyurur: “O (kitap) aziz ve eşsiz bir kitaptır. (Öyle) ki ne önünden (gelecekten) ne de arkasından (geçmişten) onu boşa çıkaracak (iptal edecek) bir söz gelemez. O (kitap) hüküm ve hikmet sahibi, çok övülen Hamîd (Allah) tarafından indirilmiştir.”2
Evet, bu Kur’ân, Azîz ve Hakîm olan Allah’ın kelâmıdır. Onun ne geçmiş ne de geleceğe ait ortaya atıp ifade ettiği haber ve tespitleri arasına herhangi bir bâtılın sızması mümkün değildir. O nazil olalı bin beş yüz seneye yakın bir zaman geçti; daha on binlerce sene geçse, yine de onun söylediği hakikatler, hiç mi hiç değişmeyecektir.
Evet, bir tarafta eskiyip unutulan nazariyeler, diğer taraftan da sönmez hakikatlerden haber veren Kur’ân âyetleri hep gürül gürül bu gerçeği haykırmaktadır. Bundan sonra da daha nice popüler nazariyeler eskiyip gidecek, ama Kur’ân ve onun haber verdiği hakikatler hiçbir zaman yıpranmayacak, aksine her zaman yeni nazil olmuş gibi tazeliğini koruyacaktır. Çünkü o, mutlak ilim sahibi Allah’ın ezel ve ebed soluklu mu’ciz bir beyanı ve harikulâde kelâmıdır.
C. Beşerî Nazariyeler ve Kur’ân Hakikatleri
Çeşitli sahalarda ortaya atılan nazariyelerle Kur’ân’ın ortaya koyduğu hakikatler arasında benzerlik, tevafuk hatta ayniyet olsa bile, bu tespitleri Kur’ân’ın hakikatleriyle birebir mukayese etmek doğru değildir. Çünkü ilimler onca gelişmelerine rağmen henüz yolun yarısına dahi varmış sayılmazlar. Bu itibarla Kur’ân’ı bilim nazariyelerine bağlayarak “O da tıpkı falan filan ilimler gibi söylüyor.” demek yanlıştır.
Gerçi bütün ilimler, Allah’ın (celle celâluhu) insanlığa ilhamının bir neticesidir. Münkir dahi olsa, herhangi bir mevzuda onun araştırma yapması, bazı tespitlerde bulunması, Cenâb-ı Hakk’ın ona bir çeşit ilhamı sayılır. Düşünce, tefekkür ve ilmî araştırmaların bir hikmet-i vücudu vardır. Mücerret olarak sadece tefekkür ve araştırma mutlak hakikati bulma mevzuunda kâfi değilse de, ona ulaşmaya birer vesiledirler. Allah (celle celâluhu), ilmi de onunla alâkalı araştırmaları da bir hakikat ve bir kıymete bağlamıştır. İster münkir ister mü’min kim olursa olsun, gayret ve cehd sarf ederek onu elde etmeye çalıştığı ve sebeplere riayet ettiği nispette bu husustaki istek ve arzularını elde edebilmesi âdetullahın gereğidir.
İlim ve Kur’ân, aynı noktaya ayrı ayrı bakan iki göz veya bir gören iki ayrı dürbün gibidirler. Bunlar başta iki ayrı şey olsalar bile bir hakikatin iki yüzü gibidirler. Kâinatı bir kitap, bir meşher, bir saray ve bir bahçe gibi mütalaa ve temâşâmıza sunan Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ı da bir tarifname mahiyetinde inzal etmiştir. İnsan, ancak bu iki yüzü ve iki yanı olan fenomen sayesinde hakikate ulaşabilir.
Bugün gelinen nokta itibarıyla bazı ilim dallarıyla Kur’ân hakikatleri arasında bir farklılık söz konusu olsa da bunun sebebi, ilmin hâlâ iyi değerlendirilemeyişi veya bizim Kur’ân’ı yanlış anlayışımızdan kaynaklanmaktadır. Evet, ilim, nâehil ve inançsız insanların elinde kör kalacağı gibi, din de cahiller elinde hep yanlış yorumlanacaktır. Ben şahsen laboratuvarların, sınaî, ziraî, kimyevî ve fizikî araştırmaların, Allah’a gönül vermiş hakikat erlerinin elinde çok farklı şeyler söyleyeceğini düşünüyorum.
Hâsılı, inanan insanların ilim alanında söz sahibi olduklarında, ilimle Kur’ân’ın bir noktada birleştiği görülecek ve işte o zaman bizler de eşyayı olduğu gibi görüp yorumlama imkânını elde edeceğiz. Ne var ki şu anda miyop bakan ve renk körü olan çoğumuzun ciddî bir ameliyat-ı ruhiyeye ihtiyacımız olduğu da bir gerçek. Gönüller imana açılmadıkça ne ilmin ne de insanın ve insan cemiyetlerinin dengeli düşünmesi mümkün değildir.
Burada bir kısım nazariyeler arz edilirken kesinlikle Kur’ân’ı ilmin vesayetine verme gibi bir düşüncemiz olduğu zannedilmemelidir. Aslında Kur’ân böyle bir vesayetten müberra ve münezzehtir. Bunun tam aksine biz, ilmin doğru yorumlanması ölçüsünde Kur’ân’a yaklaştığını göstermeye çalışıyoruz. İlk hilkat, göklerin ve yerin yaratılması, küre-i arzda hayata müsait bütün şartlar hazırlandıktan sonra ilk canlı ve ilk insanın yaratılması, dünyanın yuvarlaklığı ve hareketi, dağların faydaları gibi konularda epistemolojik mülâhazalarla Kur’ân’ın sunduğu hakikatlere beraber bakmaya çalışıyoruz ki, bu da ele alınan konuların bilgi ve mârifet nazariyelerine uygun bir çizgide götürülmesi demektir.
D. Kur’ân ve İlmî Hayatımız
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, insanoğlunu alâkadar eden hemen bütün meselelerle yakından ilgilenmiştir. Zira o, beşer için gönderilmiş bir hidayet ve saadet kaynağıdır. İlmî ve teknolojik gelişmeler her zaman insan hayatıyla içli-dışlı gelişmiştir. Dolayısıyla Kur’ân’da, bu tür gelişmelere ait bir kısım mücmel sözlerin bulunması da gayet tabiîdir. Her ne kadar Kur’ân’ın getirdiği esaslar, dinî, ahlâkî, ruhî ve içtimaî hayatı tanzim edici disiplinler olsa da, onda sarahaten, zımnen ya da işareten ilim ve tekniğe teşvik ifade eden âyetler de vardır.
Haddizatında Kur’ân’ın getirdiği sistem, hem enfüsî hem de âfâkî yönleriyle aklî, mantıkî, hissî hiçbir boşluğa meydan vermeyecek mükemmeliyettedir. Daha önce de geçtiği gibi O, insanın kalbinden göklerin derinliklerine uzanan bir çizgide, yer yer icmâlî, yer yer de tafsilî her şeyden bahseder. Onun üslûbunda her zaman tam bir bütünlük söz konusudur. Bu bütünlüğü kavrayan ilk Müslümanlar, dinî ilimlerin yanı sıra müspet ilimlerde de derinleşmiş ve yeryüzünde rasathaneler kurmuş, tıp merkezleri tesis etmiş ve ciddî araştırmalar başlatmışlardır.
Onlar, bu mevzudaki araştırma ve gözlemlerini, evvelâ çıplak gözle yapmaya başlamış, daha sonraları da çalışmalarını kolaylaştırıp onları daha doğru neticelere ulaştırabilecek çeşitli aletler geliştirmişlerdir. Güneş tutulmasından yıldızların hareketlerine, ondan dünyanın yuvarlak oluşu ve güneşin etrafında dönüşüne varıncaya kadar astronomiyle alâkalı ilk gelişmeleri Avrupa’ya duyuranlar da onlar olmuştur.
Onların bu çalışmaları Kur’ân-ı Kerim’in kâinatla alâkalı emirlerine gösterilen bir hassasiyet örneğidir. Kur’ân, şeriat-ı diniye ile şeriat-ı fıtriyeyi birlikte ele alıp, bunları talebelerine bir hakikatin iki yüzü gibi sunmuştur. Evet O, namaz kılmayı, zekât vermeyi emrettiği gibi, kâinatı bütün alanlarıyla rasat etmeyi, Allah’ın yerde ve gökte yarattığı sanat eserleri üzerinde inceleme ve araştırma yapmayı da teşvik etmiştir. Bize göre gerçek mânâdaki takva da bu olsa gerek. Evet, şeriat-ı diniye ve şeriat-ı fıtriyeden birisini ihmal etmek, hayatı tek boyutlu devam ettirmek mânâsına gelir ki, iki-üç asırlık âlem-i İslâm’ın yaşadığı inkırazların başlıca sebebi de bu olsa gerek.
Kur’ân, ilim ve tekniğe teşvik ettiği, varlık ve kâinat üzerinde düşünmeyi emrettiği hâlde, maalesef tâli’siz bir dönemde, Allah’ın yarattığı mahlukat üzerinde tefekkür etmeyi mahzurlu sayabilecek, “Yer ve gökyüzündeki cisim ve varlıklar üzerinde düşünmek ve bunlarla alâkalı araştırmalar yapmak ne işe yarar?” diyebilecek kadar Kur’ân’dan nasipsiz bir hayli cahil zuhur etmiştir.. ve Allah (celle celâluhu), mü’minleri, gökte ve yerdeki âyetlerini tetkik ve temâşâya davet ederken, O’nun emirlerini kendi dar havsalalarına göre yorumlayan bir hayli de nasipsiz türemiştir. İlk Müslümanlar ilim, fen ve teknikle kalb ve kafalarını aydınlatıp, hem iç (enfüs), hem de dış dünyada (afak) derinleşmelerine karşılık şeriat-ı fıtriye ve dini emirleri birbirinden ayıranlar kendi fasit daire (kısır döngü) ve çıkmazları içinde bocalayıp durmuş ve âlem-i İslâm’ı da günümüzde olduğu gibi hep gerilerin gerisine götürmüşlerdir.
Oysa Kur’ân, o nurefşan âyetleriyle hep gelecekte zuhur edecek gelişmelere ışık tutmuş ve sürekli asırları aydınlatacak kalbin ziyasından ve aklın nurundan bahsetmiştir. Anlayanlar için, ilim ve teknik hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın yine de Kur’ân’ın nur ve ziyasına muhtaçtır. Zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşmekte ve onun terütaze beyanları, her asrın ilim ve fikir insanlarını aydınlatacak, tıkanan ufukları yeniden açacak sihirli bir anahtar gibidir. Ancak, esefle ifade etmeliyim ki, Kur’ân’a yeni yönelişler olmakla beraber, yine de onun bu yönünü anlama gayretleri kat’iyen yeterli değildir. Kanaat ve inancımız odur ki, ilim ve fikir adamları, araştırmalarını Kur’ân ekseninde sürdürecekleri gün, Kur’ân da bütün vâridâtıyla açılacak, Asr-ı Saadet insanının elinden tuttuğu gibi, 21. asır insanının da elinden tutarak onları bu asrın seviyeli toplumları arasına yükseltecektir.
Bizim Kur’ân’a bakışımız, ilim ve teknik ile şöyle-böyle münasebetleri olan âyetleri tahlilimiz, sadece bu mevzuda ehliyet sahiplerinin himmetlerini kamçılama düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Zira teknik sahalarda söz söylemek, o sahalarda ihtisas yapmış aydınlık dimağların işidir. Evet, biz burada Kur’ân’ın bu yönüyle de mucize oluşunu ifade sadedinde bir kısım âyetler üzerinde durarak o saha ile meşgul olan ehl-i ihtisasın dikkatlerini bu âyetler üzerine çekmeye çalışıyoruz.
Bugüne kadar bu mevzuyla alâkalı pek çok eser telif edilmiştir. Ne var ki bu eserlerin müellifleri daha ziyade, teknik gelişmeler ile bu gelişmelere ışık tutan âyetler arasındaki mutabakat ve muvafakate dikkatleri çekmeye çalışmışlardır. Yani daha çok Kur’ân ile hâlihazırdaki gelişmelerin uyumunu ortaya koymak istemişlerdir. İleride ilim nereye gidecek? İnsanlar teknik ve teknolojiyle alâkalı nelere sahip olacak? Kur’ân’ın teknik ilimler adına özel vaadleri olacak mı? Varsa, bunlar için şimdiden bir şeyler söylemek mümkün mü? Teknik gelişmelerden gaye nedir? Hayatın yegâne gayesi teknik yönden gelişmek midir? Kur’ân’ın bu husustaki tavsiye ve emirleri nelerdir?.. gibi hususlar üzerinde bir hayli kimse durmuştur. 18. asırdan itibaren, ikbali idbare dönen ve kendi değerleri açısından sarsıntılar yaşayan İslâm dünyasının aydınları, uyku-uyanıklık arası hep bu gibi hususları sayıklayıp durmuşlardır.
Dileğimiz o ki, şimdilerde olsun Müslüman araştırmacılar, bütün gayretleriyle bir kere daha Kur’ân’a yönelip, onu ilmî araştırmalarına esas yaparak, Allah’ın Kur’ân’da vaadettiği ilim, teknik, kültür ve medeniyette yeryüzünün hakikî mirasçıları olma şerefini elde etsinler.
Burada hemen şunu da ifade etmeliyim ki, asrımızda bir hayli yeni gelişmelerin olduğu da bir gerçektir ve bu bizim ümitlerimizi de kamçılamaktadır. Aslında, teknik ve medeniyetin zirvesine ulaşıldığı şu günlerde, insanlığı bir kısım ciddî tehdit ve tehlikeler beklemektedir ki, bunlar da ancak ve ancak Kur’ân’ın getirdiği esaslar ile aşılabilecektir. Son yılların ferdî, içtimaî, ruhî ve kültürel bunalımları bir kere daha göstermiştir ki, insanlık âlemi, içine düştüğü maddî boşluğu dolduracak yeni bir mânevî sisteme muhtaçtır. Bu arzu ve arayış onları er-geç İslâm’a yönlendirecektir. Bu itibarla da günümüzün Müslüman düşünür ve araştırmacılarına büyük işler ve vazifeler düşmektedir.
Kur’ân döneminin ilk dört asrında Müslümanlar, heptenci bir mülâhaza ile Kur’ân’a yöneldiklerinden o zamana nispeten hem maddî hem de mânevî ilimlerde terakki etmişlerdir. Kur’ân da, ihlâs ve samimiyetle kendine yönelen bu aydınlık dimağların ellerinden tutmuş ve onları dünyanın en medeni insanları hâline getirmişti.
Evet onlar, bir yandan Kur’ân’ın tefekküre teşvik eden âyetlerini anlamaya yönelmiş, hususiyle de gökyüzünü keşfetmek için rasathaneler tesis etmiş ve modern feza araştırmacılarının öncüleri olmuş ve Kur’ân’ın, “Biz, insanlara her ufukta ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz.”3 fermanıyla şahlanarak hem insana yönelmiş ve onun maddî-mânevî yapısını didik didik ederek ilk modern tıbba giden yolu açmışlar –ki bugünkü modern tıp, ulaştığı o müthiş seviyeyi o dönemin Müslüman ilim adamlarının geliştirdiği ilmî-teknik altyapıya borçludur– diğer yandan da bu insanlar feza ve semalarla alâkalı âyetleri işârî birer emir telakki ederek, bütün imkânlarıyla göklerin fethine yönelmişlerdi.
Her şeyden evvel o günün Müslümanları, Kur’ân’ın her âyeti karşısında “Acaba Allah ne diyor?” mülahazasını bütün hayatlarının yegâne gayesi bilerek onu değişik yorumlarla anlamaya çalışmış; Allah’ın Kur’ân’da ortaya koyduğu her meseleyi birer birer ele almış ve her hâdiseyi inceden inceye tetkik etmişlerdi. Dahası, ilk ilmî toplantılar, müzakereler de onların insanlığa armağanıydı. O kadar ki, o mahfillerde konuşulup tartışılan pek çok mesele bugün dahi hâlâ, geçerliliğini ve tazeliğini korumaktadır. Elbette ki, o günün mebdedeki o gelişmeleri ile günümüzde ilmin ulaştığı seviyeyi mukayese etmek doğru olmayacaktır. O günkü ilmî seviyenin bugüne nazaran geri olduğu muhakkaktı. Ancak, o meseleyi o günün şart ve imkânları içinde değerlendirdiğimizde, o çağdaki Müslüman araştırmacıların kendi üzerlerine düşen vazifeleri bihakkın yerine getirdikleri görülecektir. Hele işi başlatanlar olarak merkezi tutmaları, onların başarılarını kat kat öne çıkarır; zira ‘merkezde ve mebde’de nokta kadar bir açılımın muhit hattında kocaman bir açıya dönüşeceği’ esprisi açısından onların başarıları bugünkülerin kat kat üstünde sayılır.
Hiç şüphesiz burada, üzerinde durulması gereken hususların başında bizim üç-dört asırdan beri süregelen durgunluğumuz ve onun muhasebesi gelmektedir. Evet, İslâm dünyası, birkaç asırdır ciddî bir inkıraz yaşamaktadır. Öyle ki, bu dönemde ilmî hayat tamamen durmuş; ne tekke ne zaviye ne de medresede ciddî canlılık kalmamıştır. Yani bir tarafta gönül ve ledünniyat gurûb üstüne gurûb yaşarken diğer yandan da ilmî sahada çok ciddî ihmaller olmuştur. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’daki ilâhî maksatları anlama mevzuu tamamen terke uğramış ve Müslümanlar hemen her sahada bir tedenni fasid dairesi içine sürüklenmişlerdir.
Ne acıdır ki, bir kısım haddini bilmez Batı mukallidi düşünür ve yazarlar da bu ihmalkârlığın cürmünü İslâm’a fatura etmeye kalkışmışlardır. Dostlar vefasız ve uyuşuk davranmış, düşmanlar da hep hasmâne tavır almış böylece İslâm da kendini ifade edebilme fırsatını bulamamıştır. Özellikle de son dönemlerde, mektep ve medrese birbirine düşmüş, birbirini yıkmaya çalışmış; ardından da bunlar geri kalmışlığımızın sebeplerini birbirlerinin üzerine atmaya başlamışlardır.. evet, bunlardan biri “Batı Batı!” diyerek âdeta her gün bir kıble değiştirirken; diğeri de âfâk ve enfüste Allah’ın âyetlerini düşünmeyi boş bir iştigal sayarak kendi sonunu hazırlamıştır.
Biz yeniden o kavga kapısını aralamamaya çalışsak da, iki tarafın işlediği günah da affedilir gibi değildir… Evet, bu saygısızlığı irtikâp edenler, hem kâinatın sahibi olan Allah’a hem de O’nun mu’ciz kelâmı olan Kur’ân’a karşı saygısız davrandıklarından cezalandırılmalıydılar ve cezalandırıldılar.
Cenâb-ı Hak, her vesileyle tefekkürü emrettiği hâlde, belli dönemde tekke ve zaviyelerde kalbî ve ruhî hayattan habersiz binlerce insan yatıp kalkmaya başlamıştı. Cenâb-ı Hakk’ın, yerde ve göklerde derinlemesine tahkik ve araştırmayı teşvik etmesine mukabil, mektep bütün müntesipleriyle sırtüstü yatarak ve Batı edebiyatı yaparak demagojilerle cehlini örtmeye çalışıyordu. Tekke ve zaviyedekiler ise tek yanlı ve tek yönlü davranarak, sadece “gönül” diyor ve başka bir şey bilmiyorlardı; bari onu tam bilselerdi; ama ne gezer!.. Mektep, bütünüyle dünyaya yönelmiş gibi görünüyordu ama aslında her hamlesi ya medreseye tepki ya da Batıyı taklitti. “Onlar bir ümmetti, gelip geçtiler… Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir.”4 fehvâsınca, topyekün İslâm dünyası, Kur’ân-ı Kerim’e karşı korkunç bir ihmalkârlık, idraksizlik, duygusuzluk ve hissizliğinin cenderesindeydi; elbette ki bu işin neticesi de çok acı olacaktı.
Günümüzde bir siyaset adamının iki kelimelik sözü yediden yetmişe herkesi günlerce, aylarca meşgul ettiği ve ne demek istediği uzun uzun araştırıldığı hâlde, Kur’ân, bu seviyedeki bir insanın sözü kadar olsun kayda değer bulunmuyordu. Biz milletçe büyük bir günah işliyorduk.. şu anda ne yapıyoruz, onu da Allah bilir!.. Onun için, eğer bir an evvel tarifi nâkabil bu gaflet ve ihmalkârlığımızı aşmaz, genci-yaşlısı, kadını-erkeğiyle bütün bir toplum olarak Kur’ân’a yönelip, dikkat ve gayretlerimizi ona tevcih etmezsek, içine düştüğümüz bu vahametten kurtulmamız çok zor olacaktır.
Allah (celle celâluhu), Kur’ân’da insanların dikkat ve nazarlarını kâinata ve kendi nefislerine tevcih edip ilimler arasında herhangi bir ayırım yapmaksızın, teşri emirlerde de tekvini emirlerde de bizi araştırma yapmaya teşvik etmektedir. İnananlardan hakikat aşkı, ilim aşkı ve araştırma aşkı istemektedir. Evet, Kur’ân ve İslâm kendi müntesiplerini daima araştırma yapmaya çağırmaktadır ki, geçmişimiz, o devâsâ insanlarıyla bu çağrıya icabet etmenin en güzel örneklerini sergilemişlerdir.
O engin fıtratlar ellerinden geldiğince Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine icabet etmiş ve İslâm’ı hayata hayat yapmışlardır. Oysaki ilâhî emirlere onlar muhatap olduğu ölçüde bizler de muhatabız. Kaldı ki günümüz Müslümanları teknik ve teknolojinin getirmiş olduğu imkânlar ile onlara nazaran pek çok avantajlara da sahip bulunmaktadırlar. Dolayısıyla bizler, Kur’ân’ı ilmî ve teknik gelişmeler ışığında daha mükemmel bir şekilde inceleme imkânına sahibiz. Şimdi bize düşen şey, iki-üç asırlık gaflet ve ihmalleri telâfi gayret ve himmetiyle Kur’ân vesayetinde istikbale yürümektir.
E. Bir Tahassürün İfadesi
Günümüzde, bir kısım çevrelerin tesiriyle tek yönlü yetişmeye bağlı kalmış bazı gafil kimseler, iki-üç asırlık çöküş ve durgunluğumuzu İslâm’a yüklemeye çalışmaktadırlar. Buna mukabil ayrı bir kesim de, “ötekiler” dediği cepheye küfretmeyi mârifet saymakta ve âdeta topyekün buluşma, uzlaşma noktalarını bir kavga zeminine çevirmektedir. Bir başka grup ise her fırsatta kendi kusur ve ihmallerini görmezlikten gelerek, ecdadın ortaya koyduğu her şeyi tenkit etmeyi mârifet saymaktadır. Vâkıa, diyanetin içine bir kısım hurafelerin sızdığı ve bunların Kur’ân’a ve İslâm’a gölge düşürdüğü doğrudur. Ancak bütün bunların yanında o dönem itibarıyla çok ciddî çalışma ve gayretlerin bulunduğu da bir gerçektir; vakıa bugün de pek çok güzel şeyler yapılmaktadır ki bunları görmezlikten gelmek de bir nankörlüktür.
Biz millet olarak dünden bugüne Kur’ân’ı yorumlarken her zaman Asr-ı Saadet duruluğunu muhafaza etmiş ve daha bin sene önceden ilim ve teknikle ilgili olup da ancak şimdilerde anlaşılabilen bir kısım izah ve yorumlar ortaya koyabilmiş, dahiler yetiştirmiş bir toplumuz. Az da olsa, bu hususlara daha önceki mevzularda yer yer temas etmiştim. Ama ne acıdır ki, kendi milletine ve geçmişine küfretmeyi huy hâline getirmiş bazı hasta ruhlar, bu hususları bir türlü kabul etmek istememekte ve bazı gerçekleri görmezlikten gelmektedir.
Osmanlı, o mimari abideleri, değişik kültür eserlerini, şifahaneleri, imarethane ve aşhaneleri tesis ettiği dönemlerde, Avrupa ciddî bir cehalet ve vahşet içindeydi. O dönemde Avrupa’nın, medeniyetin “m”sinden bile haberi yoktu. Gel gör ki Avrupa sevdasıyla başı dönmüş, bakışı bulanmış bazı aydınlar, “inadım inat” diyerek, bütün bunları bir türlü görmek istememekte ve koca bir cihan devletini, densizce karalamaya devam etmektedirler. Her şeye rağmen şu bir gerçek ki biz, o kökün semereleri ve iyisiyle-kötüsüyle onların evlatlarıyız. Binaenaleyh aslımızı inkâr ve ecdadımıza küfretme gibi yanlışlığa düşülmemesi yanında, kuru kuruya onların yaptıklarıyla övünme gibi ayrı bir hataya da girilmemesi gerektiği kanaatindeyiz.
Daha açık bir ifadeyle her zaman akıl, iz’an ve insafla davranmak mecburiyetindeyiz. Şayet onlardan bize intikal eden kültür ve medeniyet mirasını geliştirememiş ve Batı hayranlığıyla kendi kökümüze kezzap dökerek onu kurutmuşsak “redd-i miras”ta bulunmuş sayılırız. Evet, yıllar var biz, Kur’ân’ı kendi derinliği içinde ele alamadık. Aksine Batıdan transfer ettiğimiz fikir ve düşünceler ile Allah kelamını değerlendirmeye tâbi tuttuk. Böyle olunca da, onu hakkıyla anlamak mümkün olmadı, olamazdı da. Zira kendimize ait bir dünyayı, başkalarına ait kriterlerle dizayn etmeye çalışıyorduk ki neticenin hüsran olacağı açıktı. Bu şekilde kat’iyen yol alamazdık; yol almak bir yana kendi güç ve kuvvet kaynaklarımızı da kurutmamız mukadderdi.
Öyle günler gördük ki, ne zaman teknik ve teknolojik gelişmelerden söz açılsa, hemen kendi soyumuzu sorgulamaya durduk ve tecavüzlerin en insafsızcasıyla ecdadımıza hakaretler yağdırdık. “Kur’ân’da bir hayli ilim, teknik ve medeniyete ait meseleler yer aldığı hâlde İslâm âlemi niçin geri kalmıştır?” gibi sorularla zihinleri bulandırdık ve geri kalmanın faturasını İslâm’a çıkarmaya çalıştık; daha acısı da Kur’ân’a kendini ifade edebilme fırsatını vermedik. Üç-dört asır evvel, hatta on dört asır önce yaşamış olan selef ve ecdadımızı suçlayarak teselli olmaya çalıştık. Oysaki eğer onların bu hususta bir kusur ve ihmalleri varsa, bize düşen ondan ders alma olmalıydı.
Ayrıca İslâmî ve insanî bir edeb olarak geçmişimize ait temel düşüncemiz, “Ölülerinizi iyilikleriyle yâd edin, kötülükleriyle anmayın.”5 fermanıyla anlatılan çerçevede olmalıydı. Zira onlar, Kur’ân’ı anlama uğrunda hayatları dahil her şeylerini feda etmekten çekinmemişlerdi. Bu itibarla da bize düşen, önce kendi kusurlarımızı gidermeye çalışmak, lâakal düşünce ve meziyetlerimizi, himmet ve gayretlerimizi Kur’ân’a yönelterek, onu hakkıyla anlamaya çalışmak ve bunu hayatımızın temel gayesi hâline getirmek olmalıydı.
F. Kur’ân’da Güneş Sistemi
Kur’ân-ı Kerim’in müspet ilimlere mücmel bir bakışı vardır. Bunun yanında ondaki cümle, kelime ve harflerin hususî konumlarının dikkati çekecek ölçüde açık-kapalı bir kısım hakikatlere işaret ettiği de bir gerçektir. Kur’ân bir muhit ilimden geldiği için bilim ve teknik hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın Hazret-i Furkân’ın icmâlî de olsa bu faikiyeti bir gerçektir. Evet o, ifadelerinde mucize olduğu gibi muhteva ve mazmununda da kuşatıcı ve aşkındır. Gerçi bu ilahi beyan bilimlerle alâkalı mevzularda teferruata girmez, ama bazen pek çok yeni tespit ve keşfin anahtarını size sunar ve çok uzun cümlelerle anlatılabilecek gerçekleri sadece bir veya yarım cümle ile hatta bazen üç-dört kelime ile kestirmeden ifade eder. Ama o, bu ifadelerinde öyle kelimeler seçer ki, müspet bilimin mukarrer birer kanun olarak ortaya koyduğu hususların hemen hepsini, hem de zihinlerde herhangi bir şüphe ve tereddüde meydan vermeyecek bir üslûpla işaretler.
Meselâ, Kur’ân, üç-dört kelime ile güneşi ve güneş manzumesini resmederken, onların mebde ve müntehâlarıyla nasıl bir çizgi takip ettiklerini; müşâhede, akıl, mantık ve his açısından öyle sağlam ve boşluğu olmayan bir üslûpla ortaya koyar ki, astronomi gözüyle bunlara bakıldığında insan, iç içe hâdiselerin birkaç kelime ile özetlendiğini görür: وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذٰلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ “Güneş, kendisi için belirlenen bir yörüngede akar (döner). İşte bu, azîz ve alîm olan Allah’ın takdiridir.”6
Cümlenin kuruluşu ve kelimelere yüklenen mânâlarla âyet, güneşin, karardîde olabileceği bir noktaya doğru akıp gittiğini anlatır. Bu mânâ çok açıktır ve bunu herkes rahatlıkla anlayabilir. Öyle ki çok az Arapça bilen bir insan dahi bu mânâyı anlamada kat’iyen zorlanmaz. Hele, kelime ve harflere inildiğinde, daha geniş ve teferruatlı bilgilerin verildiği görülür. Bundan 500-1000 sene önce yazılmış tefsirlere müracaat edildiğinde müfessirlerin hepsinin âyetten aynı mânâyı anlamış olmaları da, bu yorumun ne kadar isabetli olduğunu göstermesi bakımından fevkalâde mânidardır. Yaklaşık hicrî 6-7. asırda geniş bir tefsir yazan Fahreddin Râzî ne demişse, ondan üç-dört asır önce yaşamış olan İbn Cerir de aynı şeyleri söylemiştir.
Evet, bunlar güneşi anlatırken, bugünkü bildiğimize yakın bilgiler vererek güneşin maddi âlemden bir nesne olduğunu ve bir nizamın parçası bulunduğunu ifade etmişlerdir ki, hayret etmemek elden gelmez. Dahası onlar bu sözlerini, sahabeden İbn Ömer, İbn Abbas veya İbn Mesud’a dayandırarak söylemişlerdir ki bu ayrı bir harika sayılır.
Burada meselenin en dikkat çekici yönü de, لِمُسْتَقَرٍّ ifadesindeki harf-i cerrin birkaç mânâya gelmesi ve her mânânın bugünün astronomi bilgilerini teyit edici mahiyette olmasıdır. Buradaki لِ harf-i cerrinin, eskiden beri dilcilerce üç mânâya delalet ettiği üzerinde durulmuştur:
1. لِ mânâsına,
2. فِي mânâsına,
3. إِلَى mânâsına.
İlk mânâya göre güneş, kendi etrafında tıpkı bir Mevlevî gibi dönmektedir ve bu dönüş yaklaşık bir ayda tamamlanmaktadır. Ancak güneşin her bölümü aynı hızla dönmez. Dönüş hızı, ekvatorda yaklaşık 25 gün, kutuplarda ise 36 gün olmak üzere değişiklik arz eder. İyice derinlerde kaynar plasma hâlindeki bölgenin alt kısımlarında ise her şey dönüşünü 27 günde tamamlar. Eğer güneş, katı hâlde olsaydı, dünyamız gibi bütün bölümlerinin aynı sürede dönmesi gerekirdi. Bilindiği gibi dünya, kendi ekseni etrafında bir günde yani 24 saatte bir defa dönmektedir.
Güneşin saniyede 20 km’lik dehşetli bir hızla Vega Yıldızına yönelik diğer bir hareketi daha vardır ki, astronomi dilinde onun seyrettiği bu yörüngeye “solar apex” denir. Bu hız, saatte 72 bin km’yi bulur. Yani güneşin kendisine ait bir yolu olup, durmadan orada hareket eder ve sürekli belirli bir noktaya doğru yol alır. İşte Kur’ân’ın “Güneş, kendisi için belirlenen yörüngede akar (döner). İşte bu husus, azîz ve alîm olan Allah’ın takdiridir.” âyetiyle teferruata girmeden bunların hepsini işaretler.
Güneşin hareketleri açısından burada en önemli husus, onun belirlenmiş bir süreye bağlı olarak, mukadder bir sona doğru akıp gitmesi hâdisesidir. Belli bir çizgide, kendi hareket-i meczûbânesiyle kendi sonuna doğru yüzüp gitmesini, sırasıyla لِ , فِي , إِلَى mânâsına geldiği yukarıda icmâlen bahsedilen لِمُسْتَقَرٍّ kelimesinin başındaki harf-i cer ifade etmektedir.
Bu âyetin yorumunda her zaman iki yaklaşım söz konusu olmuştur: Zaman ve mekân. Mekânın mülâhazaya alınmasına göre güneş, belli bir merkeze ve belli bir noktaya doğru akıp gitmektedir ki, bu nokta mânen –Allahu alem– “Arş” maddeten de ona işaret olarak –Beytullah’ın Kâbe hakikatini işaretlemesi gibi– Vega burcu ve merkezidir. Zaman düşüncesinin öne çıkarılmasına göre ise, güneşin hareket ve fonksiyonu zaman olarak belli bir süre ile mukayyettir; o bu süreyi tamamlayınca hâlihazırdaki misyonunu da bitirmiş olacaktır.
Bir tespite göre güneşin 4,6 milyar senelik ömrü içinde hâlihazırdaki seyahati onun 19. seyahati kabul edilmektedir. Yine ilmî tahminlere göre 250 milyon yılda gerçekleştirdiği bu hareketi daha kaç defa tekrarlayacaktır, bunu kestirmek mümkün değildir. Aslında 19’a takılıp kalması da ihtimalden uzak değil. Bugün o, saatte 72 bin km hızla kendi değişim, dönüşüm ve istihale ufkuna doğru yürüyor demektir. Tıpkı bizim belli bir noktaya ve başkalaşmaya doğru yürüdüğümüz gibi. Ancak bu seyahat ve yürüyüşün güneşe mahsus فِي tevcihiyle alâkalı dairevî bir yanı var ki, o da oldukça önemli sayılır ve üzerinde durulmaya değer.
Bir güneş veya gezegenin kendi mihveri ya da bir başka kütlenin çevresindeki –kapalı devre de diyebileceğimiz– hareketine, dairevî hareket diyoruz. Buna göre dönerek hareket eden bir cisim, bir yandan kendi mihveri etrafında dönerken, diğer yandan da bu hareketini bir yörüngeye bağlı olarak gerçekleştirmektedir. Ne var ki, konuyla alâkalı bu âyette ve benzer diğer âyetlerde müşterek nokta, güneşin düz hareket değil de bir “felek”te dairevî yüzüp gittiği şeklinde gerçekleşmektedir ki, “Ne güneşin aya yetişmesi ne de gündüzün geceyi gelip geçmesi uygun ve (ihtimal dahilinde) değildir. Bütün bu (gök cisimlerinin) hepsi ayrı ayrı bir ‘felek’te yüzer dururlar.”7 âyeti bunu daha da umumîleştirerek bütün semavî cisimlerin benzer hareket içinde olduklarını vurgular.
وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذٰلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ “Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner). İşte bu, azîz ve alîm olan Allah’ın takdiridir.”8 âyet-i kerimesindeki مُسْتَقَرٍّ kelimesi de, insanın aklına bu türden mânâlar fısıldamaktadır. Güneş dönerek, kendi için bir sona doğru ilerlerken tabiatıyla küre-i arzın hareketinde de değişiklikler olur. Evet, güneş, yol alırken onun etrafında dönen küre-i arz da helezonik bir yolda hareket eder ve âdeta her sene sürekli değişen ve uzayan bir mesafeyi almaya koşar. Bu iç içe hareketten güneşin daima bir yolculuk hâlinde olduğu anlaşılsa da onun bu yolculuğu kat’iyen sonsuz değildir. Kuvve-i kudsiye güneş için nereyi son nokta olarak tayin etmişse, bu yolculuk orada son bulacak ve –ihtimallerden biri– işte o zaman kıyamet kopacaktır…
Aslında güneş manzumesi, Samanyolu galaksisi içinde çok küçük bir yer teşkil etmektedir; zira o, Samanyolu içindeki milyarlarca yıldızın sadece biridir. Allah (celle celâluhu), Samanyolu’nu öyle tanzim etmiştir ki, güneş onun merkezinden ışık hızıyla tam 30 bin senelik bir uzaklıkta bulunmaktadır. Yani eğer o, ışık hızıyla sürekli yol alacak olsa, ancak 30 bin sene sonra Samanyolu’nun merkezine ulaşabilecektir.
Büyük-küçük bütün sistemler gibi Samanyolu da kendi etrafında dönerek hareket etmektedir. Dolayısıyla güneş de bütün ailesiyle birlikte, gezegenlerden, kuyruklu yıldızlardan ve diğer gök cisimlerinden oluşan galaksimizin merkezi etrafında hem dönmekte hem de ilerlemektedir. Güneşin bu hareketinin hızı ise kendi etrafında dönmesinden daha dehşet vericidir; bu hız saniyede 268 km’dir. Ne var ki, güneşin yörüngesi çok büyük olduğundan bir turunu yaklaşık olarak 250 milyon senede ancak tamamlayabilmektedir. Ama o da büyük-küçük gök cisimleri gibi “yüzme” sözüyle ifade edecek olursak, kendisi için belirlenen güzergâhında –bu ifadeye uygun şekilde– yüzerek bir sona doğru gitmektedir.
Hemen hemen bütün galaksiler belli bir kümeye aittirler. Samanyolu da, içinde 20 galaksi bulunan küçük bir gruba dahildir. Her küme içindeki galaksiler, çekim kuvvetiyle birbirlerinin çevresinde dönerler. Ancak her kümenin içinde meydana gelen bu hareketten başka, umum kümeler de bir bütün olarak hareket ederler. Bu arada her küme, ötekilerden uzaklaşma hareketi içindedir. Buna göre dünyadaki bir gözlemci, bütün kümelerin hızla Samanyolu’ndan uzaklaştığını, diğer galaksideki bir müşahit de aynı şekilde bütün kümelerin kendisinden uzaklaştığını söyleyebilir.
Her galaksi kümesi, uzaklığıyla orantılı bir hızla hareket eder. Meselâ, dünyadan 100 milyon ışık yılı uzaklıkta olan bir sehâbiye (Nebülöz), saniyede aşağı yukarı 2.500 km hızla, 500 milyon ışık yılı uzaklıkta olan bir galaksi ise, saniyede 12.000 km hızla hareket eder. Güneşin bu iç içe ve olabildiğine karışık gibi görünen, fakat bir nizam içinde cereyan eden hareketleri, gidip karardîde olacağı bir yerde (müstekar) son bulacaktır. Elbette ki, 4 milyar 600 milyon senedir enerji üreterek etrafına ısı ve ışık saçan güneşin yakıtı da sonsuz değildir. Bilim adamları, güneşin ancak 5 milyar sene daha şimdiki aktif hâliyle devam edebileceğini söylüyorlar. Bu onların sözü ama mülâhaza dairesi de açık. İhtimal, bu sürenin sonunda güneş iyice şişip, kızıl bir dev olarak dünyamızı yutacaktır. Bundan 1 milyar sene sonra da aniden çökerek sönmüş küçük bir beyaz top hâline gelecektir; kader buna sebkat edip de değişik bir sebep önünü kesmezse…
Ayrıca güneş, kendi galaksisi içinde tamamen merkezine bağlı olarak hareket etmektedir. Onun bütün hareketleri Samanyolu’yla, Samanyolu’nun hareketleri de bulunduğu galaksi grubuyla sınırlıdır. Ancak bütün bu sistem ve galaksilerin verâsında bir kuvve-i kudsiye vardır ki, her şeye hareket kabiliyet ve imkânını veren de işte O’dur. Bu kuvve-i kudsiye, bütün sistem ve galaksiler üzerinde muttarıt tasarrufta bulunmakta ve bütün bu baş döndürücü hadiseleri varlığına, birliğine delil olarak tekvînî bir kaside gibi tanzim etmektedir. Bu kuvve-i kudsiye, esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı kudsiyeden gelmektedir ki; evet her şeyin verâsında bunlar vardır. İmam Rabbânî’nin ifadesiyle de, “Verâların verâların verâların verâsında Allah’ın her şeyi evirip çevirmesi söz konusudur.” Evet لِ harf-i cerr’i إِلَى mânâsına alındığında bu mânâlar bahis mevzuudur.
Burada hemen şunu da ifade etmeliyim ki, eğer âyetler, ilmi ve tekniği teşvik etmeseydi, arkadan teleskoplar icat edilerek kaşifler gökyüzünü incelemeye almasalardı, bunların hiçbirini anlamak mümkün olmayacaktı. İşte bu sayededir ki biz, şimdilerde elimizdeki teknik bilgiler ile Kur’ân’ın güneş manzumesi hakkında verdiği malumatı daha iyi anlamaktayız. Bu hususta daha ileriye götürücü teknik imkânlar ve vasıtalar hazırlanabildiği takdirde, âyetlerin işaret ettiği yeni ufukları görmek de mümkün olacaktır.
Kim bilir Kur’ân, ilim ve tekniğe yol ve hedef göstererek daha nice hakikatlere işaret etmektedir ki, bunlar hakikat âşığı, ilim âşığı araştırmacıları beklemektedir. Kur’ân bunları, kendine mahsus üslûbuyla işaretleme, bazı icmâlî hatırlatmalarda bulunma, diğer erkân-ı imaniyenin yanında kendisine de iman etmeyi vurgulama gayesi çerçevesinde bizlere sunmaktadır.
Evet, Kur’ân’ın dili budur. O, bazen açıktan açığa, bazen işârî mânâlar ile, bazen de insanın bilmediği âlemler hakkında ciddî bir merak hissi uyararak, onu hep bilinmedik yeni ufuklara yönlendirir ve düşünceye sevk eder. Onda her şey vardır.. vardır ama “teferruatıyla vardır” diyenlerin mübalağa etmiş olmalarına karşılık, işaret, hedef ve icmâllerini görmezlikten gelenler de ona karşı kör sayılırlar.
Aynı âyetin devamında aya da işaret edilerek onun da hareket edip yol aldığı şu ifadelerle vurgulanmaktadır: وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ “Ay için de birtakım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner.”9
Evet, ay da kendisi için takdir edilen menziller içinde yol alır. O, kendi ekseninde hareket ettiği aynı anda, dünyanın etrafındaki yörüngesinde de yoluna devam eder. Bu iki dönüş süresi 27 1/3 gün olup iki hareketin de müddeti aynıdır. Ancak o, dünya çevresindeki yörüngesinde dönerken, güneşten alarak dünyaya yansıttığı ışıkların miktarı her zaman değişir. Bundan dolayı o, bazen kurumuş hurma yaprağı şeklini veya âyetteki ifadesiyle “urcûn” hâlini, yani hurma salkımının eğri olan dip kısmının şeklini alır.
Herkes burada Kur’ân’ın hilâle işaret ettiğini rahatlıkla anlar. Böylece ay, menzil menzil gezerken her menzilde farklı bir manzara arz eder ve hiç ışık yansımayan safhanın ardından onda hilâl safhası başlar. Daha sonra ise, hilâl giderek büyür ve ay yüzeyinin yarısını kaplar. Bu safhada o, yarım ay hâlinde gözükür. Bunu takip eden dolunay safhasında ayın dünyadan görülebilen yüzü bütünüyle parlamaya başlar. Sonra da parlak kısım yeniden küçülmeye yüz tutar ve bir an gelir ki, tekrar kuru bir dal gibi incelerek hilâl şeklini alır.
Ay da aynı güneş sistemi içinde, çekim kuvvetiyle dünyanın etrafında dönüp dururken dünyanın ve dolayısıyla güneşin yaptığı aynı hareketleri yapar. Üstteki âyet, ayın değişik yörüngelerde seyahat ettiğini vurguladığı gibi, Şems sûresinin ilk âyetleri de وَالشَّمْسِ وَضُحَاهَاوَالْقَمَرِ إِذَا تَلَاهَا “Yemin olsun güneşe ve onun aydınlığına, onu izlediği zaman aya.”10 diyerek, dünya ile beraber ayın da, güneşin hareket zemini içinde onun etrafında döndüğünü apaçık bir üslûpla ifade etmektedir. تَلَا bir nesnenin tâli derecede başka bir şeye tâbi olduğu ve onu takip ettiği mânâsına gelir ki, burada, kamerin kademeli olarak güneşe bağlı döndüğünü ifade bakımından fevkalâde bir kelime seçimi söz konusudur.
Ayın, dünya etrafında döndüğü öteden beri bilinen bir gerçektir. Kamerin kendi mihveri çerçevesinde dönüşüne gelince, bu onun dünya çevresindeki dönüş süresine tetâbuk eder.. ve yaklaşık bu takvimcilik seyahatini 29,5 günde tamamlar. Böyle dünya merkezli bir seyahatte ayın kendi yörüngesinde dönüş hızı saatte 3.683 km kabul edilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim, tafsilata girmeden, vak’ayı vaz’ediliş gayesine bağlayarak, temel disiplinler açısından ayın, dünya çevresinde dönerek, bir aylık süre içinde uğradığı menziller itibarıyla dünya ile yaptığı açı farklılıklarından ötürü meydana gelen görüntü değişikliklerine temas eder ve seyahati açısından bize göre, belli burçlarla mukabele, örtüşme veya tekâtüüne “menzil” der. Ay, uğrak yerleri sayılan menzillere (menâzil) uğradığında, güneşten aldığı ışık sahası değiştiğinden, biz de ondan değişik görüntüler alırız.
Onun bütün bir ay boyunca, değişik menzillerden değişik görüntüler vermesi, bizlere ayları, seneleri hesaplama imkânı tanıması ve bunları sürekli tekrarlaması da, ibadet vakitlerinin belirlenmesi bakımından çok önemlidir. “Sana hilâlleri soruyorlar, de ki, onlar insanlar için bir takvim ve haccın vakit ölçüleridir.”11 mealindeki âyet, hem ayın değişik hareketlerini hem de bu hareketlerle bize anlatılmak istenen temel espriyi ifade etmesi bakımından fevkalâde manidardır.
Hâsılı, güneşin dairevî hareketi üzerinde durduğumuzda ifade ettiğimiz gibi, ay, güneş ve yıldızlar hepsi ayrı ayrı feleklerde yüzüp durmakta, Aziz ve Alim olan Allah’ın (celle celâluhu) takdirini ilan etmektedirler.
G. Uzay Boşluğunda Yüzen Sistemler
Güneş, ay, küre-i arz ve milyarlarca gök cisminin uzay boşluğunda belli yörüngelerde yüzüp gittiklerini 14-15 asır evvel biri kalkıp size söyleseydi ne düşünürdünüz bilemiyorum ama, bugün bedihiyyat türünden kabul edilen bu gerçek, o çağlarda Kur’ân’ın ortaya attığı hakikatlerdendi.
وَكُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ “Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzüp gitmektedir.”12 âyet-i kerimesi bu hakikati gayet net olarak ifade etmektedir.
Arapça’da كُلٌّ kelimesi umum ifade etmektedir. Bu kelime, âyet-i kerimede sonu tenvinli olarak kullanılmıştır. Tenvin ise tenkire (belirsizlik) delâlet eder. Dolayısıyla bu kelimeyle, uzayda bulunan cisimlerin hemen hepsi kastedilmiştir ki, bunlar nâmütenâhî denecek kadar çoktur ve hepsi de kendi yörüngelerinde yüzmektedirler. Buradaki فَلَكٍ ifadesini, “gökteki cisimlerin çizdikleri hatlar” şeklinde de, bir çark ve genel âhenge bağlılık şeklinde de anlamak mümkündür. Nitekim bütün gök cisimlerinin, birer galaksi olarak belli bir noktaya doğru farklı süratlerle süzülüp gittiklerini artık herkes söylüyor. Böyle bir seyr ü seyahatte her galaksi kümesi, ötekilerden uzaklaşma hareketi içindedir. Gök cisimlerinin bu hareketi Kur’ân’da, “gezmek” veya “bir cisme dayalı olarak hareket etmek” şeklinde değil de, “yüzmek” ifadesi ile anlatılmaktadır.
Evet, uzaydaki bütün gök cisimleri, denizde yüzen gemi veya balıklar gibi yüzmektedir. Burada mesele hem şairâne duygular içinde hem mütefenninâne bir üslûpla tek bir cümle ile öyle güzel ve net anlatılmaktadır ki, dahası olamaz. Evet, bu ifadeden, nizamı, değişik faydaları, maslahatları ve netice itibarıyla tevhidi anlatmak üzere küre-i arzdan güneşe, güneşten aya, ondan da diğer sistemlere kadar her şeyin kendileri için tayin edilen yörüngelerde yüzüp gittiği, gayet net olarak anlaşılmaktadır.
Aslında bizim burada meseleye yaklaşımımız icmâlî ve umumî hisse mülayim bir üslûp içinde oldu. Böyle olmayıp da astronomi diliyle ele alınacak olsaydı, zannediyorum bunu fenciler de fevkalâde cazip bulacaklardı. Ayrıca burada işaret edilen mühim bir hakikat de şudur: Yüzme boşlukta değil, bir madde içinde olur. Âyet-i kerimede gök cisimlerinin yüzdükleri belirtilmektedir ki, bu da o koca semavî cisimlerin boşlukta değil de bir madde içinde hareket halinde olduklarını ifade etmektedir. Yani uzay, korkunç bir boşluk değil; o dev cisimlerin içinde yüzdüğü latif bir madde denizidir.
Günümüzde ilim adamlarının “karanlık madde” dedikleri görünmeyen madde (esir maddesi), uzay araştırmalarında vuzuha kavuşturulabilirse, pek çok konuyu yeniden gözden geçirmek icap edecektir. Ayrıca, bu husustaki buluşlar, astronomların araştırmalarında da bir dönüm noktası teşkil edecektir. İddialara göre bu görünmeyen madde, kâinatın toplam maddesinin % 90’ını oluşturmaktadır. Yıldızlar ve gezegenler topluluğu olan galaksiler, gazlar ve tespit edilebilen maddeler kâinatta bulunması lazım gelen bu maddenin, sadece onda birinden ibarettir.
Uzaydaki cisimlerin izn-i ilâhî ile teşekkül edebilmesi ve fonksiyonunu eda edilebilmesi için görünen ve tespit edilen maddenin on misli daha fazla maddenin bulunması gerekmektedir. Bilim adamları, daha önceleri gezegenler arasında hiçbir maddenin bulunmadığına ve uzayın korkunç bir boşluktan ibaret olduğuna inanırlardı. Hâlbuki Kur’ân’ın işaret ve lazım-ı mânâ kabîlinden de olsa, “yüzerler” kelimesiyle işareti, tevhid hedefli tespitler açısından önemlidir. Kaldı ki şimdilerde pek çok bilim adamı, uzayı dolduran o görünmeyen bir maddenin, aşağıda zikredilen unsurların bazılarından veya hepsinden oluşabileceği ihtimali üzerinde durmaktadırlar:
Nötrinolar: Bunlar, elektronların, atomdan çok daha küçük olan akrabalarıdır. Elektrik yükleri yoktur. Sıradan maddelerle çok zayıf şekilde etkileşirler de dolu dolu hissedilmezler. Şimdilerde çok hafif kütleye sahip oldukları söylenen bu mini mevcudatın kâinatta hadsiz miktarda oldukları söylenmektedir. Öyle ki bir santimetrekarelik bir yerden, meselâ vücudumuzun bu kadarcık bir yüzeyinden her saniye 60 milyon nötrino parçacığı geçmektedir.
Wimp’ler (Weakly Interacting Massive Particle): Zayıf tesirleriyle kendini belli eden kütleli parçacıklardır. Soğuk (az hareketli) karanlık bir maddedirler ve mevcudiyetleri şimdilerde teorik olarak bilinmektedir.
Macho’lar (Massive Compact Halo Object): Ya Jüpiter büyüklüğünde belirsiz gezegenlerdir veya beyaz cüce(ler ve Nötron) yıldızlardır.
Karadelikler: Bunlar, ışığın bile kurtulamadığı çok şiddetli çekim alanına sahip cisimlerdir. Genel izafiyet teorisi çerçevesinde varlıklarına dair bir hayli delilin mevcut olduğu bilinmektedir.
Bovling topları: Bunlar ise astronomların tespitini zor bulabildikleri objelerdir. Çünkü bilinen fizikî kanunların dışında kalmalarının yanı sıra Macho’nunkine benzer problemlerle karşılaşılmaktadır.
Buraya kadar yapılan izahlardan da anlaşıldığı gibi, Kur’ân’ın ifadeleri, camiye gelen avam insandan, astrofizik uzmanına, ondan da ince ruhlu, edebî zevke sahip bir şair ve edibe kadar her seviyeden insana bir şeyler ifade edecek mahiyettedir. Ayrıca her devrin bilim adamları ondan ayrı ayrı mânâlar hissetmekle, gelişmelere ve zamanın yorumlarına göre yeni hedeflere yönelme mesajları alabilmektedirler. Elbette ki o, ilimleri laboratuvarlar ve gözetleme evlerindeki detaylar çerçevesinde anlatmayacaktır.
O, anlatılması gerekli olanı anlatacak; bu önemli hutbesini irad ederken de bazen ima, işaret, remiz ve bazen de heyetin umumundan süzülüp çıkan tâli bir mânâ ve mazmunla –anlatmak istediği hakikat mahfuz– Kudret ve İrade kitabı olan kâinatla Kelâm sıfatından gelen beyanının sımsıkı bir irtibat içinde olduğunu vurgulayacaktır ki, biz burada böyle bir yaklaşımla Kur’ân’ın bir fen ve felsefe kitabı olmadığını ifade etmenin yanında, onun hikmet-i nüzûlünü bilmeyenlerin “Neden o, her şey ve her hâdiseden açıkça bahsetmiyor?” itirazlarının da vârid olamayacağına küçük bir işarette bulunmak istedik.
H. Dağların Hareketi
Dağların, bulutlar gibi yürümesi ve hareket etmesi öteden beri çok farklı yorumlanagelmiştir. Mevzuyla alâkalı âyet-i kerimede meâlen Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
وَتَرَى الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَةً وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ صُنْعَ اللّٰهِ الَّذِۤي أَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍ إِنَّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَفْعَلُونَ “Sen dağları görür de onları yerinde duruyor sanırsın. Oysa onlar, bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu) her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sun’u rasîn ve bedîidir. Muhakkak ki O, işlediğiniz her şeyden hakkıyla haberdardır.”13
Burada esaslı bir nükte var; o nazar-ı itibara alınmazsa, âyet yanlış anlaşılabilir. Evvelâ, bu âyet, ancak yirminci asırda anlaşılan önemli bir hakikat ki, kıtaların daha önce bitişik oldukları ve milyonlarca yılda birbirlerinden yavaş yavaş uzaklaşma neticesinde bugünkü hâli aldıklarının işareti sayılabilir. Nitekim kıta levhalarının, magma üzerinde yüzdüğü ve bir taraftan magmaya dalıp erirken, diğer taraftan yeni malzemenin yerin derinliklerinden çıkarılıp katılaşması ve kıtalara eklenmesiyle her yıl santim santim hareket ettiği artık bilinen bir gerçektir.
Diğer bir tevcih de şu olur: “Toprağa dâyelik yapan dağlar, zamanla eriyerek toprak hâline gelir ki, bu hâlleriyle onları yürüyor kabul etmek mümkündür. Buna göre bir gün dağlar eriye eriye yok olup giderler de böylece câmid olmadıkları ortaya çıkmış olur.” Bu da farklı bir yaklaşım tarzıdır.. ve tenkit edilebilir.
Bu mevzuda, daha değişik şöyle bir tevcih de söz konusu olagelmiştir. İhtimal, cüz zikredilip küll murad edilmekte veya tâbi nazara verilerek metbûun durumu vurgulanmak istenmektedir. Ancak küre-i arzın bu hareketi, onun dışına çıkılmadıkça hissedilmemekte ve üzerindeki müşahide de sanki hiç hareket etmiyor gibi gelmektedir. Gerçi dağlar da tıpkı küre-i arz gibi bize hareket etmiyor gibi görünmektedirler ama onlar, Kur’ân’ın ifadesiyle “Bulutların yürümesi gibi yürümektedirler.”
Burada âyet, dağların hareketini nazara vererek cüz’ü zikirle küll’ü murat etmiştir. Yani dağlar zikredilmiş ama dağları sırtında taşıyan küre-i arz (dünya) kastedilmiştir. Çünkü küre-i arz, gerçekte dağlardan başka bir şey değildir. Zira dağlar, içte arzın merkezine doğru sarktığı gibi, dışta da zirveler meydana getirmekle arzın esasını temsil etmektedirler. Bu itibarla Kur’ân’ın dağların hareket ettiğini ifadesinden, küre-i arzın hareketini anlamak mümkündür.
Ayrıca burada şöyle bir yaklaşım da söz konusu olabilir: Bir geminin uzaktan ilk defa direklerinin gözükmesi gibi küre-i arza uzaktan bakıldığında, onun direkleri mesabesinde olan dağlar gözükür. İnsan, bir füze içinde küre-i arzın hareket çizgisini izleyecek olursa onun bir Mevlevi gibi hem kendi etrafında hem de güneşin çevresinde delice döndüğünü müşâhede eder. Ne var ki burada yine insanın en fazla dikkatini çeken şey dağlar olacaktır. Zannediyorum bu da vâki ile çelişmeyen, hatta tam örtüşen farklı bir yorumdur. Kur’ân’ın böyle bir meseleyi bahse konu etmesi onu, hassasiyet ve dikkatle üzerinde durulması gereken bir mevzu hâline getirmiştir.
Bütün bunlardan başka dağlar, bir gemiyi yerinde tutmak için demir atma ne ise arz için de iç ve dış pek çok faydalarının yanında arızasız aynı vazifeyi görmektedirler. Onlar yerinde arzın merkezinden yürür, yerinde de deniz gibi bir ortamdan yükselerek sağlam birer direk gibi arzı ve arzdaki her şeyi kucaklarlar. Zemin sarsıntılardan kurtulur ve sabitleşir; canlı-cansız her şey emniyetli bir gemide seyahat ediyor rahatlığına erer.
Evet, dağlar, kütle ağırlıklarıyla, arzın içine doğru baskı yaparak büyük ölçüde yüzey tabakayı dengeler ve kendi çerçevesinde yerkürenin âhengini sağlarlar. Küre-i arzın ömrüyle mütenasip olarak, bu âhenk yeni bir âhenk adına bozulma sürecine girer; yerkabuğu yeni şekiller almaya başlar ve derken tekerrür devr-i daimi işleyerek mevcut zirveler aşınarak yerlerini denizlere bırakır; deniz dipleri de birer ana rahmi gibi dölyataklarında besledikleri dağ malzeme ve materyaline yol verir ve yeni bir tekvînî oluşum sürecine girerler.
Toplumlardaki doğumlar, gelişmeler ve ölümler gibi yer fiziğinde de sürekli gelmeler-gitmeler birbirini takip edip durmuştur. Ancak onlar ihtimal en mükemmele doğru bir seyahat, bir oluşum esprisi içinde bunları gerçekleştirir. Nihayet mükemmellerden daha mükemmele sıçrama sırası gelince, bu küçük küçük gelip gitmeler, tamir ve restorasyon faaliyetleri durur; bu fâni nizam bütün unsurlarıyla sarsılır ve sarsıntıları sarsıntılar takip eder. Evet, “O gün yeryüzünde dağlar da temelden sarsılır; (o koca) dağlar saçılıp savrulan kum yığınına döner.”14 İşte böyle “Yeryüzü dümdüz hâle geldiği, o içinde bulunanları dışarı atıp boşaldığı.”15 gün yeni bir âlem kurulur; gelip-gitmeler durur ve her şey en mükemmel, en güzel, en bedii şekliyle yerli yerine oturur.
Demek ki, dağların-denizlerin zaman zaman yer değiştirme devr-i daimi eğer bir yürüme ise, bu her zaman en iyiye ulaşma yolunda bir yürümedir. Bütün bu gelip gitmeler, konup göçmeler ayn-ı hayat olan ahirete ulaşma yolunda planlı bir hareketin neticesi ise –ki öyle olduğunda şüphe yoktur– dağların bu seyahati de, iyiye, güzele mükemmele bağlı (ve doğru) cereyan etmektedir ve şayan-ı takdir bir sun’-i ilâhîdir. Zaten Kur’ân, “Bu, her şeyi en iyi yapan Allah’ın işi ve sanatıdır.”16 âyetiyle O’nun (celle celâluhu) yarattığı bu şeylerle en mükemmel ve akıllara durgunluk verecek yeni bir yaratılışa ve oluşuma zihinleri hazırlamaktadır.
Burada, bilhassa bir hususa daha dikkatlerinizi arz etmekte fayda mülâhaza ediyorum. Küre-i arzın dışına çıkıp onun hareketini anlama meselesi, Asr-ı Saadet’te bilinen bir husus değildi. Bu âyeti o günün insanı, kendi anlayışlarına göre nasıl anladı, ben onu bilemeyeceğim. Ancak fennin tespitlerini yanımıza alarak daha farklı şeyler söyleyebiliyoruz. Bu arada âyetin ifade ettiği mânâ, bugünün insanının anlayışıyla da sınırlı değildir. Gelecekte bilim, teknik ve teknoloji daha da geliştiğinde, bunlara yeni mülâhazaların ilave edileceği de açıktır. Yeter ki insanlar, Kur’ân’a yönelip, bütün güçlerini onu anlamaya sarf etsinler. Evet, insanlar, onu anlamayı hayatlarının gayesi hâline getirdikleri zaman, Kur’ân’ın keşfedilmemiş daha nice derinliklerinin açılacağı da muhakkaktır.
İ. Küre-i Arzdaki Değişiklik
Küre-i arzla ilgili farklı bir durum da, onun üzerinde meydana gelen değişikliklerdir. Şu âyet, ilmî bir tarzda, icmâlen ve ihbar nevinden, hedefi de tevhid diyebileceğimiz bir üslûpla buna işaret ederek yeni bir sürpriz daha ortaya koymaktadır: أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا نَأْتِي الْأَرْضَ نَنْقُصُهَا مِنْ أَطْرَافِهَا وَاللّٰهُ يَحْكُمُ لَا مُعَقِّبَ لِحُكْمِه۪ وَهُوَ سَرِيعُ الْحِسَابِ “Bizim, yeryüzüne gelip, onu uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi? Allah (dilediği gibi) hükmeder, O’nun hükmünü bozacak kimse de yoktur. Ve O, hesabı çabuk görendir.”17
Burada ilk olarak âyet, açık bir şekilde küre-i arzın ilk yaratılıştaki hâlinin, şimdiki durumundan farklı olduğunu vurgulamaktadır. Bunu yaparken de insanın dikkatini çekecek bir üslûp kullanarak, “Görmediler mi?” buyrulmaktadır.
Evet, insanlar, teknolojik imkânları kullanıp küre-i arzı inceledikleri zaman ondaki değişikliği bizzat gözleriyle göreceklerdir. Âyet-i kerimedeki مِنْ أَطْرَافِهَا ifadesindeki مِنْ, teb’iz içindir ve bununla ilk defa küre-i arz üzerinde yapılan eksiltmenin, onun her tarafından değil de, sadece bir kısmından olduğu hatırlatılmaktadır.
18. asırdan itibaren değişik uzmanlar, küre-i arz üzerinde, hemen hemen yaptıkları her ölçümde bir değişikliğin meydana geldiğini müşâhede etmişlerdir. Şöyle ki, ölçümlerle küre-i arzın kutuplarda bir basıklaşmanın yanında, karın kısmının şişerek elipsi bir şekil aldığı görülmüştür. Bunu yapan, bunun böyle olduğunu söyleyen hüküm ve hikmet sahibidir. Bizim ve ilim adamlarının yaptığı şey sadece vak’anın raporundan ibarettir. Gerçi müfessirler, bu âyete kendilerine ve devirlerine göre bazı yorumlar getirmişlerdir. Meselâ, İbn Abbas’a atfedilen bir rivayette, âyetteki “eksiltme” ifadesini “yıpranma ve aşınma” şeklinde anladığı nakledilmektedir. Bu anlayışa göre mânâ, “arzın bazı yanlarını aşındırır ve onun şeklini değiştiririz” şeklinde olur ki, bu da, çok erken dönemde, şeyhü’l-müfessirîn İbn Abbas’ın, küre-i arz üzerinde meydana gelen değişikliği asrımıza çok yakın bir tarzda anlamış olduğunu gösterir.
Bazı müfessirler ise âyet-i kerimedeki “eksiltme” ifadesini “nüfusta azaltma yapma, rızıklarının bereketini kesme” mânâsında anlamışlardır ki, bir mânâda bu da dünyanın çapının küçültülmesine yani büzülmesine işaret olabilir. Buna göre şu anda dünya büzülüyor. Yer tarihinde son 250 milyon yılda her 26-30 milyon yılda bir, kıyametvâri dönemlerin yaşandığı, o dönemlere mahsus canlıların bir kısmının nesillerinin tükendiği –bu oran % 90’a kadar çıkabiliyor– dikkate alınırsa, periyodik bir büzülme söz konusu olabilir. Bu durumda uçlarından eksiltme, söz konusu dönemlerde yeryüzündeki hayvan-bitki çeşidi ve nüfusunun da azaldığına bir işaret olabilir.
Gerçi âyet, umumî mânâda bu anlayışların hepsine işaret etse de, ondaki kelime ve lafızlar yerli yerinde takip edildiğinde, buradan kastedilen mânânın daha ziyade günümüzün anlayışına muvafık olduğu görülecektir. Daha önceleri küre-i arzın şekli hakkında isabetli tasvirler yapılmışsa da âyetler, bugünün fen ve teknik gelişmeleri ışığında daha iyi anlaşılmaktadır ve gelecekte de günümüzden daha da iyi anlaşılacağı düşünülmektedir.
“Geceyi gündüzün üstüne O dolayıp örtüyor; gündüzü de gecenin üstüne getirip doluyor.”,18 “Gece de, onlar için bir âyet ve emirdir. Biz ondan gündüzü (hayvanın derisinin yüzülüp çıkarılması gibi) sıyırıp çıkarıyoruz.”19 gibi âyetlerin yanında وَالْأَرْضَ بَعْدَ ذٰلِكَ دَحَاهَا “Bundan sonra da Allah yeri (belli bir biçimde) yayıp döşedi.”20 ilâhî beyanı da değişik ipuçları verir mahiyettedir. Bu son âyetin yorumlanmasında arzın yuvarlaklığı üzerinde duran tefsirciler olduğu gibi, yuvarlaklığına rağmen tıpkı düz bir satıh gibi yaşamaya elverişli olduğunu anlayanların sayısı da az değildir. Asrımızın müfessirlerinden bazıları ise دَحَى kelimesinde, deve kuşu yumurtalarını bıraktığı yer anlamına gelen مَدْحَى’dan istidlalle, arzın deve kuşunun yumurtası şeklinde olduğu, yani daha sonraları kutuplardaki basıklaşma sonucu onun elipsileştiği hükmünü çıkarmışlardır.21
Bu tevcihlerin hepsinde belli bir hakikat payı olmakla beraber, yine de gerçeği yalnız Allah (celle celâluhu) bilir. Ancak ortada sabit bir husus varsa o da, yeni tespit ve izahların, Kur’ân’a muarız bir üslup içinde olmamaları; hatta her yeni keşif ve buluşun, tekvînî emirlere ve onun icmâlen ortaya koyduğu hükümlere daha da yaklaşmalarıdır ki, gerisi teferruat sayılır.
J. Ayın Işığının Alınması, Gece ve Gündüz Âyetleri
İlimler ilerlediği ölçüde insanoğlu daha bir Kur’ân’a yaklaşmakta ve onun âyetleriyle tanışma bahtiyarlığına ermektedir. Evet onun âyetleri, kelime nüansları ile ele alındığı takdirde günümüze ait bir kısım ilmî gerçeklerin onun beyanlarıyla örtüştükleri açıkça görülecektir. Meselâ, İsrâ sûresindeki şu âyete, detaya inmeden icmâlen bakıldığında dahi gece ve gündüzle alâkalı pek çok gerçeğin ifade edildiği müşâhede edilecektir: وَجَعَلْنَا اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ اٰيَتَيْنِ فَمَحَوْنَۤا اٰيَةَ اللَّيْلِ وَجَعَلْنَۤا اٰيَةَ النَّهَارِ مُبْصِرَةً لِتَبْتَغُوا فَضْلًا مِنْ رَبِّكُمْ وَلِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ وَكُلَّ شَيْءٍ فَصَّلْنَاهُ تَفْصِيلًا “Biz, geceyi ve gündüzü birer âyet (delil) olarak yarattık. Nitekim Rabbinizin nimetlerini araştırmanız, ayrıca, yılların sayı ve hesabını bilmeniz için gecenin âyeti ayı silip gündüzün âyetini aydınlatıcı yaptık. İşte Biz, her şeyi böyle açık açık anlattık.”22
Gece veya gündüz, semaya bakıldığı zaman ilk önce nazarlara çarpan, çarparken de Allah’ın vahdaniyetine işaret eden iki âyet ve iki delil müşâhede edilir. Gündüzün âyeti güneş, gecenin âyeti ise aydır. Allah (celle celâluhu), bu âyetiyle, biri geceye, diğeri gündüze ait olan iki emare ve işaret üzerinde dururken bu arada, gecenin âyeti olan ayın ışığının söndürüldüğünü ve böylelikle onun güneş gibi kendinden aydınlatıcı özelliğinin kalmadığını bildirir ki, gayet mânidardır.
Bilindiği gibi ay bize, sadece güneşten gelen ışıkları kısmen yansıtmaktadır. Bundan dolayı güneş gönderdiği ışıkla karanlığı gündüze çevirip her şeyi ayân beyan gösterdiği hâlde ay, belli ölçüde bir ışık yansıtsa da fazla bir şey gösteremez. Âyette de “…gecenin âyetini silip yerine gündüzün âyetini aydınlatıcı yaptık.” buyrulmaktadır ki, bu mânâ, ayın ziyası olmadığını göstermek bakımından fevkalade açıktır. Bundan ötürüdür ki, Asr-ı Saadet’teki ilk müfessirler dahi bizim bugün anladığımız hususları rahatlıkla anlayabilmişlerdir. Meselâ, ilk dönem müfessirlerinden İbn Abbas, üç asır sonra İbn Cerir, âyeti tefsir ederken bugün bizim anladıklarımıza uygun yorumlar getirmişlerdir. İbn Cerir, yaklaşık 1100 sene evvel yazmış olduğu tefsirinde İbn Abbas’a atfederek âyeti şu şekilde yorumlar: “Ay da, aynen güneş gibi bir ateş kütlesiydi. Allah, güneşin ateşini ibka edip ayın ateşini söndürdü.”23 Kaldı ki günümüzde dahi ayın güneşten kopmuş bir parça olduğunu bir kısım kimselere kabul ettiremediğimiz açıktır. Ama İbn Abbas, 1400 sene evvel rahatlıkla bu hakikati ifade edebilmiş ve muhataplarınca itiraza maruz kalmamıştır.
Burada akla, “Gece alameti ayın ışığının alındığı hâlde gündüzün ışığının bırakılmasındaki hikmet nedir?” şeklinde bir soru gelebilir.
Bu sorunun cevabı, aynı âyet-i kerimede “Rabbinizin nimetlerini araştırmanız, ayrıca, yılların sayı ve hesabını bilmeniz için.” şeklinde verilmektedir. Yani gündüz çalışmak, geceleri de istirahat edilip dinlenmek için ayın ışığı tıpkı bir lambanın söndürülmesi gibi söndürülmüştür. Aksi hâlde her şey alt üst olur ve dengeler bozulurdu. Tabiatperestler bunu bir tesadüf olarak değerlendirebilir; ancak hiçbir konuda olmadığı gibi burada da tabiatın tesiri kat’iyen söz konusu değildir.
Şimdilik bu mevzu üzerinde uzun uzadıya durmayacağım. Ama şu kadarını ifade etmeliyim ki, kafası bir sürü faraziyelerle allak bullak olmuş bazı fıtratlar bunu anlamak istemeyeceklerdir. Aslında ne varlığın yaratılışında, ne de mevcudiyetini devam ettirmesinde tabiatın da esbabın da tesiri söz konusu değildir. Her şeyin yerli yerinde olması ve yüzlerce hikmetlere, maslahatlara bağlı bulunması bunu şiddetle reddeder. Ama gel gör ki insanımıza dinin ruhu, kitabın esrarı, İslâm’ın özü anlatılmadığından çokları iğfal edilebilecek şekilde yetişti; hatta bazı yerlerde yığınlar ilhad ve inkâra sürüklendi. Evet, bu gibi meseleler Kur’ân’da açıkça ele alınmasına rağmen ona inanıp onu okumaya çalışan insanların kaçta kaçı ilim, fen ve teknikle alâkalı ima, işaret ve delaletlerine muttalidir? Bu itibarla da Kur’ân’dan ve onun mânâsından uzak yaşayan insanımızın, ilmî ve fennî gelişmelere yabancı kalması tabiî olsa gerek. Günümüzde ilim adamlarının dahi ihmal ettiği bu yüce hakikatler bu şekilde ihmale uğruyorsa cahil kitlelerin hâlini varın siz düşünün…
Bu konuda bir diğer husus, bugüne kadar müspet ilimlerde dahi yani fizik, astrofizik ve jeofiziğe dair söylenen sözlerin hepsi, muhakkak ya da tartışmasız doğrular değildi. Bunlar arasında asırların anlayış ve kültür seviyelerinin tesirinde söylenmiş nice sözler vardır ki bu gün birer ustureden farkları kalmamıştır. Evet bu asra kadar astronomlar uzayla ilgili pek çok tez ortaya atmışlardı, ama eldeki imkânların darlığı, rasat aletlerinin iptidailiği vb. gibi sebeplerle bize intikal edegelen bilgilerin çoğu zan ve tahminden ibaretti.
İşte bu yanlışlar nazara alınarak Kur’ânî hakikatlere bakıldığında onun çok erken dönemde farklı şeyleri işaretlediği görülecektir. 20. asırda pek çok ilim dalında olduğu gibi, astronomi ve jeoloji-jeofizik dallarındaki ihtisaslaşmalar da yeni yeni anlayışlar ortaya koydu. İşte bu terkip ve anlayışlar üzerine bina edilen teknik ve teknolojik unsurlar, bizim daha sağlıklı bilgilere ulaşmamıza yardım edecektir. Bu gelişmeler büyük ölçüde, Kur’ân’ın o mevzuyla alâkalı söylediklerini doğrular mahiyette olacaktır. En azından ilmî hakikatlerle onun arasında bir muaraza (çatışma) olmadığı görülecektir. Biz burada Kur’ân’ın, pek çok âyetiyle, küre-i arza ve semaya ait ilmî hakikatleri mücmel olarak fakat sarahate yakın bir keyfiyette ortaya koyacağına inanıyoruz.
K. Göğün Genişlemesi
Dünden bu güne ilim ve fikir adamları sürekli olarak göğü rasat etmiş ve bu yolda çeşitli teknik aletler geliştirmişlerdir. Ancak bu çalışmalar, bir önceki bölümde de işaret edildiği gibi, hakikat aşkı, ilim aşkı, araştırma aşkı gibi hususların her zaman canlı tutulamaması gibi sebeplerden ötürü ileriye götürülememiştir. Asrımız düşünürleri ise modern çağın bütün teknik ve teknolojik imkânlarıyla yeniden göğün derinliklerini tetkike yönelmiş ve eski malumatlara nazaran daha yeni, daha derin ve daha orijinal bilgiler elde edebilmişlerdir. Ve bu yeni bilgiler ışığında bir kere daha Kur’ân-ı Kerim’in modern ilimlerle çelişmediği hatta icmâlî mânâda onlarla tam uyumlu olduğu, hatta bazı konularda sunduğu fezlekelerle işi çok önde götürdüğü ortaya çıkmıştır.
İşte onun mucize beyanlarından kâinatın sürekli genişlemesiyle alâkalı bir âyet: وَالسَّمَۤاءَ بَنَيْنَاهَا بِأَيْدٍ وَإِنَّا لَمُوسِعُونَ “Semayı Kendi (Kudret) ellerimizle Biz bina ettik ve (onu) sürekli genişleten de Biziz.”24
İbn Zeyd, Fahreddin Râzî, Zeccac, İbn Kesir, Ebu’s-Suud gibi pek çok eski-yeni tefsirci bu âyeti, “Biz gökleri genişletmekteyiz.” veya “Göklerin çapını genişletiyoruz.” şeklinde anlamışlardır ki, konunun teferruatı bir tarafa, bu anlayışın araştırma ve yeni tespitlerin verileriyle çelişmediği, hatta vak’anın çerçevesi itibarıyla uyum içinde olduğu apaçıktır. Hele, genişleme ile alâkalı âyetin öncesindeki, “Biz Kendi güç ve kuvvetimizle kurduk.” ifadesi, bu mânâyı daha bir güçlendirmektedir.
Günümüzde kâinatın genişlemekte olduğu nazariyesi artık bilim adamlarının pek çoğu tarafından kabul edilen bir konudur. 20. asrın başlarında Amerika’da Wilson rasathanesinden duyurulan bir haberde, gerçekten de o güne kadar duyulup görülmemiş bir yeni iddia yer alıyordu. Gerçi daha önce ona benzer şeyler söylenmişti, ama bunların hiçbiri Wilson rasathanesinin fotoğrafladığı görüntüler kadar etkili olmamıştı.
Bu yeni tespitte, bir kısım yıldızların ve yıldız kümelerinin ışık spektrumları fotoğrafla belgelenmişti. Daha basit bir ifade ile söyleyecek olursak, renk spektrumlarından anlaşıldığına göre bir kısım yıldızların bizden uzaklaşması, spektral çizgilerin sona yani kırmızıya doğru kayması gibi bir durum söz konusuydu. Amerikalı bir uzman olan Dr. Hubble uzun süren araştırma ve gözlemlerinden sonra, bu hâdiseyi değerlendirerek Batı dünyasında ilk defa kâinatın genişlediği tezini ortaya attı. Bu iddia karşısında 1929’ların ilim dünyası, işin doğrusu hayret ve heyecana kapılmıştı.
Daha sonraları ise, Belçikalı bir matematikçi olan rahip Lemaitre, bu işin matematik açısından hesabını yapmış ve Dr. Hubble’ın tezine katıldığını duyurmuştu. Büyük patlama (Big Bang) ismi verilen bu teoriye göre galaksiler birbirlerinden uzaklaşmakta, uzay tıpkı bir balon gibi şişmekte ve kâinat dev boyutlarıyla irileşip büyümekteydi. Bu şekilde galaktik sistemlerin birbirlerinden uzaklaşmalarının keşfedilmesi, ilim tarihinde en çarpıcı başarılardan biri olarak yerini alıyordu.
Galaksilerin birbirlerinden uzaklaşmalarının ölçü ve hesabındaki katsayıya “Hubble sabiti” denmektedir. Bu ölçeğe göre aralarında bir milyon ışık yılı uzaklığı bulunan herhangi iki galaksi, birbirlerinden saniyede 20 km hızla uzaklaşmaktadırlar. Eğer bu iki galaksi arasındaki uzaklık, bin katına çıkarsa, bunların birbirlerinden uzaklaşma hızları da bin misli artacaktır. Aynı ölçüleri bizden 10 milyar ışık yılı uzaklıktaki bir galaksiye uygulayacak olursak, bu galaksinin saniyede 200 bin km hızla bizden uzaklaştığı, yani o noktada bir genişlemenin var olduğu söz konusudur ki, bu müthiş sürat, ışık hızının üçte ikisi kadardır.
Bu âyet nazil olduğu zaman bu mevzuda söylenen sözler ve verilen misaller kavranamadığından tabiî olarak tenkit edilebilirdi. Ancak müspet bilimin henüz bazı şeyleri hecelemeye çalıştığı bir dönemde, Kur’ân’ın gayet sade ve vak’anın raporu türünden, “Biz (semayı) elbette genişletmekteyiz.” diyerek dünkü insanlardan daha çok, bugünün insanlarına meydan okurcasına böyle bir beyanı, üzerinde ciddî ciddî durulmalıdır.
Dikkat edilecek olursa burada mesele hiçbir tevil ve tefsire girilmeden ve tamamen asrın mantığına ve ilimlerin ulaştığı seviyeye uygun olarak ortaya konmuştur. Kur’ân, semanın durmadan genişletilmekte olduğunu لَمُوسِعُونَ şeklindeki beyanıyla tekitli olarak ifade etmiş ve bununla, kâinatın genişlemesinde kat’iyen kimsenin şüphe duymaması gerektiğini vurgulamıştır. Ayrıca burada, konu anlatılırken isim cümlesi kullanılmaktadır ki, fiil cümlesi, tekrar ve teceddüt ifade etmesine karşılık, isim cümlesinin devam ve sebata delâleti de, kâinatın genişlemesinin devamlılığını ifade açısından gayet mânidardır.
Bu açıdan 14 asır önce nazil olmuş bir kelâmın 20. asırdaki keşif ve tespitlerle mütenakız bulunmayışı bile, o kelâmın “Kelâmullah” olduğunu göstermesi bakımından yeter zannediyorum. Aslında böyle bir kelâmı Allah’ın ilm-i ezelîsine bağlamadan izah etmek de mümkün değildir. Evet, Kur’ân, Allah’ın mu’ciz bir kelâmıdır ve O’ndan başka bir varlığa izafe edilmesi de asla söz konusu olamaz.
Ayrıca burada, kâinatın genişlemesi bildirilirken çok önemli bir diğer gerçeğe de işaret edilmektedir. Şöyle ki, kâinatın belirli bir sâbite ile sürekli genişlemesinin kesin ve temel bir neticesi vardır ki, eğer zamanda geriye doğru gidilecek olursa kâinatın da küçüldüğü görülecektir. Kâinat devamlı genişlediğinden dolayı, yüz sene evvelki kâinat, şimdiki hâlinden daha küçüktür. Binlerce, hatta milyonlarca sene önceki kâinatın şimdikinden daha küçük olması, ilmî hiçbir itirazın söz konusu olmadığı son derece çarpıcı bir gerçektir. Bu şekilde yeteri kadar maziye gidildiğinde, nokta kadar küçük, fakat sonsuz sıcaklıktaki nüve bir kâinatla karşılaşılacaktır.
İşte bu nazariyeye göre kâinat, Allah’ın emir ve iradesi çerçevesinde, büyük bir patlama (Big Bang) ile bu şekildeki bir başlangıçtan, yani fizikî olarak bakıldığında “yok”tan yaratılmıştır. Bugün ilim adamları kâinatın büyük bir patlama ile maddî olarak yokluktan veya kaostan çıkıp varlığa erdiği hususunda müttefiktirler. Kâinatın büyük bir patlama ile yaratılması, yapılan başka araştırmalarla da desteklenen güçlü bir teori olarak kabul edilmektedir.
Evet, kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın كُنْ “Ol” emriyle yokluktan varlığa geçerek çok farklı şekil ve hüviyetler kazanmıştır. Son tespitlere göre de o, 13-14 milyar sene arasında bir yaşa sahiptir.
L. Güneş Sistemi ve Dünyanın Meydana Gelmesi
Güneş, dünyamızın da içinde bulunduğu gök sisteminin merkezi durumunda olup, çevresindeki gezegenlere ve dolaştığı alana, ısı ve ışık yayan büyük bir gök cismidir. Dünyadan çap olarak 109 kat daha büyük ve takriben 4,6 milyar yaşında olan güneşin içindeki sıcaklık 15 milyon dereceye kadar varmaktadır. Ondan uzaya doğru fışkıran sıcak gaz sütunlarının uzunluğunun 400 bin km’yi bulduğu söylenmektedir. Onu teleskoplarla gözlemleyenlerin, bu ihtişam ve heybet karşısında dehşete kapıldıkları, kapılacakları da bir gerçektir.
Güneşe, onu emrine musahhar kılan ve zimamını elinde bulunduran Yüce Allah’ın musahhariyeti noktasından bakıldığında, bu kadar dehşetli ve celâlli olan güneşin yeryüzünde oldukça zayıf, hakir ve insanoğlunun hizmetine musahhar bir hizmetçi olduğu görülecektir. O, ısı ve ışık yayarken, bir taraftan yeryüzünü ısıtıp aydınlatmakta, diğer taraftan da bitkilerin fotosentezine vesile olarak yeryüzünde hayatın bekâ ve devamına hizmet etmektedir.
Dünya ise, üzerinde, Allah’ın türlü türlü nimetleriyle perverde olduğumuz ve Kur’ân’da kendisinden bir “beşik”25 olarak bahsedilen, Cenâb-ı Hak tarafından insanın hizmetine tahsis edilmiş bir tayyare, bir semavî gemi ve bir binektir.
Dünyanın böylesine muhteşem bir şekilde hazırlanması, güneşin belli vakitlerde doğup, dev bir mum gibi dünyayı aydınlatması, belli vakitlerde de gidip guruba kapanarak insanın istirahatine zemin hazırlaması ve onun kendi sistemi içindeki hareketi, kendine bağlı cisimler üzerindeki müessiriyeti, ziyası, renkleri, farklı istidatların gönüllerine farklı ilhamları ile öteden beri düşünürlerin kafasını hep meşgul edegelmiştir. İlk çağdan beri düşünce, fikir ve ilim adamları, güneş sisteminin teşekkülü, dünyanın meydana gelmesi ve bunun semavî sistemlerle münasebetleri vs. gibi konular hakkında pek çok nazariyeler ortaya atmışlardır.
Dünya ve güneşle ilgili –bir nazariye de olsa– ilk derli toplu malumatı Buffon vermiştir. Buffon’a göre güneş, önceleri garip, yalnız, kimsesiz bir yerde bir gaz yığını hâlinde meskûn olup, hâlihazırdaki bütün aktiviteleri kendi içinde ketmedilmiş bir vaziyetteydi. Daha sonraları bir kuyruklu yıldız gelerek ona çarptı; derken onun yüzünde bir kısım damlacıklar ve lekeler meydana geldi. Sonra da bu damlacıklar, güneşin etrafındaki peykler hâline dönüştü. Evet, güneşin hacmi o kadar büyüktür ki, o koca peykler onun etrafında ancak birer damlacık sayılabilirler.
Bu nazariye, ilk bakışta akıl ve mantığa uygun gelebilir. Zira Allah (celle celâluhu) isterse bir kuyruklu yıldızı güneşe çarptırır, sonra ondan damlacıklar hâsıl eder ve o damlacıklar ani’l-merkez (merkezkaç) bir hareketle ondan uzaklaşır, ile’l-merkez (merkezçek) esasına göre de onun etrafında dönmeye başlarlar. Ve böylece küreler ve peykler bugünkü konumlarıyla ortaya çıkar. Buffon’un bu nazariyesi matematiksel bir değer olarak ispat edilemediği gibi bir hayli tenkit de görmüştür.
Bu meseleye biraz daha çeki düzen verip daha bir sistemleştiren kişi ise Alman filozofu Kant’tır. Ona göre, güneşe herhangi bir kuyruklu yıldız çarpmamıştır. Güneş, müthiş bir gaz yığını hâlinde kendi yörüngesinde hareket ederken birdenbire hareketinde bir hızlanma olmuş, bu hareket şiddetlendiğinde de bu koca gaz yığını hızla soğumaya başlamış ve bu soğuma neticesinde güneşten bir kısım parçalar kopmuştur ki, kopan bu parçalar, bir taraftan “ani’l-merkez” diğer yandan “ile’l-merkez” hareketlere bağlı olarak güneşin etrafında dönmeye başlamış ve böylece güneş sistemi teşekkül etmiştir. Her ne kadar Kant, bir matematikçi olmasa da onun bu görüşleri ilim dünyasında bir hayli zaman hüsnükabul görmüştür.
Konuyu, Kant’tan daha derli toplu bir şekilde ele alan ve onun nazariyesini daha da geliştiren, Fransız matematikçi Laplace’tir. Laplace, Kant’ın nazariyesinin matematikle ispatını yapmış ve onu daha da popülerleştirmiştir. Ama bu nazariye de belli bir süre sonra eskimiş ve onun görüşleri de kendisinden sonra gelen Maxwell’in tenkidinden nasibini almıştır. Maxwell, hem Kant’ın hem de Laplace’in yanıldıklarını ileri sürerek güneş ve gezegenlerin bulunduğu sistemlerin sahasının çok geniş olduğunu ve güneşin çekim sahasını aşacak uzaklıkta daha pek çok sistemin varlığını ve bunların, güneşin çekim dairesi içine girmesinin mümkün olmadığını iddia etmiştir. Öyle ki ona göre, güneşin çekimi, bunları ne cezbedebilir ne de etrafında döndürebilir.
Kant ve Laplace’ın nazariyelerini daha ilmî bir kritiğe tâbi tutan kişi, büyük astronom Sir James Jeans olmuştur. O da kendi fikirlerini delilleriyle ortaya koymuş ve bugün dahi nazariyesi hâkim olan aslen Danimarkalı, Fransız Fen Akademisi üyesi, kozmogoni bilgini Bohr’a kadar ilim dünyası onun fikirleriyle uğraşmıştır. Bohr’a göre başlangıçta mekânın her tarafı gaz ve buhar gibi duman hâlindedir. Atom parçacıkları yavaş yavaş bir araya gelerek kütleleri oluşturmuşlardır. Meydana gelen her kütle, merkezçek durumuyla etrafındakileri çekmiş ve bu kütleler, yavaş yavaş büyümeye başlamışlardır. Başlangıçta böyle olduğu gibi daha sonra da bu parçalanma ve kütleleşme mütemadiyen sürüp gitmiştir. Kâinatta daima atomik parçalanmalar ve çözülmeler olmaktadır ve olacaktır da. Yani sürekli atomlar, bir araya gelerek yeni terkipler ve yeni kütleler oluşturacaklardır. Bir mânâda ömürlerini tamamlayan güneşler, parçalanarak iyonlaşmaya doğru giderken beri tarafta, atomaltı parçacıklar, atomlar derken moleküller toparlanacak ve yine büyük büyük kütleleri meydana getireceklerdir. Ve bu durum da Allah’ın dilediği sürece devam edip gidecektir. Einstein da, bilemediğimiz bir sırla mekânın meçhul bir noktasında yeni yeni kâinatların yaratıldığından söz etmektedir ki bu faraziyeyi ifade ediyor gibidir.
Bu nazariyelerin ortak bir paydada tahlilini yaptığımızda şunları söyleyebiliriz: Evvelkiler de sonra gelenler de başlangıçta kâinatı bir bütün olarak görmektedirler. Kâinat, onlara göre önceleri bir gaz yığınıdır. Sonra partikül, atom ya da moleküllerin çarpışıp bir araya gelerek merkezçek kuvvetler hâsıl etmeleri ve büyük büyük kütleleri meydana getirmeleri şeklinde devam etmektedir. Bu büyüme, bir bakıma anne karnındaki bir cenine benzetilebilir. Zira anne karnındaki yavru ilk önce bir yumurtacıktan ibarettir. Daha sonra bu yumurta içindeki cenin, yavaş yavaş beslendikçe büyüyüp gelişir ve belli bir cesamete ulaşır. Tıpkı bunun gibi, atom parçaları da bir araya gelerek terkipler ve kütleleri oluştururlar ve neticede çok büyük kütlelere sahip uzayın dev cisimleri meydana gelir.
Bütün bunlar, öteden beri kâinatların yaratılışıyla ilgili ileriye sürülmüş faraziyelerdir. İfade değişikliği, üslûbun âmileştirilmesi nazar-ı itibara alınmayacak olursa, genel kanaat bu çerçevede yoğunlaşmaktadır. Şimdi konunun özeti sunularak Kur’ân’ın ne dediğine geçebiliriz.
Buffon, Kant, Laplace, Maxwell, Sir James Jeans ve Bohr’un kâinatın oluşumuyla alâkalı ortaya attıkları faraziyeler, asırlar ve asırlar boyu birbirlerinden etkilenerek teşekkül edegelmiş nazariyelerdir. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’a gelince o, bu mevzuda farklı bir üslûp kullanır; teferruata girmez.. her şeyi meşîet ve ilâhî iradeye bağlar.. tabiat, esbab ve kendi kendine oluşuma kapılarını kapayarak: أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُۤوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَۤاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ “O kâfirler görmediler mi ki (evvelemirde) göklerle yer bitişik idi. Biz onları ayırdık; sonra her canlı varlığı sudan yarattık. Hâlâ inanmayacaklar mı?!”26 şeklinde ferman eder ki; âyet-i kerimeye göre bütün sistemlerin evvelemirde رَتْقًا “bitişik” hâlde olup, sonradan birbirinden ayrıldığı açıkça vurgulanmaktadır. Burada “ratk – bitişik”, Duhân sûresinde “duhân–bulutsu” her ikisi de tek kütle anlamına gelir ki, bu üslûba ve bu icmâle itiraz etmek kabil değildir. Garibtir bu âyet, daha ilk dönem Müslüman ilim adamları tarafından da bu çerçevede anlaşılmıştır. İsterseniz biz şimdi nüanslarıyla o gün nasıl anlaşıldığı üzerinde duralım. O dönem itibarıyla âyette geçen رَتْقًا tabiri üzerinde düşünce ve mülâhazalar şu üç husus üzerinde yoğunlaşmıştır:
1. İbn Ömer ve İbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre âyet, “Başlangıçta semavattaki parçalar ve sema ile yer arasında bir alâka ya da bir alışveriş yoktu. Küre-i arz kuru, sema da bulutsuz idi.” şeklinde tefsir edilmiştir.
2. Bunların talebeleri olan Mücahid, İkrime ve Hasan Basrî vasıtasıyla yine bu zatlardan nakledilen görüşe göre, semavat ve arz رَتْقًا hâlde yani bitişik, işe yaramayan ve eksiği fazlası olmayan bir bütün idi. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu bütünü açıp sistem sistem çözdü ve şekillendirdi.
3. Sahabe ve tâbiînin büyük bir çoğunluğu ise âyeti şöyle anlamıştır: Semavat ve arz bir ratk idi. Yani vardı ama görünmüyordu. (Bir nevi gaz yığını hâlindeydi.) O, Allah (celle celâluhu) tarafından açılıp, çözülüp, görülür hâle getirildi.
Bu görüşleri, İbn Abbas’ın (radıyallâhu anh) meşhur talebelerinden olan Mücahid (radıyallâhu anh) ve velilerin serdarı Hasan Basrî (radıyallâhu anh) gibi tâbiînin iki büyük imamı nakletmektedir. İbn Cerir ve İbn Kesir tefsirlerinde bu görüşlere bir hayli yer ayırmışlardır.27
Bu görüşlerden çıkan netice şudur: Başlangıçta sema ile arz arasında herhangi bir münasebet yoktu. Zira o zamanlar, arz ve sema bir ateş parçası veya duman hâlindeydi. Nitekim bu hakikat, Kur’ân-ı Kerim’de, “Sonra (Allah) semaya yöneldi. Ve o, duman hâlinde idi…”28 âyetiyle ifade edilmektedir ki burada Allah’ın iradesini semaya tevcih ettiğinde, semanın bir “duman-bulutsu” hâlinde olduğu gayet açık olarak zikredilmektedir.
Daha sonraları ise bu kopukluk dönemi sona erecek; sema ile arz arasında bir münasebet başlayacaktır. Allah (celle celâluhu), irade ve kudretiyle bu münasebeti tesis edince gökler ve yer arasında bir alışveriş başlayacak; sema hüzme hüzme ışıklar gönderecek, derken yerde de emr-i ilâhî ile sular yaratılacak, sonra buharlaşmalar.. atmosfer.. bulutlar ve derken yağmur.. nihayet yer ile semanın izdivacı tamamlanmış olacak. Bu izdivaçla hayata müsait bir ortam oluşacaktır ki, Allah, bu oluşumların hepsini Kendi meşîetine bağlayarak, “Biz böyle yaptık.” diyecektir.
Evet, bütün bu oluşumları baş döndüren bir ahenk içinde meydana getiren Cenâb-ı Hak’tır. Zira tesadüflerle bu hâdiseleri izah etmenin imkânı yoktur ve böyle bir iddia da asla makul değildir. Âyetin karakteristik ifadesine dikkat edildiğinde sanki Allah şöyle buyurmaktadır: Semalar bir duman, bir gaz hâlinde idi. Ona yeni bir mahiyet kazandırmak istedim; bu gaz yığınını parçalara ayırarak ondan güneşler ve güneş sistemleri meydana getirdim. Ve o parçaları, parçacıkları peykler hâlinde bir sisteme bağladım ki, sizin dünyanız da o peyklerden biridir ve güneş etrafında dönüp durmaktadır.
Âyet-i kerimedeki üslûp fevkalâde sağlam, net, kapsamlı ve münakaşalara kapalıdır. Onda beşerî faraziye ve nazariyelerin “acaba”larına, “veya”larına ya da tereddüt ve zan dolu ifadelerine rastlamak mümkün değildir. Evet, âyet-i kerimede meseleler gayet muhkem bir kanun şeklinde arz edilmektedir. Öyle ki, âyet bir yandan ilim adamlarını herhangi bir tereddüde düşürmeden araştırmalar yapmaya teşvik ederken, diğer yandan da temkinli yorumlara kapı aralamaktadır.
Zannediyorum, Kur’ân-ı Kerim’in güneş, sema ve dünyayla ilgili muhkem birer kanun hâlinde arz ettiği bu hususlar, astrofizik açısından ciddî bir tahlile tâbi tutulsa onun bütün asırları aştığı görülecektir; görülecek ve bunca teknik alet ve teleskoplarla milyarlarla ışık yılı29 uzaklıktaki cisimleri görme imkânına kavuştuğumuz şu günlerde, Kur’ân’ın ortaya koyduğu kanunların ne kadar sağlam olduğu bir kere daha müşâhede edilecek ve onun karşısına hangi nazariye ile çıkılırsa çıkılsın her zaman onun mu’ciz-beyan ifadeleri düşünce ve araştırma ufkumuzda parıl parıl parlayacaktır. Çünkü Kur’ân’ın üslûbu câmî olup, her asrın ilim ve irfanını işaretlemektedir. Ve bu yönüyle de o, her zaman eşsizliğin remzi olarak anılmaya devam edecektir.
Hâsılı, bir ikinci irade ile Cenâb-ı Hak semaları tanzim edip şekillendireceği ana kadar her şey bir “ratk” ve bir “duhân” halinde idi; Allah (celle celâluhu) onu “fetk” etti (ayrıştırdı, şekillendirdi). Dünya da o ratk’ın bir parçasıydı ve zamanla fetk’in bir önemli ünitesi hâline geldi. Derken, başta o da bir gaz kütlesi iken, zamanla soğudu, sımsıcak bir döşek, bir beşik, bir yuva, bir bağ ve bahçe hâline geldi; geldi ve insanoğlunun istifadesine sunuldu.
Güneş ise, vazifesi gereği eski hâlini devam ettirerek, hidrojenin helyuma dönüşüp durduğu bir fırın, bir ışık kaynağı olma vazifesiyle hayata giden zincirin en önemli halkalarından biri olarak kısmi değişikliklerle yerinde kalakaldı. إِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ “Güneş dürülüp ışığı söndüğü zaman.”30 fehvâsınca, bir zamanlar, ademden (yokluktan), esirden, duhândan yaratılıp başta dünya olmak üzere pek çok kürenin ışık ve hararet kaynağı olan güneş, bu âlemde işi kalmadığı için öbür âlemdeki yerini almak üzere ziyası başına dolanarak, ciddî bir değişimle vazifesini orada sürdürecektir.
İnsanoğlunun yerküre ile buluşması, yerin bir beşik gibi döşenip hayata müsait hâle getirilmesinden sonra olmuştur. Kâinatta hiçbir canlının var edilmesi tesadüflere, tekâmüllere ve tabiata verilemez. Zira her şeyde apaçık bir kast ve iradenin var olduğu görülmektedir. Zannediyorum evrimcilerin çıkmaza düşmelerinin temel sebebi de onların kâinattaki bu irade, şuur, kudret ve hikmeti görememeleri ya da görmek istememelerinden kaynaklanmaktadır. Bu öyle bir çıkmazdır ki, yeni bir kast ve irade söz konusu olmadan, onların bu bakar körlükten kurtulmaları mümkün olmayacaktır. Aslında canlıların genel durumu gibi Allah’ın varlığına ve birliğine apaçık delil teşkil eden böyle bir hususun, tam aksine yorumlanması çok gariptir. Ama onlar, kudret elini görememiş ve kâinattaki bu baş döndürücü sistemin yanında önemli bir vak’a olan hayatı da tabiata ve tesadüflere vermişlerdir.
Kur’ân-ı Kerim insanın yaratılmasını şöyle dile getirmektedir: “O (Allah) dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı. Ve insanı yaratmaya çamurdan başladı.”31
Çamur, balçık ya da yeryüzündeki minerallerden meydana getirilmiş bulamaç, insanın menşe-i aslîsidir. İnsan vücudunda ne varsa hemen hepsi toprakta da vardır. Allah (celle celâluhu) yeryüzünü teşkil eden elementlerden meselâ azot, karbon, hidrojen, oksijen, kükürt vb. gibi maddelerin karışımını, canlı varlıkların temel unsurları olarak kullanmıştır. Evet O, bu karışımı, âdeta bir protein çorbası hâline getirmiş, sonra da bu bulamacı şekillendirip ondan insanları yaratmıştır. Başka bir âyette, insanın yaratılışıyla alâkalı olarak biraz daha ileri bir safhada şöyle denilmektedir: “Andolsun Biz insanı pişmemiş (sulu bir) çamurdan, değişmiş, cıvık (ve kokmuş bir) balçıktan yarattık.” veya “Andolsun Biz insanı, pişmiş kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık.”32
Hilkat ve hayat adına suyun önemini vurgulama sadedinde de: “Biz her canlı şeyi sudan yarattık.”33
“Allah her canlıyı sudan yarattı; onlardan kimi karnı üzerinde (sürünerek) yürür; kimi iki ayak üstünde, kimi de dört (ayak) üstünde yürür. Allah, daha dilediklerini de yaratır; zira Allah, her şeye kadirdir.”34 âyetleri de farklı bir üslûpla işte bu gerçeği ifade ederler.
İnsanın madde-i asliyesinin büyük bir kısmı sudur. En basit hücreden o upuzun, dev Kaliforniya çamlarına kadar her canlı cismin mahiyetindeki su, onların temel moleküllerinden kat kat fazladır. Vücudun ¾’üne yakını sudur. Hücrelerin içindeki organeller, bütün karbonhidrat ve yağ molekülleri, aminoasitlerin hepsi bir mâyi içinde yüzmekte ve bir mâyi içinde hareket etmektedirler.
Meseleye bu açıdan bakıldığında en küçük hücreden en büyük varlıklara kadar bütün canlılarda temel moleküllerinin hepsinden fazla, mâyiatın hâkim olduğu görülecektir. Su, kâinatta da bir esastır; ilk canlılar suların kenarlarında yaratılmışlardır. Bu itibarla hayatın temel kaynağının su olduğu, Kur’ân tarafından açıkça ifade edilmektedir. Modern ilim onu ancak yıllar ve yıllar sonra anlayabilmiştir. Evet, Kur’ân, yukarıda zikredilen âyetlerden de açıkça anlaşılacağı üzere tam 14 asır önce bu hakikati hem de dupduru bir üslûpla ifade etmiştir.
Hâsılı, hayatın hangi safhası ele alınırsa alınsın, tek hücrelilerden en kompleks varlıklara kadar her şeyde suyun hâkim unsur olduğu görülecektir. Kur’ân’ın bu koca gerçeği bir cümlecikte ifade etmesi ise hem ilginç hem de mânidardır. Zira 1400 sene öncesinin insanı ne hücre bilgisinden ne de hayatın terkibindeki su nispetinden haberdardır.
Allah (celle celâluhu) Kur’ân-ı Kerim’de, “Her canlıyı sudan yarattık.”, “Allah, her canlıyı sudan yarattı.”, “Andolsun Biz insanı pişmemiş (sulu bir) çamurdan, değişmiş, cıvık (ve kokmuş bir) balçıktan yarattık.” buyurarak canlıların yaratılışlarındaki bütün aslî unsurları nazara vererek, icmâlî mânâda ilimlere rehberlik yapmakta, tafsilat ve teferruatı zaman ve geleceğin ilim adamlarına bırakmaktadır. Onu icmâlde göremeyen kör, tafsilde, detaya giren de basiretsizdir.
M. Göklerin Direksizliği Beyanı
Bugüne kadar üstümüzde durup o muhteşem hâliyle hep başlarımızı döndüren semalar hakkında kim bilir kaç faraziye ortaya atılmıştır. Dünyanın, Kur’ân’da سَبْح “yüzmek” ve جَرَيَان “sürekli akıp gitmek” kelimeleriyle ifade edilen boşlukta yüzmesi ve görünmez direkler, bilinmez destekler üzerinde durması, ilk devirlerde pek anlaşılamadığı için ortaya atılan faraziyelerde insanı güldürecek çok basit mülahazalara girilmiştir. Meselâ, bir kısım Ehl-i Kitap ulemâsı, meseleyi tam ve vazıh olarak kafalarına yerleştiremedikleri için, dünyanın altına öküz, balık, kaya.. vs türünden şeyler yerleştirme gibi akıl almaz ifadelerde bulunmuşlardır. Onların bu yorumlarına göre dünya, koca bir öküzün boynuzları arasında durmakta, öküz zaman zaman boynuzlarını salladıkça da yeryüzünde depremler olmaktadır. Aslında öküz-balık rivayeti sahih kabul edildiği takdirde ona mâkul, mecazî bir mahmil bulmak da mümkündür.35
Evet, o günün insanı dünyanın boşlukta yüzebileceğini kavrayabilecek kafa ve muhakemeye, daha doğrusu câzibe ve dâfia gibi konulara vâkıf olmadığından böyle düşünebilirdi; ne var ki Kur’ân-ı Kerim, göklerin de yer kürenin de gözle görülür bir desteği, bir direği olmadığını bütün bu semavî cisimlerin görünmez, sezilmez bir güçle birbirine bağlı bulunduğunu ifade buyurarak o eski vehimleri temelden yıkmıştır. Onun bu konudaki beyanı aynen şöyledir:
اَللّٰهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا “Allah O’dur ki, gökleri görebileceğiniz bir direk olmadan yükseltti.”36
Şimdi isterseniz, âyet-i kerimede geçen bazı kelimelerin karakteristik özel durumları üzerinde duralım: “Ref’ etmek”, bir şeyin mekânla irtibatını kesip onu yükseğe kaldırmak demektir. Yoksa yatık bir şeyi kaldırıp dikmek demek değildir. Meselâ, küre-i arz üzerinde bazı tepeler vardır ve bunlar dik dururlar. Fakat bunlara hiçbir zaman “merfu’” yani “kalkmış” denilmez. Yine kafamız, ayaklarımıza nispeten diktir ama biz “kafamız kalkıktır” demeyiz.
Bu âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre Allah (celle celâluhu), dünyayı ve semaları herhangi bir mesnede dayandırmaksızın –Kur’ânî ifadesiyle– وَالسَّقْفِ الْمَرْفُوعِ “Yükseltilmiş tavan”37 olarak başımızın üstünde tutmaktadır. Cenâb-ı Hak bir kanun vaz’etmiştir ki, onunla (atmosferle) dünyayı her gün binlerce göktaşının çarparak mahvetmesinden korumaktadır. Ayrı bir kanun vasıtasıyla da sistemlerin birbirlerine çarpmaları gibi tehlikeleri bertaraf etmektedir.
İlk devir tefsircilerinden olan Mücahid, İkrime, Katâde ve Hasan Basrî (radıyallâhu anhüm) gibi müfessirler, İbn Abbas’ın (radıyallâhu anh) göklerin direksiz olmasıyla ile ilgili âyeti şu şekilde tefsir ettiğini naklederler: Doğrusu semaların bir mesnedi, bir nokta-i istinadı vardır ama, o sizin görebileceğiniz türden değildir. Zira bu, sizin görebileceğiniz mahsûsat (duyu organlarının algılama sahasına giren) cinsinden bir şey olmadığı için siz onu göremezsiniz.38
Âyet-i kerimede, Allah’ın semaları direksiz olarak başımızın üstünde tuttuğu, ancak o tutma unsuru mahsûsat cinsinden olmadığından, onu bizim görüp hissedemeyeceğimiz açıkça vurgulanmaktadır. Evet, bu mesnedi, 20. asır insanı gözle değil, ilimle bilecek ve keşfedecekti (çekme ve itme kanunu). Demek ki bütün cisimler, bir çekme ve itme kanunu içinde hareket etmekteydi. Bu âyetin icmâlen ortaya koyduğu bu tespit de oldukça enteresandır. Zira tarifi yapılıp, ismi konulsa bile, bu iki zıt şeyin asıl mahiyeti henüz bilinememektedir. Gerçi bu konuda daha önce Nevton ve sonra da Einstein gibi bilim adamları farklı mütalaalarda bulunmuşlardır ama, yine de meselenin gerçek mahiyeti ortaya konulamamıştır. Zira onların yapmış olduğu iş, sadece o kanunu tarif edip ismini koymaktan ibaret olmuştur. Meselenin gerçek mahiyetini bilen ve o kanunu vaz’eden Cenâb-ı Hak’tır. Burada esas bilinmesi gerekli olan husus da, Cenâb-ı Hakk’ın, onların isim ve namları ne olursa olsun bu iki zıt kuvvetle semaları mesnetsiz olarak ayakta tutmasıdır.
Hulâsa, göklerde ve yerde düzenin sağlanması için yaratılan dengeler, hiç şüphesiz esbap planında bir kısım kuvvet ve hareketler üzerine oturtulmuştur. Bunda kütleleri meydana getiren maddenin çeşidi, evsafı, kütlenin büyüklük ve ağırlığı, çekim gücü, hareketliliği ve diğerleri arasındaki mesafeler, hatta Einstein’ca bir yaklaşımla uzayda bir yer işgal eden gök cisimleri ve bütün gök adalarının tesirleri söz konusudur. Ama, işin mahiyeti gidip Kuran’ın dediğine dayanmaktadır.
İsterseniz bu konuyu da şu iki âyetin meal-i münifiyle bağlayalım:
“Allah, o Allah’dır ki, görüp durduğunuz şu gökleri direksiz yaratmış ve sizi sarsar diye de yeryüzüne de ağır baskılı dağları yerleştirmiştir.”39
“Allah o Zât-ı Ecell’dir ki, gökleri sizin de görüp durduğunuz gibi direksiz yükseltmiştir.”40
N. Gece ve Gündüzün Başına Sarılan Sarık
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın, ilim, fen ve tekniğe ışık tutacak mesajlarından biri de “gece ile gündüzün birbirinin başına sarık gibi dolandığı” türünden mecazî fadeleridir. 14 asır öncesinin mantık ve idrak ufkuna riayetle beraber 20. asır ve daha sonraki dönemlere de ışık tutan bu âyetler, bilhassa güneş ile dünya arasındaki ilginç münasebeti ortaya koymada fevkalâde orijinaldir:
خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ يُكَوِّرُ اللَّيْلَ عَلَى النَّهَارِ وَيُكَوِّرُ النَّهَارَ عَلَى اللَّيْلِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى
“(Allah) Gökleri ve yeri hak ile yarattı. O sürekli geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor. O güneşi ve ayı buyruğu altına aldı ve her biri belli bir süreye kadar akıp gitmektedir..”41
“Tekvir” kelimesi, Arapça’da bir şeyi sarmak, yumak hâline getirmek ve dolamak demektir ki, sarığın başa sarılmasına da “kevru’l-ımâme” denmektedir. Her şeyden önce âyetteki ifadeler ve seçilen kelimelerin hususiyetleriyle açıkça dünyanın küre şeklinde olduğu vurgulanmaktadır. Evet, gece ile gündüzün dünyanın başına birer sarık gibi sarılmakta olduğu ifadesi gayet mânidardır. Aynı zamanda âyet, bu işin sürekli olduğunu ifade etmekte ve her zaman gecenin, zulümatıyla etrafı karanlığa boğup gündüzü takip etmesini ve böylece mevcut sistemin, âdeta bir mekik gibi işleyip durmasını anlatmaktadır ki, bunlar oldukça ciddî ipuçları sayılırlar.
Şu âyet, ilk beyandaki iphamı daha bir açar:
إِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا
“(Allah gökleri ve yeri altı günde yarattıktan) sonra iradesini Arş’a tevcih etti. Gündüzü kovalayan geceyi de gündüzün üstüne örtmektedir.”42 der.
Burada geçen يُغْشِي fiilinin mastarı غَشْي kelimesi, örtmek, bürümek, örtü üstüne bir örtü daha getirip örtmek gibi mânâlara gelmektedir. Bu örtü gece olsun, gündüz olsun fark etmez; gece ve gündüzün birbirini bürüdüğünü ifade ettiği açıktır.
Ayrıca bu ifadeyi nahiv açısından tahlil edecek olursak; اللَّيْلَ ve النَّهَارَ’ın her ikisi de mefuldür. Arapça gramer esaslarına göre, burada olduğu gibi iki meful peş peşe geldiğinde ikisinden birini fâil takdir etme durumu söz konusu olur. Bu kaideye göre ilk kelime olan اللَّيْلَ fâil olur. Bu husus da, “Gündüz mü geceyi, gece mi gündüzü takip ediyor?” konusuna açıklık kazandırma açısından fevkalade önemlidir. Zira burada hangi kelime önce gelmiş ise örten ve süratle diğerini takip eden odur. İkinci kelime ise örtülen ve takip edilen durumunda kalır. Bu demektir ki her zaman gece, gündüzü takip etmekte ve karanlık ışığı örtmektedir.
Ayrıca âyet-i kerime diğer bir detaya da حَثِيثًا kelimesi ile işaret eder. Şöyle ki, “bu, seri bir şekilde ve baş döndürücü bir hızla” hareket demektir. Meşhur Rus astronotu Gagarin’in biri çirkin, diğeri de güzel olan iki tespiti vardır: Birincisi, bu tâli’siz insan, atmosferin üstünde muvakkat bir seyahatten dönünce şöyle demişti: “Gökyüzüne çıkıp dolaştım. Fakat orada Allah diye bir şeye rastlamadım.” İkincisi ise, “Dünyadan uzaklaştığımda mütemadiyen arz üzerindeki dairelerde karanlığın ışığı takip ettiğini gördüm.. evet güneşe ters düşen taraftan dünyanın etrafında sürekli karanlık bir perde dolanıyordu.” sözüdür.
Evet, dünya, küre şeklinde olup süratle güneşin etrafında döndüğünden, güneşe ters gelen taraftaki karanlık, âdeta bir perde gibi sürekli ışığı kovalamaktadır. Ne var ki insanın bunu tam kavrayabilmesi için mutlaka bir feza yolculuğu yapması gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerim, asırlar önce bu hususu, يَطْلُبُهُ حَثِيثًا tabiriyle işaretler. Yani “Karanlık, süratle ışığı kovalamaktadır.” sözcüğüyle buna dikkatleri çeker.
Bundan da anlaşılmaktadır ki, karanlık olan dünyadır; ışık olan da güneş. Buna göre süratli bir şekilde ışığı takip edip kovalayan dünyadır ve o bir sapan taşı gibi hep güneşin etrafında dönmektedir. Şayet dünya, küre şeklinde olmayıp bir satıh gibi olsaydı, karanlık sürekli ışığı kovalayamazdı. O zaman bu sathın bir yüzü daima ışık, diğer yanı da karanlık kalırdı.
Evet, bütün bunlar birer işaret olup ilmî tespitlerle çelişmemektedir ki, Kur’ân bunu iki kelimelik bir ifadeyle ortaya koymuştur. Ama bu işaretler öyle komprimeler hâline getirilerek sunulmuştur ki, asrımızda dahi, bu ifadeler tahlile tâbi tutulup incelendiği, dahası dev teleskoplarla müşâhede edildiği zaman Kur’ân’ın hakikatlerinin pırlanta gibi nazarlarda arz-ı dîdar ettiği görülecektir. Evet, insanlık, ilim ve teknolojide ilerledikçe, Kur’ân’ın ifadelerinden daha pek çok sırlı nükte ortaya çıkacak ve böylece Kur’ân, bir kere daha hakikat diliyle ilâhî kelâm olduğunu haykıracaktır.
O. Dünyanın Şekli
Allah semaları bir kanun ve nizam ile intizama koyup zapturapt altına aldıktan sonra dünyaya da İrade ve Kudretini tevcih ederek onu da düzenleyip yuvarlak bir şekle sokmuştur.
Kur’ân-ı Kerim, bu gerçeği, وَأَغْطَشَ لَيْلَهَا وَأَخْرَجَ ضُحَاهَا وَالْأَرْضَ بَعْدَ ذٰلِكَ دَحَاهَا “(Sema ve dünyanın) Gecesini örtüp kararttı, kuşluğunu (güneşini) açığa çıkardı. Bundan sonra da yeri yayıp yuvarlak olarak döşedi.”43 âyetiyle ortaya koymaktadır.
Âyetten anlaşıldığına göre, semanın tertip ve tanzim işi bitmiş, gece ve gündüz takdir edilmiş; sonra da dünya “udhiye” hâline getirilmiştir.
Âyetteki bazı tabirler üzerinde durmadan önce burada bilhassa bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Herhangi bir cismi tarif etmek isteyen bir insan, meselâ cisim yuvarlaksa, “yuvarlak” diyerek tarif eder. Aynı zamanda daha bir vuzuha kavuşturma adına tarif etmek istediği o cismin yuvarlaklığını, “elmamsı”, “portakalımsı” gibi yuvarlaklığı bilinen bir nesneye benzetme yaparak tarif eder. Böylece o, bu benzetmeyle hem o cismin yuvarlaklığına, hem de yuvarlaklığın özelliğine işaret etmiş olur.
Bunun gibi Kur’ân da, anlatmak istediği meselelerin hakikatini söylemenin yanında, bir benzetme ile de o hakikatin ayrı bir hususiyetine dikkatleri çeker. Zikredilen âyet-i kerimede geçen دَحَى fiili, özellikle seçilerek kullanılmıştır. Zira bu kelime, دَحْو veya دَحْي kökünden gelmektedir. Bu kökten türetilmiş bir isim olan أُدْحُوَّة veya أُدْحِيَّة de “deve kuşu yumurtası” demektir. Dolayısıyla دَحَى kelimesinin karakteristik yapısından anlaşılmaktadır ki, Allah (celle celâluhu) semayı tanzim ve tertip ettikten sonra yerküreye yönelmiş ve onu da deve kuşu yumurtası gibi “elipsoid” şeklinde düzenlemiştir. İlk devirden beri Müslüman müfessirler, dünyanın yuvarlak olduğunu söylemişlerse de bu hakikat tam olarak ancak bugün anlaşılabilmiştir. Bazıları böyle bir yaklaşımda tekellüf görseler de, Kindî’den Gazzâlî’ye, ondan da Fahreddin Râzî’ye pek çok eski müfessirin yanında modern yorumcular da bu ve benzer âyetlerden yeryüzünün küreviyetini istinbat etmektedirler.
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, kendine has ifade ve üslûbuyla ele aldığı konuları öyle bir titizlikle ortaya koyar ki, fünûn-u müspete onca geniş imkânlarla her şeyi gayet net tespit ettiği hâlde, onun Kur’ânî ifadelerin derinliği ölçüsünde ve ihtimallere açık bir üslûpla aynı şeyleri ifade edebildiği söylenemez. 20. asrın her şeyi tek gözle gören maddeci ve materyalist zihniyeti, Kur’ân’ın bu yüce hakikatlerini –hiç olmazsa çağla uyumunu– görmezlikten gelse de, onun neşrettiği hakikatlerin yayılmasına ve gönüllere girmesine mâni olamayacak ve buna gücü de yetmeyecektir. Zira ilimler geliştikçe Kur’ân daha da iyi anlaşılmakta ve gençleşmektedir.
İhtimal bir gün müspet ilmin bütün dalları, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu haykıracak ve yeryüzünde yeni bir Kur’ân çağı başlatacaklardır. Zira ilmin araştırma alanı, Allah’ın baş döndüren bir sanat meşheri ve sırlı bir kitabıdır. Yer küreyi yumurta gibi şekillendiren, güneşi dev bir mum gibi semaya yerleştiren, nebülözleri ve koca sistemleri tesbih taneleri gibi elinde evirip çeviren, mutlak kudret sahibi olan Allah’tır. Aynı zamanda insanın derinliklerine, kalbine ve hissiyatına nazar eden ve onun iç âlemini de baş döndürücü bir keyfiyet ve zenginlikte dizayn eden yine O’dur.
Ö. Kur’ân’da Atmosferle İlgili Gerçekler
1. Farkında Olmadığımız Nimet: Atmosfer
İnsan, çok defa Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği nimetlerin farkında olamaz. Bazen de olsa bile gereği gibi şükrünü eda edemez. Öyle zamanlar olur ki o, ülfet ve ünsiyetin kıskaçları arasında, bakarken görmez, gördüklerini değerlendiremez ve bin bir nimet içinde yüzüp durduğu hâlde, her yandan kendini kuşatan bu nimetlerin farkına bile varamaz.
Evet, kâinattaki her şey insanın emrine musahhar kılındığı hâlde o, böyle bir musahhariyetin idrak ve şuurunda olamama gibi bir körlük ve gafletle maluldür. İnsanlar pek çoğu itibarıyla nimetlerin şuurunda olsa da, Allah’ın bahşetmiş olduğu, onca lütuflara hakkıyla hamd ve şükürle mukabelede bulunanlar enderdir. Kur’ân, وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ “Kullarımdan gereği gibi şükreden çok azdır.”44 der.
Allah başka bir âyette, değil şükrünü eda edebilmeye, verdiği nimetleri saymaya bile gücümüzün yetmeyeceğini bildirerek şöyle buyurur: وَاٰتَاكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَۤا إِنَّ الْإِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ “(Allah) size, istediğiniz her şeyden verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalksanız, sayamazsınız. (Doğrusu) insan, çok zalim, çok nankördür.”45
Evet, Mün’im-i Hakikî –gerçek nimet veren– sadece ve sadece Cenâb-ı Hak’tır. Evet her şeyi veren O’dur. Ama gel gör ki insan, çok nankördür ve bu nimetleri veren Zat’ı, hatta bazen verilen nimeti dahi unutup şükür ufkunda küfran-ı nimetlere düşer. Öyleki Hak’tan ona sağanak sağanak nimetler yağar gelir de o bunların hiçbirinden haberdar değildir.
Aslında Allah’ın in’am ve ihsan ettiği nimetleri saymaya gücümüz yetmez ama biz, şimdilik onlardan sadece biri üzerinde objektifimizi gezdirerek, kısmen dahi olsa ülfetimizi dağıtma denemesinde bulunacağız.
Kur’ân, yer yer bilim ve tekniğe ait nimetlerden bahseder. Ancak o bu bahisleri çok defa mücmel olarak sunar. Dolayısıyla insan, dikkatle bakmadığı takdirde onlardaki esrarı kavrayamaz. İşte pek farkında olmadığımız, Allah’ın büyük nimetlerinden biri de, şu her an başımızın üzerinde bizi bir sera gibi koruyan, hava ihtiyacımızı karşılayan, seslerin, sözlerin intikalini sağlayan atmosferimizdir. Ona ister hava küresi, ister gaz kütlesi veya atmosfer, ister canlıların yaşamalarına müsait bir vasat teşkil etmesi yönüyle biyosfer denilsin ve isterse bunların dışında daha başka adlarla anılsın, onun yeryüzü hayatının başlangıcından günümüze kadar devam etmiş ve bundan sonra da –Allah’ın takdir ettiği müddete kadar– devam edecek olan büyük nimetlerden biri olduğunda şüphe yoktur.
Atmosferin sayılamayacak kadar vazifeleri vardır. Eğer insan, Allah’ın onu ne denli büyük ve mühim işlerde istihdam ettiğini bilseydi, hayretten başı dönerdi. O basit gaz yığınlarının, insana nasıl hizmet verdiğini ancak günümüzün bilim ve araştırmaları sayesinde bir parça olsun kavramış sayılırız. Beşer, her gün sudan ve ekmekten daha fazla muhtaç olduğu havayı kendisine ihtiyacı nispetinde ihmal etmeden –Allah’ın izniyle– veren atmosferin ne büyük bir nimet olduğunu, bilhassa onun belli ölçüde bozulduğu ve genel nizamının altüst olduğu şu günlerde bunu daha bir anlamış bulunuyoruz.
Her gün feza-i ıtlaktan dünya semasına on binlerce meteor (göktaşı) yağmaktadır. Ama atmosfer sahip olduğu tabiî savunma gücüyle bu taşlara karşı âdeta koruyucu bir çatı vazifesi görmektedir. Ayrıca o, rüzgârların oluşmasında da çok önemli bir ortam oluşturmaktadır. Öyle ki, onlar, değişik adlar ile zikredilirken kâh meltem olup kâkülümüzü okşamakta, kâh rüzgâr olup tohumları taşıyarak aşılama yapmakta, kâh fırtına olup bulutları birbirine karıştırmakta ve yağmurun yağmasına vesile olmaktadırlar. Rüzgârlar, bazen kutuplardan ekvatora doğru, bazen de ekvatordan kutuplara doğru esmekte ve bütün bu menzillerde farklı isimler alarak farklı fonksiyonlar eda etmektedirler; etmekte ve ilâhî meşîetle insanın emrine âmâde olduklarını sergilemektedirler.
İnsan, yeryüzünde gezip tozarken çok defa o nimetin farkında değildir ama nimet sahibi cömert, nimet de vefalıdır ve bu sayede insanoğlu asla mahrumiyet yaşamamaktadır. İnsan, yazın boğucu sıcağında çalışırken ve kan ter içinde kaldığı anlarda, ne büyük bir iştiyakla rüzgârın esmesini bekler; bekler de bir meltem gelip onun vücudunu okşayınca onun ne büyük bir nimet olduğunu anlar; tabiî sahibini biliyorsa.
İnsanlar birbirlerine seslerini yine atmosfer vasıtasıyla duyurmaktadırlar. Onun dışına çıkan kimse, bir metre uzağında bulunan birine dahi sesini duyuramaz. Zira sesi taşıyan atmosferdir. İnsan, zeminin üzerinde bitkilerin başlarını okşaması ve serinletmesini, bulutları sevk edip birbiriyle buluşturmasını, erkek tohumları dişi tohumlara aşılamasını düşündüğünde ancak, havanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlar ve böylesi büyük bir nimetin tesadüflerin işi olmadığını idrak eder.
Evet o, Allah’a inandığı, her şeyi O’na verdiği, eşyayı tesadüflerin sisli dumanlı dünyasından kurtarıp hakikî sahibine teslim ettiği an, her şeyi daha bir farklı duyar ve hisseder. Aksine o, inat edip nankörlükte bulunduğunda, duygu dünyası gibi arz ve hava da ona yüzünü ekşitecek, tayfun, fırtına ve hortum olup, belâ ve musibetler hâlinde algılanacaktır.
Evet, her şeye iman nazarıyla bakmak, eşyayı Kur’ân perspektifinden ele alıp tetkik etmek ve yorumlamak çok önemlidir.
“Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalksanız, sayamazsınız.”46
Nasıl sayacaksınız ki; Cenâb-ı Hak bir tek şeyi evirip çevirerek, ondan bin türlü nimet meydana getirmektedir. Öyle ki, insan hangi nimeti ele alsa, onun içinde ayrı bir nimetle karşılaşmakta ve kendini iç içe nimetler dairesi içinde hissetmektedir. Bu iman sayesinde o, havanın tatlı tatlı esmesini, denizlerin üzerinde küçük dalgaları meydana getirmesini ve bir âşık-mâşuk münasebeti içinde cilvelenmesini, tohumları aşılamasını ve saçlarını bir anne şefkatiyle okşamasını düşündüğünde devamlı farklı nimetlerle karşılaştığını duyar ve şükranla gerilir. Aslında, farklı keyfiyetlere bürünen bu nimet, gerçekte bir tek nimettir. Ama Cenâb-ı Hak, büyüklüğünün bir ifadesi olarak biri bin yapmakta ve bir tek nimeti insana bin nimet şeklinde sunmaktadır.
Şimdi de, Allah’ın bu büyük nimeti olan atmosferi çeşitli yönleriyle ele alıp, ilmin geldiği seviye ile Kur’ân’ın asırları aydınlatan beyanlarının nasıl mutabakat arz ettiğini görelim. İtiraf etmeliyim ki, Kur’ân’ı hangi tarzda ele alırsak alalım, içinde yetiştiğimiz çağın kültür ve bilim seviyesinin tesirinde kalmadan onu kendi hususiyetleriyle aksettirmek oldukça zordur.
Bu itibarla da ortaya konan faraziyeler, bugün için orijinal gibi görünse de, daha ilerideki asırlarda belki de pörsüyüp gidecektir. Ancak, pörsüyüp giden bütün bu şeylerin yanında eskimeyen ve pörsümeyen bir tek şey vardır ki, o da Kelâm-ı İlâhîdir. Evet ilmî hipotezler eskiyecek, teknik ve teknolojik vasıtalar yorulacak ve belki de bütün bunlar, neticede gidip Kur’ân’ın sarsılmaz ve yıkılmaz temel kaidelerine sığınacaklardır.
2. Kuşların Atmosferde Uçması
Kur’ân-ı Kerim’de kuşların atmosferde nasıl uçtukları ve hangi katmana kadar yükselebildikleri anlatılmakta ve bu husus anlatılırken de جَوِّ السَّمَۤاءِ47 tabiri kullanılmaktadır ki, bu tabirle, daha ziyade canlıların cevelangâhı olan biyosfer kastedilmektedir. Kur’ân’da bir “cevvi’s-sema”, bir de “sema” tabiri vardır ki, bunlardan ilki canlıların yaşamasına müsait olan hava tabakası; ikincisi de diğer bazı gazlar bulunmasına rağmen, canlıların teneffüs ihtiyacı olan yeterli oksijenin bulunmadığı hayata elverişli olmayan diğer tabakalardır.
Suyun içinde ve derinliklerinde, toprakta ve toprağın derinliklerinde, havada ve havanın derinliklerinde yaşayan her canlının sınırlarını aşamadıkları belli alanlar vardır. Kuşların havada rahatça cevelan ettikleri saha, Kur’ân’ın “cevvi’s-sema” tabiriyle ifade ettiği sahadır. Allah’ın bunları Kur’ân-ı Kerim’de anlatıp mü’minlerin nazarlarını bu noktaya celbetmesinde insanlar için belli hikmet ve gayeler gözetilmiş olsa gerek. Yoksa maksat, atmosfer veya havadaki hayatın nasıl olduğu, karada hangi canlıların yaşadığı vb. gibi bilgiler vermek değildir.
Allah (celle celâluhu) bazı âyetlerde, insanların ülfetlerini gidermek ve anlatılmak istenen mevzuda onları tefekküre sevk etmek için biliyor zannettikleri şeylerin ötesinde, bilmeleri gerekli olan şeylere de dikkatleri çekmektedir. Evet, Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da bir şeye bakılmasını emrederken, onlarca hikmet ihtiva eden icraatını dikkatlerimize sunmak ister. Bu yolla insanı, ülfet ve ünsiyetten kurtararak, sanat-ı ilâhî karşısında duyarlı ve hüşyar kılmak, beyan-ı Kur’âniyeyi iyiden iyiye tetkik etmek suretiyle kalbî ve ruhî hayatını inkişaf ettirme gibi pek çok hikmet ve gayeyi hedefler. Bu itibarla da, Kur’ân’ın her beyanını fevkalâde bir dikkatle mütalaa etmek pek önemlidir. Meselâ, “(Feza-i ıtlaka) Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?”48 âyet-i kerimesi mütalaa edilirken, Kur’ân’ın emrinin arkasındaki maksat ve hikmetin kavranması salıklanmaktadır ki, ancak böyle bir dikkat ve teemmülle kelâm-ı ilâhîden alınması gerekli olan şeyler alınabilir.
Bu âyet-i kerimede insan âdeta, feza-i ıtlakta, yıldızların deveranından gezegenlerin cevelanına, güneş sisteminin işleyişinden dünyanın onun etrafında bir peyk gibi dönüşüne, atmosferin pek çok hususiyet ve keyfiyetinden canlı-cansız her şeyle münasebetine kadar iç içe pek çok şeyi birden mütalaaya çağrılmaktadır. İşte bunun için “Bir bozukluk görebilecek misin?” dedikten sonra, hemen “Gözünü, tekrar tekrar çevir ve bak…”49 emriyle de feza-i ıtlakın tekrar tekrar mütalaası emredilir.
Bu ifadelerle insana, âdeta şöyle denmektedir: Bu koca semaya istersen bir de astronominin kanunları, fizik ve matematiğin faraziyeleriyle bak! İstersen konuyu bir de laboratuvarlarda değerlendir; sonra bir kez daha bakmayı dene! Böyle davrandığın takdirde herhangi bir âhenksizlik, genel nizamı ihlâl edecek herhangi bir hareket ya da müspet ilimlerle mütenakız herhangi bir durum görmeyeceksin. Sizden öncekiler bunları çıplak gözle yapmaya çalışıyorlardı. Onların teleskopları, dev dürbünleri ya da elektron mikroskopları yoktu. Siz, bütün bu imkânlara sahipsiniz; öyleyse Allah’ın o âlemlerdeki türlü türlü nimet, sanat ve icraatlarını müşâhede edin; edin ki iz’an, irfan ve imanınız artsın ve milyonlarca sistem içindeki o müthiş âhengi, âhenk içindeki vahdeti ve vahdet içindeki Allah’ın ayân beyan mevcudiyetini görebilesiniz. Kur’ân-ı Kerim bu ifadeleriyle insanı hem feza-i ıtlakı temâşâya hem de onu araştırmaya sevk ve teşvik etmektedir.
Evet, Allah (celle celâluhu), kuşların semanın belli bir tabakasında uçuşlarına dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır:
أَلَمْ يَرَوْا إِلَى الطَّيْرِ مُسَخَّرَاتٍ فِي جَوِّ السَّمَۤاءِ مَا يُمْسِكُهُنَّ إِلَّا اللّٰهُ
إِنَّ فِي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
“Onlar,(kâfirler ve müteredditler) göğün boşluğunda emre boyun eğdirilmiş olarak uçuşan kuşları görmediler mi? Onları orada Allah’tan başkası tutamaz. Kuşkusuz bunda inanan bir toplum için ibretler vardır.”50
Bu âyet-i kerimede daha önce de işaret edildiği gibi “جَوِّ السَّمَۤاءِ – göğün boşluğu” ifadesiyle “kuşların belli bir tabakada uçtuklarının” gaybî bir şekilde haber verilmesi fevkalâde dikkat çekicidir. Pek çok Müslümanın bu âyete, gerektiği ölçüde derince baktığını zannetmiyorum. İhtimal biz, bizi kuşatan atmosfer ve biyosferin alt ve üst katmanlarının hep bir olduğunu zannetmişizdir. Oysa mesele iyiden iyiye ve derinlemesine araştırılıp incelendiğinde, atmosferin birbirinden farklı tabakalarının olduğu ve bu tabakaların ayrı ayrı hususiyetleri haiz bulunduğu ortaya çıkacaktır. Farklı ısı dağılımlarıyla karakterize edilen bu tabakalar şunlardır: 1. Troposfer. (Biyosfer, bu tabakaya dahildir.) 2. Stratosfer. 3. İyonosfer. 4. Exosfer.
Yukarıda zikredilen Nahl sûresinin 79. âyet-i kerimesinde “imsak” tabiri kullanılmıştır. “İmsak” kelimesi, if’al babından olup cevvi’s-semanın daha evvel Allah (celle celâluhu) tarafından tanzim edilerek, kuşların uçmasına müsait bir hâle getirilmiş olduğuna işaret etmektedir. Binaenaleyh onların orada uçmasına fırsat veren yine bir nizam-ı ilâhî ve kanun-u ilâhîdir. Kuşların gökyüzünde bir uçuş alanları vardır. Bu saha, canlıların içinde gezip tozabilecekleri bir sahadır. Bu saha dışına çıkıldığında o âhenk ve düzenin canlıların aleyhine bozulması mukadderdir.
Diğer canlılar için durum böyle olmakla beraber âyette insanın sahip olduğu ve olacağı vasıtalar ile oraya çıkacağı ve oranın, canlıların yaşaması için müşkil bir yer olduğunun keşfedileceği hakikatine de işaret edilmektedir. Tabiî, bu yükselmelerin hemen bir kerede gerçekleşmeyeceği de açıktır. Defaatle denenecek, zorlanacak; yerçekimi, sürtünme ve atmosfer şartları aşıldığında böyle bir hülya da gerçekleşecektir. İşte âyet: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi (tıkayıverir ve) dar, tıkanık hâle getirir. 51
Konu âyette, kâfir ve mü’minin, yani kalbi hidayete açılanın ve hidayete karşı kaskatı olanın; içinde iman ve mârifet nurunun lemean ettiği insanın, küfür ve dalâlet sapıklığında boğulup da göğsü daralan kimsenin durumuyla mukayese esprisi içinde verilmiştir.
İnsan, iradesini iyi kullanıp, mârifet-i ilâhî istikametinde sarf eder ve Allah da (celle celâluhu) onun hidayetini murad buyurursa, o kişinin gönlünü İslâm’a açar ve kalbine de genişlik verir. Burada “insanın iradesini işin içine katmasını” biz ekledik. Çünkü selef öteden beri böyle durumlarda hep beşerin irade ve ihtiyarını nazara vermişlerdir. Yani onlar, insan iradesi olmadan o istikamette bir meşîet-i ilâhî taallükünü düşünmemişlerdir. Vâkıa Allah’ın irade ve meşîeti, insanın iradesine bağlı değildir. Allah, Mâlikü’l-Mülk’tür ve mülkünde her zaman dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Ama adalet-i ilâhî ve hikmet-i Rabbanî, O’nun kullara ait takdir, tayin ve hidayet ü idlâllerinde onların iradelerinin de taalluk etmesini şart-ı âdi olarak esas almıştır. İşte biz de burada kulun iradesini bu mülâhaza ile zikrediyoruz. Evet, insan, istediği şeyin peşine düşecektir ki, Allah da onun hidayetini murad buyurunca kalbine inşirah versin. Evet insan, isterse Allah da onun kalbine genişlik verir ve o kişi imandan zevk alır, zevk alır ve hayatını cennetlikler gibi yaşar.
Şimdi de bu âyetin mevzuumuzla alâkalı daha farklı bir yönü üzerinde duralım: Cenâb-ı Hak, iradesini kötüye kullanan bir insanın dalâletini murat buyurursa onun göğsünü daraltır. İman etmemek ve bu imanın gereği olan ibadetleri yapmamak, böyle bir kimsenin kalbinde, ciddî bir darlık ve sıkıntı meydana getirir. Kâfir, iradesini iyi yönde kullanmadığından, Allah da onun Cennet’e girmesini murad etmez. Bu neticeyi hazırlayan başka değil, imanı irade etmeyen ve bir kere olsun alnını secdeye koyup “Aman yâ Rabbi! Beni dalâlete sevk etme!” demeyen kâfirin kendisidir. O kimse, kendi iradesiyle dilini, kalbini ve dimağını küfür istikametinde kullanmış ve hiçbir ilâhî ikaza ve çevresinde olup biten hâdiselerin mânâ, muhteva ve yorumlarına bakmamış ve dikkat etmemiştir. Bu yüzden de Allah (celle celâluhu) onun idlâlini murad buyurmuştur.
Hakkında böyle bir takdir buyrulan kişinin göğsü daralır ve sanki gırtlağı sıkılıyor gibi olur. Âyet-i kerimede, havasız kalan bir insanın tasviri yapılmakta, zindanda havasız kalmış veyahut da boynuna ip takılmış bir insanın durumu resmedilip canlandırılmakta ve âdeta havasızlıktan tıkanan bir insanın fotoğrafı gözlerimizin önünde şekillenmektedir.
Âyet-i kerimedeki fiil kipi özellikle kullanılmıştır. صَعِدَ kelimesi, عَلَا mânâsına yükselmek demektir. Ama Kur’ân, ne يَعْلُو ne de يَصْعَدُ dememektedir. Burada belâgat açısından bir kısım nükteler vardır. İnsan, يَصْعَدُ kelimesinde, âdeta semaya çıkan vasıtaların seslerini duyar gibi olmaktadır. Ancak kelime, farklı bir kalıp olan يَصَّعَّدُ şekline çevrildiğinde işin içine bir de zorluk ve sıkıntı mânâsı girmektedir.
Kur’ân, burada fiili bu şekilde kullanarak kâfirin içindeki sıkıntıyı, hem bütün buudlarıyla hem de mûsıkîsiyle vermektedir. Böylece Kur’ân mazmun olarak günümüz insanının içine düştüğü bunalımlara parmak basmakta ve Allah’a imandan mahrumiyetin hâsıl ettiği dalâlete ve bu dalâletin gönüllerde meydana getirdiği sıkıntıya dikkatleri çekmektedir. Binaenaleyh bir bakıma muhatap, 20. asrın insanıdır. Zira 20. asırda yaşanılmış olan sıkıntı ve buhranlar günümüzde olduğu kadar hiçbir asırda yaşanmamıştır. Evet devrimizdeki küfür ve dalâletin sıkıntısı, semaya çıkılırken hissedilen sıkıntıya benzemektedir. Çünkü yukarılara doğru çıkıldıkça, havasızlıktan insan boğazı sıkılıyormuş gibi olmaktadır.
Bir insan semaya çıkmamışsa, elbette ki oranın havasızlığını ve insan göğsünün nasıl sıkıştığını bilemez. Ben, Asr-ı Saadet insanının bu âyeti nasıl anladığını bilemeyeceğim. Ancak, astronomik gelişmelerle, âyetin ifade ettiği mânâ bütün incelikleriyle ortaya çıkmış gibidir. Küfür ve dalâletin sıkıntı verici keyfiyeti anlaşıldığı gibi, yukarılara doğru çıkıldıkça, nefes almanın zorluğu ve oraların canlı hayatı için elverişli olmadığı da bugün artık tebeyyün etmiştir.
Teşbih, ya bir şeyi mübalağalı anlatmak veya gizli ve meknî maksatları ortaya çıkarmak, diğer bir ifadeyle, bilinen bir şeyle bilinmeyen bir şeyi anlatmak için yapılır. Meselâ, Allah’ın kuvvet ve kudretinin her yerde nasıl hâzır ve nâzır olduğu bilinmemektedir. Ama güneşin, şualarıyla her yerde herkesin başını okşadığı bilinmektedir. İşte Allah’ın kudreti de güneşin şualarına teşbih edilerek onun da her yerde hâzır ve nâzır olduğu böyle bir benzetmeyle ifade edilebilir…
Bunun gibi âyet-i kerime de kâfirin sıkıntısını, bilinen bir şeyle anlatmaktadır. Onun bilinmeyen bir şeyle anlatılması mümkün değildir. Çünkü zaten inanan bir insanın kâfirin sıkıntısını anlamasına imkân yoktur. Benzetme için seçilen malzeme de bilinmeyen bir şeyden seçilecek olursa mesele, çift bilinmeyenli denkleme dönüşür. Oysa Kur’ân’ın beyanı, gayet açık ve fasihtir: “…onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık hâle getirir.”
Kur’ân, kuşların tayerân ettiği sahayı جَوِّ السَّمَۤاءِ “göğün boşluğu”, yani yaşamaya, nefes almaya elverişli olan saha tabiriyle ifade ederken, burada فِي السَّمَۤاءِ “semanın içinde” tabirini kullanmaktadır. Yani siz, yerde iken o sıkıntıyı asla duymazsınız. Ancak cevv-i semayı aşıp, semanın içine girdiğiniz zaman hissedersiniz. İnsan göğsünün havasızlıktan daraldığı, ancak balon ve uçaklarla semaya çıkıldığı zaman anlaşılabilmişti. Bu tabirden kastedilen mânâ da, işte o zaman ortaya çıkmıştır. Hatta uçakta fazla irtifa kaydedileceği zaman hostesler, “Kabinlerinizde hava basıncı kontrollüdür. Bir aksilik olursa başınızın üzerindeki maske otomatik olarak aşağıya inecek, onu ağzınıza alarak bastırınız ve ihtiyaç kalmadığı söyleninceye kadar da o maskeyi çıkarmayınız.” ikazını yapmaktadırlar.
Bundan da anlaşılmaktadır ki, yukarılardaki hava basıncı, yerdeki hava basıncı gibi değildir. Allah (celle celâluhu) atmosferin basıncıyla, insanın içindeki kan basıncını müsavi ve dengeli kılmıştır. Bunlar birbirlerine mütenasiptirler. Yukarıya doğru çıkıldıkça hava basıncı azalır ve kanın basıncı artarak vücut çeperlerini ve damarları zorlamaya başlar. Denge bozulunca iç, âdeta dışa taşmak ister. İşte bu yüzdendir ki bazen yüksek irtifalarda insanın burnu kanar.
1920 yıllarından sonra gelişen teknoloji sayesinde stratosfer52 hakkında daha geniş bilgiler elde etme imkânı doğmuştur. Yapılan tespitlere göre hava, deniz kenarında bir santimetrekarelik yüzeye bir kg. tazyik yapmaktadır. Bu basınç miktarına “1 atmosfer” denilmektedir. İnsan derisinin yüz ölçümü ortalama 1,5 metrekare olduğuna göre hava her birimize 15 ton kuvvetle basınç yapıyor demektir. Bu büyük kuvvet altında ezilip pestil hâline gelmeyişimizin sebebi, içimizden de hariçteki tazyike müsavi bir basıncın mevcut olmasıdır. Yukarılara çıkıldıkça basınç azalmaya başlar, yoğunluk düşer ve oksijen seyrekleşir. Yerden 10 km yukarıda saf oksijenle nefes almak gerekir. 12 km’ye kadar çıkıldıkça saf oksijen gazı da artık yeterli olmaz, şuur yavaş yavaş kaybolmaya başlar. 13 km’lik seviyede ciğerdeki su buharı ile karbondioksit gazının iç basıncı artarak oksijen akciğere giremez hâle gelir. 18 km yükseklikte hava basıncı o kadar azalır ki, insan kanı vücutta sulu olan bütün hücrelerle birlikte fokur fokur kaynamaya durur. 19 km’lik seviyede uzaydan gelen kozmik radyasyonların bombardımanı başlar. 23 km’lik seviyede ise ozon gazı hüküm sürmektedir.
İşte Kur’ân burada ilmî bir hakikate يَصَّعَّدُ kelimesiyle işaret etmektedir. Ayrıca bu kalıp, yukarıda da zikredildiği gibi yapılan işin bir zorluk ve bir sıkıntı içerisinde yapıldığını ifade etmektedir. Dolayısıyla bu kelimeyle, semaya çıkmanın kolay olmadığı ve bu işin peyderpey zorlukları aşarak, asırdan asıra gelişen teknolojik imkân ve vasıtalarla gerçekleşeceği hakikatine parmak basılmaktadır. Evet beşer, basamak basamak ilerleyecek ve bu basamaklar neticesinde semanın yolları insanlara açılacaktır.
Âyetin hassaten 20. asır insanını daha yakından ilgilendirdiği ortadadır. Zira bu âyet, hem canlının yaşayabileceği yukarı tabakaların sınırını hem de insanın sıkıntı duyacağı ve yaşayamayacağı tabakanın sınırını ilmî bir tarzda çizmektedir ki, bu ilmî gerçek de ancak 20. asırda, semanın kapıları insanlara açılınca ortaya çıkmıştır. İşte Kur’ân’ın bu ince nüktesi sayesinde beşer, yerde bulunduğu zaman duyduğu hava basıncı ile yukarıya çıktığında duyacağı hava basıncı arasındaki farkı kavrayabilmiştir.
Evet bu ilmî hakikatler ortaya çıkıncaya kadar geçen zaman içerisinde meçhul olan bu keyfiyetler, bugünün insanı için malum hâle gelmiştir. Ayrıca âyet-i kerimede bu hakikatlerin yanında, kâfirin hâli, tavrı ve kalbî hayatı da aynı anda arz edilmiştir ki, bu da, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın câmiiyetini apaçık ortaya koymaktadır.
3. Yerkürenin Titreşimi
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ifadelerinde bir televvün ve çok buudluluk vardır. O, bir hakikati nazara verirken, aynı zamanda o hakikat içinde daha başka konuları da satır aralarında (müstetbeâtü’t-terâkib) ifade eder. Böylece, ufkunun derinliğine göre her seviyedeki insan bu hakikatlerden bir şeyler anlar ve mutlaka istifade eder.
Kur’ân-ı Kerim, bir meseleyi arz ederken, kullandığı üslûp itibarıyla aynı ifade içinde kevnî bir hâdiseyi de anlatıverir. Dikkat edilmediğinde, meselenin biri anlaşılırken, diğeri gözden kaçabilir. Meselâ, Kur’ân’da kıyametin kopması esnasında meydana gelecek hâdiseler sırasıyla ele alınır. Güneşin tedvir ve tekvir edilmesi, yani dürülüp muhafaza altına alınması anlatılırken, aynı zamanda onun geçirdiği değişik safhalar da işaretleniverir. İşte bu durum, Kur’ân’ın çok buudluluğu ve câmiiyetinin ifadesidir.
Keza, Kur’ân’ın öyle bir ifade üslûbu vardır ki, hemen her devrin insanı ondan kendisine ait pek çok hakikatleri, hem de hiçbir tekellüfe ve sun’îliğe girmeden anlayabilir. Yani bin sene evvel yaşayan bir insan, Kur’ân’dan kendine ait bir kısım hakikatler keşfedip kendi devrini nurlandırdığı gibi, 20. asrın insanı da aynı ifadelerden kendi devrine ait bir kısım ilmî hakikatleri bulup çıkarabilir. Meselâ: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık hale getirir …”53 âyetini ihtimal daha önceki insanlar, sadece kâfir ile mü’minin ve kâfirin küfrü ile mü’minin imanının bir mukayesesi şeklinde anlamışlardı.
Onların bu ilâhî beyanı, semaya yükseldikçe göğsün daralacağı, canlıların, atmosferin ancak belli bir tabakasında yaşayabileceği, bu tabakayı aştıklarında nefes alamayıp hayatlarını yitirecekleri şeklinde anlamaları herhâlde düşünülemezdi. Çünkü o günün bilim seviyesi buna müsait değildi. Ama 20. asrın insanı, aynı âyetten, küfür ve dalâlet ile iman ve hidayetin mukayesesi yanında, ilmî bir hakikati de keşfederek atmosfere ait bir gerçeği çıkarabilir. Zira onun elindeki teknik imkânlar, böyle bir ufka ulaşmasına yeterli sayılabilir.
Ancak, Kur’ân’ın bu câmiiyetini kavramak için engin bir ufka sahip olmak gerekmektedir. Zaman ilerleyip, teknik ve teknolojik vasıtalar ile malumatlarımız da arttıkça, Kur’ân âyetleri biraz daha iyi anlaşılacak ve zamanın ihtiyarlamasına karşılık onun gençleştiği ayân beyan ortaya çıkacaktır.
İfade yönüyle câmiiyete sahip olan başka bir âyet de dünyanın titreyişini ve kıyametini anlatan Nâziât sûresindeki şu âyetleridir: يَوْمَ تَرْجُفُ الرَّاجِفَةُ تَتْبَعُهَا الرَّادِفَةُ “O gün o zelzele sarsar. Ardından bir başkası geliverir.”54 âyet-i kerimesinde geçen الرَّاجِفَةُ kelimesi, “daima titreyen” demektir. O gün gelecek ve yer-gök sarsılacaktır. Burada الرَّاجِفَةُ kelimesinin ism-i fâil kalıbında gelmesi şöyle bir edebî nükteyi ifade etmektedir:
Âyet-i kerimede âdeta, “Dünya, ayağınızın altında her an titreyip durmakta ve bu titremesiyle sabit olmadığını göstermektedir… Evet, titreyip duran böyle bir şeye istinat edilemez. Zira o, bir gün gelip tam titreyecek ve sırtında taşıdıklarını da fırlatıp atacaktır. Onun titremesine baktığınız zaman siz de titreyeceksiniz; gözleriniz dönecek ve kalbleriniz yerinden çıkacak hâle gelecektir. Bu sebeple siz şimdiden, yıkılıp gitmeyen, her şeyi elinde tutan, titreme ve sarsılmayı yaratıp emrine âmâde kılan ezel ve ebed sultanı Cenâb-ı Hakk’a itimat edip O’na dayanın ki, sizi hiçbir zaman titremeyen ve hep sabit kalan bir selâmet yurduna eriştirsin.” mazmunu işaretlenmektedir.
“Ardından bir başkası geliverir.” Evet arkasından bir de الرَّادِفَةُ gelir. الرَّادِفَةُ, insanın ata bindikten sonra arkasına aldığı şeye veya arkaya almaya denir. Kıyamet hâdisesi ile yer, iyiden iyiye sarsılır. Fakat onun ardından daha korkunç bir sarsılma olur ki, yürekler ağızlara gelir. Ondan sonra da kıyamet kopar.
Bu âyet-i kerimede kıyamet ve onun ahvali anlatılmakta; aynı zamanda yerkürede meydana gelecek sarsıntılar da nazara verilmektedir. Ancak burada yerkürenin ilmî bir hususiyetine de işaret edilmektedir. Âyette küre-i arz, daima titreyen ve hareket eden bir varlık olarak tanıtılmaktadır. O, üzerinde yaşarken hareket ettiği hissedilmeyen, gerçekte ise mütemadiyen menzil değiştiren bir varlıktır. İşte bu varlık, bir gün gelecek, olduğundan daha feci ve dehşet verici bir keyfiyette titreyecek, taşıdıklarını fırlatıp atacak, denizleri köpürüp fışkıracak, dağları dağılıp gidecek ve her şey yanıp kül olacaktır. Evet, الرَّاجِفَةُ sözüyle işte bu mânâlar işaretlenmekte ve yerkürenin titreyip duran bir varlık olduğu vurgulanmaktadır.
İlk devir müfessirleri, bu âyeti şerh ederken, meseleye neticesi itibarıyla bakmış ve “yerküre, neticede kıyamet hâdisesi ile tir tir titreyecek ve nizamı bozulacaktır.” şeklinde anlamışlardır. Aslında bu, doğru bir yaklaşımdır. Ancak yerkürenin hareket ettiği, döndüğü hakikati ilim adamları tarafından keşfedilince âyetin farklı bir ifadesi daha ortaya çıkmış ve الرَّاجِفَةُ ve الرَّادِفَةُ kelimeleriyle onun mütemadiyen hareket hâlinde olduğuna işaret edildiği anlaşılmıştır. Ancak 20. asırda jeofizik araştırmalarla küre-i arzın titreyişi tespit edildikten sonra âyetin bu iması daha iyi anlaşılmıştır. Yani küre-i arz mütemadiyen titremektedir. Üzerindeki denizlerde bu titreşimden ötürü aya ve güneşe bağlı olarak bir kısım değişiklikler olmakta ve med-cezir hâdiseleri meydana gelmektedir. Bu hâdiseler âdeta küre-i arzın titreyişini ve hareketini frenleyip dengelemektedir. Allah (celle celâluhu), yarattığı câzibe (çekim) kanunuyla küre-i arzı bir sapan taşı misali güneşin etrafında çevirdiği gibi, Güneş ve Ay’ın müessiriyeti ile de küre-i arzın denizlerini çekmekte ve neticede de med-cezir denilen denizlerdeki su seviyesinin yükselip-alçalması hâdisesi zuhur etmektedir. Evet Ay ve Güneş’in küre-i arz üzerinde böyle büyük bir tesiri vardır.
Bilim ve teknik çevreleri, öteden beri küre-i arzın hareketlerine dikkatleri çekmiş, orada meydana gelen hareket ve titremelerin zaman faktörü üzerinde de müessir olduğunu ispat etmeye çalışmışlardır.. ve yine bu eserlerde küre-i arzın hareket ve titremelerinde daima bir yavaşlama ve hafifleme olduğuna da imada bulunmuşlardır. Meselâ, 31 Aralık 1989’da dünyadaki saatlerin bir saniye geri alındığı bilinmektedir. Buna göre 1989, 1988’e nazaran bir saniye uzun olmuştur. Bu durum, gerçekten vâki olduğundan saatler de ona göre ayarlanmıştır. Yine 30 Haziran 1992 tarihinde de senenin bir saniye uzatıldığı dünya basınında ilan edilmiştir. 1972 senesinden bu yana da bir seneye 16 saniye eklenmiş olduğu ifade edilmektedir.
Bu tespitlere binaen binlerce veya milyonlarca sene evvel küre-i arz üzerinde bir günün 18 saat olduğu söylenmektedir. Şimdi ise bir gün 24 saattir. İleride belki bu süre 30 saate çıkacaktır. Belki de ileride zaman diliminin 50 saate çıkması durumunda insanlar güneşin sıcağı altında cayır cayır yanıp kül olabilecek derecede de günler uzayabilecektir. Allah (celle celâluhu), küre-i arzın hızlı dönme hareketini frenleye frenleye tedricî olarak yavaşlatmaktadır. Bu yavaşlama, insanların mahkeme-i kübrâya gitmelerine kadar devam edecek ve Allah’ın (celle celâluhu) küre-i arz üzerinde verdiği hükmü icra edecektir. Sonra da Allah (celle celâluhu) yeni bir mahkeme ve yeni bir âlem kurarak, insanları ve bütün mahlukatı orada toplayacaktır. İşte “İkinci dirilme” de denilen “haşir” hâdisesi de dünyanın (ve semanın) üzerinde böylesine sarsıntılar yaşandıktan sonra vuku bulacaktır.
4. Rüzgârla Aşılama
Rüzgârların atmosferdeki önemli fonksiyonlarından biri de bulutları aşılamalarıdır. Bilindiği gibi bulutlar, hem negatif (-) hem de pozitif (+) yüklüdürler. Yağmurun oluşumu bu iki hususun bir araya gelmesine bağlıdır. Ne var ki, bu zıt hamuleli bulutlar hemen her zaman bir araya gelememektedirler. Çünkü havanın şiddeti ve elektriği buna mânidir. Havanın elektrikle dolu olması, bulutların bu elektriği aşmalarına ve bir araya gelmelerine engel teşkil etmektedir. Havadaki yağmur tanecikleri aynı elektrik yüküne sahiptirler. Bir ilahî kanun gereği aynı yüklü kutuplar birbirlerini iterler.
Bu itibarla da evvelâ bu zıt elektrik yükünün dağıtılması ve bulutların bir araya gelmeleri sağlanmalıdır. Bu da haricî bir vesile ister. İşte o vesile rüzgârlardır. İşte bu bir aşılama ameliyesidir; yani rüzgârlar, bulutları aşılamaktadırlar. Kur’ân,
وَأَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَأَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَأَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَمَۤا أَنْتُمْ لَهُ بِخَازِنِينَ
“Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz onu (yeterli suyu) depolayamazdınız.”55 ferman buyururken bu “telkih – aşılama” hâdisesini anlatmaktadır.
Canlılar arasındaki telkih meselesi öteden beri bilinmekteydi. Erkekteki spermin dişideki yumurta ile buluşması böyle bir aşılamaydı ve bu aşılamanın neticesinde yeni bir canlı yaratılıyordu. Bu aşılanma ve bunun neticesinde yeni bir varlığın meydana gelmesi, insanlar arasında olduğu gibi hayvanlar ve bitkiler arasında da cari idi. Bitkiler arasındaki üremenin olması için dişi ve erkek tohumun birbiriyle buluşturulmasının rüzgârlarla gerçekleştirildiği eskiden beri bilinen bir hâdiseydi. Kur’ân, yukarıda zikredilen âyetiyle bu umumî aşılamaya dikkati çekmenin yanında bilhassa bulutların telkihini nazara veriyordu ki bu çok yeni bir hâdiseydi. Zaten, “Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve bu sebeple gökten bir su indirdik.” siyakının da başka şekilde anlaşılması mümkün değildi.
Evet, rüzgârlar, bulutları birbirleriyle aşılamakta ve şart-ı âdi planında bunun neticesinde yağmur meydana gelmektedir. Evet bu sayede rüzgârlarla havadaki elektrik hattı aşılmış, iki zıt yüklü bulut birbirine girmiş ve beklenen izdivaç da hâsıl olmuştur. Bu izdivaç esnasında gök gürlemesiyle, şimşek çakmasıyla yağmurun yağacağı müjdesi büyük ölçüde sezilebilmektedir ki aslında (-) ve (+) kutuplu bulutlar arasında meydana gelen bu izdivaç, bütün canlıların ümit kaynağıdır. İşte bütün bunlar, Kur’ân’ın ifadesiyle bir “telkih”in neticesinde gerçekleşmektedir.
Bu telkih meselesi, günümüzde ortaya çıkmış bir konu değil. Çok eski zamandan beri bazı tefsirciler, aynı istikamette kanaat izhar etmişlerdir. Çünkü zaten Kur’ân’ın konuyla alâkalı ifadesi bütün sadeliği ile meseleyi ortaya koymaktadır. Müfessirler bugünün ilmî seviyesine göre bir üslûpla olmasa da, tohumlama işini çok erken kavramış ve büyük çoğunluk itibarıyla aynı şeyleri söylemişlerdir.
Evet, rüzgârlarla tohumlanmanın gerçekleştiği bir vak’adır; ama buradaki “aşılama” ifadesinden rüzgârların yağmuru getirecek bulutları aşılaması kastedildiği de meydandadır.
Daha önce de işaret edildiği gibi, ilk dönem müfessirlerinden bu mânâyı anlayan kimseler de olmuştur. Meselâ, İbn Cerir, yaklaşık 11 asır evvel yazdığı tefsirinde buradaki aşılama hâdisesini âdeta bugünün insanları gibi anlamıştır. O, bu âyetteki لَوَاقِحَ “aşılayıcılar”ı, yerde bitkilerin aşılanması, cevv-i semada ise bulutların aşılanması şeklinde yorumlamıştır.56 O, aşılanma hâdisesini, 14 asır önce nazil olan Kur’ân’ın âyetlerinden, devrinin kültür ve idrakini aşarak günümüz anlayışına uygun bir şekilde ifade etmiştir ki, bu da Kur’ân’ı onun dupduru anlamasının ifadesidir.
Evet, Kur’ân’ın duru ve açık beyanları her asra ait fen ve tekniğin, kültür ve medeniyetin çok çok önünde bir zenginliğe sahiptir ama, o işaretleri sezecek insanlara ihtiyaç var.. ihtimal dün olduğu gibi bugün ve hatta yarın da bilim adamları gerçeğe yaklaştıkları ve tarafsız, objektif bir görüşle meselelere bakabildikleri ölçüde, Kur’ân’ın şaşmaz doğrularını yakalayacak ve ondan aldıkları ilhamlarla asırlarını aydınlatmaya devam edeceklerdir.
5. Bulutların Sevki ve Telifi
Kur’ân, bulutların ve rüzgârların farklı bir özelliğinden daha bahsetmektedir. Rüzgârların bulutları sevk etmesiyle hemen yağmur oluşmamaktadır. Rüzgârlarla önce bulutlar arasında peşi peşine bir kısım hâdiseler meydana gelmekte ve ondan sonradır ki yağmur teşekkül etmektedir. Bu arada bulutların tekâsüf ve terâküm etmesi (yoğunlaşması ve birikmesi) için ayrı bir ameliye daha söz konusudur. Terâküm ve tekâsüf belli kıvama ulaşmadıkça yağmurun yağması söz konusu değildir.
İşte Kur’ân-ı Kerim, bütün bunlara işaret sadedinde şöyle buyurur: أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللّٰهَ يُزْجِي سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِه۪ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُصِيبُ بِه۪ مَنْ يَشَۤاءُ وَيَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَۤاءُ يَكَادُ سَنَا بَرْقِه۪ يَذْهَبُ بِالْأَبْصَارِ “Görmez misin ki, Allah, bulutları sürer, sonra onların arasını telif eder (birbirine geçirerek aralarındaki boşlukları doldurur), daha sonra onları birbiri üstüne yığar (sıkıştırır). Derken bunlar arasından yağmurun çıktığını görürsün. O, gökteki dağlar (gibi büyük bulut parçaların)dan da bir dolu indirir de onunla dilediğini vurur (ziyana uğratır), dilediğinden de onu uzak tutar. (Bu arada bulutların) şimşeğinin parıltısı da neredeyse gözleri alıverecek gibidir.”57
Âyetteki “telif etme”, mizaç farklılığında olan kimseler için kullanılan bir tabirdir. Dargın ve küs olan iki kimseyi bir araya getirme ve aralarını bulmaya da “telif etme” denir. Müellefe-i kulûb tabirindeki “müellefe” kelimesi de “telif” kökünden gelmektedir ki, buradaki telif-i kulûbden maksat, gönülleri İslâm’a karşı kin, nefret ve haset dolu olan kimselerin kalblerini İslâm’a ısındırma demektir. Bundan anlaşılan şudur ki, bulutlar arasında her zaman birbirini itme söz konusudur. Fakat Allah (celle celâluhu), bu itmeyi gidererek rüzgâr vasıtasıyla onların aralarını telif etmekte ve daha sonra da onları müterâkim birer cisim hâline getirmektedir.
رُكَام, dağlar cesametinde birikme demektir ki, rüzgârlar bulutları telif ede ede, onlar bu sayede dağlar cesametinde kesif kitleler hâline gelirler.
“Ve işte sen bunlar arasından yağmurun çıktığını görürsün.” Bu ifadelerden anlaşılmaktadır ki, yağmurun meydana gelmesi için sadece rüzgârın faaliyetleriyle iş bitmemektedir. Zira yağmurun teşekkülü için rüzgârların bulutları sürüklemesiyle onların, dağlar gibi bir araya gelmeleri, birbirleriyle omuz omuza vermeleri ve terâküm ederek iç içe girmeleri gerekmektedir.
Kur’ân, takibe delâlet eden harflerle bütün bu olup bitenleri sırasıyla ve ilmî tespitlerle çelişmeyecek şekilde özetlemektedir. Evet, bu ifadeler ilmî bir üslûpla anlatılabilse, anlatılmak istenen şeyin, meteorolojinin dediklerinden çok da farklı olmadığı görülecektir. Şurası da unutulmamalıdır ki, Kur’ân ele aldığı konuları büyük çoğunluğun anlayacağı bir üslûpla ortaya koyar; ilim ise sadece okumuşlara hitap eder.
Âyet devamla “O, gökteki dağlar (gibi büyük bulut parçaların)dan da dolu indiriverir.” der ki, bu, dolunun teşekkülüyle alâkalı tatminkâr bir bilgi sayılır.. evet, bu ifadeden anlaşılmaktadır ki, dolunun teşekkül etmesi için, evvelâ havada tazyik ve şiddet ihtiva eden dağlar cesametinde bulutların terâküm etmesine, ikinci olarak âdeta yağmur damlacıklarından da şoke edecek seviyede güçlü bir elektriklenmeye ihtiyaç vardır.
Buna işaretle âyetin devamında “(Bu bulutların) şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alıverecek.” buyrulmaktadır ki, orada insanın gözlerini kör edecek derecede müthiş bir elektriğin mevcudiyeti işaretlenir. Kur’ân bu ifadeleriyle aynı zamanda bulutlardaki elektriklenme sahasını da anlatmaktadır. Buna göre bir taraftan tazyik ve şiddet, diğer taraftan elektrik ve terâküm, su habbeciklerinin donmasına sebep olmaktadır.
Ayrıca مِنْ بَرَدٍ ifadesindeki مِنْ harfi cerri “teb’iz” mânâsına ele alındığında, bulutlar içinde bir kısmının donarak dolular hâline geldiği vurgulanmaktadır ki, pilotlar, “loraj” (yıldırımlı fırtına) bulutları içine girmekten korkmaktadırlar. Bunun sebebi, bu bulutlar içinde koca koca dolu tanelerinin bulunmasıdır. Bu dolulara isabet ettiğinde, bazen çeperler delinebilmekte ve düşme tehlikeleri yaşanmaktadır.
Araştırmacı ve ilim adamları, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ilmî meseleleri arz ederken seçip kullandığı kelimelere dikkat ettikleri takdirde, onların muhit bir ilmin hâkim beyanları olduğunu tereddütsüz kabulleneceklerdir.
6. Rüzgârlar
Rüzgârlar, melekler nezaretinde irade-i ilâhî ile toprağın yüzünü okşayıp bitkileri aşılamaktan, havada şiddetli fırtınalar meydana getirmeye, ondan çiçeklerin tozlaşmasına ve bulutların aşılanmasına kadar geniş bir alanda emr-i ilâhî ile vazife görürler.
Her zaman bir rahmet cilvesi ifade eden rüzgârlar, her şeye rağmen bazen de akım değişmeleri, şiddetli fırtınalar, tayfunlar ve hortumlara sebebiyet verebilmektedirler. Mürselât sûresinin ilk âyetlerinde Allah (celle celâluhu) tarafından gönderilen rüzgârlara veya onlara nezaret eden meleklere farklı şekilde işaret edilir. Hem ilk dönem hem de günümüz tefsircileri bu âyetleri “melekler”, “rüzgârlar”, “vahiyler”, “ilhamlar” ve “hakikatle meşbû Allah’ın vazifeli kulları” şeklinde tefsir edegelmişlerdir.
Nasıl tefsir edilirse edilsin, şümûllü bir ifadeyle bu âyetlerin peygamberlere inen vahiyden gönüllere gelen ilhama, ondan da yeryüzünde esen rüzgârlara, fırtınalara kadar her ilâhî esintiyle bir çeşit münasebetinin var olduğu söylenebilir.
Rüzgâr, hareket hâlinde olan bir hava kütlesidir. Bu hareket, belli bir yönde olup, hemen daima yataya (ufkî) yakındır. Birbirinin yanındaki iki bölgeden birinde hava basıncı yüksek (antisiklon alanı), ötekinde alçak (siklon alanı) ise, yüksek basınç alanından alçak basınç alanına doğru bir hava akışı olur. İşte bu hava akışına “rüzgâr” denir. Basınç farkının az veya çok oluşuna göre, rüzgâr ya hafif ya da şiddetli eser. Rüzgârın bu şekilde şiddetli esmesi hâline ise “fırtına” denir.
Rüzgârların esişi, insanlar için öyle malum ve maruf olmuştur ki, onlar, bunun vermiş olduğu ülfet ve ünsiyetle onların Cenâb-ı Hak’tan olduğunu âdeta unutmuşlardır. Kur’ân-ı Kerim de buna telmihen وَالْمُرْسَلَاتِ عُرْفًا demektedir.58 Yani rüzgârlar mâruf (bilinen, alışılan bir şekilde) esmektedirler.59
فَالْعَاصِفَاتِ عَصْفًا “Şiddetle eserek savurup atanlara.”60 Yani belirli şekillerde esen bu rüzgârlar, bazen de bir kısım değişikliklere uğrayarak ortalığı kasıp kavuran, etrafa dehşet salan hortumlar ve tayfunlar halinde görülürler.
وَالنَّاشِرَاتِ نَشْرًا “Yaydıkça yayanlara.”61 Yani bulutu semaya, tohumu da yere sarıveren mevsim rüzgârlarına.
فَالْفَارِقَاتِ فَرْقًا “Birbirinden iyice ayıranlara.”62
Yukarıda zikredilen bütün bu rüzgârların verâsında, onlara nezaret edip icraat-ı ilâhiyeyi alkışlayan melâike-i kiram ve bütün bunları emriyle idare eden Allah’tır (celle celâluhu).
Cenâb-ı Hak, Mürselât sûresiyle esbabı, izzet ve azametine perde yapma esprisi içinde meleklerin nezareti ve alkışlaması altında icraat-ı sübhaniyesini böyle anlatırken, Mü’minûn sûresinde geçen şu âyet-i kerimeyle de çok veciz olarak yedi yoldan gelen rüzgârlara –Allahu a’lem– işaret etmektedir: وَلَقَدْ خَلَقْنَا فَوْقَكُمْ سَبْعَ طَرَۤائِقَ وَمَا كُنَّا عَنِ الْخَلْقِ غَافِلِينَ “Andolsun Biz, sizin üstünüzde yedi yol yarattık. Biz (yarattığımız) mahlukattan habersiz değiliz.”63
Yani biz, sizin üzerinizde, sizi çepeçevre saran atmosferin içinde yedi yol yarattık. Bu yedi yoldan geliş, gidiş ve akışlar vardır. Havanın terkibini normal tutan bu yedi yoldan gelen rüzgârlardır. Allah bu rüzgârları estirmese, havanın içindeki gazlar belli bölgelerde yoğunlaşır, havanın homojen hâli bozulur, oysaki solunuma elverişli olması için bu gazların terkibinin korunması gerekir.
“Biz (yarattığımız) mahlukattan habersiz değiliz.” Allah (celle celâluhu), yaratmış olduğu mahlukatının ihtiyaçlarını bilmekte ve onların ihtiyaçları istikametinde yedi yoldan rüzgârlar göndermektedir. O, bu rüzgârların kimisiyle onları mânen ikaz etmekte, kimisiyle gönüllerine inşirah salmakta, kimisiyle onları okşayıp geçmekte, kimisiyle vahiy ve ilham göndermekte ve kimisiyle de onları cezalandırarak altlarını üstlerine getirmektedir.
P. Kur’ân’da Mikro Âleme Bakış
1. Kâinat Kitabı Gerçeği
Kur’ân-ı Mu’cizül-Beyan, sık sık nazarlarımızı kâinat kitabına tevcih etmekte, kader, kudret, ilim ve irade kaleminin kâinattaki icraatına dikkatlerimizi çekmekte ve mü’minleri tefekküre, araştırmaya sevk etmektedir. Bu bölümde de kuşbakışı kader kaleminin ucu sayılan zerrelerin, atomların ve partiküllerin hareketlerini, Kur’ân’ın bu hususlarla alâkalı işaretlerini, en azından günümüzde bilinenlerle mutabakatını görmeye çalışacağız.
Bir mânâda varlığın en küçük parçaları olan molekül, atom, elektron, proton vs. partiküller (parçacık, tanecik) gibi zerre, zerrenin büyüğü ve küçüğü her şey, bu maddi kâinatın/kâinatların esasını ve temel yapısını teşkil etmektedirler. Biz, âlem-i şehadetteki ilk taayyünleri, elektron âlemiyle ve kimyevî tayflarla müşâhede ettiğimiz gibi, ışık ve hareket hâdiselerini, çekme ve itme kanunlarını, yine maddenin en küçük parçası sayılan atomaltı partiküller sayesinde kavramaya ve keşfetmeye çalışmaktayız.
Mekânda bir yer (hayyiz) tutan her şey ve her hareket, kendine has farklı farklı dalga boylarıyla birbirine karışmadan, kader kalemince bütün hususiyetleriyle mekâna kaydedilmektedir. Hiçbirinin yazısı diğerini bozmamakta ve varlıklar, bir cebr-i lütfî ile itaat hâlinde mevcudiyetlerini devam ettirmektedirler. Bir kudret eli, binlerce ve milyonlarca hâdiseyi kaderin pergeli üzerinde öylesine hassasiyetle işlemektedir ki, hiçbir hâdise diğerine karışmamakta ve umumî, hususî nizamı asla bozulmamaktadır.
Biz, böyle bir bakışla bütün bu baş döndürücü nizamın verâsında eşyaya şekil veren kudret elini, her şeyin temel kanaviçesi kader programını ve bu programın yaratıcısını biliyor ve her şeyi O’na bağlıyoruz. Yine biliyoruz ki, Allah (celle celâluhu), yarattığı bütün eşyayı, insanların nazarlarına, müşâhedelerine arz etmeden evvel, her şeyi bir hesap ve plana göre hazırlamış ve programa göre vaz’etmiştir. Zira kâinatta her zaman ve her yerde bir kudret, ilim ve iradenin tedbiri, tedviri ve tasviri görülmektedir. Bu kudret, önce ilmî kader ve programlar altında eşyayı tayin ve tespit buyurmuş, sonra da sırası gelene âdeta “Buyurun” diyerek onları sahneye sürmüş ve varlık sahasına çıkarmıştır.
Kâinatta, zâhirî yönüyle bir kısım karışıklık ve nizamsızlık varmış gibi görünse de, esasen bütün evrende baş döndürücü bir nizam ve âhenk vardır. Bir taraftan hemen her gün müşâhede ettiğimiz bir mumu, sobayı veya lambayı, diğer taraftan, dünyamızı aydınlatıp ısıtan güneşi göz önüne getirip düşünelim. Bunların her birinin bir ışık ve ısısı vardır ama hiçbirisi birbirine karışmamaktadır. Biz bunları, sahip oldukları farklı dalga boyları ile kolaylıkla birbirinden ayırırız. Dalga boylarının farklı olması, kâinatta cari olan bir kanundur.
Bu hususiyet ve kanun ile kâinatta her şeyin nizam içinde hareket etmesi, Allah’ın her şeyi görüp gözettiğini ve her harekete müdahale ettiğini göstermektedir. Esasen hilkat âleminde her an sürekli kitaplar yazılmaktadır ve bunların hemen hepsi de, önceden planlanmış bir kader ve nizam içinde gerçekleşmektedir. Evet, o mutlak kudret ve irade sahibi Cenâb-ı Hak, her şeyi önceden takdir ve tayin etmiştir.
İşte kâinat da böyle bir kader planı üzerine yazılmış bir kitaptır. Bu kitabın harfleri ve alfabesi atomlar ise, kelimeleri de moleküllerdir. Canlı ve cansız bütün varlıklar ise âdeta bu kitabın cümleleri mahiyetindedir. Allah, “O Rabbinin adıyla oku ki, O hilkat âlemini kurdu.”64 âyetiyle okumayı emrederken hilkat sahasına dikkat çekmekte, okuma meselesini hilkate bağlamakta ve insanları kâinat ve hilkat kitabını okumaya davet etmektedir. Cenâb-ı Hak, “İnsanı bir alaktan (aşılanmış yumurta) yarattı.”65 âyet-i kerimesiyle ise makro âlemi hatırlatmak için, insanı nazara vermekte ve kâinatın yaratılışı ile insanın yaratılışı arasındaki muvazeneyi hatırlatmaktadır.
Bu yüzden de biz, kâinata, hep kudret ve irade kalemiyle yazılmış bir kitap nazarıyla bakmışızdır. Zira Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın Kelâm sıfatından gelen bir kitap olduğu gibi, kâinat da Kudret ve İrade sıfatlarından gelmiş bir kitaptır. İşte Kur’ân yer yer, insan ve kâinat arasındaki bu münasebeti arz eder ki, biz, bu arz edişlerde hep insanı küçük bir kâinat, kâinatı da büyük bir insan olarak değerlendiririz.
Kur’ân’da sık sık insan ve kâinatın anatomisi nazara verilmekte, makro ve mikro planda hilkatin sırları ortaya konulmakta ve varlığın esasını teşkil eden maddeler üzerinde durulmaktadır. Bunun neticesinde ise ilmin gözü ile Kur’ân’ın gözünün ciddî bir vahdet oluşturduğu görülmektedir. İlim, maddenin içine girmeye çalışır, burada öyle derinleşir ve elektron mikroskoplarıyla ancak görülebilen derinliklere ulaşır ki işte tam o noktada, Kur’ân’ın âyet ve beyanlarının da aynı hakikatlere parmak bastığı müşâhede edilir.
Bundan da anlaşılmaktadır ki, kâinat kitabı ile Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, temelde aynı hakikati dile getirmektedirler ve bu mânâ açısından Kur’ân, kâinatın ezelî ve ebedî bir tercümanı ve lisanı sayılır. O olmadan kâinat kitabı anlaşılabilir şekilde okunamadığı gibi, onun mu’ciz beyanlarını göz önünde bulundurmaksızın ilimlerin de inhiraf etmeden ilerleme göstermeleri mümkün değildir.
2. Kudret ve İrade Kaleminin Yazdığı Âlem: Mikro Âlem
Maddenin küçük bir parçasıdır atom. İlim adamları, maddenin bu küçük parçasının dahi anatomisini ortaya koymuşlardır. Atom, nötron ve proton denilen parçacıklardan oluşan bir çekirdek ve bu parçacıkların etrafında hızla dönen elektronlardan müteşekkildir. En küçük âlemden, en büyük âleme kadar kâinatta Allah’ın yarattığı varlıkların temel taşları işte bu küçük parçacıklardır.
İnsan vücudunu meydana getiren hücrecikten bir ağacın meyvesindeki hücrelere; zerreden küreye, galaksilerden, nebülözlere.. evet, bu en büyük sistemlere kadar her şeyin temel yapıtaşları işte bu parçacıklardır. Allah (celle celâluhu), bu mahdut parçacıkları değişik kombinezonlar içinde hareket ettirerek, onlardan sonsuz terkipler meydana getirmektedir. Öyle ki, aynı zerreleri hareket ettirerek farklı terkiplere tâbi tutup, bu belli ve sınırlı parçacıklardan yüzlerce, binlerce hatta on binlerce yeni yapılar meydana getirmektedir.
Evet, Cenâb-ı Hak, bir şeyle bin şey inşa etmekte ve yerine göre inşa ettiği bu şeylere de pek çok vazifeler gördürmektedir. Ağacın içine güneş şualarıyla nüfuz eden zerreler, orada belli seviyelerde farklı mahiyetler oluştururken, başka varlıkta yine farklı terkipler meydana getirmektedirler. Allah (celle celâluhu) mikro organizmalardan, hayvan ve bitkilere, ondan da makro âleme ve ışık hızıyla milyarlarca senede gidilebilecek uzaklıkta bulunan ve büyüklüğü insana dehşet veren sistemlere kadar her şeyde aynı partikülleri kullanmış ve birbirinden farklı bu sistemler arasında yine aynı yapı taşları ile belli münasebetler tesis etmiştir.
Öyle ki, insan ve kâinat arasında baş döndürücü bir münasebet vardır. Bütün bunlar, kader kaleminin uçları sayılan bu zerreciklerle gerçekleşmektedir. İnsan, zerreler ile hayatını sürdürürken, ağaçlar da rengârenk keyfiyetleri ve insanın gönlünü okşayan çiçek ve meyveleriyle yine aynı zerreler vasıtasıyla var olmakta ve mevcudiyetlerini sürdürmektedirler. Kâinatta mevcut olan her boy, karakter, tip ve şekle göre elbise de, yine bu elemanların birer farklı vaziyet almalarından başka bir şey değildir. Varlık meşheri bir konfeksiyon dükkanı gibi işlemekte ve her şey, kendi kâmetine uygun elbiseyi rahatlıkla bulup sırtına geçirmektedir. Hem bütün bunlar, o kadar rahatlıkla olmakta ve o kadar ucuza mâl edilmektedir ki, bu kadar bolluk, sürat ve ucuzluğu bir başka yolla temin etmek mümkün değildir.
Meselâ, bir ağaç, gömüldüğü topraktan suyu damla damla emmekte, havadan karbondioksiti alarak, güneşten gelen ışınlarla birleştirmekte ve şeker sentezi yapmaktadır. Bütün bunlar, o kadar rahat, kolay ve ucuzlukla meydana gelmektedir ki, insanoğlu henüz bu kadar rahatlıkla şeker imal edebilecek fabrikaları kurabilmiş değildir.
İşte Allah’ın (celle celâluhu) tesis ettiği bu fabrikada, ağaç dallarının, güneş ışınları tarafından başlarının okşanması, havadan aldıkları ve topraktan çektikleri maddelerle şeker sentezi yapmaları öyle maharetle gerçekleşmektedir ki, ağaç dallarının sergilediği bu maharet, insanı hayretlere düşürmektedir. Beşer, sahip olduğu onca teknik imkânlarla henüz bu maharetin onda birini ortaya koymuş değildir. Evet Allah’ın tezgâhlarında her şey işte bu kadar rahatlıkla olmaktadır.
Sultan-ı kâinat’a intisap eden bütün zerreler, havadaki bütün dalgalanmalar, havanın içindeki çeşitli gazlar, güneşten gelen ışınlar ve topraktan, ağaçların kökleri ve dalları vasıtasıyla yukarıya doğru çıkan su reşhaları birer memur-u ilâhî gibi hareket ederek birbirleriyle bir bütünlük tesis etmekte ve insanın zarurî ihtiyaçlarını sağlayacak çeşitli nimetleri en tatlı ve en cazip bir şekilde ona takdim ederek bizlerin takdir ve şükran hislerini coşturmaktadırlar.
3. Kur’ân’da Varlığın En Küçük Parçası
Yukarıda, varlığın en küçük parçası olarak bilinen atom veya atomun temel parçalarını âyetlerin ışığı altında ele alarak, onların temel yapılarından daha ziyade farklı keyfiyetleri üzerinde durmuş ve varlığın kader programındaki şekillenişini ve önceden projelenmesini, zerreden sistemlere bütün kâinatları kuşatan bir kudret ve iradenin her şeyi kuşattığını, her şeye hükmettiğini arz etmeye çalışmıştık. Şimdi gelin Allah’ın ilim, irade ve kudretinin her şeyi nasıl ihata ettiğini arz etme sadedinde şu âyetin gölgesinde konuyu biraz daha açalım: وَمَا يَعْزُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَۤاءِ وَلَۤا أَصْغَرَ مِنْ ذٰلِكَ وَلَۤا أَكْبَرَ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ “Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, Rabbinin bilgisinden uzak (ve gizli) kalmaz. Ne bundan daha küçük ne de daha büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık kitapta (yazılı) bulunmasın.”66
Burada istidrâdî olarak şöyle bir hususu arz etmek istiyorum: İnsanın aklına “Acaba zerreden küreye, atomlardan galaksilere varıncaya kadar, kâinatın hemen her yerinde aynı temel taşları mı kullanılmıştır, her yerde aynı maddî yapı mı vardır?” şeklinde bir soru akla gelebilir. Yukarıda bütün varlığın temel taşlarının aynı parçalar olduğunu ifade etmiştik. İşte Allah (celle celâluhu), “Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca bir şey…” ifadeleriyle bu gerçeğe işaret etmektedir ki, ifadeden de anlaşılacağı üzere, göklerin ve yerin temel taşlarının aynı şeyler olduğu işaretleniyor. Evet Allah Teâlâ burada her şeyi aynı maddeden (zerre – partikül veya tanecik) yarattığını açıkça ortaya koyuyor.
“Ne bundan küçük ne de büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık kitapta (Kitab-ı mübîn) bulunmasın.” Ehl-i tahkik, Kur’ân’da geçen “İmam-ı Mübîn”in67 “Levh-i Mahfuz”68; “Kitab-ı Mübîn”in69 de, insanın mukadderâtının ve sergüzeşt-i hayatının bir mahv ve isbat şeridi şeklinde cereyan eden ve bir sinema şeridi gibi insanın her şeyini ihtiva edip, her tarafı dolduran zerreler olduğunu söylemişlerdir. Zerrelerin belli faaliyetleri yüklenmesi ve bütün hareket ve davranışların zaman şeridine takılıp kalması meselesi, “Kitab-ı Mübîn”i şerh etmektedir. İşte bu, Allah’ın kudret kalemiyle yazıp ve kader planına göre tespit ettiği o kitabın adıdır.
Burada “Kitab-ı Mübîn” tabirinin zikredilmesi oldukça mânidardır. Yani ister atomdan büyük –meselâ, molekül zerreleri– isterse atomdan küçük –meselâ, elektron ve kuarklar– olsun –burada teori farklılıkları mahfuz– bunların hepsi, Allah’ın kudretiyle hareket etmekte ve Kitab-ı Mübîn’de kaydedilmektedirler.
“Miskal”, altının ağırlığını ölçmek için kullanılan bir ölçü birimidir. “Zerre miskali” denildiğinde artık burada “şu veya bu ölçüde” olmaktan ziyade, zerrenin yani atomun gerçek ölçüsü ne ise işte o kastedilmiştir. Atomun yarıçapı 10–8 cm olarak tespit edilmiştir. Bu, o kadar küçük bir yer işgal eder ki, şayet 75 milyon hidrojen atomu uç uca eklenilecek olursa ancak 1 cm ettiği görülecektir. Başka bir ifadeyle 56 gr demir içinde 6,02×1023 (602.000.000.000.000.000.000.000) tane atom bulunmaktadır. Bir insan atomdan hacim olarak 1028 misli daha büyüktür. Güneş de insandan tam 1028 misli büyüktür. İnsanın kâinattaki yeri, güneş büyüklüğü ile atom büyüklüğü ortasındadır. Güneş, içine 1 milyon 297 bin adet dünya sığacak kadar baş döndürücü bir büyüklüğe sahiptir. Buradan atomun ne kadar küçük bir zerre olduğunu kıyas edebiliriz.
Âyet-i kerimedeki “zerre miskali” ifadesiyle atomdan daha büyük ve daha küçük âleme yani proton, nötron, elektron, mezon, nötrino ve kuark gibi parçacıklara da dikkat çekilmektedir. Bu, hangi sahaya gidilirse gidilsin, hangi derinliğe girilirse girilsin, hangi keşiflerde bulunulursa bulunulsun, yine de zerrenin mahiyeti aşılamayacak ve onun dışına çıkılamayacak demektir. Meseleyi mutlak olarak ele almak gerekir. Ortaya atılan ve henüz gelişme sürecinde olan atom kanunlarıyla, Kur’ân’ın mu’cizbeyan ifadeleri mütenâkız değil demektir. Ancak henüz gelişimini tamamlamamış nazariyelere Kur’ân’ı adapte etmeye çalışmanın da doğru olmayacağı açıktır. Ama eğer ilimlere esas teşkil eden varlık, Kur’ân’la konuşan zatın bir kitabı ise –ki öyle olduğunda şüphe yok– saf ilim düşüncesinin Kur’ân’la çelişmesi kat’iyen söz konusu olamaz.
Yukarıda da işaret edildiği gibi atomun ortasında çekirdek, onun etrafında da hızla dönen elektronlar vardır. Hidrojen hariç, bütün atom çekirdeklerinde protonun yanı sıra mutlaka nötron da bulunur. Çünkü çekirdekte birden fazla proton bulunursa bunlar, pozitif yüklü, yani aynı yüklü oldukları için birbirlerini iterler. Bu durumda çekirdekteki nötronlar, protonların birbirlerini itmelerini önleyerek bağlayıcı rol oynarlar. Bu da protonlar, nötronsuz bir arada bulunamazlar demektir.
Bunun tersi de söz konusudur; nötronlar da her zaman protonlara muhtaçtırlar. Çünkü onlar da tek başlarına kaldıkları zaman kısa sürede bunların yarısı bozulmaya uğrayarak proton ve elektron çıkartırlar. Ancak çekirdek büyüdükçe proton ve nötron sayısı eşit olarak değil, nötron sayısı daha fazla olacak şekilde artar. Tabiî her şeye rağmen bu artışın yine de bir sınırı ve ölçüsü vardır. Şayet nötron ve proton sayıları arasındaki fark, bu ölçüyü geçmişse atom çekirdeği kararsız bir durum arz eder. Kararsız bir çekirdek de kendi içinde meydana gelen radyoaktivite ile kararlı hâle kavuşur.
Radyoaktif bozulma, sadece nötron-proton dengesizliğinden kaynaklanmaz. Bazen sadece proton sayısının yüksek oluşu da buna sebep olabilir. Çekirdeğinde 84 ve daha fazla proton bulunan elementler ne kadar çok nötrona sahip olurlarsa olsunlar kararsızdırlar. Bu kadar çok pozitif yük, atom çekirdeğinde devamlı tutulamaz ve çekirdek küçülerek kararlı bir duruma düşer. En istikrarlı atom hidrojen, en istikrarsız atom ise uranyum atomudur. Uranyum atomunun protonları, bulundukları yerde sürekli gürültü ve infilaklara sebebiyet verirler. Onun için atom bombasında da temel unsurlardan biri olarak uranyum kullanılmaktadır.
Uranyum 238 atomu bir alfa parçacığı neşrederek proton sayısını 92’den 90’a, nötron sayısını da 146’dan 144’e düşürür. 90 protona 144 nötron biraz fazladır. Uranyum bu defa bir beta parçacığı neşreder ve proton sayısını artırır. Böylece yeni bir element olarak 91 numaralı sırada yerini alır. Bu işlem böyle devam eder ve nihayet uranyum 82 numarada karar kılar. Lorentz’e göre atomun çekirdeği ile elektronların arasındaki mesafe ve münasebet, güneş manzumesinin bir minyatürü gibi âdeta bir güneş sistemini andırmaktadır.
Bir kısım kürelerin güneşin etrafında peykler hâlinde mütemadiyen dönmeleri gibi elektronlar da atom çekirdeğinin etrafında hareket etmekte ve dönmektedirler. Elektronların hareketi, çekirdeğe olan uzaklıklarına göre değişir. Elektronların çekirdekten uzaklıkları, 1 mm’nin milyonda biri kadardır. Böylece saniyedeki hızları 1000 km ile 15 bin km arasında değişen elektronlar, çekirdek etrafındaki minicik yollarında saniyede milyarlarca defa tur atarlar. O kadar ki onlar, güneş etrafında dönen gezegenlerden farklı olarak bir bulut manzarası arz ederler ve bu bulut içinde her an, herhangi bir yerde bulunma vasfı gösterirler.
Elektronlar, çekirdeğin etrafında hızlı dönüşleriyle onu korumaktadırlar. Eğer bir tren, elektron hızıyla yol alabilseydi, bir saniye içinde İstanbul’dan Erzurum’a birkaç kez gidip gelebilecekti. İşte elektronların bu yüksek hızından dolayı atomların içi dolu gibi gözükmektedir. Maddenin içi dolu gibi gözüktüğü hâlde aslında boş olduğunu ilk defa keşfedip kitabına yazan büyük İslâm âlimi İmam Rabbânî Hazretleri’dir.Elektronların çekirdeğin etrafında dönmeleri esnasında âdeta çepeçevre her şeyi saran tayfunlar, hortumlar ve fırtınalar meydana gelmektedir. Ama bütün bunlar, insanlar tarafından duyulmamaktadır.
Evet, elektronlar, alabildiğine küçük olmalarına rağmen çekirdek etrafında âdeta kıyametler koparmaktadırlar. Şimdi şu âyet-i kerimedeki “zerre” kelimesinin farklı mânâlarıyla mevzumuza nasıl ışık tuttuğuna bakalım:
“Savrulup kaldıranlara (eserek bulutları, tozları kaldıran rüzgârlara, yanardağdan lavlar püskürten tabiî kanunlara, atomlara), (yağmur) yüküyle yüklü (bulut)lara.. Kolayca akıp giden (gemi ve gezegen)lere…”70
Âyet-i kerimede, zerreleri ve cisimleri evirip çevirerek ve karıştırarak hareket ettiren Allah’ın adına yemin edilmektedir.
“Zerr” kelimesi, Arapça’da aynı zamanda şu mânâlara da gelmektedir:
a. Zerr, az katıca ve yapışkan bir yemeği pişirirken, karıştırmak için onun içine sokulan cismin etrafında, süratle karıştırma neticesinde meydana gelen toplanmaya denir.
b. Tefsircilerin büyük bir çoğunluğunun yaklaşımlarıyla “zerr”, “rüzgâr” mânâsına gelir. Yani rüzgârın esip savurması, tozutup durması, ortalığı karıştırıp hortumlar hâsıl etmesi demektir.
c. Bazılarına göre ise “zerr”, “rüzgârların tozutup durması ameliyesinde vazifeli melekler” mânâsına gelmektedir. Eski-yeni hemen her tefsirde bu mânâları bulmak mümkündür.71
Bu mânâlardan da anlaşılacağı üzere Allah (celle celâluhu), sadece zerreler âleminde değişiklikler yapmamaktadır. Yeryüzünde rüzgârlar vasıtasıyla da bir kısım değişiklikler meydana getirmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın fırtınalar vesilesiyle eşyayı ve cisimleri hareket ettirmesi, en büyük âlemden en küçük âleme kadar cereyan eden bir kanun-u umumî gibidir. Milyarlarca yıldız kümesi, Samanyolu’nun merkezi etrafında fırtınaya tutulmuş gibi saniyede 250 km (dakikada 15 bin km) hızla dönmektedir. Elektronu atom çekirdeğinin etrafında belirli bir kanunla döndüren Allah (celle celâluhu), yeryüzünü ve rüzgârları da aynı kanunla döndürmektedir. Yine aynı kanunla Cenâb-ı Hak, feza-i ıtlaktaki güneşten milyonlarca defa daha büyük olan cisimleri, fırtınaya tutulmuş toz bulutları gibi belli bir noktaya doğru hareket ettirmektedir.
İşte biz, “Savrulup kaldıranlara (eserek bulutları, tozları kaldıran rüzgârlara)…” mealindeki âyete bakarken, en küçük âlemden, en büyük âleme kadar kopan fırtına ve tayfunlara beraber bakıyor ve her şeyde Allah’ın büyüklüğünü temâşâ etmeye çalışıyoruz.
Evet, Allah’ın kudret dairesinde, en büyük âlemlerdeki en büyük sistemler, en küçük atom parçacıkları gibi hareket etmektedir. Yeryüzünde meleklerin nezaretinde kopan fırtınalar, aynı kanunla, atom âleminde, çekirdeğin etrafında elektronlar vasıtasıyla meydana gelmekte ve nereye gidilirse gidilsin, ilâhî kanunun değişmediği görülmektedir. Eğer bu kabîl kanunlar değişseydi, hiçbir ilim inkişaf edemez ve kanunlar muttarıt olamadığından ötürü de hiçbir sâbiteden bahsedilemezdi. Zira ilimlerin meydana gelmesi, işte bu değişmez kanunlar vasıtasıyla olmaktadır.
Atomun çekirdeğinde pozitif yüklü protonlar, etrafında ise negatif yüklü elektronlar bulunmaktadır. Bu iki zıt değer, birbirini çekmektedir. Dolayısıyla etrafındaki elektronları dağılmadan çekebilmesi ve döndürebilmesi için, çekirdek maddesinin çok büyük ve ağır olması gerekmektedir. Bu yüzden de protonlar, elektronlardan yüzlerce defa daha büyüktür. Meselâ, 1 elektronun ağırlığı 1 birim ise bir proton ondan tam 1836 defa daha ağırdır. Bu ağır cisim etrafında, hafif olan elektronlar kendilerine göre hareket etmektedirler. Allah (celle celâluhu) bu husustaki kanunu da işte böyle vaz’etmiştir.
Bu hususun genel bir tasvirini yapacak olursak; etrafta şiddetli hareket etme, çekirdekte ise ağır bir yük yüklenme vardır. Dolayısıyla ağırlık merkezdedir. Kim bilir belki de şu âyet, işte bu gerçeğe işaret etmektedir: “Bir de ağır yük taşıyanlara…”
Evet, Allah (celle celâluhu) burada ağır yük yüklenenlere kasem etmektedir. Görüldüğü gibi âyet-i kerime, küre-i arzdaki toza toprağa dikkat çekmenin yanında, büyük sistemlerin etrafındaki ağır dönen şeylere ve atom çekirdeğinin etrafındaki elektronlara da dikkatleri çekmektedir. Evet, bu âyette ağırlığı ve tozu toprağı ile küre-i arzın kendi etrafında dönmesi ve elektronların da atomun etrafında dönmesi anlatılmaktadır. Ayrıca burada büyük sistemler ve onların bağlı bulundukları büyük çekirdeklere de işaret edilmektedir. Yine bu âyette en küçük âlemden en büyük âleme kadar sistemlerin merkez noktalarının ağırlığı kanunu, yeminle dile getirilmekte ve “Ağır yükler yüklenenlere yemin olsun” buyrulmaktadır ki, böylece çekirdeğin veya merkezi tutan ağırlığın ehemmiyetine dikkat çekilmektedir. Etrafındaki elektronlar dağılıp gitse, bu koca çekirdek müthiş bir gürültü ve tarraka ile infilak edip yok olacaktır.
Çekirdekte bir de elektrik bakımından yüksüz nötronlar vardır. Bu ağır parçalar, ağırlıklarına göre süratlenirler. Hızları ışık hızından, saniyede birkaç km’ye kadar değişir. Bunlar, yüksüz oldukları için bir madde içinde uzun yol alabilirler. Bu süratle onlar, 30 cm. kalınlığındaki demir ve kurşundan bile geçebilirler. Ancak atom çekirdeğiyle çarpışmalarında enerjilerini kaybederler. Bazıları da çok ağırdır; ama öyle hız kazanabilirler ki, en kesif maddelerin bile bir tarafından girip öbür tarafından çıkıverirler. Kuş havada ne kadar rahat uçuyor veya balık denizde ne kadar rahat yüzüyorsa, onlar da o hız sayesinde o kadar rahat hareket ederler. Acaba şu âyet de buna mı işaret etmektedir?: “Bir de çok rahatlıkla akıp gidenlere…”
Allah (celle celâluhu), bu âyet-i kerimede çok kolaylıkla cereyan eden şeyler üzerine yemin etmektedir. Yani makro âlemde rahatlıkla akıp giden rüzgârlara, gemilere, feza-i ıtlaktaki büyük gezegen ve sistemlere; mikro âlemde ise nötronlar ve elektronlara…
4. Kâinatta Her Şey Bir Nizam ve Ölçüye Tâbidir
Bütün kâinatta her şey, Allah’ın vaz’ettiği kanunlar çerçevesinde bir nizam ve ölçü içindedir. İnsanlar, kendi iradeleriyle bu kanunları, dolayısıyla da hayat şartlarını karıştırıp bozmasa idiler, bu kâinat sarayı ve arz meşheri olabildiğine temiz, nezih ve fevkalâde bir âhenk içinde olacaktı. Evet kâinatta, zerrelerden sistemlere kadar canlı-cansız, şuurlu-şuursuz her varlığa, harikulâde işler yaptırılmaktadır. Zerreler, belli bir sürat içinde ve fevkalâde bir âhenkle faaliyetini sürdürmekte ve Allah’ın onlar için vaz’ettiği kanunlar çerçevesinde bütün hareket ve faaliyetlerini bir nizam ve ölçü ile sürdürmektedirler.
Şimdi bir meyveyi ağzımıza aldığımızı düşünelim; ağızdaki tat alma hücreleri ile o meyve arasında öylesine ciddî bir muvazenenin olduğu görülecektir ki dahası olamaz. Kudret eli, muhit ilmiyle insanın ağzıyla meyve arasında bir kısım münasebetler vaz’etmiş ve tükürük bezleri, mide, bağırsak, böbrek, karaciğer vb. gibi vücuttaki umumî uzuvların çalışma durumlarını bu münasebetlere bağlamıştır. İnsanın ağzının hücre yapısında vazife gören zerreler ile meyvenin hücresinde vazife gören zerreler aynıdır.
Allah (celle celâluhu) sonsuz kudretiyle, bu küçük zerrelere her varlığın içinde ayrı ayrı vazifeler gördürmektedir. Öyle ki, bu zerreler, insanın ağzına girince tükürük bezlerinin çalışmasına sebep olmakta, tat ve lezzet alma hislerini harekete geçirmekte ve meyvenin içinde de ona ait hususiyetleri meydana getirmektedirler. Bunlar her varlıkta, o varlığın yaratılışına uygun vazife görmekte ve durdukları, bulundukları duruma göre vaziyet almaktadırlar. İşte kâinatta her şey böyle bir ölçü ve nizam içindedir. “Biz orada her bitkiyi gayet ölçülü olarak bitirdik.”72 âyeti sadece bir konuyla alâkalı olarak böyle bir hususu hatırlatmaktadır.
Evet, her zerre, kader kaleminin birer kelimesi gibi vazife görmekte; her şeye uygun elbise biçmekte ve her fıtrata uygun bir vücut çizmektedir. Zerrelere bütün bu işleri gördüren kader programıdır. Onlar asla, bu programın dışında hareket edemez ve kendileri için tayin ve takdir buyrulan ölçünün dışına çıkamazlar. Eğer insan vücudundaki zerreler, bazen isyan ederek bu programı ihlâl etmiş olsalardı, belki de vücudun her tarafında değişik türden kanser urları meydana gelecekti. Ama böyle olmamakta; aksine onlar, vazifesinde sadık bir eleman gibi vücutta iş görmektedirler ve bu sayede de hiçbir yerde fuzulî bir yığılma olmamaktadır. Şayet beyindeki hücrelerde muvakkaten olsun, fuzulî bir yığılma olsaydı, insan iflâh olmaz, “Beynimde ur çıktı. Kanser oldum.” gibi mülâhazalarla doktor doktor dolaşır dururdu. Ama böyle olmayıp; aksine her şey yerli yerinde, her zerre vücutta belli bir nizam ve program dahilinde faaliyet göstermektedir. Dolayısıyla da hiçbir yerde bir kısım özel durumlar müstesna lüzumsuz bir yığılma görülmemektedir.
Umumiyetle bütün arızalar, insanların varlık, eşya ve kendi nefislerine yanlış müdahale ve mualeceleri sonucu meydana gelmektedir. Evet, çok defa insanoğlu, vücudundaki umumî nizamı bozacak işler yaptığından, kendi kendine etmektedir. Eğer bir yerde, itaatsizlik ve başkaldırma varsa, muhakkak oraya şöyle böyle bir insan iradesi ve eli karışmıştır. Zira vücuttaki zerreler, cansız ve şuursuzdur. Onlar, Allah’ın kendileri için takdir ve tayin buyurduğu kanun ve ölçüler içinde faaliyet gösterir ve asla ilâhî kanunlara itaatsizlik etmezler. Onlarda esas olan, sonsuz bir inkıyat ve itaattir. Bu inkıyat ve itaatten dolayıdır ki, insan, çok defa her şeyi kendiliğinden oluvermiş zanneder.
Kâinatta cari olan kanun ve nizamlar, öylesine arızasız yürümektedir ki insan, en küçük işlerin arkasında dahi âdeta pek dâhiyane planları aşkın âsâra şahit olmaktadır. Oysa her şeyin verasında, her kanunun arkasında o sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (celle celâluhu) vardır. Kâinatı tedvir ve tanzim eden O’dur ve mülkünde bir başkasının tasarrufu da söz konusu değildir. Her zerre ve tabi olduğu kanun, O’na dayandığından dolayı en büyük âlemden, en küçük âleme kadar, işini aksatmadan, vazifesinde fütur göstermeden yaratılış gayesi istikametinde yürür gider.
Ayrıca insan, kâinatta bir kısım karışıklıklar meydana getirdiğinde, orada vaz’edilmiş koruyucu kanunlar sayesinde, kısa zamanda bu arızayı telafi edecek bir sistemin mevcudiyeti de söz konusudur. Evet ekosistemi bozan bir kısım cahil ellere ve kâinattaki bu umumi nizamı bozmaya çalışan o hâricî güçlere karşı, fıtrî denge kendini koruyacak bir mekanizmaya sahiptir. Yani eşya ve hâdiseler arasında vasıtalı ve vasıtasız, normal hareketin dışında ayrı bir tesir, koruyucu ve karşılayıcı olarak meydana gelmektedir. Zaten öyle olmasaydı, eşya ve hâdiselerin bir ucuna yapılacak dış müdahale ile bu bozulma zincirleme topyekün eşyanın ve hareketlerin bütününe de sirayet edecekti. Ama öyle olmamaktadır ve o câmid zerreler, büyük bir tayin ve takdir içinde hareket etmektedirler ki, “O’nun indinde her şey, bir tayin ve takdire göredir.”73 âyet-i kerimesi bu hakikatin icmâlî ifadesidir.
Evet, her şey Allah’ın indinde, bir kader ve ölçü içinde cereyan etmektedir. Hiçbir zerre, başıboş hareket edemez ve gelişigüzel herhangi bir yere çekip gidemez. İşte Allah’ın bütün kâinata koyduğu bu nizam, tanzim ve muvazenenin temel taşları, yukarıdan beri izah etmeye ve farklı keyfiyetleriyle tanımaya çalıştığımız atom zerreleridir. Allah (celle celâluhu), en küçük âlemden en büyüğe kadar her şeyi bunlarla örgülemekte ve kâinat kitabını bunlarla yazmaktadır. Atomu daha küçük parçalara bölseler ve bu parçaları yeni yeni isimlerle adlandırsalar da netice değişmeyecek ve her şeye rağmen kader kaleminin, her nesnede ve her yerde hükmünü icra ettiği apaçık görülecektir.
Hâsılı, bütün bunlarla varılan sonuç şudur: “Allah celle celaluhu göğü yükseltti ve (her şeyle alâkalı) umumî bir denge vaz’etti.”74 mazmununca, O, her nesneye onun kendi hususiyetleri çevresinde münasip hudutlar koyarak genel bir nizam, denge ve adalet kanunu vaz’etmiştir. Buna ister, bütün eşya arasında var olduğu kabul edilen “genel denge kanunları” veya daha farklı mülâhazalara da açık olması itibarıyla “gravitation” dersiniz, ister konuyu insanlar arasındaki hak, adalet, müsâvat ve kardeşlik gibi hususlara bağlayarak, belki de biraz da daraltarak sosyal bir vak’a seviyesine indirirsiniz, fark etmez. Âyette vurgulanmak istenen, umumî nizam, umumî âhenk ve “ekosistem”i de içine alacak şekilde bütün varlığı alâkadar eden bir takdir ve tayindir. Ra’d sûresindeki “Allah katında her şey bir miktara tâbi ve bir takdir iledir.”75 âyeti de, atomlardan en büyük galaksilere kadar böyle bir ölçülmüşlüğü, biçilmişliği ve belli kaderî kalıplara bağlı olarak yaratılmış olmayı vurgulamaktadır.
5. Her Şeyin Çift Yaratılması
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın, zamanüstü haber verdiği ilmî hakikatlerinden biri de, her şeyin çift yaratılması hususudur. وَمِنْ كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ “Her şeyi çift (erkek-dişi) yarattık ki düşünüp ders alasınız.”76 âyeti, bu hususu işaretlemede fevkalâde önemlidir. Öyle ki, zerrelerden kürelere, oradan sistem ve galaksilere kadar her yerde ve her şeyde bu gerçeği görmek mümkündür:
İnsanlar ve hayvanlar çift olarak yaratılmıştır. Bitkilerin yaratılışı da aynı şekildedir. Erkeği ve dişisinin ilkah-telakkuhu mevzuunda hemen her yerde aynı durum söz konusudur. Bitkilerde tozlaşma olmasa ve erkek tohum, dişisiyle buluşmasaydı onların hayatlarını ve nesillerini devam ettirmeleri mümkün değildi. Keza, insanın vücuduna bakıldığında da aynı kanunun cari olduğu müşâhede edilmektedir; zira vücuttaki hücrelerin temel yapısı olan atomlar, eksi-artı yüklü bir kısım temel taşlardan müteşekkildirler.
İnsanla alâkalı bu bedîhî hakikati Kur’ân şöyle ifade eder: فَجَعَلَ مِنْهُ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْأُنْثٰى “Ondan erkek ve dişi olarak her iki cinsi yarattı.”77
وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ فِيهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ “Orada (yeryüzünde) bütün meyvelerden çifter çifter yaratan da O (Allah)’dur.”78 âyet-i kerimesi ise, meyvelerin de çifter çifter (dişili-erkekli) yaratıldığını hatırlatır.
Zâriyât sûresindeki âyette geçen كُلِّ kelimesi, Türkçe’de, “Her, bütün, her şey” mânâlarına gelmektedir. Bu kelime, kendisinden sonra gelen kelimeye muzâf olur. Arapça’da buna “izafet terkibi” Türkçe’de ise “tamlama” denilmektedir. Terkipteki ikinci kelime, ya mârife (bilinen) veya nekre (bilinmeyen) olur. Eğer bu kelime mârife olursa, bir varlığın bütün parçalarına şamil olur. Şayet nekre olursa, bu defa da o nesnenin umum efrâdını içine alır. Âyet-i kerimede شَيْءٍ nekreye izafe edilmiştir. Dolayısıyla, bundan ne kadar شَيْءٍ (nesne) varsa, hepsinin çift olarak yaratılmış olduğu anlaşılmaktadır.
Yâsîn sûre-i celilesinde ise, سُبْحَانَ الَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنْبِتُ الْأَرْضُ وَمِنْ أَنْفُسِهِمْ وَمِمَّا لَا يَعْلَمُونَ “Ne yücedir O Allah ki, toprağın bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden hep çift çift yaratmıştır.”79 buyrularak daha önce icmâlî verilen “Çift yarattık” sözü, burada biraz daha tafsil edilmiştir. Bu âyette evvelâ her şeyin çift yaratıldığına dikkat çekilmiş, sonra da yerin bitirdiği, ot, çiçek, ağaç vs. gibi varlıkların hepsinin, dişi ve erkek olmak üzere bu umumî kanunun şümulüne dahil oldukları vurgulanmıştır.
“Ve nefislerinizden de…” Yani sizin nefislerinizde bulunan şeyler de çifttir. Siz, kadın-erkek olarak çift yaratıldığınız gibi sizin vücudunuz da bu kaidenin dışında değildir. Orada da artı-eksi değerler mevcuttur.
Zannediyorum Kur’ân, “Daha bilmedikleri nice şeyleri de hep çift olarak yaratmıştır.” ifadesiyle ise muhataplarına şu hususu hatırlatmaktadır: “İnsanlar ve hayvanlar dişi ve erkek olmak üzere çift çift yaratıldığı gibi bitkiler de çifter çifter yaratılmıştır. Dolayısıyla aralarında aşılama olmadıkça üreme de olmayacaktır. Ancak sizin bilmediğiniz daha nice çiftler vardır ki, onları ileride göreceksiniz. Şu andaki ilim ufkunuz, araştırma imkânlarınız bunu tespite kâfi değildir. Ne var ki ileride ilim ve fen inkişaf edecek ve siz daha bir sürü varlığın çift yaratıldığını görebileceksiniz. Biz, en büyük sistem ve galaksilerden, yıldızlar ile güneş arasındaki itme-çekmeye kadar ondan da en küçük âleme, insana, hayvana, ota, tohuma ve atomun içindeki temel unsurlara kadar her şeyi çift olarak yarattık.”
Maurice Dirac, elementer parçacık pozitronun keşfedilmesiyle çift yaratılma temel prensibini kurmuştur. Elektron, atomu meydana getiren temel elemanlardan biridir. O, negatif olarak, en küçük elektrik yük birimine sahiptir. Pozitron da elektronun kütlesi kadar kütleye sahip olmakla beraber onunkinin aksine pozitif elektrik yükü taşıyan elementer bir taneciktir.
Fiziğin temel yapılarından biri olan “çift yaratılma” kuralına göre, kâinatın herhangi bir noktasında bir partikül yaratılınca, onunla birlikte ikizi, yani zıt olanı da meydana gelmektedir. Bunların en meşhurlarını şöylece sıralayabiliriz:
1. Elektronun zıt ikizi pozitron.
2. Protonun zıt ikizi antiproton.
3. Nötronun zıt ikizi antinötron
4. Nötrinonun zıt ikizi antinötrino.
Maddenin daha da derinliklerine inildiğinde yine çiftlerle karşılaşılmaktadır. Bilindiği gibi hemen her madde atomlardan, atomlar da proton, nötron ve elektronlardan yaratılmaktadır. Protonlar ve nötronlar da “kuark” denilen partiküllerden meydana gelmektedir. Bunlar da çiftler hâlindedirler. Şöyle ki:
Yukarı (up), aşağı (down);
Tuhaf (strange), tılsım (charm);
Üst (top), alt (bottom).
En son bulunan üst kuarkın varlığı sadece teorik olarak biliniyordu. Standart modele göre partiküller de çiftler hâlinde olmalıydı. Bulunan beş kuarkı altıya tamamlayacak bir kuarkın bulunması gerekiyordu. 440 ilim adamı bu gerçekten hareket ederek 17 yıl süren hummalı bir çalışmanın sonunda 1995’te üst kuarkı da bularak maddenin sırlarını keşfetme adına büyük ilerlemeler kaydettiler.
Atomun pozitif yükü çekirdeğinde, negatif yükü ise diğer kısımlarındadır. Öyle ise çekirdeği negatif, elektronları da pozitif olan atomlar niçin olmasın! Yani maddenin zıt eşi niçin olmasın! Bu sahanın mütehassısları, yıldızlar, güneş, gaz ve tozlardan meydana gelen galaksimizde antimaddenin varlığını kabul etmektedirler. Belki de astronomların teleskoplarla gördüğü yıldız sistemlerinin bazıları tamamen antimaddeden ibarettir.
Kâinatın yaratılışında ve işleyişinde temel bir rol oynayan elektriğin de pozitif ve negatif olmak üzere iki cinsinin bulunduğu ilk defa 1733 yılında keşfedilmiştir. Aynı cins elektrik yükleri birbirini iterken zıt yükler de birbirini çekmektedirler.
Ayrıca bir mıknatısın iki ucunda güney ve kuzey olmak üzere birbirine zıt iki kutbu olduğu bilinmektedir. Öyle ki bir mıknatıs ne kadar küçük parçacıklara ayrılırsa ayrılsın her seferinde iki ayrı kutup meydana gelir. Yani tek kutuplu bir mıknatıs meydana getirilemez. Zira tıpkı elektrikte olduğu gibi aynı kutuplar birbirini iter, zıt kutuplar ise birbirini çekerler. Dünyamız da dev bir mıknatıs gibidir ve kuzey ve güney olmak üzere iki zıt kutba sahiptir.
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın asırlarca önce söylediklerini yukarıda görmüştük; ilmin söyledikleri de başka değildir. Aradan bunca asır geçmesine ve ilim her geçen gün baş döndürücü bir şekilde inkişaf etmesine rağmen değişen fazla bir şey olmamıştır. Kur’ân’ın o gün söyledikleri, o günün ilim ve mantalitesi için ne kadar geçerli ise, bugünün ilim ve mantalitesi için de aynen geçerlidir. İşte bütün bunlar, Kur’ân’ın, ezel ve ebed sultanı Allah’ın (celle celâluhu), mu’ciz bir kelâmı olduğunu göstermektedir.
6. Kur’ân-ı Kerim’de İnsanın Menşei
Günümüze gelinceye kadar Allah’a, Kur’ân’a ve Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inanmayanlar, Kur’ân’ın içtimaî ve pedagojik yönünü tenkit ettikleri gibi ilmî hakikatlere dair beyanlarını da tenkit edegelmişlerdir. Eğer bunlar, Kur’ân’ın âyetlerini dikkatlice inceleselerdi, tenkit ettikleri âyetlerin ilimlerle asla çatışmadığını, aksine temelde, ilmî gerçeklere icmâlen işaret ve delaletlerini görerek hayranlık duyacaklardı.
Şimdi, insanın yaratılışına bağlayarak konuyu biraz daha açalım: Cenâb-ı Hak, bir âyette, insanın yaratılışını nazara vererek, menşeinin bir su olduğuna ve suyun da bel kemiği ile göğüs kemikleri arasından çıktığına dikkati çeker: فَلْيَنْظُرِ الْإِنْسَانُ مِمَّ خُلِقَخُلِقَ مِنْ مَۤاءٍ دَافِقٍيَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَۤائِبِ “İnsanoğlu neden yaratıldığına bir baksın! O, atılan bir sudan yaratıldı. (O su) bel kemiği ile göğüs kemikleri arasından çıkmaktadır.”80
Enteresandır, bu âyet, Kur’ân’a dil uzatan tâli’sizlerin tenkit ettikleri âyet-i kerimelerdendir. Evet, Kur’ân, “(O su) bel kemiği ile göğüs kemikleri arasından çıkar.” der. Onlar ise, annenin rahmine giden spermlerin erkeğin husyeleri (yumurtaları)nden çıktığını ve Kur’ân’ın bu beyanının ilmî gerçeklere aykırı olduğunu söyleyerek, “Bu, Kur’ân’ın yanılmasıdır.” derler. Şayet –hâşâ– bir yaratan mevcut olsaydı ve Kur’ân da O’nun kelâmı olsaydı, bu beyan, ilmin ortaya koyduğu hakikatlerle çelişen bir beyan olmayacaktı.” demektedirler.
Onların bu tenkidi, Kur’ân-ı Kerim’in literatürüne tam vâkıf olmadıklarını ve onu gerektiği gibi incelemediklerini göstermektedir. Zira âyet-i kerimede geçen الصُّلْبِ, insanın başının arka dibinden kuyruk sokumuna kadar uzanan arka kemiğine denir ki, bu kemik, “omurga kemiği” ve “bel kemiği” şeklinde de isimlendirilmektedir. Yeni Arapça sözlüklerde ise bu kelimeye, “karbon”, “karbonhidrat” ve “magnezyum” mânâları da verilmiştir. İnsanın menşeinin anlatıldığı bu âyet-i kerimede الصُّلْبِ kelimesinin özellikle seçilerek kullanılması oldukça mânidardır. Çünkü sperm ve yumurta denilen küçük canlılar, bu maddelerden mürekkep birer hücredirler.
Ayrıca anatomik olarak الصُّلْبِ tabirinden omurganın sağlam ve birbiriyle kaynaşmış olan sağrı bölgesi, التَّرَۤائِبِ tabirinden de göğüs omurları anlaşılabilir. “(O su) bel kemiği ile göğüs kemikleri arasından çıkar.” ifadesi oldukça dikkat çekicidir. Zira bu ifadeden o suyun (meninin) atılmasının sağrı ve göğüs kemikleri arasında kalan lumbar (bel) bölge omurları arasından çıkan sinirlerin bulunduğu merkezlerde başlatılan tenbihlerden kaynaklandığı anlatılmaktadır. Nitekim son anatomik tespitler meniyi fırlatma merkezi ile ilgili sinirlerin 10. göğüs omuru ile 2. bel omuru arasındaki (T10-L2) omurilik bölgesinde bulunduğunu göstermektedir.81
Meninin üretildiği yer husyeler (testis) ve yardımcı bezler çok aşağıda olmasına rağmen, spermlerin atılması için gerekli sinir uyartı merkezlerinin bu şekilde belirtilmesi çok veciz bir ifade tarzıdır. Daha eski bilgilere dayanarak meninin omurların içinde bulunan ve iliklerde üretilen kandan yapıldığını anlayanlar da olmuştur; fakat kan sadece omurgaya ait kemiklerde değil, diğer birçok kemikte de yapıldığından ve kan sadece sperm üretimi için gerekli gıda dışında bütün vücut hücrelerinin gıdasını da taşıyan bir unsur olduğundan, “sulb ve terâib”den çıkanın kan değil de sinir olduğu ve bu sinirlerin de hususî olarak bu işe tahsis edilmesi Kur’ân’ın mucizevî yönüne daha uygun düşmektedir.
Durum bu şekliyle tespit edilip ortaya konunca, Kur’ân âyetlerini olumsuz şekilde kritik etmeye yeltenenlerin hem acelecilikleri hem de önyargılı oldukları apaçık ortaya çıkmaktadır.
7. Canlılarda Sütün Meydana Gelişi
Daha önce de ifade edildiği gibi Kur’ân-ı Kerim, dikkatlice tetkik edildiğinde onun hiçbir sûre ve âyetinin ilmî hakikatlere zıt ve ters bir yanı olmadığını hemen herkes anlayabilir. Hatta o, icmâlen ve vak’ayı rapor şeklinde de olsa, insanoğlunun çok sonraları keşfedip ortaya koyduğu hakikatleri asırlar öncesinden haber verdiği görülür.
Bu cümleden olarak onun bir âyetinde şöyle buyrulur: وَإِنَّ لَكُمْ فِي الْأَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ مِمَّا فِي بُطُونِه۪ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَۤائِغًا لِلشَّارِبِينَ “Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da alınacak ibretler vardır. Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (gelen) ve içenlerin boğazından kolayca letafetle geçen hâlis bir süt içiriyoruz.”82
Burada her şeyden evvel Kur’ân, “Kuşkusuz sizin için hayvanlardan da alınacak ibretler vardır.” diyerek hayvanlar âlemi itibarıyla Allah’ın varlığına ve birliğine işaret eden delillere dikkati çekiyor. Bu deliller ki hemen herkesin anlayacağı şekilde, açık ve vâzıhtır. Yani hem halkın hem de uzman ilim adamlarının anlayabileceği bir üslûpla anlatılmaktadır. Evet, pek çok hayvan türü, ot, yem, saman ve su gibi gıdalarla beslenerek, insanlar için birer protein kaynağı olan et, süt ve yumurta gibi nimetleri onlara sunmaktadırlar ki, avam-havas hemen herkes bunu rahatlıkla anlayabilir. İşte bütün bu nimetlerin hayvanlar vasıtasıyla bu şekilde bizlere lütfedilmesi, Allah’ın varlığına ve birliğine apaçık bir delildir.
İkinci olarak, “Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca rahatsız etmeden geçen hâlis bir süt içiriyoruz.” şeklinde ferman ederek, sütün, ilk defasında “fışkı”dan ikinci defasında ise “kan”dan ayrılarak hâlis, tertemiz, içenleri rahatsız etmeyecek ve onlar için önemli bir besin kaynağı haline geldiği hatırlatılmaktadır.
Burada bir hususu hatırlatmakta yarar var: Sütün özellikle bebekler için daha fıtrî oluşu, annenin memesinden aktığı andaki durumu itibarıyladır. Şayet o, annenin memesinden aktıktan sonra bekletilip daha sonra şöyle veya böyle ısıtılarak bebeğe verilirse, onun tabiîliğine riayet edilmemiş olur. Sütün hâlis olması, onun bozulmamış ve mikrop bulaşmamış olması demektir. Âyet-i kerimede sütün “hâlis” ve “sâiğ” oluşu, yani herhangi bir hastalık endişesi vermeyişi ve boğazdan rahat gidişi, biraz da canlının memesinden aktığı ana bağlanmaktadır. Zira süt, mikropların çabucak çoğalmasına müsait bir yapıya sahiptir.
Burada bir ziraat uzmanının anlattığı bir hâdiseyi aklımda kaldığı şekliyle nakletmek istiyorum: “Biz, hayvanlardan sütü alıp onu muhafaza ediyor ve bu sütü buzağılara içiriyorduk. Yaptığımız denemeler neticesinde memesi temiz bir hayvanın memesinden süt emen buzağı ile bizim süt verdiğimiz buzağı arasında gelişmeleri açısından gözle görülür bir fark söz konusu idi. Evet diğerine nispeten bizim süt vererek beslediğimiz buzağı daha az gelişiyordu. Bunun sebebini araştırıp tetkik ettiğimizde, karşımıza şu neticeler çıktı:
Buzağı, annesinin memesinden emdiği sütü, fıtrî bulmuş olacak ki daha içten emiyordu. Dolayısıyla sütü annesinin memesinden emen buzağı, kendi tabiatına daha uygun şekilde beslenmiş oluyordu. Diğer süte ise annenin memesindeki tabiî sıcaklığı vermek mümkün görünmüyordu. Evet, yavru, sütü tabiî sıcaklığı içinde içtiği zaman daha içtendi ve emmeyi tabiî bir iştihaya bağlı sürdürüyordu. Ayrıca süt, dışarıda tutulduğunda, az da olsa ona mikrop bulaşabiliyordu ki bu da değişik yönleriyle sütün vasıf ve değeri üzerinde menfi tesirleri oluşturuyordu.”
İşte Kur’ân-ı Kerim burada, “İçenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt” ifadesiyle sütün, kan ve fışkı arasından çıkmış olmasına rağmen, insanların rahatsız olmadan içebilecekleri saf, temiz ve tabiî bir nimet-i ilâhî olduğunu anlatmaktadır.
Bilindiği gibi canlılar, gıdaları ağızlarına alıp yutmaktadırlar. Yutulan bu besinler, belli bir ameliye için mideye, mideden sonra da bağırsaklara gitmektedir. Bağırsaklara giden bu besinler burada bulunan villüsler içindeki kılcallar tarafından pislikler arasından tasfiye edilerek kana karışmaktadırlar. Bu, Allah’ın ihsan ettiği hoş bir içecek olan sütün fışkıdan ayrıldığı ilk safhadır. İkinci safhada kana dahil olan bu maddeler, kanın içinde deveran etmekte; daha sonra ise süt veren canlının memelerindeki süt guddelerine (bezlerine) gelen bu protein, karbonhidrat ve yağ çorbası, bu bezler tarafından süt hâline dönüştürülerek memelerin içindeki süt kanalcıklarına sevk edilmektedir.
Evet, işte böyle bir konuyu, hemen hiçbir tereddüde meydan vermeden açık seçik olarak ifade etmek Kur’ân’a has bir keyfiyettir ve mucizedir. Zira, hayvanın karnında olan bu enteresan hâdiselerin insanlar tarafından bilinmesinin mümkün olmadığı, bilhassa asırlar öncesi bir dönemde Kur’ân, daha başka âyetlerde de olduğu gibi, bu haberi bizlere âdeta şöyle vermektedir:
“Ben, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) dahil, yeryüzünde hiçbir beşerin kelâmı olamam. Hz. Muhammed sadece benimle irşad eden büyük bir mürşittir. Ben, ancak ve ancak bütün kevn ü mekânları birbirine bağlayan ve ezelden ebede kadar her şeyi ilmiyle ihâta eden bir zatın kelâmıyım. Sizin aklınızın ulaşamadığı, idrakinizin eremediği yerlerde benim asırlar öncesinden dikili olan bayrağım dalgalanmaktadır. İleride sizler, değişik yöntem ve teknolojik imkânlarla daha enteresan şeyler keşfedeceksiniz. Teleskoplarınız, trilyonlarca km ötede bulunan nebülözleri getirip gözler önüne serecek ama, oralara gittiğinizde de yine benim bayrağımın dalgalandığını göreceksiniz.”
Evet, Kur’ân’ın bu âyeti de, önceki âyetlerde olduğu gibi, haber verdiği ilmî hakikatlerin diliyle onun bir kısım beyanlarını tenkit eden münkirlerin tenkitlerini alıp onların suratlarına çarpmakta, dün olduğu şekilde bugün de bütün münkirleri susturmaktadır.
8. Ana Rahminde Yavrunun Teşekkülü
Allah (celle celâluhu), hem hücreler hem de hücrenin içindeki DNA ve RNA gibi önemli moleküller arasında ciddî bir vahdet temin etmiştir. Şayet hücre içinde bu sistemler arasındaki vahdet bozulacak olursa, hücreler arası ve hücre içi âhenk ve dolayısıyla doku ve organlar da altüst olur. Ayrıca hücrenin içinde DNA ve RNA’dan başka çeşitli aminoasit dizileri de vardır ki, bunların çoğu hakkında henüz ciddî bir bilginin var olduğu söylenemez. Bilinen bir husus varsa o da, hücrenin içinde bulunan maddelerin âdeta bir hükümet gibi âhenk ve nizam içinde çalışıyor olmalarıdır.
Evet, bütün bu hücreler bir araya gelerek insanın vücudunu oluşturmaktadırlar. İnsan, trilyonlarca hücreden meydana gelmiş âdeta tek hücre gibi bir varlıktır. Onu meydana getiren bu hücreler arasında öylesine bir irtibat ve âhenk vardır ki, insan hiçbir zaman kendisinin parça parça ve birbirinden kopuk farklı nesnelerden meydana geldiğini hissetmez. Yine bu hücreler arasında birbirinden kopuk olmalarına rağmen öyle bir vahdet vardır ki, insan, birbirine karıştırmadan herhangi bir nesneyi gördüğü aynı anda o şeyi veya başka bir cismi duyabilmekte, tadabilmekte, koklayabilmekte ve yürüyüp konuşabilmektedir. Hâlbuki bütün bunları kumanda eden hücreler farklı farklıdır. Fakat bütün bu farklı farklı hücreler arasında bir ayrılık değil, aksine, tıpkı bir aile fertleri –her aile ferdinde olmayabilir– arasında olduğu gibi kuvvetli bir birlik, sevgi ve dayanışma vardır.
Evet, insanın vücudundaki bütün organlar, böylesi bir birlik, irtibat ve dayanışma içindedirler. İşte bu organlardan biri de, eskiden “rahm-i mâder” veya “meşîme”, günümüzde ise “döl yatağı” denilen ana rahmidir. “(Ey insanlar!) Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı? Biz işte o suyu, belli bir zamana kadar sağlam bir yere yerleştirdik.. ve Biz bunu böyle takdir edip kararlaştırdık. Ne güzel takdir ederiz Biz!”83 âyet-i kerimesinde, bu organ ve onun özelliği işaretlenmektedir.
Ana rahmi, kendisine dokuz aylığına misafir olarak gelen ve yumurta ile aşılandıktan sonra bir canlının meydana gelmesine vesile olan spermi karşılamak için ciddî bir şekilde hazırlanmakta ve daha sperm gelmeden onda bir kısım kimyevî değişiklikler oluşmaktadır. Bu değişmeler esnasında rahmin duvarları kalınlaşmakta, bezler büyümeye başlamakta ve yumurtalığın salgıladığı bir kısım hormonların rahmin duvarlarını uyarmasıyla rahim içinde bir hareketlilik meydana gelmektedir. Daha sonra rahmin duvarlarını yapan doku kalınlaşıp kanlanmakta, vitaminlerle donatılmakta, hücrelerin sayısı artarak kat kat hâle gelmekte ve hücre araları, meydana gelecek yavruyu besleyecek gıda maddeleriyle donatılmaktadır ve bu faaliyetler her ay tekerrür etmektedir. Rahim, misafirinin rahatlıkla kayıp gelebilmesi için, onun geleceği istikamete doğru kaygan bir sıvı salgılamaktadır. Bütün bunlardan sonra şayet rahimde bir aşılanma olmazsa, bütün bu fazlalık maddeler, “aybaşı” denilen hâdiseyle dışarıya atılmaktadır. Çünkü bu maddeler, orada daha fazla kalacak olurlarsa, rahmi tahriş eder ve bir kısım hastalıkların meydana gelmesine vesile olabilirler…
Aşılanma olduğunda ve bu maddelerin dışarıya atılmama durumunda ise, içeriye giren spermle aşılanmış olan yumurta, rahmin bir tarafına asılarak oradan beslenmeye başlar. Daha sonra bir tane olan yumurta hücresi, bir hafta gibi kısa bir sürede bölünüp çoğalarak binlerce hücreye dönüşür. Anne rahmindeki mekanizma, her zaman öylesine mükemmel işlemektedir ki, her gün sayıları artan hücreler hususî şekilde vazifelendirilip embriyonun organlarını meydana getirmek üzere dokular hâlinde bir araya gelerek farklı vasıflar kazanırlar.
Bu doku tabakalarından en dışta bulunan kısım eldiven parmağı gibi girinti çıkıntılar meydana getirirken bunun karşı tarafındaki anne rahminin duvarları da bu parmak şeklindeki çıkıntılara uygun hâle gelir ve iki tarafın girinti çıkıntıları birbirine uyacak şekilde karşılıklı olarak birleşirler. Annenin kan damarları ile embriyonun kan damarları burada birbirlerine sarılmış vaziyette bir arada bulunurlar, kanlar birbirine karışmaz, fakat aralarında gıda ve artık madde alışverişi olur. Buna halk dilinde “eş”, tıpta ise “plasenta” denilmektedir.
Çocuk, anne karnında dokuz ay hiç durmadan gelişirken bir bakıma onun karaciğer, akciğer, böbrek ve sindirim sistemi fonksiyonları, işte bu plasentaya emanettir. Yavrunun göbeğinin bir ucu kendisine, diğer ucu ise gerek insanda gerekse memeli hayvanlarda doğumdan sonra gereksiz olduğundan dolayı dışarıya atılan, âdeta bir torbaya benzeyen ve zâhiren biçimsiz görünen bu plasentaya bağlıdır. Göbek bağı, spiral şeklinde ve ne tarafa bükülürse bükülsün kırılmaz bir keyfiyette yaratılmıştır. Göbek bağında iki tane atardamar, bir tane de toplardamar vardır. Atardamarlar, yavrunun metabolizma artıklarını plasentaya ulaştırırken, toplardamarlar da annenin vücudundan protein ve vitamin gibi yavruya faydalı maddeleri toplayıp anne rahmine getirerek çocuğu beslemektedirler. En küçük şeylere en büyük işleri yaptıran Cenâb-ı Hak, işte bütün bu akıl almaz işleri de basit bir kordona yaptırmaktadır.
Anne karnı, yavrunun çok emin, rahat ve her türlü ihtiyacını görebileceği bir şekilde hazırlanmıştır. Yavru orada dokuz ay boyunca güzelce beslendikten sonra rahim, onu dışarıya atar ve böylece yavru dünyaya gelir. Bundan sonra rahim, dokuz ay boyunca içinde taşıdığı doku artıklarını dışarıya atarak kendisini yeniden temizler. Bu durum en fazla kırk gün sürer ki, bu hâle “nifas” yani “lohusalık hâli” denir.
Bütün bu olup biten baş döndürücü hâdiselerin tesadüf ve sebeplere verilmesi mümkün değildir. Zira bütün bu hâdiseler, Allah’a değil de tesadüf ve sebeplere verildiğinde her şey birbirine karışacak ve allak bullak olacaktır. Hâlbuki cereyan eden bu farklı farklı hâdiseler arasında bir vahdet vardır. Bu vahdet ise gayet açık bir şekilde bunların bir tek ve eşi-menendi bulunmayan Cenâb-ı Hak tarafından yaratıldığını göstermektedir.
Şimdi de, bütün bu anlatılanlarda o geniş yorumlara açık hususiyetlerin Kur’ân’daki özetini görmeye çalışalım:
“Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphe içinde iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı bir et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki, böylece size (kudretimizi) gösterelim. Biz dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra da sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız…”84 ifadeleriyle buyuran Kur’ân, anne karnındaki yavrunun, dünyaya gelinceye kadar geçirdiği embriyolojik safhaları anlatmaktadır ki başka bir âyet-i kerime bu safhaları daha bir net şekilde ortaya koymaktadır:
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ طِينٍ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِي قَرَارٍ مَكِينٍ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ أَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
“Andolsun Biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu emin ve sağlam bir karargâhta (rahimde) nutfe hâline getirdik. Sonra nutfeyi alaka yaptık. Peşinden, alakayı, bir parçacık et hâline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik. Şimdi bak da Allah’ın ne mükemmel yaratan olduğunu düşün.”85
“Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir sülâle (öz)den yarattık.”
Âyet-i kerimede geçen سُلَالَةٍ kelimesi سَلّ masdarından türetilmiş bir kelimedir. سَلّ, bir şeyi bir şeyden incelik ve yumuşaklıkla sıyırıp çıkarmak, سُلَالَةٍ ise bir şeyden sıyrılıp çıkarılan bir “öz” mânâsına gelmektedir. İşte insan, ilk önce böyle bir çamurdan sıyrılıp çıkarılmış özel bir sülâleden yaratılmıştır. Bu fasıl, ilk insan olan Hz. Âdem’in yaratıldığı, dolayısıyla insan cinsinin ve onun organlarının yaratılmasının başladığı ilk merhaledir.
“Sonra onu emin ve sağlam bir karargâhta (rahimde) nutfe hâline getirdik.”
Yani bu sülâleyi (özü), sağlam bir karargâh olan قَرَارٍ مَكِينٍ rahimde nutfe hâline getirdik. “Karâr-ı mekîn”, nutfenin beslenmesinin, emniyetinin, rahat ve huzurunun temin edildiği sıcak ve emin bir yuva olan “rahim”dir.
“Sonra nutfeyi alaka yaptık.”
Bu âyet-i kerime, küçük bir hücre olan nutfenin, rahimde, belli bir zaman sonra kan pıhtısı görüntüsünde büyük bir hücre kitlesi hâline geldiğini ve rahmin cidarlarına yapışarak orada beslendiğini bildirmektedir. “Alaka” kelimesinin karakteristik yapısından nutfenin hem bir kan pıhtısı hâlinde olduğu, hem de rahme alâka peyda edip onun duvarına yapıştığı anlatılmaktadır.
“Peşinden, alakayı, bir parçacık et hâline soktuk…”
Kısa bir zaman sonra ise, bu kan pıhtısı hâlindeki alaka, zâhirî görünümü itibarıyla çiğnenmiş bir et parçası hâline gelmektedir.. evet, “mudğa”, mikroskop altında değil de çıplak gözle ağızda çiğnenmiş biçimsiz bir et parçası şeklinde değerlendirilmektedir.
“Bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik…”
Şöyle-böyle bir et parçası görünümünde olan bu küçük canlının ilk hücreleri daha sonra kemik ve kıkırdak hâline gelmektedir. Esasen bütün bunlar, ancak modern görüntüleme metodlarıyla görülebilecek hâdiselerdir. Çünkü insanın çıplak gözle anne karnındaki yavrunun kemik hücrelerinin kas hücrelerinden ayrı olduğunu görmesi mümkün değildir. Evvelâ, yavrunun çok şeffaf bir kıkırdak hâlinde olan kemikleri yaratılmakta daha sonra ise kas hücreleri yaratılmaktadır.
İşte Kur’ân-ı Kerim’in, “Bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık.” mu’ciz-beyan ifadeleri böyle bir özetle çok önemli bazı hususlara dikkati çekmektedir. Âyet-i kerimede ilk defa kemiklerin yaratıldığı, daha sonra ise o kemikler üzerine kas hücreleri yaratılarak bir elbise gibi ona giydirildiği ifade edilmektedir ki üzerinde durulması gereken bir konudur.
Bu hakikat, ancak bilim ve teknolojinin geliştiği ve zigotun doğum anına kadar hemen her ceninin geçirdiği gelişmelerin takip edilebildiği bu asırda muttali olunabilen bir husustur. Tıp ilminin verilerine göre, yedinci haftaya kadar insan yavrusu ile diğer herhangi bir canlının gelişmesi arasında fark yoktur. Bu benzerlik, Darvin’i, Darvinistleri ve NeoDarvinistleri aldatmış olacak ki, onlar bu konuya aşağı-yukarı şöyle yaklaşırlar:
“İnsan, anne karnında geçirdiği safhalarda ilk atalarına benzemektedir. İnsan yavrusu, anne karnında gelişirken bir noktaya kadar diğer hayvanların yavrularıyla farksız olarak gelişir. Bu da insanın menşeinin başka hayvanlarla irtibatlı olduğunu göstermektedir. Menşe birliği, yavrunun embriyolojik gelişmesinin başlangıcında müşâhede edilmektedir. Öyleyse insanın menşei, insan değil hayvandır.”
Onların, insan yavrusuyla diğer canlıların yavrularının gelişmeleri arasındaki benzerlikten yola çıkarak vardıkları bu sonuç, imtihan buudlu bir yanılmadır. Çünkü yavruların gelişmeleri arasındaki bu zahiri benzerlik, ancak belli bir noktaya kadar devam etmekte ve o noktadan itibaren insan yavrusu ile insan olma istidat ve kabiliyetinden uzak bulunan diğer yavrular, genomlarındaki programlarının farklılığına göre hemen ayrılmaktadır.
Evet, insan, teçhiz edildiği kabiliyet ve istidatlarıyla inkişaf edip ilerlemekte, diğerleri ise, kendi fıtratları çerçevesinde sıkışıp kalmaktadır. Nitekim âyette, “Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik.” ifadesi, خَلْقًا اٰخَرَ (halk-ı âhar) kelimesiyle insan yavrusunun belli bir noktadan sonra diğer yavrulardan farklı bir vetirede yoluna devam ettiğini göstermektedir.
“Şimdi bak ve Allah’ın ne mükemmel yaratan olduğunu düşün.”
Yukarıda zikredilen âyetlerin ifadelerindeki âhenk, ton, mûsıkî, insana “İnsanı hor ve hakir bir sudan en mükemmel şekilde yaratan ve sonra da onun bu yaratılış serencâmesini anlatan Allah ne güzel yaratıcıdır!” dedirtmektedir. Evet, Allah (celle celâluhu) ne güzel yaratıcıdır ki, en küçük bir şeyden en mükemmel bir varlığı inşâ ve ihdas etmekte, yarattığı şeyleri en güzel şekilde yaratmakta, hilkat âlemiyle alâkalı meseleleri insanları irşad etmek için onların nazarlarına arz etmekte ve bunları arz ederken akla hayale gelmedik esrarengiz hakikatlere de kapılar aralamaktadır.
20. asırda, Kur’ân’ın mucizevî oluşu hususunda çok şey söylenmiş ve söylenmeye de devam etmektedir. İhtimal ileride, bu asrın insanının ulaşamadığı “Kur’ân ufkuna dair hakikatler” diyeceğimiz daha pek çok sır keşfedilecek, Kur’ân’ın âyetleri ile ilmî araştırmalar değerlendirilerek vicdanlarımız yeni bir Kur’ân çağına uyarılacaktır. Kur’ân’ın âyetleri bir göz, kâinattaki âyât-ı tekviniye ise diğer bir gözdür. Bir başka ifadeyle hakikate ulaşma adına, kâinatı didik didik inceleyip araştıran bilimler bir göz, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan da diğer bir gözdür.
İnsan, eşya ve hâdiselere bu iki gözle baktığı takdirde kendisi dahil her şeyi tam görecek, nefsini bilecek ve bunun ışığında da ilâhî irfana ulaşacaktır. Bir Allah dostunun söylediği ve benzerini, Sokrates’in okulunun kapısına yazdırdığı rivayet edilen şu söz bu hakikati ne güzel ifade eder: مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ “Nefsini bilen Rabbini de bilir.”86
9. İnsanın Yaratılması
“Kasem olsun Biz insanı, kuru bir balçık, kokusu değişik ve şekillenmiş siyah bir çamurdan yarattık.”87
Burada, belki istihalelere uğrayıp değişen ve insan biçiminde şekillenen, iç ve dış unsurlarla dengelenen, sonra da ilâhî nefha ile şereflendirilen bu yeni varlık, maddenin-mânânın birleşik noktasında bir varlıktır. Allah (celle celâluhu), onun üzerinde son düzenlemeyi yapıp, onun içindeki umumi âhengi, çevresiyle olan dengesini ve topyekün varlıkla olan münasebetlerini nasıl tesis ettiğini şöyle açıklar: “Ben onu son kez düzenlediğim ve ruhumdan üflediğim zaman, siz (bu hitabın muhatabı bütün melekûtteki asnâf) hemen onun için (imtihan ve inkiyat) secdesine kapanın.”88
O güne kadar namı-nişanı bilinmeyen, melekûtta mahfuz, mülkte esâmesiz ki Kur’ân: “Dehrin cereyanı içinde öyle bir zaman gelip geçti ki, o dönemde insanın adı bile anılmazdı.”89 buyurur. Böyle bir varlığı seleflerinin kavrayabilmeleri ve fâikiyetini kabullenmeleri, emre itaatteki inceliğin gözetilmesiyle alâkalıydı. Bu imtihanı kazanan kazandı, kaybeden de kaybetti.
Kur’ân-ı Kerim daha başka âyetleriyle insanın kaderî plandan, değişik hilkat safhalarına kadar merhale merhale yaratılışını öyle bir üslûpla anlatır ki, basiretle bu âyetlere baktığımızda onun anne karnında geçirdiği embriyolojik süreci de görebiliriz. Evet, Kur’ân’da bu iki sürecin de üzerinde hassasiyetle durulmuştur.
Bu süreç içinde açık bir kısım farklı merhaleler söz konusudur. Birinci merhale toprak, ikincisi, “tîn” kelimeleriyle ifade edilen özel çamur; üçüncüsü, insan iskeleti hâline getirilen siyah balçık mânâsına gelen “hame”; dördüncüsü, pişirilmiş, kurutulmuş çömlek benzeri “salsal”dır.. bunlar, belki vetire ve belki oluşum merhalelerini ima etmektedir ki, biz benzer bir sürecin anne karnında da yaşandığını görmekteyiz. Bu safhaların dört veya altı olması fark etmez; bunlardan bazılarının bazılarına ircaı her zaman mümkündür. Önemli olan, değişik mineralleriyle toprak bulamacının safha safha insan yaratılışına esas teşkil etmesidir.
Toprağın bir mineral veya protein çorbası hâline getirilmesinde elbette ki su da çok ehemmiyetli bir unsurdur. Böyle bir karışımı ifade sadedinde Kur’ân: “Kasem olsun Biz insanı süzülmüş bir çamur veya bir özden, hulâsadan yarattık.”90 âyeti ile insanın özünün çamur olduğunu vurgularken “Biz her canlı nesneyi sudan yarattık.”91 ifadesiyle de suyun hilkatteki ehemmiyetini vurgulamaktadır. Su ve toprağın ayrı ayrı muhtevalarıyla izdivacı ayrı bir merhaleyi teşkil etse gerek. Bundan sonra şekillenme ve bir sûrete ulaşma faslı gelir ki, Kur’ân buna da, “Andolsun Biz insanı bir kara çamur ve şekillenmiş bir balçıktan halkettik.”92 âyetiyle işaret eder. Bunu müteakip, tam bir düzenleme, iç ve dış dengeleri sağlama mertebesi söz konusudur ki, onu da Kur’ân-ı Kerim, “Ben onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman derhal onun için (inkıyat) secdesine kapanın.”93 âyetiyle insanoğlunun, âdeta bir kıblenüma veya mihrap olduğunu hatırlatır.
Bu son safha ile artık kâinatta, mânâsının yanında maddesi olan, ruhu ve onunla içli-dışlı bir bedeni olan; fizikî mükemmeliyeti ölçüsünde metafizik derinlikleri de bulunan yeni bir varlık söz konusudur. İnsan, bu seviyeye geleceği ana kadar Kur’ân âyetlerinin işaretleriyle gerçek mahiyetleri ne olursa olsun, tafsilen şu safhalardan geçmiştir: Toprak, çamur, süzülmüş mineraller, yapışkan balçık ve bir şekle bulamaç gibi halitalardan mürekkep her türlü mükemmeliyete açık ilâhî ruhla serfiraz Allah’ın (celle celâluhu) halifesi eşref-i mahluk.. daha sonra insanoğlunun hayatında bütün bu safhalar, insan hususiyeti çerçevesinde teksir edilircesine devam edecektir ki, dikkatle bakanlar için mebde’ ile münteha arasındaki bu irtibat her zaman çok renkli bir süreç olarak zevkle temâşâ edilmektedir ve edilebilecektir.
Âdem ve Havva (aleyhimesselâm) ile mucizevî bir yaratılışla başlayan insanoğlu macerası, esbabın perdedarlığı ile âdiyât (sıradan hâdiseler) içinde sürüp gidecektir. İnsanların isteyip dilemesi ve Allah’ın (celle celâluhu) yaratmasıyla temadi edip duran yeryüzündeki insan hayatıyla hedeflenen asıl gaye, Yüce Yaratıcı’yı bilip O’na kullukta bulunmaktır. O, insana irade, şuur, his ve gönül vererek onu bütün varlıkların önüne geçirmesine ve Âdem’in şahsında onu bir mihrap hâline getiren irade ve meşîetine mukabil, insan da O’nu tanıma-tanıtma, sevme-sevdirme vazifesiyle vazifelendirildiğini bilmeli ve mutlaka “ahsen-i takvîm”e mazhariyetinin hakkını eda etmelidir.
R. Mucizeler Diliyle Kur’ân’ın Gösterdiği Ufuklar
1. Mucize-Sebep Münasebeti
Nebiler, değişik toplumların, mânevî olduğu gibi maddî terakkilerinin de rehberidirler. Toplumlar, onların gösterdikleri yoldan gittikleri, onları izledikleri sürece hem dünya hem de ahiret saadeti yoluna girmiş ve kurtulmuş olurlar.
Nebilere ait mucizelerde de toplumların terakki, huzur ve saadetiyle alâkalı önemli mesajlar vardır. Aynı zamanda bu zatların sunmuş oldukları mesajlar ve göstermiş oldukları mucizeler kendi dönemleriyle de sınırlı değildir. Her mucize, bir yönüyle nebinin nübüvvetine, diğer bir yönüyle de hayatî bir hakikate ve gelecekte ortaya çıkacak bir açılıma işaret etmektedir.
Meselâ, Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Süleyman’la (aleyhisselâm) alâkalı: “Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü de yine bir aylık mesafe olan rüzgârı Süleyman’a (onun emrine) verdik…”94 buyrulmaktadır ki, âyet-i kerimede ifade edilen rüzgâr, bilinen rüzgârlardan değil, Hz. Süleyman’ın emrine verilmiş özel bir rüzgârdır. Süleyman (aleyhisselâm), emrine verilen bu rüzgârla, –Cenâb-ı Hakk’ın kendisine lütfettiği böyle bir mucize ile– bir günde vasıtasız olarak havada bir aylık yol katederek dilediği yere gidebiliyordu.
Vasıtasız olarak semalara çıkıp havada gezmek, terakki adına insanoğlunun ilerleyebileceği en son sınırdır. Beşer, bugüne kadar havada sürtünme meselesini aşmış, yerçekimini halletmiş ve havada uçmayı başarmıştır. Kur’ân-ı Kerim’in havada uçulabileceğine işaret eden bu âyetini çok iyi anlayan İsmail Cevherî, Hazarfen Ahmet Çelebi ve Lagari Hasan gibi kimselerin yaptıkları uçuş denemelerini, bu âyetin mü’min ruhlarda uyardığı azim ve heyecana bağlamıştır.
Onlar, henüz uçma fikrinin pratiğe dökülmediği bir devirde Galata kulesinden Üsküdar’a kadar uçmayı başarmış.. roketle semaya çıkma denemeleri yapmış.. dahası bazıları itibarıyla bu uğurda canlarını feda ederek şehit olmuşlardı. Ne var ki daha sonra gelen kimseler, hem Kur’ân’a hem de Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta vaz’ettiği kanunlara sırtlarını dönmüş, seleflerinin açtıkları bu yolda yürüyememiş ve bu düşünceyi daha ileri götürememişlerdir. Hatta bu kabîl atılımları gereksiz bulmuş ve tenkit bile edebilmişlerdi…
Bu âyet aynı zamanda bize gelecek adına da ümit dolu mesajlar fısıldamaktadır. Bu mesajlara göre mü’minler için, Kur’ân’ın âyetleri yanında, kâinatta cari kanunlara da uygun hareket edildiği ölçüde, ulaşmayacakları zirve yoktu ve mucizeler de işte bu zirveleri işaretliyordu.
Her nebinin mucizesi, tenasüb-i illiyet prensibine uygun olmasa da bir kısım sebepler üzerine bina edilmiştir. Meselâ, Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) sâdır olan harikulâde hâllere bakacak olursak; O, bir defasında susuz olan ordusunun su ihtiyacını gidermek için parmaklarından şakır şakır su akıtır.95 Tabiî önce parmaklarını esbâb-ı âdiye içine sokar; yani onları bir miktar suya daldırır veya üzerine su döktürür. Bir başka defasında ise 300 civarında sahabiyi doyurmak için bir-iki avuç hurmayı değerlendirir ve Allah’ın yaratmasıyla onu bereketlendirir.96
Evet, Allah (celle celâluhu), insan, sebepler dairesi içinde bulunduğu sürece sebepleri tamamen ortadan kaldırmamaktadır. O, peygamberlerden sâdır olan mucizeleri dahi cüz’î sebepler vasıtasıyla lütfetmekte ve bununla sebeplerin ehemmiyetine dikkat çekmektedir. Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) harikalar meydana getiren asâsını taşa vurup su fışkırttığı mucizesinde taşın içindeki az bir miktar suyun bu mucizeye mesned teşkil etmesi ve asânın bir vasıta olarak kullanılması bu hakikati teyit eden ayrı bir misaldir. Elindeki kitabın ahkâmına harfiyen tâbi olan ve Allah’ın huzurunda âdeta gassalin elindeki bir meyyit hâline gelen Hz. Musa’nın, bütün heva ve hevesini terk edip onların üstüne çıktığı noktada harikulâde nevinden ve hiç beklemediği bir yerde elindeki cansız asâsının yine cansız bir madde olan taşa temas etmesiyle 12 adet kaynak fışkırıvermişti ki, bu da aynı türden bir hâdiseydi.
“Hz. Musa (çölde) kavmi için su istemişti de biz ona: ‘Asân ile taşa vur!’ demiştik. O vurunca da derhal (taştan) on iki kaynak fışkırmıştı.”97 âyet-i kerimesi böyle bir hâdiseyi haber vermektedir.
Bu mucize, beşerin en sert kayaları sinesinde barındıran zeminin altından su ve hayatî şeyler çıkarma mevzuunda varacağı nihai nokta ve son sınırdır. İnsanoğlu, hiçbir zaman bunu aşamayacak ve bir asâ ile Hz. Musa’nın yaptığı işi yapamayacaktır. Fakat Hz. Musa (aleyhisselâm), gösterdiği bu harikulâde işle, yerden su çıkarma mevzuunda insanoğluna bir son sınırı işaretlemektedir ki, Cenâb-ı Hakk’ın vaz’ettiği kanunlara riayet eden beşer, bir asâ ile olmasa da elindeki değişik santrifüjlerle en sert toprak tabakalarından dahi sular çıkarabilecektir.
2. Hz. Süleyman’ın Mucizeleri
a. Kuşlardan İstifade Etmek
Kur’ân-ı Kerim, “Süleyman, Davud’a vâris oldu ve dedi ki: Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi…”98 buyurarak, Hz. Süleyman’a (aleyhisselâm) verilen bir mucizeden bahsetmekte ve bu vesileyle bizlere, kendi dar dünyamızın dışında yeni açılım ufukları göstermektedir.
Bu âyet-i kerimeden ilk anladığımız şey, bir mucize olarak Hz. Süleyman’a kuşların dilinin öğretildiği gerçeğidir. Kur’ân, bu hakikati ifade ettiği dönemde kuşların kendilerine göre konuşup anlaştıkları bir dilleri ve anlaşma yollarının olduğu bilinmiyordu. İnsan dışındaki canlıların konuşmadıkları zannedildiği için de eski mantıkçılar, insanı “İnsan, hayvan-ı nâtıktır (konuşan hayvandır)” şeklinde tarif ediyor ve konuşmayı, onu diğer canlılardan ayıran temel vasıf olarak görüyorlardı. Onları kendi anlayışları içinde bırakalım; meseleyi çok iyi anlayan “Mantıku’t-tayr” isimli eserin yazarı Feridüddin Attâr, Lafonten’den asırlarca önce kuşları konuşturuyor ve hayvanların dili konusunda bize iç içe kapılar aralıyordu.
Âyet-i kerimedeki “kuş dili” ifadesinden kuşların kendilerine göre bir dillerinin olduğu ve hemcinsleriyle bu yolla konuştukları anlaşılabilirse de burada esas vurgulanmak istenen şey bunun daha ötesinde bir şeydir. O da, beşerin kuşların dillerini öğrenebileceği ve çeşitli aletlerden de istifade ederek kuşların yaşayışlarına vâkıf olup onlar vasıtasıyla pek çok şeyi başarabileceğidir.
b. Metafizik Varlıklardan İstifade Etmek
Bu konuya temas sadedinde Kur’ân, “Şeytanlar arasından da, onun (Hz. Süleyman) için dalgıçlık yapan (ve inciler çıkaran) ve bundan başka işler görenler de vardı.”99 âyetiyle, şeytanlar arasından Hz. Süleyman’a hizmet edenlerin bulunduğu bildirilmektedir ki, bundan insanların cin, şeytan ve ruhanîler gibi fizik ötesi varlıklarla muhabere yapabilecekleri ve onlarla, değişik yollarla diyalog kuracakları ve anlaşma tesis edebileceklerini anlamak mümkündür. Günümüzde bu varlıklarla irtibat kurmak ve onlardan değişik sahalarda istifade etmek adına pek çok çalışma yapılmaktadır.
Aynı zamanda bu âyet-i kerimede, kendisine hem peygamberlik hem de saltanat lütfedilen bir nebinin durumu arz edilerek, mânevî yönü itibarıyla dört başı mamur olduğu gibi, maddî yönüyle de muasırları üzerinde hükümran olan üstün bir toplumun durumu anlatılmakta ve böyle bir durumu ihraz edebilmek için takip edilmesi gereken yol gösterilmektedir. Aslında bununla, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için sadece teknik sahadaki gelişmeler yeterli olmadığı, olamayacağı ve maddenin sınırlılığı içinde halledilemeyen daha pek çok mesele bulunduğu/bulunacağı hatırlatılmaktadır. Ve bu meselelerin çözümü ise ancak metafizik varlıklardan istifade etmekle mümkün olacaktır. İhtimal gelecekte, devletlerarası bir kısım muhaberelerde cinlerden istifade etme de gündeme gelebilir. Hz. Süleyman’ın, hiçbir alet ve edevata ihtiyaç hissetmeden şeytanlardan bazılarını değişik işlerde kullanması, bu sahada beşerin ulaşabileceği en son sınırı göstermektedir.
c. Eşyanın Suretinin veya Kendisinin Nakli
Cenâb-ı Hak, bir başka âyet-i kerimede, eşyanın naklini şu şekilde ifade eder:
“Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) erbab-ı ilimden bir zat (Hz. Süleyman’a): ‘Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm’ dedi.”100
Bu âyette, Hz. Süleyman’ın kendisinin bir mucizesi veya yine onun bir mucizesi olarak İbn Mesud’a göre Hızır’ın, İbn Abbas’a göre ise Hz. Süleyman’ın veziri Âsaf b. Berhıyâ’nın kerameti olarak Sebe melikesi Belkıs’ın tahtını göz açıp kapama gibi çok kısa bir zaman dilimi içinde ta Sebe’den Hz. Süleyman’a getirmesi anlatılmaktadır.101 İşte bu âyet –burada anlattığı gerçek mahfuz– gelecekte eşyanın suretinin veya kendisinin nakledilebileceği mevzuunda bir kısım ipuçları vermekte ve insanları bu mevzuda düşünüp araştırmaya sevk etmektedir.
Eşyanın aynıyla ve suretiyle nakledilmesinin yanında, suretleri sadece iki buuduyla nakleden televizyonların, hâlihazırdaki durumları itibarıyla çok geri sayıldıklarını söyleyebiliriz. Gelecekte belki daha çok buudlarda suret nakleden aletler icat edilecektir. Hatta bu âyet-i kerimeden teknik ve teknolojinin –günümüzdeki seviyesi itibarıyla imkânsız gibi görülse de– bir alıcı cihaz bulunmadan nakil meselesini gerçekleştirilebileceği üzerinde de durulabilir..
3. Hz. Mesih’in Mucizeleri
Hz. Mesih’le (aleyhisselâm) ümmet-i Muhammed arasında ciddî bir alâkanın var olduğu söylenebilir. Her şeyden evvel, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Hz. İsa’nın halef-selef olmaları söz konusudur. Nebiler Serveri, Hz. Mesih’le arasındaki işte bu sıkı irtibatı ifade sadedinde “Ben, İsa’ya herkesten daha evlâyım. Zira onunla benim aramda hüsnükabul görmüş bir nebi yoktur.”102 buyurduğu rivayet edilir ki, böyle bir münasebetin neler vaadettiği bizim idrak ufkumuzu aşar. Ayrıca Hz. Mesih de Allah’tan ümmet-i Muhammed içinde bir fert olmayı dilemiştir ki, bu da üzerinde durulmaya değer bir konudur.
Onun ahir zamanda –ihtimal– bir şahs-ı mânevî olarak ümmet-i Muhammed içinde zuhur edeceği bu duaya bir icabet gibidir. Şimdilerde, Hristiyanlığın tasaffi etmiş efkârıyla Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirmiş olduğu tertemiz esasları tevfik eden bir takım Hristiyanların mevcudiyeti, Hz. Mesih’in ümmet-i Muhammed’le olan yakın alâkasının remzi gibidir. Büyük bir ihtimalle ümmet-i Muhammed, günümüze kadar Muhammediyet gölgesi altında devam ettirdiği maddî-mânevî seyrini, ahir zamanda Hz. Mesih’in gölgesinin de iştirakiyle ayrı bir televvünle sürdürecek ve insanlık, fenle, teknikle alâkalı hususları, Hz. İsa’nın Mesihiyyeti ile mânâlandırarak beşerî harikaları nebevî mucizelere bağlayıp ilimlere yeni blokajlar belirlemek suretiyle asırlardan beri süregelen düalizmi sona erdirecektir.
Daha sonra ümmet-i Muhammed’le tevafuk noktaları temin ve tespit edilerek asgarî müştereklerde bir araya gelinecek ve bu iki cemaatten birisi fen ve tekniğiyle, diğeri de iman ve aksiyonuyla ateizm ve inkârcılığa karşı bir güç oluşturacaklardır. Bu itibarla da Hz. Mesih’e lütfedilen mucizelerin, son dönemde gelişecek olan ilimlerin serhaddi olduğu söylenebilir.
Hz. Mesih’in pek çok mucizesi vardır; ancak biz burada onun kendi ağzından bir kısım mucizelerini haber veren şu âyet-i kerime üzerinde durmak istiyoruz: وَأُبْرِئُ الْأَكْمَهَ وَالْأَبْرَصَ وَأُحْيِي الْمَوْتٰى بِإِذْنِ اللّٰهِ “… Ben, Allah’ın izni ile körü, alacalıyı (abraş) iyileştirir ve ölüleri diriltirim…”103
Hz. Mesih, bu mucizeleriyle dikkatleri çekmiş, derken çok insanı etrafında toplamış, dejenerasyona uğramış bir dinî telakkinin yerine tevhid akidesini tesis etmiş ve Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) âdeta zemin hazırlamıştır. Daha sonra İslâmiyet de, bazı yanlarıyla tahrife uğramış Hristiyanlık için bir diriliş kaynağı olmuştur. Ümidimiz bir gün o da tasaffi etmek suretiyle İslâmiyet’le omuz omuza verecek ve küfr-i mutlaka karşı mücadele edecektir.
İhtimal Hristiyanlar, ilim ve teknikle, ümmet-i Muhammed de ruh, kalb ve içe doğru derinlemesine gelişerek bazı ortak noktalarda buluşarak aralarında bir vahdet tesis edeceklerdir. Beşer, bir gün Hz. Mesih’ten bir mucize olarak sâdır olan bu harikulâde hâlleri, bir yere kadar ihtimal tekrar hayatiyete geçirme imkânına kavuşacak ve bir nebi vasıtasıyla tıp sahasında son noktayı gösteren Allah’a ve O’nun diğer elçilerine inanacaktır.
Ayrıca âyet-i kerimede, en onulmaz cilt hastalıklarından körlüğe ve asrın vebası olarak nitelendirilen kanser ve AIDS’e varıncaya kadar bütün hastalıkların dermanının bulunabileceğine, hatta ölülerin bile şimdilerin çok ötesinde bir canlılığa kavuşturulabileceğine dikkat çekilip hiçbir hastalıktan dolayı ümitsizliğe düşülmemesi gerektiği bildirilerek, mutlaka bu hastalıkların çarelerini araştırmaya teşvikte bulunulmaktadır. Nitekim Allah Resûlü de, “Allah (celle celâluhu), her ne hastalık vermişse onun devasını da indirmiştir.”104 buyurarak bunu destekleyici bir mesaj vermiştir.
Evet, nebilerin göstermiş oldukları mucizeler, beşer için terakkide bir son noktadır.. ve Kur’ân-ı Kerim, mucizelerden bahseden bütün âyetleriyle, beşerin, çalışıp çabalayarak bu ufka ulaşmasını teşvik etmektedir. Ne var ki insanlık, bilim ve teknolojide ne kadar ilerlerse ilerlesin ve âyette zikredilen hastalıkları tedavi etme adına kaç çeşit ilaç üretirse üretsin, ölüleri diriltmek için hangi yollara müracaat ederse etsin bunlar, geçici birer müdahaleden ibaret kalacak ve mucizelerin ulaştığı ufka asla ulaşılamayacaktır.
4. Kanunların Perde Arkası
Bundan önceki bölümlerde Kur’ân-ı Kerim’in teknik ve teknolojik sahalardaki gelişmelere dair işaretler ihtiva eden âyetleri üzerinde durmaya çalışmıştık. Burada bizim arz etmek istediğimiz şey, Cenâb-ı Hak, kudret ve iradesiyle yazdığı kâinat kitabındaki o baş döndürücü nizam ve intizamını ve Kur’ân’ın bize bu nizam ve intizamı özetler hâlinde anlatıp fikir ve irfanlarımızı inkişaf ettirerek, hepimizi kâinat meşherlerinin zümrüt tepelerinde gezdirip zâtına ve ötelere uyarması hususudur.
Her ilmin kendisine mahsus bir kısım sabit hakikatleri vardır. İşte bu hakikatlere dayanılarak çeşitli kanunlar ortaya konulmaktadır. Şekli devamlı surette değişen harflerden müteşekkil bir kitabın okunması mümkün olmadığı gibi, birer harf mahiyetinde olan kanunların sürekli değişmesi de kâinat kitabını okunup anlaşılmaz hâle getirecektir. Evet, kâinattaki kanunlar sabit ve değişmez olduklarından dolayı (buna biz âdetullah diyoruz), insanlar onları keşfetmekte –bu kanunlar keşfedenlere nisbet edilerek anılsalar da (Nevton kanunu, Arşimet kanunu.. vb. gibi)– bu muhteşem kitapta Allah’ın vaz’ettiği esasları, disiplinleri değerlendirmektedirler. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’inde, işte bu sabit hakikatlerin yüzündeki nikabı kaldırarak onların arkasındaki esas sabit hakikat olan isim ve sıfatların tecellîlerini göstermektedir.
Her şeyin sağlam bir şekilde ayakta durabilmesi için sağlam bir mesnede dayanması gerekmektedir. Kâinatta müthiş bir nizam ve intizam vardır. İnsan, varlığın ruhundaki bir takım hakikatlere ancak bu nizam ve intizam vesilesiyle ulaşabilmektedir. Bu nizam ve intizamın muallakta durması söz konusu değildir. Onun da mutlaka sabit bir mesnede dayanması gerekmektedir ki, işte o mesnet Allah’ın “Munazzım” ism-i şerifidir.
Kâinattaki her tekevvün, bir tertip ve tanzime bağlı meydana gelmektedir. Bu tertip, sabit bir hakikattir. Meselâ, bir yavru, sperm ile yumurtanın aşılanmasından, dünyaya geleceği ana kadar geçirdiği zaman diliminde, anne karnında cereyan eden bütün gelişmeler fevkalâde bir tertip ve tanzim içinde cereyan etmektedir. Bu, sabit bir hakikattir. İşte bu hakikate dayanılarak, aşılandığı andan itibaren yavrunun anne karnında, kaç aylık olduğu tespit edilerek gerekli müdahaleler yapılabilmektedir. Ama bu hakikatin de sabit bir mesnede dayanması gerekmektedir ki, o da Allah’ın “Hâlık”, “Rezzâk” ve “Musavvir” isimleridir.
Yine cansız gibi görünen tohumlar, toprağın bağrına atıldıktan belli bir süre sonra, önce küçük bir rüşeym, sonra da bir filiz hâlinde arz-ı endam etmektedirler. Derken bu filiz, bir taraftan yerin derinliklerine, diğer taraftan da yukarılara doğru dal budak salmaktadır. Ne var ki, bütün bu tekevvünler de yine kendi kendine olmayıp, “Tane ve çekirdeği yaratan Allah’tır.”105 hakikatine dayanmaktadır. İşte bütün bunlardan anlaşılan şudur ki, her şey lisan-ı hâliyle “Lâ ilâhe illallah” diyerek vahdâniyete şehadet eder ve bizi de bu yüceler yücesi hakikate uyarır.
Allah’ın varlığını, kâinattaki kanunlarla böylesine beliğ bir şekilde dile getiren Kur’ân-ı Kerim’in bu yönü, onun Mütekellim-i Ezelî’nin beyanı bir kitap olduğunun önemli bir referansıdır. İnsanlık, hangi ilim dalında, hangi noktaya ulaşırsa ulaşsın, netice itibarıyla varacağı her zirvede Kur’ân’ın bayrağının dalgalandığını ve insanlığa yol gösterdiğini görecektir. Bu şimdi tam hissedilmese de yakın bir gelecekte mutlaka görülecektir.
Evet, semavî kitaplar ve bütün nebiler, insanlara maddî-mânevî her sahada ışık tutmuş ve onların hayatlarını tenvir etmişlerdir. Beşer, Allah’ın rızasına ve Cennet’e giden yolu semavî kitaplar ve nebiler sayesinde gördüğü gibi, Allah’ın kâinatta vaz’ettiği kanunlara muvafık hareket etmekle dünyevî başarı ve saadetlere ermeyi de yine onların irşatlarıyla keşfedebilmişlerdir. Evet, beşer, pozitif ilimlerde vahy-i semavînin ışığından istifade ettiği gibi, kalblerin tenviri, ruhların terakkisi ve duyguların hüşyar hâle gelip Hâlık-ı Zü’l-Celâl’i duyması, duyup O’nunla doyması konusunda da yine semavî kitaplar ve nebilere çok şey borçludur.
Biz, buraya kadar mevzuyu müşahhaslaştırmak için tahrife uğramamış ve uğramayacak yegâne semavî kitap olan Kur’ân-ı Kerim’in müspet ilimler ve az miktarda teknolojik gelişmelere işaret eden sadece birkaç âyeti üzerinde durmaya çalıştık. Teknik ve teknolojik gelişmeler arttıkça, Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerinin o sahadaki işaret ve beşaretlerinin neticesi görülecek ve Kur’ân-ı Kerim’in ilâhî bir kelâm olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
5. Kâinattaki Kanunlar Karşısında İnsan
Daha önceki bölümlerde de zikredildiği gibi kâinatta, üzerine hükümler bina edilebilecek bir kısım sabit hakikatler ve kanunlar vardır. Kur’ân’ın bu kanunlardan bahsetmesinin bir sebebi, insanların dikkatini çekmek, bu konularda onları düşünmeye, araştırmaya teşvik etmek ve bunları yaparken de, tatbik etmesi gereken metotlar konusunda onlara bir fikir vermektir. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim, arzın genişlemesi, atomların, bulutların ve dağların hareket etmesi gibi hususları anlatarak insanı metotlu düşünmeye sevk etmektedir.. İşte bu sayededir ki insan, darmadağınık fikirlerden ve perişan düşünce kırıntılarından daha çok sistemli ve metotlu düşünme imkânını elde edecektir.
Konuyu biraz daha açacak olursak, meselâ, avamdan bir insan, yağmurun yağmasını “Gökyüzünde yağmur bulutları belirdi, yağmur yağacak.” şeklinde ifade ederken, Allah’ın, kâinatta cari olan kanunlarını bilen bir bilim adamı aynı hâdiseyi, rüzgârın eserek zıt kutuplu bulutları bir araya getirmesinden, bu bulutlardan yağmurun yağmasına kadar cereyan eden pek çok hâdiseyi değişik alet ve yöntemlerle tespit edip kat’iyete yakın bir şekilde tahminde bulunarak yağmurun yağacağı zamanı bildirir.
Burada, bu iki insan arasındaki fark, bunlardan biri, hâdiseye çıplak gözle bakıp maksadını basit bir düşünce çerçevesinde ifade ederken, diğeri, sebep ve neticeleri kompoze ederek maksadını sistemli bir düşünce içerisinde sunmaktadır. Bundan da anlaşılmaktadır ki eşya, ancak ilim nazarıyla bakıldığında arka planıyla kavranabilecektir.
İşte Kur’ân-ı Kerim, kâinatın, bir nizam ve sisteme bağlı olduğunu vurgulayarak, insanlara sistemli düşünmenin kapılarını aralamakta ve böylece o, insanı darmadağınık düşünce kırıntılarından kurtarıp, sistemli tefekküre ve kâinatı sebep-netice perspektifinden mütalaa etmeye sevk etmektedir ki, bu sayede insanlar, büyük mesele ve problemleri halletme imkânını da elde etmiş olacaklardır. Sistemli düşünme metodunu kavrayan insan, aynı zamanda, düşünce noktasında yüksek ahlâka ermiş, terbiye görmüş ve insan-ı kâmil olma yoluna da girmiş demektir. Bu da meselenin bir başka yönüdür.
Diğer yönüne gelince, insanın beyan derinliğini ihtiva eden bir buud vardır ki bu yönüyle o, hem konuşur hem de muhatap olur ve dinler. Evet, insan bu yönüyle öyle enteresan bir santraldir ki, mekân ötesinden mesajlar alır ve ötelere dilekler sunar. Evet o, yerinde Allah’ın kelâm sıfatına muhatap olur, yerinde de Mütekellim-i Ezelî’ye karşı mütekellim-i hâdis olarak içini döker, arzularını dile getirir. İşte bu yönde insanın ruhen ve kalben terakkisine medar olabilecek önemli bir kaynak ve rehber vardır ki, o da yine bu Kur’ân’dır.
Kâinatta cari olan kanunlar cebrîdir; dolayısıyla da zahiri yönleriyle olabildiğine müsamahasız ve affa kapalıdırlar. Beşer, bunlara bir santim kadar ters düştüğünde, hemen cezalandırırlar. Meselâ, insanın beynine bir kurşun isabet ettiği takdirde kâinat kitabının bir kanunu olarak Allah (celle celâluhu) onu öldürür. Evet, O’nun ayarladığı ve cebrî bir şekle bağladığı bu dolabın kanunları bunun böyle olmasını iktiza etmektedir. Yine bir insan, kendisini yüksek bir yerden boşluğa attığında, (yerçekimi kanunu Allah’ın icraatına bir perdedir) düşen kişi yere çakılıp ölür. Kâinatta şartlı bir determinizma hâkimdir.
Allah (celle celâluhu), kâinatta, bir nokta-i nazara göre “ism-i Zâtıyla”, diğer bir nokta-i nazara göre, “ism-i Rahmânıyla” tecellî ederek mutlak planda ve mutlak mânâda öylesine bir hâkimiyet izhar etmiştir ki, bu hâkimiyet karşısında insan belli çerçevede mahkûm ve mecburdur. Ama Cenâb-ı Hak, rahîmiyetinin gereği olarak Kur’ân-ı Kerim’i insanın eline vermiş ve onu muttarit dönen bu cebri dolabın içinde herhangi bir tarafa çarpmayacak şekilde –tabiî Kur’ân’ın rehberliğinde– hedefine sevk etmektedir.
Bu yürüyüş esnasında yürüyen merdivenlere binen veya döner kapıların arasından geçen insanların, yükselmek ve içeriye girmek için kendilerini onlara uydurma zorunda oldukları gibi, insan da dönen bu cebrî dolapların içinde, etrafa çarpmamak için Kur’ân’ın rehberliğinde onun prensiplerine riayet etmek suretiyle kendini korumaya almalıdır. Bu dolaplar kendi kuruluş disiplinlerine göre sürekli dönmektedirler. Beşerin bunlara müdahale etmesi de mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla hiçbir hareketin, bunlara ters olduğu müddetçe muvaffak olması söz konusu değildir. Zaten, hiçbir nebi de bunlara ters olarak ümmetine herhangi bir mesaj vermemiştir.
Bundan da anlaşılmaktadır ki, Kur’ân-ı Kerim ve nebilerin bütün himmet ve gayretleri, insanların nazarlarını bir ölçüde fıtrata çevirmek ve fıtratın değişmeyen kanunlarıyla onların uyumlarını sağlamaktır. Bu itibarla da insan, fıtratla içli-dışlı yaşamalıdır ki, ayakta kalabilsin. Bunu temin edecek olan da ancak Kur’ân ve Sahib-i Kur’ân olan Allah Resûlü’dür (sallallâhu aleyhi ve sellem). Nitekim O, bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar:
“On şey fıtrattandır: Bıyığın kesilmesi, sakalın bırakılması, misvak, istinşak (burna su çekmek), mazmaza (ağza su çekmek), tırnakları kesmek, parmak mafsallarını yıkamak, koltuk altını yolmak, etek traşı olmak, intikâsu’l-mâ (istinca) yapmak.”106
İlk bakışta, bıyığın, tırnakların, koltuk ve etek altındaki kılların uzaması insanın fıtratının bir gereği olduğu zannedilebilir. Hâlbuki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hadis-i şerifiyle bunların uzamasının değil, kesilmesinin fıtrattan olduğunu ifade etmiştir. Bundan anlaşılan şudur:
İnsanların her zaman fıtrata ve fıtratın kanunlarına derinlemesine vâkıf olmaları oldukça zordur. Onlar bunu ancak, Kur’ân-ı Kerim ve Allah Resûlü’nden öğreneceklerdir. Nitekim Allah, “(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah, insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında, nizamında değişme yoktur. İşte dosdoğru yol ve din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”107 âyet-i kerimesiyle bu önemli hususu hatırlatmaktadır.
Zaten, kâinattaki bütün canlılara bakıldığında, onlara, Cenâb-ı Hakk’ın değişmeyen bu kanunlarının hâkim olduğu açıkça görülecektir. Şeriat buna Allah’ın vaz’ettiği esaslar mânâsına “fıtrat veya âdet-i ilâhî” der. Bununla, kâinatı yaratan el ile insanı halk eden elin aynı el olduğunu vurgular. Evet, kâinat ile insan arasında âdeta bir şiir âhengi vardır. Ve asıl mesele, insanın Kur’ân’a kulak vererek, kâinattaki o hâkim nizama uygun hareket etmesi ve “şeriat-ı fıtriye”nin kurallarına muhalefetle elimine edilmemesidir.
İnsan, Kur’ân’a kulak verip onu dinlediği, hareketlerini kâinatta cari olan kanunlara uydurduğu ve nizam-ı âleme uygun hareket ettiği nispette ruhen huzura kavuşur ve elemsiz bir lezzet, kedersiz bir zevk elde eder. Aksine o, kâinattaki kurallara riayet ederek bilim ve teknolojide ilerlemeler sağlasa da, Kur’ân’ı dinlemediği ve ona ters düştüğü durumlarda cinayetler, huzursuzluklar, haksızlıklar, şikâyetler ve değişik problemlerden kurtulamaz. Evet, Kur’ân’la beslenmeyen toplumlarda, ilim ve irfan hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın, haksızlıkların, cinayetlerin ve daha nice problemlerin önü asla alınamamıştır ve alınamaz da…
S. Melekler ve Ruhanîler Dışında Başka Kürelerdeki Cismanî Varlık İhtimali
وَمِنْ اٰيَاتِه۪ خَلْقُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَثَّ فِيهِمَا مِنْ دَۤابَّةٍ
وَهُوَ عَلٰى جَمْعِهِمْ إِذَا يَشَۤاءُ قَدِيرٌ
“Göklerin ve yerin yaratılması ve oralarda canlıların üretilip yayılması da, O’nun kudretinin ve hikmetinin delillerindendir. O dilediği zaman onları bir araya getirip cem’etmeye de kadirdir.”108
Göklerde ve yerdeki cismanî, gayr-i cismanî varlıkların ötede bir araya getirilecekleri açıktır. Bu hususu teyit eden âyetlerin yanında bir hayli de hadis-i şerif vardır. Ancak, burada bugün var olan ve Allah dilediğinde de bir araya getirileceklerinden bahsedilen varlıklardan “dâbbe” unvanıyla bahsedilmektedir ki, bir ölçüde önemli olan da bu olsa gerek. Meleklere ve ruhlara hakikî mânâda dâbbe denmemesine ve onlar arasında erkeklik-dişilik, dolayısıyla da üreme söz konusu olmadığına göre, burada, aralarında erkeklik ve dişilik bulunan üreyip çoğalan bir kısım cismanî varlıklardan bahsediliyor gibi bir işaret söz konusudur ki, Zemahşerî, Râzî, Ebu’s-Suud.. gibi pek çok tefsirci, göklerde de tıpkı insanlar ve hayvanlar gibi debelenip gezen canlıların var olabileceği ihtimali üzerinde durmuş ve olaya daha geniş bir açıdan bakmışlardır.109
Arz ve semadaki canlıların “haşr-i ekber”de buluşacakları bedîhîdir. Dünyada böyle bir buluşmanın gerçekleşmesi ise hususî bir meşîete bağlanmıştır. Allah (celle celâluhu) dilerse, mucizevî şekilde olabilir; küllî mânâda olmasa da cüz’iyat planında gerçekleşebilir. Bu itibarla da burada araştırmaya, gökleri fethetmeye bir kapı aralama ve bir teşvik söz konusudur. Bu, bizim öyle bir kabiliyetle donatılmadığımızdan ötürü ilmen bize bakan yanıyla mümkün görülmese de başka kürelerde böyle bir kabiliyetle donatılmış olanlar için aynı problem kat’iyen söz konusu değildir.
Şu bir gerçek ki, kâinat nâmütenâhî denecek kadar geniştir. Bu koca kâinatta, yerküre tipinde başka gezegenlerin bulunması da imkân-ı aklî dahilindedir. Bugüne kadar ortaya konan çalışmalarda konuyla alâkalı herhangi bir ize rastlanmaması, kâinatların büyüklüğü, mekânın uçsuzluğu-bucaksızlığı, çalışmaların yetersizliği veya kabiliyetlerimizle sınırlı olması nazara alınınca, ya “Hâlâ bir hayli zamana ihtiyaç var” diyeceğiz veya bizim eksiklerimizden kaynaklanan boşlukları başkaları doldurmak suretiyle âyette işaret edilen hususun gerçekleşmesini zamana merhun beklemeye duracağız.
Elbette ki bu varlıkların türü ve hususiyetleri konusunda açık bir şey söylemek mümkün değildir. Ancak, Kur’ân-ı Kerim’deki bazı genel ifadelerden, onlarla bazı şeyleri paylaşabileceğimize bir kısım imaların bulunduğu söylenebilir.
Ayrıca, Samanyolu sisteminde insanoğlunun yaşamasına uygun gezegenler de bulunabilir ve nev’en insanlık bir gün gidip oralara ulaşabilir.. arzın bütün hususiyetlerini orada ihya edebilir. Bütün bunlar, fizik ve astrofizik olarak zor görünse de وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ ’e110 göre kolaydır.. gitme de kolaydır, üreme de, vakti gelince bir araya gelme de…
“Siz ne yeryüzünde ne de gökte Allah’ı âciz bırak(a)maz, O’na karşı koyamazsınız.”111 âyeti, insanî temerrüde ve yerde olduğu gibi göklerde de münkirlerin aczlerinin yüzlerine çarpılacağına işaret gibidir..!
“Göklerde ve yeryüzünde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez Allah’a secde ederler.”112 beyanındaki gölge, cismaniyete ait bir husus gibi görülmektedir.
Bu itibarla bu kabîl konularda kesip atma yerine, muhkemâta muvafakatı çerçevesinde imkân-ı aklîlere kapı aralamada yarar var. Önemli olan Kur’ânî çerçevenin korunmasıdır. Bana göre “Bu budur” deyip modern yorumcuların yaptığı gibi, konuyu çağın idrak seviyesine göre tek bir hususa bağlamak doğru olmadığı gibi, şer’î bir mahzur söz konusu olmadığı noktalarda ihtimalleri görmezlikten gelme de uygun değildir. Zira araştırmaya ve ilerlemeye bir esas ve teşvik ifade etmesi açısından, mevcut ihtimalleri ilim aşkına ve araştırma aşkına birer prim gibi sunma, Kur’ân’ın temel esprisiyle çelişmese gerek.
رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَۤا إِنْ نَسِينَۤا أَوْ أَخْطَأْنَا113
وَصَلَّى اللّٰهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى اٰلِهِ وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعيِنَ114
Ş. Göklere Çıkabilme ve Onun Zorlukları
“Allah (celle celâluhu) kimi doğru yola hidayet ederse, onun sinesini İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse, o kimse sanki göğe yükseliyormuşçasına onun göğsünü sıkıştırır ve tıkanıklaştırır, işte böylece Allah (celle celâluhu) imana gelmeyenlere rüsvaylık takdir eder.”115
İnsanoğlu yaratıldığı günden beri hep gökleri merak edegelmiştir. Astronomi düşüncesi ve fezaları gözleme süreci bu merakla başlamıştır. Bu his ve bu bakışla o yukarı âlemler, bazen yıldızların yumuşak ve sıcak göz kırpışlarıyla recâ hislerimizi coşturmuş, bazen de değişik patlamalar, yıldız kaymaları, hatta gök gürültüleriyle içimize korkular salmıştır. Yine bu his ve bu bakışla bazen nazarlarımızın hayallerimize aksettirdiği resimlerde, zaman-mekân üstü âlemlerin tasavvur ve tahayyüllerine açılmış, ebediyet arzumuza, sonsuzluk mülâhazalarımıza şehadet âleminin dışında cevaplar aramışızdır. Kimi insanlar oraları bir kısım sırlı ve sihirli âlemler, hatta mevhum tanrıların otağları gibi görmüş, yıldızlara, aya, güneşe yönelmiş onları ilâh saymıştır. Kimileri de kaderlerini, tâli’lerini onlara bağlamış ve o yüce âlemlerdeki her nesneyi bir fal malzemesi olarak görmüştür.
Bugünün mü’minleri bu türlü çarpık telakkilere takılıp gitmemişlerse onu peygamberlere borçludurlar. Hz. İbrahim, önce düşüncelerdeki bu çarpıklığı düzeltir; ayın, güneşin, yıldızların ne olup ne olmadığını ortaya koyar, sonra da zihinlerdeki zaferini, elindeki balta ile putları hurdahaş ederek taçlandırır. Kur’ân bu serencâmeyi: “Böylece biz, İbrahim’e şirkin çirkinliğini gösterdiğimiz gibi, imanda yakîne, kesinliğe ulaşması için göklerin ve yerin hükümranlığını (melekûtî esrarını) gösteriyorduk.”116 âyetiyle gayet net olarak ortaya kor.
Firavun’un yüksek kuleler yaptırtıp gökyüzünü rasata yeltenmesindeki saiklerinden birisi de, insanoğlundaki gökleri rasat merakı olduğu gibi, muhtemelen, Babil kulesinin projelendirilmesinde de bu merakın tesiri söz konusudur. Günümüzdeki göklerin fethi projelerinde de bu saik gözardı edilmemelidir. Şimdilerde buna ekonomik sebepler, uzay hâkimiyeti, hayata müsait yeni gezegenlerin keşfi, dünyanın değişik uydularla kontrol altına alınması.. gibi sebepler de inzimam edince, bugün de yarın da uzay her milletin matmah-ı nazarı olarak kalmaya, hatta her gün daha bir artan hırsla üzerinde durulmaya devam edecektir. Hırs artarak devam edecektir ama acaba göklere –yakın sema ve uzak galaksilere çıkmak kolay olacak mı? Kur’ân: “Sanki göğe çıkıyormuş gibi göğsü sıkışıp daralacak” diyor.
Burada semalara doğru yükselirken göğsün sıkışıp daralması dolaylı yoldan anlatılsa da imana karşı sinesi dar, kapalı ve tıkalı bir insanın yukarılara doğru çıkarken sıkışma yaşayan bir insana benzetilmesi gayet mânidardır. Bunlardan biri mânevî havasızlıktan sıkışmakta, diğeri de maddî havasızlıktan. Âyet, icmâlen vak’anın raporu şeklinde konuşsa da, yukarılara doğru yükselirken karşılaşılacak problemlerin başlıcasına işaret ettiği açıktır; havasızlık. Diğer problemler de, yerçekimi, sürtünme ve atmosfer şartları gibi hususlardır.
İnsanlık yükselme hedefinin uzaklık ve zorluğuna göre tekvînî emirlere riayet edip Allah’a sığındığı nispette, bugünkü feza teknolojisinin çok daha ilerilerine bir teşvik yapıldığı işareti alınabilir ki, Rahmân sûresindeki bir âyet, iyi bir donanımla arz ve sema kuturlarının aşılabileceğine sarahate yakın delâlette bulunmaktadır: “Ey cin ve ins topluluğu, gücünüz, takatiniz yetiyorsa, haydi geçin bakalım göklerin ve yerin çevresini ve çeperini; ama üstün bir güç, kuvvet ve tekvînî emirleri teshir gibi bir hâkimiyet olmayınca geçemeyeceksiniz.”117
Gerçi burada Allah’ın (celle celâluhu) azabından kaçış olamayacağı vurgulanıyor; ne var ki ifade karakteristiğinin bu mülâhazaya açık olduğu da bedîhîdir. Hatta, ilim âşıkları ve araştırma meraklıları bu ifadeleri, Allah’ın (celle celâluhu) insana dünyaları aşması, güneş ailesinin ötesine geçmesi, bir sistemden başka bir sisteme açılması ve her gün yeni yeni âlemler keşfetmesi çağrısı şeklinde de algılayabilirler.
Âyet, açıktan açığa göklere nüfuz ve oralara açılmadan –imkân dahilinde veya değil– bahsettiğine göre, insanoğlunun, temelde ruhunda var olan bir duyguyu teyit ettiği açıktır. Burada ayrıca yerkürenin derinliklerine de öyle bir “sultan”la nüfuz edileceği vurgulanmıştır ki, zannediyorum, bu işaret küre-i arz adına şimdiye kadar bildiklerimizden çok farklı bir hususu işaretlemektedir.
Arz edilen bu hususlar bir işaret, üslûptan damlayan birer remiz, “müstetbeâtü’t-terâkib”den dökülen birer mazmun olsalar da, Kur’ân’ın bazı vak’aları noktaladığı açıktır ve bu yaklaşım müfrit fennî yorumcuların tevil ve yaklaşımlarından da farklıdır.
هَدٰينَا اللّٰهُ وَإِيَّاكُمْ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ صِرَاطِ الَّذيِنَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ
وَصَلَّى اللّٰهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ أَجْمَعيِنَ 118
1 Fussilet sûresi, 41/53.
2 Fussilet sûresi, 41/41-42.
3 Fussilet sûresi, 41/53.
4 Bakara sûresi, 2/134, 141.
5 Tirmizî, cenâiz 34; Ebû Dâvûd, edeb 42.
6 Yâsîn sûresi, 36/38.
7 Yâsîn sûresi, 36/40.
8 Yâsîn sûresi, 36/38.
9 Yâsîn sûresi, 36/39.
10 Şems sûresi, 91/1-2.
11 Bakara sûresi, 2/189.
12 Yâsîn sûresi, 36/40.
13 Neml sûresi, 27/88.
14 Müzzemmil sûresi, 73/14.
15 İnşikak sûresi, 84/3-4.
16 Neml sûresi, 27/88.
17 Ra’d sûresi, 13/41.
18 Zümer sûresi, 39/5.
19 Yâsîn sûresi, 36/37.
20 Nâziât sûresi, 79/30.
21 Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’ân Tefsiri 13/6577-6578.
22 İsrâ sûresi, 17/12.
23 et-Taberî, Câmiu’l-beyân 15/49.
24 Zâriyât sûresi, 51/47.
25 Bkz.: Nebe sûresi, 78/6.
26 Enbiyâ sûresi, 21/30.
27 Bkz.: et-Taberî, Câmiu’l-beyân 17/18-20; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 3/178.
28 Fussilet sûresi, 41/11.
29 Bir ışık yılı, hızı saniyede 300 bin km olan ışığın, bir senede gittiği mesafedir.
30 Tekvir sûresi, 81/1.
31 Secde sûresi, 32/7.
32 Hicr sûresi, 15/26.
33 Enbiyâ sûresi, 21/30.
34 Nûr sûresi, 24/45.
35 Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.113 (On Dördüncü Lem’a).
36 Ra’d sûresi, 13/2.
37 Tûr sûresi, 52/5.
38 et-Taberî, Câmiu’l-beyân 13/93-95; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 2/500.
39 Lokman sûresi, 31/10.
40 Ra’d sûresi, 13/2.
41 Zümer sûresi, 39/5.
42 A’râf sûresi, 7/54.
43 Nâziât sûresi, 79/29-30.
44 Sebe sûresi, 34/13.
45 İbrahim sûresi, 14/34.
46 İbrahim sûresi, 14/34.
47 Bkz.: Nahl sûresi, 16/79.
48 Mülk sûresi, 67/3.
49 Mülk sûresi, 67/4.
50 Nahl sûresi, 16/79.
51 En’âm sûresi, 6/125.
52 Stratosfer: Ortalama 12 ile 40 km arasında uzanan atmosfer tabakası.
53 En’âm sûresi, 6/125.
54 Nâziât sûresi, 79/6-7.
55 Hicr sûresi, 15/22.
56 et-Taberî, Câmiu’l-beyân 14/20.
57 Nûr sûresi, 24/43.
58 Mürselât sûresi, 77/1.
59 Mâruf olan bu rüzgârlar, coğrafya kaynaklarında genel olarak üç grupta toplanmaktadırlar: 1. Sürekli rüzgârlar 2. Muson (Mevsimlik) rüzgârları 3. Mahallî rüzgârlar
1. Sürekli rüzgârlar:
a. Alizeler: Ortalama olarak 30 derece kuzey ve 30 derece güney paralelleri civarındaki subtropikal yüksek basınç kuşağından ekvatora doğru sürekli olarak esen rüzgârlardır.
b. Batı rüzgârları: Her iki yarım kürede 30 derece enlemleri civarındaki subtropikal yüksek basınç alanlarından 60 derece enlemleri civarındaki subpolar alçak basınç alanlarına doğru esen rüzgârlardır.
c. Kutup rüzgârları: Kutuplardaki yüksek basınç alanlarından 60 derece enlemlerindeki alçak basınç alanlarına doğru esen soğuk rüzgârlardır.
2. Muson (Mevsimlik) rüzgârları:
Yıl içerisinde mevsimlere (yaz ve kışa) göre değişerek esen, çok geniş alanlı bir rüzgârlar sistemidir ki yaz ve kış musonları olmak üzere ikiye ayrılır.
3. Mahallî rüzgârlar:
Yerel rüzgârların bir kısmı genel hava dolaşımına bağlı rüzgârların mahallî olarak çeşitli değişimlere uğramasıyla meydana gelir. Bazıları ise bütünüyle mahallî basınç farklılıklarından oluşur.
a. Meltemler
aa. Karadeniz meltemleri: Bu rüzgârlar aynen musonlarda olduğu gibi ısınma ve basınç farklılıklarından doğarlar. Geceleyin karalar daha çabuk soğur, denizler ise ılıktır. Bunun sonucunda geceleyin karadan denize doğru rüzgâr eser. Buna kara meltemi denir. Gündüz ise olay tersine döner. Bu sefer karalar daha çabuk ısınır. Bunun sonucunda da denizden karaya doğru deniz meltemleri eser.
ab. Dağ-vadi meltemleri: Bu rüzgârlar yanyana bulunan alçak sahalarda dağların farklı ısınma ve soğumalarından oluşurlar. Bunlar, geceleri dağdan ovalara, gündüzleri ovalardan dağlara doğru eserler.
b. Soğuk mahallî rüzgârlar
Çeşitli şekillerde meydana gelen basınç farklılıklarından doğan bu rüzgârlar, soğuk platolardan ve dağlık alanlardan ılık kıyılara doğru eserler. En önemlileri şunlardır:
ba. Bora: Dalmaçya kıyılarında gerideki dağlardan Akdeniz’e doğru esen soğuk rüzgârlardır.
bb. Mistral: Fransa’nın Akdeniz kıyılarında Rhone vadisini izleyerek esen soğuk rüzgârlardır.
bc. Poyraz: Türkiye’de kuzeydoğudan esen soğuk rüzgârlardır.
c. Sıcak mahallî rüzgârlar
Bunlar geldikleri yerlere göre sıcak olan rüzgârlardır. En önemlileri şunlardır:
ca. Fhön: Bu rüzgâr, yükselen hava kütlesinin bir dağı aşarak öteki yamaçta alçalmasıyla oluşur.
cb. Sirokko: Cezayir ve Tunus’ta büyük sahradan Akdeniz’e doğru esen bir çöl rüzgârıdır.
cc. Hamsin: Mısır’da esen sıcak bir çöl rüzgârıdır.
cd. Lodos: Türkiye’de güneybatıdan esen sıcak rüzgârlardır.
60 Mürselât sûresi, 77/2.
61 Mürselât sûresi, 77/3.
62 Mürselât sûresi, 77/4.
63 Mü’minûn sûresi, 23/17.
64 Alak sûresi, 96/1.
65 Alak sûresi, 96/2.
66 Yûnus sûresi, 10/61.
67 Yâsîn sûresi, 36/12.
68 Bürûc sûresi, 85/22.
69 Mâide sûresi, 5/15; En’âm sûresi, 6/59; Yûnus sûresi, 10/61; Hûd sûresi, 11/6; Neml sûresi, 27/1, 75; Sebe sûresi, 34/3.
70 Zâriyât sûresi, 51/1-3.
71 Bkz.: Abdurrezzak, Tefsîru’s-San’ânî 3/241; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 26/187; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf 4/398.
72 Hicr sûresi, 15/19.
73 Ra’d sûresi, 13/8.
74 Rahman sûresi, 55/7.
75 Ra’d sûresi, 13/8.
76 Zâriyât sûresi, 51/49.
77 Kıyâmet sûresi, 75/39.
78 Ra’d sûresi, 13/3.
79 Yâsîn sûresi, 36/36.
80 Târık sûresi, 86/5-7.
81 Bkz.: Arslan Mayda, “Kur’ân’dan Bir Hakikat Daha: Sırt Omuriliği-Üreme Bağlantısı”, Sızıntı Dergisi, Şubat 2003, sayı: 289, s.13-15.
82 Nahl sûresi, 16/66.
83 Mürselât sûresi, 77/20-23.
84 Hac sûresi, 22/5.
85 Mü’minûn sûresi, 23/12-14.
86 el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/225, 4/399, 5/50; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/343.
87 Hicr sûresi, 15/26.
88 Hicr sûresi, 15/29.
89 Dehr sûresi, 76/1.
90 Mü’minûn sûresi, 23/12.
91 Enbiyâ sûresi, 21/30.
92 Hicr sûresi, 15/26.
93 Hicr sûresi, 15/29.
94 Sebe sûresi, 34/12.
95 Bkz.: Buhârî, menâkıb 25, meğâzî 35, eşribe 31; Müslim, fezâil 45-46.
96 Bkz.: Buhârî, nikâh 64; Müslim, nikâh 94-95.
97 Bakara sûresi, 2/60.
98 Neml sûresi, 27/16.
99 Enbiyâ sûresi, 21/82.
100 Neml sûresi, 27/40.
101 et-Taberî, Câmiu’l-beyân 19/163; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 9/2885.
102 Buhârî, enbiyâ 48; Müslim, fezâil 143-145.
103 Âl-i İmrân sûresi, 3/49.
104 Buhârî, tıp 1; Müslim, selâm 69; Tirmizî, tıp 2.
105 En’âm sûresi, 6/95.
106 Müslim, tahâret 56; Tirmizî, edeb 14; Ebû Dâvûd, tahâret 29.
107 Rûm sûresi, 30/30.
108 Şûrâ sûresi, 42/29.
109 Bkz.: ez-Zemahşerî, el-Keşşâf 4/229; Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 27/147; Ebu’s-Suûd, İrşâdü’l-akli’s-selîm 8/32.
110 “O her şeye kadirdir.” (Rûm sûresi, 30/50).
111 Ankebût sûresi, 29/22.
112 Ra’d sûresi, 13/15.
113 “Ya Rabbenâ! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak yanlış yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma.” (Bakara sûresi, 2/286).
114 “Allah’ın salâtı, Efendimiz Hz. Muhammed’e ve O’nun âl ve bütün ashabının üzerine olsun.”
115 En’âm sûresi, 6/125.
116 En’âm sûresi, 6/75.
117 Rahman sûresi, 55/33.
118 “Allah bizi ve sizi sırat-ı müstakîme; nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna hidayet eylesin. Allah’ın salâtı, Efendimiz Hz. Muhammed’in ve O’nun kerem ve iyilikle taçlanmış âl ve ashabına olsun.”