SEKİZİNCİ BÖLÜM KUR’ÂN’DA TERBİYE

KUR’ÂN’DA TERBİYE

A. Kur’ân’ın İnsan Fıtratına Seslenmesi

Daha önceki bölümlerde de ifade edildiği üzere, dünya ve ahiret saadeti, insanlara fıtrat kurallarını öğreten Allah’ın kudsî fermanı ve O’nun nebisinin lâl ü güher ifadelerine uyup uygulamaya bağlıdır.

Evet, o baş döndürücü nizam ve âhengiyle Allah’ı anlatan şu “kitab-ı kebîr-i kâinat” bir ses ise, –tabiri caizse– bu sesi bir fonograf gibi plak üzerinde seslendiren de Kur’ân-ı Kerim’dir. İnsanlık, Kur’ân’a kulak verip onu dinlediği zaman, kâinatta cereyan eden hâdiseleri, onların ruh ve mânâsını, bu mânânın gönüllerde hâsıl ettiği heyecanı rahatlıkla duyabilir. Öyleyse insanın fikren seviyeli ve mazbut olması, insanî kemalâta namzet bulunması, varlık ve hâdiselerin ruhuna vâkıf olmasına; kalbî ve ruhî kemali ise, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın âyetlerine ve rehber-i ekmel, muktedâ-i küll Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurefşân ifadelerine mutlak mânâda inkıyada bağlıdır.

Buraya kadar arz etmeye çalıştığımız hususları iki maddede özetlemek mümkündür:

1. İnsanlığın ruhen ve kalben terakki etmesinde Kur’ân’ın sihirli gücünün tam duyulup hissedilmesi.. evet, bugüne kadar mükemmel fert, mazbut aile ve muntazam bir toplumun teşekkül ve teessüs etmesi, ancak Kur’ân-ı Kerim’in rehberliğiyle mümkün olabilmiştir. Öyle ise, hemen her zaman, mükemmel fert, muntazam aile ve toplumların oluşmasına rehberlik yapan Kur’ân-ı Kerim’in mu’ciz-beyan ifadelerinin, ümmî bir toplum içinde zuhur eden bir zatın karihasından çıkması kat’iyen söz konusu olamaz. Öyle ise o, ancak ve ancak Allah’ın kelâmıdır.

2. Değişik devir ve değişik coğrafyalarda, yüksek ahlâk ve insanî değerlerin temsilcisi olma gibi ideal toplumların yetişmesinde/yetiştirilmesinde bir kaynak olması itibarıyla Kur’ân eşsiz bir güce sahiptir ve benzeri yoktur. Öyle ise o lâhûtîdir.

Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, en büyük meselelerden ve en temel prensiplerden, en küçük konulara kadar hemen her mevzuda, mü’minlere öylesine ışık tutmuş ve rehberlik yapmıştır ki, onun ışığı ve rehberliği altında yürüyen insanlar asla kalbî-ruhî çarpıklıklara düşmemiş ve mütemadî bir perişaniyet görmemişlerdir. O, değişik âyetlerinde anne-babaya itaati, komşu haklarına riayeti emretmiş, ferdin cemiyet karşısındaki vazifelerini hatırlatmış, zulüm, gıybet, nemmamlık, başkalarının ayıplarını araştırmak, insanları alaya almak vb. gibi pek çok kötü fiilin de birer içtimaî hastalık olduğu üzerinde ısrarla durarak, onlara karşı mü’min ruhları teyakkuza çağırmıştır. Aynı zamanda o, kibir, gurur, suizan, yalan, fuhuş vb. gibi bir takım beşerî zaafların kötü neticelerini hatırlatarak, bizi mü’mince bir duruşa davet etmiştir.

Bunlardan başka Kur’ân-ı Kerim, bazı âyetlerinde de, civanmert, âlicenap ve yüksek ruhlu kimseleri ele alarak onların sabır, af, müsamaha, cömertlik ve şecaatlerinden söz ederek hep ideal bir insan tipini nazara vermiştir.

Yaratılış itibarıyla insanın mahiyetinde iyi duyguların yanında bir takım kötü duyguların nüveleri de mevcuttur. Onun daima hareket hâlinde olabilmesi ve kendini yenileyip geliştirebilmesi için bu duygulara da ihtiyacı vardır.

İşte böyle zıt şeylerin halitasından ibaret olan insan mahiyeti, mütemadiyen aksiyon hâlinde olmalıdır ki bu sayede o, bir taraftan insanlık için mümkün olan en zirve noktaya yükselsin, diğer taraftan da kendini ihmal etme sonucu esfel-i sâfilîne düşerek şeytanlarla beraber olmasın. Böyle bir terakki veya tedenniye medar olan, insanın içindeki bu duyguları Kur’ân-ı Kerim, bütünüyle ele alarak tadil eder ve onları insanın hizmetine sunar. Böylece insan, ancak gerçek fıtrat derinliklerine Kur’ân-ı Kerim’in bu ifadeleri sayesinde uyanır ve muttali olur.

B. Kur’ân’da İnsanın Terbiyesi

Allah (celle celâluhu), Fatiha sûresinde terbiye ile alâkalı çok önemli bir hususu hatırlatır: “Hamd, bütün âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”1

Cenâb-ı Hak, kâinatta aynı malzeme ve materyali icraatına perde ve vesile yaptığı gibi, aynı prensip ve aynı kanunları da icraat-ı sübhâniyesine perde yapmıştır. O (celle celâluhu), insanların, hayvanların, bitkilerin, zerrelerin, galaksilerin, meleklerin.. hâsılı bütün âlemlerin Rabbidir. Bazı müfessirler kesretten kinaye olarak Allah’ın 18 bin âlemin Rabbi olduğunu söylerlerse de, bu rakam, O’nun Rab olduğu âlemlerin sayısının yanında çok küçük kalır. Zira nâmütenâhî âlemleri terbiye eden, her şeyi kendi istidadı istikametinde kemale sevk eden, âlemlerin Rabbi Allah’tır ve hamd de O’na mahsustur.

Burada, farklı bir hususa temas etmekte de fayda mülahaza ediyorum: “Hamd, bütün âlemlerin terbiyecisi Allah’a mahsustur.” âyetinin ruhunda öyle bir genişlik ve şümûl söz konusudur ki, O’nun fizik ve astronomiye ait kanunları vaz’etmesinden insan bünyesinde hücreler arası münasebetleri tanzim etmesine kadar her şey, bu şümûllü rubûbiyetten hissesini alır. Evet, Allah (celle celâluhu), hücreler arasındaki veya hücrenin içindeki RNA ve DNA molekülleri arasındaki münasebetleri tanzim ettiği aynı kanunla sistemler ve galaksiler arasındaki münasebetleri de tanzim eder. Her nesnenin farklı istidat ve kabiliyetlerine göre bir tecellî ve zuhur söz konusu olsa da, bir tohumun filizlenerek koca bir ağaç hâlini almasından, bir sperm ve yumurtadan yavrunun dünyaya gelmesine kadar kâinatın her yerinde aynı kanunlar caridir.

Bu açıdan eğer insan, bütünüyle kâinatı, insan ruhunu, insan hissiyatını birden nazara alarak Kur’ân’a kulak verebilse, onda topyekün eşya ve hâdiselerin sesini-soluğunu duyabilir. Ne var ki bunu, köhnemiş anlayışların dehlizlerine çekilerek orada kendi kuruntularıyla meşgul olanlara anlatmak ve kalb-kafa ikilemi yaşayanlara kabul ettirmek çok zor olacağı gibi, sırf bilimin kuru ve ruhsuz kanunlarıyla avunan, aklına yenik düşmüş kimselere anlatmak da kolay olmasa gerek.

Bugün bir kısım kimseler, insanları dünyadan tamamen uzaklaştırıp Hint fakirlerinin yaşadığı hayata sevk etmelerine karşılık, bazıları da maddenin darlığında insanların ses ve soluklarını kesmektedir. İşte bütün bu olumsuzluklara rağmen, insanlık kendi içinde derinleşerek fikrin, ruhun ve kalbin terbiyesini birlikte ele almayı başardığı gün –Allah’ın tevfik ve inayetiyle– hakikat semalarında pervaneler gibi pervaz etmeyi de başaracaktır.

Evet, Cenâb-ı Hak Kur’ân’da, her zaman insanla kâinatı birlikte ele alarak yorumlamakta ve değerlendirmektedir. İşte bu hususu esas kabul ederek “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanın.”2 hadis-i şerifinde ifade edildiği gibi, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak ve Allah’ın kâinattaki icraatına uygun hareket ederek kendi konumumuzu çok iyi belirleme mecburiyetindeyiz. İhtimal, işte bu sayede, terakki etmiş ruhlar olarak ulaşmak istediğimiz zirvelere kolaylıkla ulaşacak ve olmamız gerekli olan yerde olacağız.

Kur’ân, her ferdi “mükemmel bir fert” olarak ele almak ister. Zaten fert, mükemmel olmadan sağlam bir aile ve cemiyet düşünmek de mümkün değildir. Kur’ân, ferdi yoğurup olgunlaştırarak fıtrata yönlendirir ve onu kâinattaki kanunları anlar hâle getirir. Derken daha sonra onun olgunlaştırıp belli bir kıvama getirdiği bu fertlerden mükemmel aile ve mükemmel bir toplum oluşmaya başlar.

Kur’ân-ı Kerim’e göre, anne-baba bu konumlarının ötesinde aynı zamanda birer muallim ve mürşittirler. O, pek çok yerde, babanın evlâda nasihati üzerinde durur ve bu önemli hususu sık sık vurgular. O bir âyette aynen şöyle buyurur: “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma. Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.”3

Evet, kâinatta işlenilecek olan en büyük zulüm, Allah’a ortak koşmaktır. Gönül dünyası lâhûtî esintilere açık hüşyâr bir dimağ böyle bir zulmün büyüklüğü karşısında ürperir. Şirk, Cenâb-ı Hakk’a karşı bir zulüm olduğu gibi aynı zamanda hukuk-u ilâhiyeye karşı da bir tecavüzdür. Çünkü Allah, kâinatı bir kitap, bir meşher şeklinde hazırlamış, çeşit çeşit antika sanatlarıyla süslemiş ve insanların istifadelerine arz etmiştir.

İnsan, bu sanatların teşhir edildiği yerde gezip dolaştığı ve onları gördüğü hâlde, gözünü yumup geçiyor, ya da bunları tesadüf ve tabiata havale ediyorsa, Allah’a karşı büyük bir zulüm işliyor demektir. İşte bu, Allah’a eş ve ortak koşma mânâsına gelen “şirk”tir ve bundan daha büyük bir zulüm de tasavvur edilemez.

C. Kur’ân’da Fert ve Aile Terbiyesi

Yukarıda, Kur’ân-ı Kerim’in ferdi olgunlaştırarak belirli bir kıvama ulaştırmayı hedef aldığını ifade etmiş ve bir babanın evlâdına yaptığı nasihati konu alan bir âyet-i kerime ile de o hususu noktalamıştık.

Şimdi isterseniz bir başka zaviyeden yine Kur’ân-ı Kerim’e dönerek babanın, çocuğuna bir kısım nasihatleri üzerinde duralım: “Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, insanları kötülükten vazgeçirmeye çalış ve başına gelenlere/geleceklere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.”4

Kur’ân, burada bir babayı en önemli konularla alâkalı konuşturuyor, Allah’a karşı sorumlulukların en büyüğünü hatırlatıyor ve bir nebinin diliyle evvela namazın ehemmiyetini vurguluyor: “Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl (ikame et).” Yani onu, Allah’ın azameti karşısında duruyor olma şuuruyla, tam bir iç ve dış bütünlüğü içinde yerine getir. “İnsanlara iyiliği emret ve onları kötülükten vazgeçirmeye çalış.” Evet her yerde iyiliği, yani dinin hoş gördüğü ve dince matlup olan şeyleri usûlünce anlat; kötülüklerden, kötü huylardan da onları uzaklaştırmaya bak. Bu arada böyle bir yolun belâlı olacağını da düşün ve daha baştan, “Başına geleceklere karşı sabır yolunu tut.” Evet, insanların yanlış alışkanlıklarına dokunup, iyilik ve fenalık telakkilerine iliştiğinde hazır olmalısın bir kısım sataşmalara.. ve sabretmelisin mukadder saldırılara.. “Doğrusu bunlar, azim ve kararlılık gerektiren işlerdir.” Yani bu büyük işler, seviyeli ve çaplı insanların işidir.

Burada Kur’ân, oğluna en hayatî meseleleri anlatan bir nebiyi konuşturarak bir babanın çocuklarına karşı sorumluluklarını hatırlatmaktadır.

Başka bir âyet-i kerimede ise, baba evlat yer değiştirir; bu defa da hakikate uyanmış evlat babasını kurtarma gayretine girer ve usûlünce ona el uzatır: “Bir zaman (İbrahim babasına): Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niye tapıyorsun, demişti.”5

Evet, taptığın bu putlar senin hiçbir ihtiyacını karşılayacak durumda değiller; aksine onlar da senin gibi âciz ve güçsüzler. Dolayısıyla onların sana herhangi bir konuda yardım etmeleri mümkün değildir.

Burada o tâli’li evlat Hz. İbrahim, putlara tapan baba da Âzer’dir. Evlat babayı ikaz edip ona nasihatte bulunuyor. Kur’ân-ı Kerim, ailede fertlerin mükemmel yetişmesi için bu tür emirleriyle ideal aile tiplerini tasvir ediyor ve ibret alınması için o aile içinde olması zaruri olan en ciddî faaliyetleri nazara veriyor.

Evet, Kur’ân adesesiyle aile müessesesine bakıldığında herkesin belli sorumluluklar altında olduğu görülür: Onda bazen babanın diliyle evlâda, bazen de evlâdın diliyle babaya nasihat edilerek, hem evlâdın hem de babanın mükellefiyetleri hatırlatılır:

“Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunmasından ve şeytanın yakını olmandan korkuyorum.”6

Yani senin bu inhirafın yüzünden, azab-ı ilâhiyeye dûçâr olacağından, Allah’tan kopup şeytanın dostu olma durumuna düşeceğinden endişe ediyorum. Zira Allah’ı dost edinmediğin müddetçe gittiğin bu yol bir gün seni mutlaka şeytanın enîsi hâline getirecektir.

Görüldüğü gibi burada da babanın muhatap alınıp, evlâdın yürekten ifadeleriyle irşad edildiği görülmektedir. Yine bu âyet-i kerimede yukarıda da zikredildiği gibi, aile fertlerinin hepsinin hayır adına sorumlu oldukları, saygı ve sevgi atmosferi içerisinde birbirlerine karşı hayırhâhlık yaptıkları gözler önüne serilmektedir.

Cenâb-ı Hak, bir başka âyet-i kerimede de, sadece kendisine kulluk yapılması gerektiğini belirttikten sonra ehemmiyetine binaen hemen şu çerçevede, anne ve babaya karşı da sorumlulukları hatırlatır ve: “Rabbin, O’ndan başkasına ibadet etmemenize; anneye-babaya ihsanda bulunmanıza hükmetti; şayet onlardan biri veya her ikisi birden senin bakım ve görümünde yaşlılığa ererlerse, sakın onlara “öff” bile deme ve (hele asla) onları azarlama; onlara hep gönül alıcı sözler söyle.”7 der.

Bu ve bunun gibi âyetlerle Kur’ân hep ideal bir aile fotoğrafı ortaya kor. Bu aile içindeki bütün fertler, faaldirler. Her fert, kendisi için mukadder hedef istikametinde ve kemale erme yolunda Rabbü’l-âlemîn olan Allah’ın terbiye edici kanunlarına uygun hareket ederek kendi “arş-ı kemalât”ına koşar. Bu aile içinde her zaman ruhlara inşirah verecek şekilde bir samimiyet ve huzur nümâyândır.

İşte böyle sıcak bir aile atmosferinde vazifelerini hakkıyla ifa eden her ferde, daha sonra, Kur’ân biraz daha büyük bir aile sayılan devlet ve millet bünyesindeki vazifeleri hatırlatarak, “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ülü’l-emre (idarecilere) de itaatte bulunun.”8 diyerek, münasebet alanını daha genişleterek yeni bir kısım sorumluluklara kapı aralar; aralar ve hepimize: Mü’minler, hepiniz, hâkim-i mutlakınız olan Allah’a, râi-i mutlakınız olan Resûlullah’a ve bir de sizin içinizden çıkıp sizinle aynı duygu ve düşünceyi paylaşan idarecilerinize itaat ediniz, fermanıyla sözü bağlar.

Böylece, fertte başlayıp gelişen vazife ve sorumluluk şuuru gider ta millet çerçevesine ulaşır ve bir cennetlikler toplumu olarak herkesi yüksek ufuklara yönlendirir. Evet, Kur’ân’ın çerçevesini çizdiği devlet ve millet ailesi içine girildiğinde, onun bütün fertlerinin kendilerinden olan idarecilere karşı itaat ettikleri; onları, baba-kardeş-evlat şeklinde gördükleri, böyle her tarafta tüter durur ve böyle bir ülkenin her yanında üfül üfül cennet yamaçlarının esintileri hissedilir.

Kur’ân-ı Kerim, aile çapındaki en ufak bir idare mekanizmasından, devlet ve millet çapındaki en geniş ve sorumlulukları oldukça komplike bir sisteme kadar hemen her kademede sağlam ruh ve karakterin yetişmesine olabildiğine ihtimam göstermekte ve insanların her zaman faal, ruhen ve kalben terbiyeli olabilecekleri, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanıp Allah’a yükselebilecekleri büyülü bir yolu gösterir:

“… Aralarında Allah’ın indirdiği Kur’ân’la hükmet ve onların heva ve heveslerine uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et…”9

Kur’ân’ın ilk muhatabı Nebi’dir. Allah bu âyetle ilk muhatabına âdeta şöyle seslenmektedir:

“Ey şanı yüce Nebi! Sen onların arasında Allah’ın sana indirdiği Kur’ân-ı Kerim’in ahkâmına göre davran ve zinhâr onun emirlerinden ayrılma; ayrılıp onların heva ve heveslerine uyma! Onlar, belki sana vahyi olarak indirilen bazı hususlarda seni fitneye sürüklemek, kararlarında yanıltmak isteyebilirler. Ayağını sağlamca bas!. Her zaman kararlı ol ve yüksek karakterinin gereğini yerine getir; zaten senin gibi yüce bir ruha ve mehbit-i vahy-i ilâhî olan bir kalbe sahip bulunan birinin, onların heva ve heveslerine uyması da söz konusu değildir ya.. öyle ise, bir kere daha konumunu ve konumuna göre duruşunu gözden geçir; Hak’la onlar arasındaki vesileliğin gerekleri olarak, Cenâb-ı Hakk’ın ahkâmına saygıyı gönüllere hâkim kılıp, her işlerinde onları Allah’a yönlendir; yönlendir ki, bu sayede onlar arasında huzur ve sükûnet teessüs edecek ve onlar için insanca yaşama imkânları doğacaktır.”

Bir başka âyette, mü’minler arasında meydana gelen her türlü anlaşmazlıklarda, Hz. Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakem olarak kabul etmeleri ve O’nun, Allah’ın halifesi olarak verdiği hükümlere karşı en ufak bir rahatsızlık duymadan kararlarına razı olmaları gerektiği bildirilerek şöyle buyrulur: “Hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kabul edip sonra da verdiğin hükümden/hükümlerden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”10

Burada, âyet-i kerimede Hz. Peygamber’in verdiği hükümlere tam mânâsıyla rıza göstermek, mü’min olmanın bir şartı olarak vurgulanmaktadır ki, bu hususun önemi hatırlatılması adına konu Allah’ın kasemiyle anlatılmaktadır.

Evet, işte bütün bunlar bize ideal bir toplum çerçevesi çizmekte ve bizi tam bir huzur toplumu olmaya hazırlamaktadır.

D. İdarecilerin Halka Karşı Vazifeleri

Yukarıda, Kur’ân-ı Kerim’de halkın idarecilerine karşı vazife ve mükellefiyetlerine kısmen temas edilmişti ki Kur’ân, bu konudaki disiplinleri şu hususlar üzerine temellendirir: “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size böyle öğüt verir.”11

Cenâb-ı Hak, bu âyette bilhassa idarecilere adaletli olmalarını ve kılı kırk yararcasına tebaanın hukukuna riayet etmelerini, yeme, içme, barınma… vb. gibi her türlü durumda onların mutluluk ve refahını ön planda tutarak onları görüp gözetmelerini emreder. Allah, idarecilere ihsanı emrederken onlara sanki şöyle der: Rabbiniz, sizi görüp gözetmekte, her hâlinizi bilmekte, hatta binlerce hâdiseyle sizi gördüğünü vicdanlarınıza duyurmakta ve her vesileyle mevcudiyetini size hissettirmektedir. Öyleyse siz de ona karşı mesuliyet ve mükellefiyetlerinizi yerine getirirken, her davranışınızın, O’nun tarafından bilinip görüldüğü şuuru içinde olunuz. Burada ihsanın tarifindeki mülâhazalar düşünülebilir.

Allah (celle celâluhu), ayrıca âyette, bütün servetin, halkın huzuru, saadeti, imana bağlı İslâmî bir düşünce ve telakkinin tabiatın bir derinliği haline getirilmesi istikametinde sarf edilmesini.. ve en yakın daireden başlayıp en uzak dairelere kadar, bu infak işinin yürütülmesini emretmektedir. Daha sonra ise onlara, ahlâksızlık, sapıklık, serkeşlik, isyan ve tuğyanın önünün mutlaka alınması mükellefiyetini yüklemekte ve onlardan, televizyon, sinema, gazete ve dergi gibi basın-yayın organlarının, neslin ahlâkını bozucu değil, millî ruh ve mânâ köklerimiz açısından düzenleyici bir hizmet vermelerini, planlamalarını, genç nesiller arasında dejenerasyon ve bohemliğin gelişmesine meydan vermemelerini istemektedir.

Kur’ân, “insanlar ahlâklı olsun” diyerek meseleyi sadece tavsiye niteliğiyle ele almamaktadır. Çünkü insanların ahlâklı olabilmeleri için ahlâksızlık, isyan, tuğyan yuvalarının ıslah edilmesi gerektiğini ve ıslah teşebbüsünde bulunulmasını ısrarla vurgular. Evet Kur’ân-ı Kerim bir taraftan insanları, Allah’ın çirkin saydığı şeylerden nehyederken diğer taraftan da onları mazbut ve ruh insanları olarak yaşamaya davet eder. Ne var ki Kur’ân’a göre bu vazife, toplumun değişik katmanlarında farklı şekillerde değerlendirilir ve yorumlanır.

Kur’ân, açık günah işlemiş bir mücrime veya asi bir insana karşı özel bir yöntem uygular ve bununla onlara, doğrulup kendilerine gelme imkânı hazırlar. Bu konuda o, ister aile, ister toplum, ister millet, isterse, daha geniş ortamlarda böyle bir mesâvî veya herhangi bir hata işleyen kimseye engin bir müsamaha ile yaklaşılmasını, ona afv u safh ile muamele edilmesini tavsiye eder ve bu konuda kendi talebelerine müsamaha, vakar ve ciddî olmayı yeğler. İşte örnek: “(O kullar), boş ve yaramaz sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.”12

Evet, mü’min fıska, fücura karşı Allah’ın gösterdiği yerde durur ve kararlıdır. Bu arada fuhşiyat ve ahlâksızlığın irtikâp edildiği bir yere bilmeyerek yolu düşmüşse o zaman da, fevkalâde âlicenâbâne ve civanmerdâne bir tavırla “selâm” verir ve yoluna devam eder, devam eder ve o mücrimlerin işledikleri kusuru, bir kusur olarak nazar-ı itibara alıp onların yüzlerine vurmaz ve onların dinden ve diyanetten uzaklaşmalarına sebebiyet verecek hareket ve davranışlarda bulunmaz.

Kur’ân-ı Kerim, bu âli prensipleri kendilerine düstur edinmiş hoşgörü ve müsamaha kahramanlarını da şu şekilde tavsif eder: “Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile hareket eder ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında da onları (incitmeksizin) ‘Selâm!’ der (geçerler.)”13

Onlar, vakar ve ciddiyetleriyle mü’minlere örnek ve davranışlarıyla daima Kur’ân ruhunu aksettiren Rahmân’ın has kullarıdırlar, yürürken Allah’ı hatırlatırlar, oturup kalkarken onun ahlâkını temsil ederler. Onların her türlü hâl, hareket ve davranışlarında, Allah ve Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait yüksek ahlakı görmek mümkündür. Aynı zamanda onların vakar, ciddiyet, saygı ve edeplerinde her zaman Allah’a iman nümâyândır. Allah’ın bu hoşgörü ve müsamaha âbidesi kulları, cahillerin ve gafillerin bulunduğu bir yere uğradıklarında “selâm” vererek, onları dahi Allah’ın emn ü emanından mahrum bırakmak istemezler.

Kur’ân-ı Kerim, bu ifadeleriyle cahil, görgüsüz, bilgisiz ve günahkâr olanlara karşı bir mü’minin nasıl davranması gerektiğini açıkça ortaya koyar ve başka bir din ve kitapta görülmedik şekilde ümit ve af eksenli bir genişlik sergiler.

E. Kur’ân’da İnsan Terbiyesi

İnsan, mânen terakki edip Cennet’e ehil hâle gelmek için gönderildiği ve bir talimgâh, bir terbiye yeri olan şu imtihan dünyasında bütün duygularıyla tekemmül ettiği zaman Allah’a yakınlık pâyesi ve O’nun cemalini müşâhede etme mazhariyet ve seviyesini kazanmış olur. Duygu ve latîfelerinin herhangi birinde bir deformasyon veya tefessüh edip sönme söz konusu olduğunda da, akıbet endişesiyle titrer ve döner ahd ü peyman yenilenmesinde bulunur. Bu itibarla insan olan insana düşen vazife önceki selim tabiat ve keyfiyeti kazanma yolunda bütün duygu ve latîfelerini yaratılış hikmeti istikametinde inkişaf ettirme çizgisini takip etme olmalıdır. O, kalb, kafa, vicdan, latîfe-i Rabbaniye; sır, hafî ve ahfâ gibi duygularını yaratılış hikmet ve gayesi yönünde geliştirdiği ölçüde, ilahi emanet olan potansiyel derinliklerine saygılı davranmış olacaktır.

Evet, onun, böyle davranması hem kendine hem de Rabbine karşı bir saygının gereğidir. Vâkıa insan, sadece imanıyla dahi Allah’ın huzuruna vardığı zaman O’nun iltifatını görebilecek ve –inşâallah– Cennet’e girecektir; ama bir de insanî donanımın insana yüklediği özel bir hukuk söz konusudur ki, mutlaka korunması gerekir.

İnsanın bütün duygularının inkişaf etmesi ve eksiksiz tam bir insan hâline gelmesi, onun yaratıcısıyla olan sağlam münasebetlerine bağlıdır. Bu da ancak, Kur’ân-ı Kerim’de öğretildiği şekliyle, insanın kendisini çok iyi okuması, yer ve konumunu çok iyi anlaması ve etrafında cereyan eden hâdiseleri takip edip kendi hesabına değerlendirmesiyle mümkün olacaktır.

Cenâb-ı Hakk’ın “RAB” ism-i şerifi etrafında örgülenen bu hususu noktalamadan evvel özel bir-iki meseleye daha dikkatlerinizi rica edeceğim:

1. Belli bir sistem içinde kemale ermek ve kemale ulaşmak için çırpınıp duran ferdin, Yüce Yaratıcı’nın Kur’ân-ı Kerim’de tesbit ettiği çerçeveye göre bir yönlendirilmeye tâbi olması çok önemlidir.

2. Böyle bir kimsenin kalbî, ruhî, fikrî, vicdanî bütün gücü, Allah’a nisbeti içinde, insan, eşya ve kâinat iyi idrak edilip iyi yorumlanarak aydınlatılmalıdır ki, aslında yaratılışın gayesi de bu olsa gerek. Biz buna, “varlığın diliyle ilâhî ahlâkın seslendirilmesi” diyoruz. Bunun pratiğe yansıyan yönü ise, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın telkin ettiği, ahireti netice verecek olan yüce ahlâktır. İnsan, bu ahlâkla yaşadığı zaman ahiretini ve ona her şeyi bahşeden Allah’ın rızasını, Resûl-i Kibriya’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) da şefaatini kazanmış olacaktır.

Allah Teâlâ, Rubûbiyet-i âmme tecellîsiyle kâinattaki cebrî kanunlar içerisinde, insanlara bir ahlâk nizamı göstermektedir. Buna karşılık onlar da ilimlerin diliyle o ahlâka uyarak buna mukabele etmelidirler. Cenâb-ı Hak, o ilimleri, Kur’ân-ı Kerim ile bize anlatmakta ve şahsî hayatımızda, ruh dünyamızda, kalb ve sır âlemimizde inkişaf etmemizi, Kur’ân’ı anlamaya bağlamaktadır. Aslında biz, yukarıda zikredilen bu iki meseleyi birlikte mütalaa ederek, namazlarımızda laakal günde kırk defa “Hamd, bütün âlemlerin terbiyecisi Allah’a mahsustur.”14 diyor ve bu ahd ü peymâna olan sadakatimizi tekrar ber tekrar ilan ediyoruz.

F. Allah Ahlâkıyla Ahlâklanmak

Cenâb-ı Hak, kâinattaki en devâsâ nebülözlerden, insanın vücudundaki hücrelerin en küçük parçacıklarına kadar her şeyi hareket ettirmekte ve insanla, bu âlemler arasında sürekli münasebetler kurmaktadır. İşte Allah’ın bu türlü icraatı ve böyle bir icraatla her şeyi belli bir kemale sevk etme gibi O’na mahsus mukaddes ahlâkın keyfiyetinden şu hususları anlamak mümkündür:

Allah ahlâkı ile ahlâklanmak, O’nun dış âlemler (âfâk) ve iç âlemler (enfüs)de bize duyurmak istediği şeyleri bir vâhidin birbirini tamamlayan iki yüzü gibi duyup değerlendirmek ve bütün hissettiklerimizi Kur’ân’a bağlayıp onda dinlemeye çalışmak… Evet biz, Kur’ân-ı Kerim’de hayat prensipleri olarak vaz’edilen meseleleri amelî olarak tam tatbik ettiğimiz zaman –Allah’ın tevfik ve inayetiyle– umum hayatımız da düzene bir ölçüde girecek, zannediyorum biz de işte o zaman ikilemlerden kurtulmuş olacağız.

Şu anda, hayatımızdaki bütün aksaklıkların arkasında böyle küllî bir nazar ve küllî bir değerlendirmenin bulunmayışını düşünüyor ve yerimizde saymayı böyle bir düalizme bağlıyoruz. Günümüzdeki süper devletlerin teknik ve teknolojik alandaki gelişmeleri kimseyi aldatmamalıdır. Zira onların bu hâlleri, bir ara ortaya çakan sonra da kaybolan şimşekler gibidir. Bu sözlerin mânâsı, bazı totaliter sistemler örneğinde olduğu gibi, birkaç sene sonra kırılmalar ve çatırdamalar duyulduğu zaman daha iyi anlaşılacaktır.15

Fıtrî olmayan ve kâinatta cari kanunlara uymayan hiçbir sistemin uzun ömürlü olması mümkün değildir. Zira fıtrata muhalif şeylerdeki iyilik emareleri, insanın bedeninde tedafüî tesiri olan bir kısım mualecelerin meydana getirdiği muvakkat sıhhat ve afiyet gibi bir duruma benzer ki kat’iyen mütemadi değildir. Bu, daha çok, beş dakika önce gözlerini açıp tebessüm ederek, yakınlarını sevindiren ve hemen arkasından da ahirete göçüp giden bir hastanın hâline benzer ki, çok parlak ve cazip görünen bu gayr-i tabiî ve fıtratı inkâr esası üzerine kurulmuş bütün bu kabil sistemler, kat’iyen uzun ömürlü olamayacakları gibi insanlığı da mutlu edemeyeceklerdir.

Bunun aksine bir de öyle devletler vardır ki bunlar temel esasları itibarıyla kâinatta cari kanunlara riayet ettiklerinden ötürü ayaktadırlar, ayakta durmaya devam etmektedirler ve işte bunlar istikbal vaadetmektedirler. Belli bir süreden beri mü’minler kâinatta cari kanunları ve şeriat-ı fıtriyeyi inkâr edip Kur’ân’ın düsturlarını da yaşamadıklarından sürüm sürümdürler ve hep gerilerin gerisinde kalmışlardır. Müslümanların içine düştükleri bu feci durumdan kurtulmaları için uyuşukluk ve tembelliği terk etmeleri, hem âyât-ı Kur’âniyeyi hem de âyât-ı tekvîniyeyi çok iyi okumaları şarttır. Zira Mukaddes kitabımız olan Kur’ân-ı Kerim ile kâinat kitabı, bir bütünün ayrılmaz iki parçası gibidir. İster bizim iç âlemimize, ister dış âlemimize, ister kâinatın öteki yüzü, ister zâhirine dair yazılan her kitap, bir yönüyle Kur’ân-ı Kerim’in tefsiridir. İnsanlık, ancak bu kitaplara sımsıkı sarıldığı zaman, dünyasını cennetlere çevirip ötelerin koridoru hâline getirecektir.

G. Kur’ân’ın Terbiye Sistemi

Kur’ân-ı Kerim’in terbiye sistemi incelendiğinde, onun başka düşünce sistemleriyle mukayese edilmeyecek kadar bir fâikiyetinin olduğu görülecektir ki bu da onun Allah kelâmı olduğunda aranmalıdır. Kur’ân’la beslenmeyen, Kur’ânî üslûba bağlı olmayan ahlâkî ve terbiyevî sistemler, muvakkaten pek parlak görünseler de kat’iyen süreklilikleri söz konusu değildir. Çok orijinal gibi görünen bazı akım ve ideolojilerin kısa zamanda sönüp gitmeleri, kalabilenlerin revizyon üstüne revizyon görmeleri veya reformize edilmeleri, bunların hiçbirinin, insanlığın problemlerini çözmeye yeterli olmadığını göstermektedir.

Dolayısıyla da pek çok yeni düşünce ve sistemin doğumuyla ölümü bir olmakta, bazıları bugün moda olsa da yarın demode olup gitmektedir. Allah’ın, her şeyi kuşatan ilminden gelen düstur ve prensiplere gelince –ki bunlar icmâlen Kur’ân-ı Kerim’de özetlenmektedir– bütün gençliği ve tazeliğiyle hâlâ devam etmektedir ve sonsuza kadar da devam edecektir.

Ferdî ve ailevî ahlâkın ihmale uğradığı cemiyetlerin uzun ömürlü, sıhhatli ve inkişafa açık olmaları mümkün değildir. Onun için biz burada, Kur’ân-ı Kerim’in, ahlâk açısından ferdi nasıl ele aldığı hususu üzerinde bilhassa durmak istiyoruz. Zira yuva, toplum her şey, bir bakıma ferdin ahlâk ve istikametine bağlı görünmektedir. Yığınları sürü sayan dikta yanlısı tiranlar, yetişkin toplum ve hür iradeli fertler istemezler. Onlar halâik türünden rahat idare edecekleri kimseler isterler. Onlar için ahlâkî dejenerasyon, yetersizlik önemli değildir; önemli olan onların küflü düşüncelerine itaat ve inkıyattır.

Oysaki ferdin düzenli bir hayat seviyesine yükselmesi ve sağlam bir iradeye sahip olması çok önemlidir. Bu da, her şeyden önce ferdin, şirk ve şirk kokan hastalıklardan uzak durmasına, ölüm ve rızık endişesini aşmasına ve Allah’ın vesâyetinde âdeta, O’nun varlığının gölgesinin gölgesi olma durumunu elde edip onu muhafaza etmesine bağlıdır.

Böyle devâsâ iş, Kur’ân’ın ruhunu kavramış yetkin mürşitler ister. Şimdiye kadar bu önemli hizmeti hep bu çapta seviye insanları temsil etmiştir. Enbiyâ ve mürselîn, tabiî en başta Sultan-ı enbiyâ Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu işin kusursuz temsilcileridirler. Daha sonra evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîn. Ondan sonra da kendi toplumlarının salahı için çalışan ıslah erleri…

Şirk ve şirk kokan hastalıkları aşmadan, Allah’a bağlı olmanın dışında bütünüyle bağımsız hale gelmeden insanlığın ıslahı kat’iyen mümkün değildir. Zatında, Allah’tan başka bizzat sevilecek, korkulacak, itaat edilecek ve himayesine sığınılacak bir başka varlık da yoktur. Şirkin her türünden kurtulmak da, bunu böyle kabullenmeye bağlıdır. Bir insan, içinde başkalarına karşı bir kısım endişeleri taşıyor, rızık korkusuyla yaşıyor, ölmekten ve mezara girmekten ürküyorsa bu, o insanın şirk mevzuunda daha aşamadığı pek çok probleminin var olduğunu gösterir.

H. Tevhide Çağrı

Düşüncede tevhide, davranışlarda tevhide yönelip hemen her meselede tam bir muvahhit olarak Cenâb-ı Hakk’ı birleme ve sadece O’na teveccüh etme her türlü şirk ve şirk şaibesinden kurtulmanın yegâne yoludur. Müşrikler bir yana, tevhid hakikatine inanan mü’minler, acaba bu hakikati ne ölçüde anlayıp sindirebilmiş ve içtenleştirebilmişlerdir!

Cenâb-ı Hak, bu yüce tevhid hakikatini en câmi şekilde: قُلْ هُوَ اللّٰهُ أَحَدٌۚ۝اَللّٰهُ الصَّمَدُۚ۝لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْۙ۝وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا أَحَدٌ “De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir. O, ne doğurmuş ne de doğurulmuştur. Ve O’nun asla dengi yoktur.”16 beyanıyla belirler ve ortaya kor.

Evet, Allah, birdir. O’nun vahdeti izâfî olmayıp zâtî ve hakikîdir. Vâhid, izafî 1’dir ve ikinin biridir, ama “Ehad” ikincisi tasavvur edilmeyen bir 1’dir, yani onun eşi ve menendi yoktur. O, öyle bir ehaddir ki, ne önü vardır ne arkası ne de bir dayanağı; bütün birler, ikiler, üçler hepsi gider O’na dayanır; O ise kendi kendine vardır.

“De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir.” Herkesin kendisine muhtaç olduğu, el-etek açıp dilendiği, hâl, vicdan ve hissiyat diliyle kapısının tokmağına dokunduğu biricik Zât olan Hz. Allah’tır. İnsan, Cenâb-ı Hak’tan başka hangi şeye bel kırıp boyun bükerse büksün, bunların bir hususta yetmediğini görecektir. اَللّٰهُ الصَّمَدُ bu mânâyı ifade sadedinde, O, muhtaç olmayan, ama bütün ihtiyaçları gideren, dua edip yalvarmayanın da, yalvaranların da âh-u efgânlarını dinleyip dindiren biricik mercidir.

Evet, “O, ne doğurmuş ne de doğurulmuştur.” O’nun esbabla münasebeti, onları icraatına perde olarak kullanmaktan ibarettir. Ve bundan öte de sebeplerin hakiki bir tesiri yoktur. O, verâların.. verâların verâsında bir varlıktır. O, ne doğmuş ne de doğurmuştur. O’nun bir anne ve babası olmadığı gibi evlâdı da yoktur. O, mahlukata ait bu türlü nakise ifade eden evsafın, hepsinden münezzeh ve müberrâdır.

Bu âyetler, bütün sebeplerin, tabiatın, maddenin ve enerjinin kıymet-i harbiyelerini ortaya koymakta ve hakikî müessiriyeti sadece ve sadece Allah’a vermektedir. Bunun yanı sıra da şirk ve şirk kokan hususlara karşı tavır almayı, sebeplere O’nun emri olduğu için riayet etmeyi, ama ne olursa olsun, bütün kevn ü mekânlarda cereyan eden hâdiseleri de zatına bağlamayı zımnen ihtar etmektedir.

Evet, mü’minler, kalb ve vicdanlarını her türlü şirk ve şirk şaibesinden yıkayıp tertemiz hâle getirerek bu büyük hakikati ifade eden bu sûreye mutlaka kulak vermelidirler. Özellikle de bilgi elde etme yollarının alabildiğine kolaylaştığı, yazılı ve görüntülü yayın organlarında Kur’ânî hakikatlerin yayınlandığı bir dönemde artık her mü’min, kat’iyen tevhid hakikatine karşı yabancı kalmamalı ve Allah’ın ihsan ettiği imkânları mutlaka, iman, mârifet ve muhabbet adına değerlendirmeye bakmalıdır.

Kur’ân: قُلْ يَۤا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا إِلٰى كَلِمَةٍ سَوَۤاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلَّا نَعْبُدَ إِلَّا اللّٰهَ وَلَا نُشْرِكَ بِه۪ شَيْئًا وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُولُوا اشْهَدُوا بِأَنَّا مُسْلِمُونَ “(Resûlüm!) de ki: Ey Ehl-i Kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan şu çağrıya gelip icabet ediniz: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım; ayrıca Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rab edinmesin. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: ‘Şahit olun ki biz Müslümanlarız!’ deyiniz.”17 fermân-ı sübhânisiyle –müşrikler anlamasa da– Hristiyan ve Yahudilerin ve onların içinde de ilim ehlinin dikkatleri çekilerek böylesine ulvî bir çağrıda bulunulmaktadır:

Ey Hristiyanlar, Yahudiler ve hususiyle de ilim ehli olanlar! Geliniz, aramızda müşterek olan bir kelime üzerinde –Allah’a imanda ve tevhidde– anlaşalım. Zira her şeyin O’na muhtaç bulunduğu Allah hakkında anlaşmak sizin de bizim de en önemli ve hayatî meselemizdir. Gelin, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi eş koşmayalım.” Yani, Allah’tan başkasına kul olmayalım. Zâtında eşi ve ortağı olmayan Allah’a eş, ortak aramayalım. Zira kâinatı kabza-i tasarrufunda tutup çeviren sadece O’dur. Bütün sistemler ve bütün kevn ü mekânlar, O’nun azamet ve ulûhiyeti karşısında âdeta bir zerre mesabesindedir. Dolayısıyla kâinat da biz de Cenâb-ı Hakk’a muhtaç ve medyun olduğumuz, O’nun da eşi ve ortağı olmadığı hâlde, hayallerimizde O’na eş ve ortak koşmak suretiyle gelin kendi kendimize yazık etmeyelim.

Yani doğru yoldan inhiraf ederek, “Allah’ı bırakıp da birbirimizi Rab edinmeyelim.” Zira bir kere Allah’tan başkasına tapmaya durunca, daha doğrusu Allah’ı bırakıp başka vadilerde kurtuluş aramaya başlayınca bir daha da belimizi doğrultamayız. Öyle ise gelin bütün benliğimizle Allah’a yönelelim ve وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ yani “Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rab edinmesin.”

Bunca tembih ve tenvire rağmen hiçbir şey yokmuş gibi, “Eğer onlar yine de yüz çevirirlerse, işte o zaman: ‘Şahit olun ki biz Müslümanlarız!’ deyiniz.” İkaz, tembih, tenvir ve aklı işhaddan sonra da, vazifenizi ifa ile alâkalı onların vicdanlarını şahit gösterip bir adım geriye çekilin.

Cenâb-ı Hak, bu âyette bütün Ehl-i Kitap’a çağrıda bulunduğu gibi, kıyamete kadar gelecek bütün ilim ehlini, kitap mücadelesi verenleri ve kitap çevresinde müesseseleşenleri de muhatap olarak almakta ve onlara âdeta şöyle seslenmektedir:

Ey ilim erbabı! Gelin, aramızda müşterek olan, bizim kalben ulaştığımız ve vicdanlarımızın kabullenip tasdik ettiği “Allah’tan başka Mâbud-u Mutlak’ın olmadığı” hakikatinde birleşelim. Aslında, hangi ilim dalıyla iştigal edersek edelim, neticede bu ilimlerin, vâhid-i hakikî ve vâcibu’l-vücud olan Allah’a dayanmayınca muallâkta olduğunu duyacağımız kaçınılmazdır. Oysaki mü’min gönüller, Kur’ân’ın talim ve terbiyesiyle ruhen, vicdanen ve kalben ilimlere konu teşkil eden şeyleri daha farklı duymakta ve hissetmektedirler. Bu noktadaki problemler aşıldığı takdirde, ruh, fikir ve ilimlere ait tıkanıklık sayılan hususlar da kendi kendine vuzuha kavuşacaktır. Evet, ilmin inhiraflardan kurtulabilmesi işte böyle bir tevhid anlayışında Kur’ân’la tanışmaya bağlıdır.

İ. Kur’ân’ın Fertleri Terbiyesi

Daha önceki bölümlerde üzerinde durduğumuz âyetlerden de18 anlaşılacağı üzere Kur’ân-ı Kerim, ferdi terbiye ederek, onun kalb ve vicdanını şirk ve şirk kokan hususlardan arındırarak ona, hakikî insanlığa giden yollar açmaktadır. Evet, onun terbiyesiyle yetişen fertler, eski hâllerinden bütün bütün sıyrılarak sadece Allah için duyup duygulanan ve O’nun için dolup boşalan insanlar hâline gelmektedirler.

Bir insanın tam tevhide ulaşabilmesi, her şeyden evvel onun şirk ve şirk kokan hususları tamamen terk edip vicdanen temizlenmesine bağlıdır. Açık-kapalı şirk düşüncesini aşamamış bir kimseye hak ve hakikat adına bir şey anlatmak çok zordur. Evet, hak ve hakikat adına anlatılan hususların vicdanlarda mâkes bulması için, o vicdanların arınmasına, dimağların ön yargılardan sıyrılmasına ve gönüllerde hakikat aşkı, araştırma düşüncesi ve hakperestlik duygusunun gelişmesine ihtiyaç vardır.

Buraya kadar belli ölçüde de olsa, insanın şirk ve şirk şaibesinden uzak kalması ve dupduru bir anlayışla Allah’a yönelmesi üzerinde durduk. İşte böyle bir yönelişi gerçekleştirebilen temiz vicdanlar, tevhide öylesine yürekten kilitlenirler ki, Allah karşısında değil şirke düşmek; şirk ihtimali olan şeylerden dahi yılandan çıyandan uzak durdukları gibi uzak dururlar. Ehlullah arasında Allah’a kurbet mevzuunda sübjektif bir uygulama olarak, bir gusül yorumlaması söz konusudur. Bu herkesin anladığı mânâdaki gusülle de irtibatlandırılabilir. Bu yorumun özeti şöyledir:

İnsan fâni zevklerini yaşarken, birkaç dakika dahi olsa, Allah’ı (celle celâluhu) unutabilir. İşte böyle bir unutmaya keffaret olarak o, ciddî bir ‘evbe’nin yanında bütün bedenini de yıkayarak tam bir arınma ameliyesinde bulunur. Hatta ehlullah, bu şekilde bir unutma değil de, gayr-i iradî bile olsa, bir lahza Allah’ı unutunca: “Allahım! Madem iradî olarak Sen’den gafil olmanın keffareti gusletmek oluyor; ben, gayr-i iradî dahi olsa, gaflet ettiğimden dolayı abdestle arınıp yeniden Sana dönmek istiyorum der, tecdid-i teveccühte bulunur. Evet, hak dostları, ağyâr düşüncesine karşı bu ölçüde dikkatli ve her zaman teyakkuz içindedirler.

Bir sistem ve metot insanı olan ve Allah’ın talimiyle Kur’ân-ı Kerim’i pratik hayata geçiren Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha önce bin bir baskıyla kovulduğu Mekke’yi fethedip de Kâbe’ye muzaffer bir kumandan olarak girerken, tevazuundan mübarek başı bindiği merkûbun eğeri kaşına değecek şekilde iki büklüm Kâbe’ye girmiş ve her şeyi O’ndan bilmeyi böyle bir mahviyet ve tevazu ile temsil etmişti.19

Bir ihlâs âbidesi olan Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bir gün hutbe esnasında hiç münasebet yokken mevzuu değiştirerek, “Yâ Ömer! Daha dün baban Hattab’ın develerini güden bir çobandın!” deyip minberden inmişti. Ona, durup dururken böyle bir söz söylemesinin sebebi sorulunca da, “Aklıma halife olduğum geldi…” cevabını vererek meseleyi kesip atmıştı.

Yine O (radıyallâhu anh) omzunda kırba ile su taşıdığını görüp de: “Bu ne hâl ey Allah’ın Resûlü’nün halifesinin halifesi!” diyen sahabiye “Dış ülkelerden bir kısım elçiler gelmişti. İçimde bir şeyler hissettim. O hissi kırmak istedim” cevabını vermişti. Mukarrebliğin mukîmi koca halife Hz. Ömer, duygu ve düşünce planında dahi kalbinin içine giren en küçük bir şeyi, mukarrabîne yakışır şekilde inhiraf sayıyor ve o duyguya karşı savaş ilan ediyordu..

Ömer b. Abdülaziz (radıyallâhu anh), bir keresinde dostlarından birine ifadeleri edebî olan bir mektup yazmış, sonra da nefsine bundan pay çıkıyor olma mülâhazasıyla bu mektubu hemen yırtıvermişti. Sebebini soranlara da: “İçimde bir gurur hissettim. Onun için mektubu yırttım” deyivermişti.

Evet, bizim dünyamızda devletin başındaki devlet reisinin duyguları işte bu kadar şirkten uzak ve bu kadar arı ve durudur. Devlet başkanları böyle olduğu gibi halkın duygu ve düşünceleri de bundan farklı değildi. Evet mübarek bir dönemde bütün kuvve-i inkişafiyelerini başlarındaki idarecilerinden alan toplum, ütopyalarla bile resmedilemeyecek kadar derindi…

Fertleri böyle şirk ve şirk şaibelerinden sıyrılıp, vicdanen dupduru hâle gelen toplumlar ne mübeccel ve böyle bir toplum içinde hayat ne zevklidir..!

Kur’ân-ı Kerim, sıhhatli bir aile ve toplumun oluşması adına her şeyden evvel, fertlerin sıhhatli olmalarına büyük bir önem vermiş ve bunun için de pek çok emir ve tavsiyelerde bulunmuştur. O, âdeta her şeyi ferdin kendini düzeltmesine, kendini görüp gözetmesine bağlamıştır. “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca, sapan sapık size zarar veremez.”20 âyetiyle bu gerçek hatırlatılır ve mü’min kendi vazife ve sorumluluklarına yönlendirilir.

Evet, insan, başkalarının dalâlet, küfür ve küfranıyla meşgul olmak yerine, kendisinin hidayette olup olmadığı üzerinde durmalı ve istikamet adına hep kendini sorgulamalıdır ki, Hak nazarında kurtuluşa ermenin en kestirme yolu da bu olsa gerek.. evet, siz, hidayette olduktan sonra başkalarının dalâlet, küfür ve küfranı size asla zarar vermeyecektir.

Ayrıca Kur’ân-ı Kerim, bu tür âyetleriyle şu hususlara da dikkat çekmektedir:

1. Başkaları küfür ve küfran içinde bulunurken, bir Müslüman, kendi köşesine çekilip şahsî ibadet ü taat ve evrâd ü ezkârla yetinmemelidir; ehl-i dalâletin menfi yollarına alternatif olarak onun da temel disiplinlere göre bir yolu-yöntemi olmalıdır ve o, bu çerçevede hizmetlerini devam ettirmelidir.

2. Müslümanın vazifesi, ruh ve mânâ kökleriyle alâkalı evrensel değerleri neşretmek ve onu muhtaç gönüllere duyurmaktır. O, bu yolla ruhen perişan ve dâğidâr kimselerin imdadına koşmuş ve onlara mânen nefes alacakları bir ortam hazırlamış olacaktır.

3. O, bütün bunları yaparken, önüne çıkan engeller karşısında sarsılmadan –Allah’ın tevfik ve inayetiyle– bunların hepsini aşma azmiyle doğru bildiği yolda yürümeye devam etmelidir.

Evet, bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere Kur’ân-ı Kerim, her şeyden önce ferdin ahlâk ve karakteri üzerinde durmakta ve âdeta diğer her şeyi bunun üzerine bina etmektedir. Ona göre şahsî hayatı müstakîm olmayan kimselerin mükemmel bir toplum ve millet oluşturması da bahis mevzuu değildir. Namazında, niyazında ve Allah’a teveccühünde, insanlarla muamelesinde samimî olmayan bir insanın mensup olduğu topluma bir hayır vaadetmesi de söz konusu değildir.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu hadis-i şerifiyle bu konuyu bir buudu ile şöyle tenvir eder: “Kim bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir, bizim kestiğimizi yerse işte o, Allah ve Resûlü’nün zimmetini alan (taahhüdü altında bulunan) bir Müslümandır.”21 Bu sözün mefhum-u muhalifi şudur: Bir kimse bizim namazımızı kılmıyor, kıblemize dönmüyor ve kestiğimizi yemiyorsa Allah ve Resûlü’nün nezdinde O’nun zimmetinden de söz edilemez. Bugün bizim de, bu sınıfa dahil olan ve inançları itibarıyla kalbî dünyaları kararmış pek çok bildiğimiz kimse vardır ki, bu kimselerle daha samimî diyaloglar kurarak kalbimizin en samimî soluklarını onlara duyurma mecburiyetindeyiz.

Biz şuna inanıyoruz, insanların hayat standartları ne kadar yüksek olursa olsun, yine de bu insanlar huzurlu olmayabilirler; olmayabilirler zira gönül, onu yaratan Allah’a (celle celâluhu) imanla aydınlanmadıktan ve vicdan da iman ve Kur’ân nuruyla nurlanmadıktan sonra insanın huzur ve itminana ermesi mümkün değildir. Evet, bizim en büyük gayemiz, herkesi inancın diriltici iklimiyle buluşturmak, onların dünyada huzura kavuşmalarına, ahirette de Allah’ın rıza ve rıdvanına mazhar olmalarına vesile olmaktır.

Bir plan ve projenin gerçekleştirilebilmesi için her şeyden önce o plan ve projeye göre bir alt yapı ve zemin hazırlanması gerekmektedir. Meselâ, eğer Cenâb-ı Hakk’ın bize lütfettiği iman ve Kur’ân nimetinden bütün dünyanın istifade etmesi düşünülüyorsa, ulûm-u diniye ile fünûn-u müspeteyi mezcedip her türlü bilim ve teknolojide kendimizi ispat ederek, hedef kitle kabul ettiğimiz milletler nazarında, geri kalmış ve ayakta durabilmek için başkalarına muhtaç olma imajını silmemiz ve silkinip kendimize gelmemiz şarttır.

Evet, İslâm’ın getirdiği emniyet ve saadetin gönüllerde hâkim olması, biraz da Müslüman fertlerin maddî-mânevî derinliklerine bağlıdır. Böyle bir derinliğin en önemli kazancı uhrevî saadettir. Allah bir yerde: “Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırmış bulunan kimse için, şüphesiz onun varacağı yer Cennet’tir.”22 diyerek bu hakikati işaretler. Yani, eğer bir insan, her zaman Rabbinin huzuruna çıkıp O’na hesap verme endişesini içinde duyuyor ve dünyada her an O’nun tarafından görülüp gözetildiği duygu ve düşüncesiyle yaşıyorsa, o kişi Cennet yolundadır ve varacağı yer de Cennet’tir. Aslında, onun hem dünyası hem de ahireti güven altında demektir.

Bu tür âyetler, bir taraftan insana Cennet’i kazanma yolunu gösterip onun içine huzur salarken, diğer taraftan da onun nefsanî ve şeytanî arzularını gemleyerek onu örnek insan seviyesine yükseltmektedir. Nice kimseler vardır ki, ahirette yeniden var olmak, Cenâb-ı Hakk’a kavuşmak ve O’nun cemal-i bâkemalini seyretmek, böylelerinin ruhunda öyle bir huzur hâsıl eder ki, dahası tasavvur edilemez. Böyle bir duygu ve düşünceye sahip olmayan birinin ise, uhrevî saadetten mahrum olmasının yanında dünyevî huzur ve saadeti de söz konusu değildir.

Evet, bir insanın içine Allah korkusu, muhasebe duygusu ve mesuliyet hissi yerleştiği zaman, o kimse, kendi kendini kontrol edeceğinden, sosyal hayatta zararlı bir insan olmamaya âzamî derecede dikkat gösterir ve falso yapmamaya çalışır. Çünkü o, her zaman kontrol edildiği şuuruyla hareket etmektedir. Aksine, fertleri bu hâle getirilememiş bir toplum için, uhrevî saadet duygusu gibi, dünyevî huzur hissi uyarmak da çok zor olsa gerek. Zannediyorum bu meselenin en realistçe çözümü nesillerin mehâfet ve mehâbet duygusuna bağlı yetiştirilmesi olmalıdır. Fertleri bu ölçüde kıvama getirilmemiş yığınların hayrına düşünülen plan ve projeler ise her zaman bir tasarı olarak kalacak ve kat’iyen pratiğe dökülemeyecektir.

Sadece gençler değil, ihtiyarlar da ancak Allah’ın huzuruna gitme ve O’nun cemalini seyretme saadetbahş mülâhazalarıyla mutlu olabilirler. Böyle inançlı bir kimse, başına bin ihtiyarlık gelse, beli bükülüp saçı-başı bembeyaz olsa, ihtimal, her zaman bir genç gibi ayakta dimdik durur ve saadetbahş akıbetini gönül huzuru içinde bekler. Evet, o, “Allah’a kavuşmak üzere girdiğim bu yolda, Mevlâ-i Müteâl’e kavuşma vaktim yaklaştı.” diyerek duygu ve düşünceleriyle hep O’nunla beraber olmanın hazzını duyar ve daha cennete gitmeden kendini cennette sanır. Aksine, eğer ihtiyarlık çağına gelmiş böyle bir kişi, imanın ferahlatıcı atmosferiyle tanışamamışsa daima ölüm endişeleriyle dâğidâr olur ve hayat her gün, onun için daha bir ızdıraplı ve âdeta yaşanmaz bir kâbusa dönüşür.

Öyleyse bize düşen vazife, genç-ihtiyar herkese, Allah’a ve ahiret gününe iman neşvesini duyurmak ve onların huzura muhtaç gönüllerini sürura gark etmek olmalıdır. Zira fert, bu şekilde ele alınıp kendisine insanlığı anlatıldığı, o da hayatını böyle bir mesuliyetin ağırlığı altında yaşadığı zaman –Allah’ın tevfik ve inayetiyle– her şey tabiî seyri içinde yoluna girer, fert ve toplum kendilerini bir huzur zemzemesi içinde bulur.

Defaatle üzerinde durulduğu gibi, gerek Kur’ân-ı Kerim, gerekse Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) genelde irşad ve tebliği fert üzerine bina etmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurur: “Her nefis, kazandığına karşılık rehindir. Ancak ashab-ı yemîn müstesnadır.”23

Yani herkes olumsuz tavırları itibarıyla kendini ipotek etmiş ve kazandığı menfi şeylerle elini-kolunu bağlamış demektir. Ancak “ashab-ı yemîn” yani uğurlu ve yümünlü olup ahirette amel defterini sağından alan, sağduyulu olan kimseler böyle bir durumdan müstesnadırlar. Zira onlar, nefislerini rehin olarak vermişlerse de daha sonra iman ve amel-i sâlihle o ipoteği çözmüşlerdir.

Evet, her nefis kazandığı şeyle rehindir; bundan hiç kimsenin kurtulması da söz konusu değildir. Evet ne atalarının şan ve şöhretleri ne kendilerinin sahip olduğu mal-mülk, ne de ruhî ve kalbî irtibat sağlanamamış şöyle veya böyle büyük kimselere nispetin insana hiçbir yararı olmayacaktır. Nitekim Nebiler Serveri bu hakikate işaret sadedinde, bir hadis-i şerifleriyle, kendi kavim ve kabilesinin şahsında bütün ümmetine şöyle seslenir: “Nefsinizi Allah’tan satın almaya bakın; (ipoteği çözünüz) zira ben, ahirette sizin adınıza hiçbir şey yapamam!”24

Evet, herkes, kendi mesuliyet ve kaderiyle Allah’ın huzuruna çıkacak ve ona göre muamele görecektir. İşte bu açıdan da yine ferdin kalbî ve ruhî sıhhat ü selâmeti çok önemlidir. Allah Resûlü, bu mülâhazaya bağlılık içinde daireyi gittikçe daraltarak en yakınlarına seslenir ve sözlerini şöyle devam ettirir: “Ey Allah Resûlü’nün halası Safiyye! (Sen de nefsini Allah’tan satın almaya bak; (rehini çöz zira) ahirette senin adına da bir şey yapamam!”25 Sonra O daha bir yakını ve ciğerpâresi, gönül meyvesi olan Hz. Fatıma’ya (radıyallâhu anhâ) teveccüh buyurur ve: “Ey Muhammed’in kızı Fatıma! (Sen de nefsini Allah’tan satın al; (ipoteği çöz zira) ahirette senin adına da bir şey yapamam.”26 diyerek daha net bir şekilde herkese ferdî mesuliyetin önemini hatırlatır.

Evet, herkes, kendine çeki-düzen vererek ipotek olmaktan sıyrılmaya bakmalı ve Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasındaki azatlılar içine girmeye çalışmalıdır. Vâkıa bu önemli meselenin plan ve programını uygulayan ve insanları “fekk-i rihân”a uyaran; uyarıp onun gönüllerde hüsnükabul görmesini temin ve tesis eden Resûl-i Ekrem’dir. Dolayısıyla da hepimiz ve herkes O’na medyundur: Mehmet Âkif

“ Dünya neye sahipse, O’nun vergisidir hep;

Medyûn O’na cem’iyyeti, medyûn O’na ferdi.

Medyûndur O Mâsum’a bütün bir beşeriyyet…

Yâ Rab, mahşerde bizi bu ikrâr ile haşret.”

derken önemli bir gerçeği vurgular ve O’nun bir vesile-i necat olduğunu hatırlatır. Ancak burada, herkesin kendi hesabını verme mecburiyetinde olduğu ayrı bir husustur ve dinin ruhu açısından çok önemlidir.

Evet, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.”27 âyetinin mazmununca, hiç kimse bir başkasının günahından dolayı suçlanamaz. Herkes kendisinden sorumludur. Kimse kimsenin günahıyla Cehennem’e girmeyeceği gibi, sevabıyla da Cennet’e giremeyecektir. Herkes kendi mesuliyetiyle mahşerden, sırattan geçerek, Allah’ın huzuruna çıkacak ve Cennetle şereflenecektir. Evet her ferde terettüp eden bir takım mesuliyetler vardır; fert, ancak bu mesuliyetlerini yerine getirdiğinde faziletli bir insan olabilecektir ki, yukarıda zikredilen “Herkesin durumu kendi kazanacağına bağlıdır.” fermân-ı sübhaniyesinden de bu anlaşılmaktadır. Evet, her insan, âdeta ayağına pranga vurularak bağlanmış gibidir ve ancak Allah’a inanması ve salih ameller yapmasıyla bu prangadan sıyrılabilecek ve kendi olma pâyesini elde edebilecektir.

Bu mazmun: “İnsana sa’y ve gayretinin neticesinden başkası yoktur. Bu amelinin neticesi de ilerde ortaya çıkıp görülecektir, sonra da emeğinin karşılığı kendine tastamam verilecektir”28 âyetleriyle de –yeni ifadesiyle– tam örtüşmektedir.

J. İslâm’da Aile Terbiyesi

“…Kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir; kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Sen (Ey Şanı Yüce Nebi) onların üzerinde bir vekil değilsin.”29

Bu âyet-i kerimede Allah (celle celâluhu), Resûlü’ne hitaben, “Ey Habîb-i Zîşânım! Kim hidayete ererse, lehine olabilecek bir yola girmiş sayılır; kim de doğru yoldan çıkıp sapıtırsa o da sonuç itibarıyla kendi aleyhinde sayılan bir yola girmiş demektir. Evet hidayete yönelen kimse iradesini iyilik istikametinde kullanacak; Cenâb-ı Hak da onun gönlünde iman nurunu yakarak onu hidayete erdirecektir. Dalâlet ve sapıklık yolunda gitmekte ısrar edenlere gelince, “Habibim sen onların vekili değilsin.” buyurarak, hem peygamberin vazife ve salahiyet sınırlarını belirliyor hem de iman etmeyen kimseler karşısında kalb-i pâk-i Nebi’yi teselli ediyor. Bu iki mevzuu birbirine bağlayan şu âyet de burada hatırlanabilir:

“Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.”30

Yani önce nefsinizin, sonra da aile fertlerinizin Cehennem’e yakıt olmalarına meydan vermeyin ve onları duyguda, düşüncede istikamete yönlendirin. Evet, bu böyle yapılabildiği takdirde, aile fertlerinden her biri kendiyle yüzleşecek ve kendisine çekidüzen vererek istikamete erecektir.

Sıhhatli bir toplum için aile çok önemlidir. Şimdiye kadar ailenin çözülüp dağıldığı milletlerden pâyidâr olan hiç görülmemiştir. Evet, anne, babanın sefahete dalıp çocuklarına karşı vazifelerini unuttukları, çocukların da sahipsiz, hissiz ve duygusuz yetiştiği toplumların kalıcı olmaları mümkün değildir. Toplum, böyle bir hissizlik içinde belli bir süre devam etse de, o toplumun sürekli ayakta kalması ve başka milletlerle dünyanın nimetlerini paylaşması imkânsızdır. O bakımdan biz, millî prensiplerimize göre bir toplumdaki anne-babanın evlâdıyla, evlâdın anne-babasıyla, hanımın kocası, kocanın hanımıyla münasebetlerinin sıhhatli ve kalıcı olması nispetinde ailenin, dolayısıyla da toplumun sağlam kalabileceği inancındayız.

Gerek anne-babanın çocuklarına, gerekse çocukların anne-babalarına karşı terettüp eden vazifelerini yerine getirmemeleri ve aralarındaki sevgi ve hürmet hislerinin kırılmasından dolayı bir kısım problemler meydana geleceği ve geldiği açıktır. Bu problemlerin giderilmesi ise her ferdin kendisine terettüp eden vazifeyi bihakkın ifa etmesine ve aralarındaki sevgi ve hürmet bağlarının canlandırılmasına, canlandırılıp temadî edilmesine bağlıdır.

Günümüzde anneler-babalar, hiçbir asırda görülmedik şekilde evlat ve torunlarının saygısızlık ve hakaretlerine maruzdurlar. Evlerde bir fazlalık ve huzursuzluk kaynağı olarak görülmeye başlanan anne ve babalar, evlat ve torunlarının sevgi ve ilgisine en fazla muhtaç oldukları bir dönemde, “huzurevleri” adı altında “huzursuzluk evleri”ne kapatılmaktadırlar ki bunun mânâsı, anne ve babayı, kapı ve penceresi olan, demir parmaklıkları eksik bir hapishaneye tıkıp onlardan kurtulmak demektir.

Böyle bir davranış, anne ve babasına karşı sözde çok saygılı olan evlatlarının güya onlara karşı yaptıkları bir vazifedir. (!) Aslında böyle bir muamelenin arkasında “Gidin ne hâliniz varsa görün. Hayattan kâm almamız konusunda bize ayak bağı olmayın!”mülâhazası söz konusudur. Bu mânâyı kamufle edip anne ve babayı psikolojik olarak rahatlatmak için o huzursuzluk evine “huzurevi” denmesi neticeyi değiştirmeyecektir. Zira böyle bir muamelede anne-babanın nefret edilip istenmediği açıktır. Gerçi o anne-babalar da –istisnalar hariç– böyle bir muameleye müstahak gibidirler. İhtimal onlar da, zamanında evlatlarına karşı yapmaları gereken vazifelerini yerine getirmemişlerdir. Türkçemizde bir atasözü vardır: “Ne ekersen onu biçersin.” Demek ki iyi şey ekilmemiş ki şimdilerde de iyi bir şey biçilmiyor. Bu açıdan da, huzurevlerini hazırlayanlar, anne ve babalarının huzurunu isteyen evlatlar değil (!) daha evvel evlatlarına sahip çıkmayan zavallı anne ve babalardır denebilir.

K. İslâm’da İdeal Aile Yapısı

Her şeye rağmen İslâmî bir yuvada, anne ve babanın muallâ bir yeri vardır. Bir âyet, konuyla alâkalı şunları söyler:

“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (hizmetçi ve benzerlerine) ihsanda bulunun; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.”31

“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” Yani hem “tevhid-i ulûhiyet” hem de “tevhid-i rubûbiyet” açısından Allah’ın eş ve ortağının olmadığına yürekten inanın. Sonra “tevhid-i ubûdiyet” mülâhazasıyla da sadece ve sadece bir olan Allah’a ibadet edin; edin ve ibadette O’na eş ve ortak koşmayın.

İşte bu üç tevhid anlayışı çok sıkı bir şekilde birbirine bağlıdır. Evvelâ Allah (celle celâluhu), rububiyetinde ve icraatında birdir. Öyleyse Allah’ın bu icraatının neticesi olarak irade sahibi kullar da ubûdiyette Allah’ı birlemeli ve O’nun birliğini içlerine çok iyi sindirmelidirler.

Bunun ardından Kur’ân, “Ana-babaya ihsanda bulunun.” ferman ediyor. Bu ifadeleriyle o, anne ve babaya büyük bir hak vererek, evlatlara, anne-babalarına tam bir ihsan şuuruyla iyilikte bulunmalarını, onlara daima himaye ve sıyanet ellerini uzatmalarını ve onlarla ilgilenmelerini emrediyor. Kur’ân, merkezde, anne ve babayı bu ölçüde nazara verdikten sonra, daireyi biraz daha genişleterek akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, köleye, hizmetçiye ve benzerlerine de iyilikte bulunulması gerektiğini hatırlatmayı da ihmal etmiyor.

Kur’ân-ı Kerim’de pek çok âyet, anne ve babanın evlatlarına karşı haklarını hatırlatarak, kendisine eş ve ortak koşmamanın hemen akabinde anne-babaya ihsanı bir vazife olarak zikretmektedir ki işte o pırlantalardan biri daha:

“Lokman, oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti. Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olmuştur. (İşte bunun için) önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır.”32

Bir başka âyet, onlara karşı düşünce ve tavırlarımıza kadar meseleyi detaylandırarak şöyle buyurur:

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ‘Öf!’ bile deme; onları azarlama ve onlara güzel söz söyle.”33

Görüldüğü gibi Kur’ân, her zaman aile yapısının temel unsurları sayılan anne ve babayı nazara vererek her şeyi onların üzerine bina etmektedir. Meselenin kabile ve aşiret anlayışından kurtarılıp anne, baba ve evlat unsurlarından teşekkülü şu noktalar itibarıyla çok mânidardır:

Ailede biri ani’l-merkez diğeri ile’l-merkez olmak üzere iki durum söz konusudur. Bir ailenin çekirdeğini anne ve baba oluşturmaktadır. Binaenaleyh aile fertleri içinde saygı, hürmet ve itaat gösterilmeye en layık olan anne ve babadır. Anne ve babanın değeri o kadar büyüktür ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Cennet, annelerin ayakları altındadır.”34 buyurarak Allah’ın rıza ve rıdvanının tecessüm ettiği Cennet’i, annenin ayaklarının altına koymaktadır. Bir diğer hadis-i şerifte, Allah’ın rızasını kazanmanın ve Cennet’e girmenin önemli vesilelerinden biri de anne ve babaya itaat olduğu bildirilmektedir ki, konunun önemi açısından üzerinde durulabilir.

Anne ve baba, kendilerine terettüp eden vazifeleri hakkıyla yerine getirerek Allah’ın lütfettiği bu muallâ mevkie layık olduklarını ortaya koydukları takdirde, o aile, toplumun sağlam bir cüz-i ferdi durumuna yükselmiş demektir. Böyle olduğu takdirde anne-baba, evlatlarına telkin ettikleri hürmetin karşılığını bulacak ve o ana kadar ektiklerinin kat katını elde edeceklerdir. İşte bu husus, meselenin ile’l-merkez yönüdür.

İslâm, aile müessesesini ele alarak onu aşiret ve kabilenin yönetiminden kurtarmış ve ona ayrı bir şekil kazandırmıştır. İslâmî ruh ve mânâ etrafında şekillenen bir ailenin fertleri arasında çok kuvvetli bir irtibat söz konusudur. Bunun tabiî neticesi olarak fertleri bu ölçüde birbirine bağlı bulunan aile moleküllerinden de güçlü bir toplum meydana geleceği açıktır.

Bir kere daha hatırlatalım ki, böyle bir toplumda ağırlık noktasını teşkil eden, anne ve babadır. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah, size annelerinizin haklarına riayeti tavsiye etmektedir. –O, bunu üç sefer tekrarladı.– Sonra da Allah size babalarınızın haklarına riayet etmenizi tavsiye etmektedir. Ayrıca O size akrabalarınızın haklarına yakınlık derecesine göre riayet etmenizi de tavsiye etmektedir.”35 fermanlarıyla bu önemli gerçeği vurgular.

Bu hadis-i şerifte, merkez ve muhit hattında bulunan herkes nazara verilir ve yakınlık derecesine göre onların haklarına riayet edilmesi gerektiği hatırlatılır ki, bu da meselenin ani’l-merkez cihetidir. Nitekim yukarıda zikredilen “Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (hizmetçi ve benzerlerine) ihsanda bulunun.” âyet-i kerimesinde önce anne ve babaya ihsanda bulunulması emredildikten sonra, ihsan dairesi yakından uzağa doğru genişletilmektedir.

Bu yapılırken de kabile ve aşiret anlayışı ile atalarla iftihar düşüncesi silinip atılmakta ve “Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir.”36 buyrularak ailenin bugünkü hâlinin ne olduğu tespit ve tayin buyrulmaktadır.

Nitekim Efendimiz mevzuyla alâkalı bir başka hadis-i şeriflerinde de şöyle buyururlar: “Şüphesiz Allah, sizden cahiliye duygu ve düşüncesini ve babalarınızla iftihar etmeyi silip atmıştır.”37 Elbette burada, babalarla iftihar etmenin silinip atılması, âbâ u ecdâda sövmek mânâsında değildir; burada üzerinde durulan husus, fertlerin atalarıyla övünmeyi bir tarafa bırakıp kendi duruşları ve konumlarını gözden geçirmelerinin önemidir.

Özetlenecek olursa, biz buraya kadar, ailenin sınırlarını tespit etmeye çalıştık. İslâm’ın vaz’ettiği ideal aile yapısı, hem kabile ve aşiretle hem de âbâ u ecdadla alâkası olmakla beraber, dede-nine, anne-baba, evlat ve torunlardan oluşan çekirdek bir topluluktur. Kur’ân’ın da, “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.”38 âyetiyle sorumluluk sınırlarını belirleyerek وَأَهْلِيكُمْ “ve ailenizi” sözüyle, korunması istenenin bunlar olduğu hatırlatılmaktadır.

İslâm’da îsâr duygusu çok önemli bir haslettir. Kur’ân-ı Kerim, açık-kapalı çok kez insanlardaki bu hissi nazara verir. Biz îsâr hasletini kendisi muhtaç olduğu hâlde başkalarını nefsine tercih etme diye yorumlayabiliriz. Meselâ, bir kimsenin kendi ihtiyacı olan bir nesneyi başka birisinin ihtiyacını karşılamak için infak etmesi yüksek bir îsâr hasletidir.

Kur’ân-ı Kerim, “Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları (ihtiyaç sahibi olan kardeşlerini) kendilerine tercih ederler.”39 gibi âyetleriyle işte bu tür îsâr hasletine sahip olan kutluları takdirle yâd eder. Îsârda yakınlık-uzaklık söz konusu değildir. Kime olursa olsun o, Allah yolunda kardeşlerini nefsine tercih etmenin adıdır. Îsâr ne kadar memduh olursa olsun mutlaka onun da bir sınırı vardır. İslâm, aile fertlerinin bahis mevzuu olduğu bir yerde önce onların ihtiyaçlarının giderilmesini emreder.

Bu, başkalarını şahsına tercihten farklı bir şeydir. Anne ve babanın hakkı, îsâr hasletinin önüne geçecek kadar ehemmiyeti haizdir. Nitekim Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte, “Ey Allah’ın Resûlü! İyi davranıp hoş sohbette bulunmama en fazla hak sahibi olan kimdir?” diye soran ve bu soruyu dört defa tekrarlayan sahabinin ilk üç sorusuna, “Annen”, sonuncusuna da “Baban” diye cevap verir.40

Mevzuyla alâkalı Sa’d İbn Ebî Vakkâs’dan (radıyallâhu anh) nakledilen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Veda haccı esnasında şiddetli bir hastalıkla yatıyordum. Resûlullah, bana geçmiş olsun ziyaretine geldi. ‘Ey Allah’ın Resûlü! Gördüğünüz gibi ağrım çok şiddetli.. ben mal-mülk sahibi bir kimseyim. Bana vâris olacak kızımdan başka kimsem de yok. Malımın üçte ikisini tasadduk etmek istiyorum!’ dedim. Hemen ‘Hayır, olmaz!’ buyurdular. ‘Yarısını?’ dedim. Yine ‘Olmaz!’ buyurdular. ‘Üçte birini?’ dedim. ‘Üçte birini mi? Üçte biri de çok. Sen, vârislerini zenginler olarak bırakman, halka ihtiyaçları için el açacak fakirler olarak bırakmandan daha hayırlıdır. Sen, azîz ve celîl olan Allah’ın rızasını arayarak her ne harcarsan, –hatta bu, hanımının ağzına koyduğun bir lokma bile olsa– mutlaka o sebeple dahi mükâfatlandırılacaksın.’ buyurdular.

Ben: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Yoksa ben muhacir arkadaşlarımdan ayrı mı düşeceğim?’ dedim. O ‘Eğer geri kalır, kendisiyle Allah’ın rızasını düşündüğün bir amel yapacak olursan bu ameller sebebiyle mutlaka derecen artacak ve merteben yükselecektir. Sana şunu da söyleyeyim: Sen, daha çok yaşayacaksın. Öyle ki, Allah seninle bazı kavimleri aziz bazılarını da zelil kılacaktır.’ ferman etti ve sonra da şöyle dua buyurdu: ‘Allahım! Ashabımın hicretini tamama erdir. Onları gerisin geri (başarısızlıkla) çevirme!..’”41

Bu hadis-i şerifte, anne-baba ve evlatların hukukunun yani aile haklarının devreye girdiği noktada başkalarına infak edilecek olan şeylerin bizzat Allah Resûlü tarafından gayet net olarak tahdit edildiği görülmektedir.

Benzer bir durum Kâ’b b. Mâlik (radıyallâhu anh) için de söz konusudur. Şöyle ki, Tebük gazvesine mazeretsiz olarak katılmayan, fakat doğru söyleyerek Allah’tan af dileyen ve inen âyetlerle hakkında af fermanı çıkan;42 bunun üzerine de bir şükür ifadesi olarak, “Ey Allah’ın Resûlü! Mazhar olduğum bu aftan ötürü bütün malımı Allah ve Resûlü yoluna bağışlamak istiyorum.” diyen Kâ’b b. Mâlik’e, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Hayır, hepsi olmaz. Bir kısmını kendine ayır, bu senin için daha hayırlıdır.”43 buyurarak aile fertlerinin haklarının korunması gerektiğini ferman etmişlerdir.

Aile hukukunun bahis mevzuu olduğu bir yerde pek çok tasarrufun sınırlarının daraltıldığına dair Asr-ı Saadet’ten daha başka misaller vermek de mümkündür. Ancak, biz sözü daha fazla uzatmamak için son bir misalle mevzuu noktalamak istiyoruz:

İslâm’da irşad, bütün Müslümanlar üzerine umumî ahvalde farz-ı kifaye, hususî şartlarda ise (cem’u nefir hâli) farz-ı ayn derecesine yükselen yüce bir emirdir. İşte böylesine ehemmiyetli bir emre itaat etmek için bir sahabi, Allah Resûlü’nün huzuruna gelerek sefere iştirak için izin ister. Peygamber Efendimiz, o kişiye –hayatta olduklarını bildiği hâlde– “Annen baban hayatta mı?” diye sorar. Sahabi, “Evet” cevabını verince Rahmet Peygamberi, “Onlara (hizmet de cihad sayılır), sen onlara hizmet ederek cihad yap.” buyurur.44

Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu, farz-ı ayn olan bir meselede bile, eğer evlâdın nazarını anne-babaya çeviriyorsa, evlâdın anne ve babasına karşı ne denli ağır sorumlulukları olacağı üzerinde durulmaya değer…

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِي هَدَانَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلَا أَنْ هَدَانَا اللّٰهُ، وَمَا تَوْفِيقِي وَلَا اعْتِصَامِي إِلَّا بِاللّٰهِ، عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِيبُ.

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِ الْأَوَّلِينَ وَالْاٰخِرِينَ. وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِه۪ أَجْمَعِينَ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ بِعَدَدِ عِلْمِكَ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِكَ، اٰمِينَ.

1 Fâtiha sûresi, 1/2.

2 Bkz.: el-Kelâbâzî, et-Taarruf 1/5; el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/306.

3 Lokman sûresi, 31/13.

4 Lokman sûresi, 31/17.

5 Meryem sûresi, 19/42.

6 Meryem sûresi, 19/45.

7 İsrâ sûresi, 17/23.

8 Nisâ sûresi, 4/59.

9 Mâide sûresi, 5/49.

10 Nisâ sûresi, 4/65.

11 Nahl sûresi, 16/90.

12 Furkan sûresi, 25/72.

13 Furkan sûresi, 25/63.

14 Fâtiha sûresi, 1/1.

15 Bu ifadeler, 1976-1977’li yıllarda Manisa’daki bir camide, vaaz esnasında söylenmiştir.

16 İhlâs sûresi, 112/1-4.

17 Âl-i İmrân sûresi, 3/64.

18 İhlâs sûresi, 112/1-4; Âl-i İmrân sûresi, 3/64.

19 Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/63; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 6/120.

20 Mâide sûresi, 5/105.

21 Buhârî, salât 28; Tirmizî, îmân 2; Nesâî, îmân 9.

22 Nâziât sûresi, 79/40-41.

23 Müddessir sûresi, 74/38-39.

24 Buhârî, vesâyâ 11, menâkıb 13; Müslim, îmân 351.

25 Aynı yer.

26 Aynı yer.

27 Fâtır sûresi, 35/18.

28 Necm sûresi, 53/39-41.

29 Zümer sûresi, 39/41.

30 Tahrîm sûresi, 66/6.

31 Nisâ sûresi, 4/36.

32 Lokman sûresi, 31/13-14.

33 İsrâ sûresi, 17/23.

34 el-Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb 1/102. Aynı mânâdaki hadis için bkz.: Nesâî, cihâd 6; İbn Mâce, cihâd 12.

35 İbn Mâce, edeb 1; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/132.

36 Bakara sûresi, 2/134-141.

37 Tirmizî, tefsîru sûre (49) 5; Ebû Dâvûd, edeb 111.

38 Tahrîm sûresi, 66/6.

39 Haşir sûresi, 59/9.

40 Buhârî, edeb 2; Müslim, birr 1.

41 Buhârî, cenâiz 37, vesâyâ 2, 3, ferâiz 6; Müslim, vesâyâ 5.

42 Tevbe sûresi, 9/117-119.

43 Buhârî, vesâyâ 16, cihâd 103, menâkıb 23; Müslim, tevbe 53.

44 Buhârî, cihâd 138, edeb 3; Müslim, birr 5.

-+=
Scroll to Top